İmkânsızın Şarkısı, Rüzgârın Şarkısını Dinle ve Yaban Koyununun İzinde gibi kitaplarından tanıdığımız Japon yazar Haruki Murakami’nin her ikisi de Doğan Kitap’tan çıkan edebiyat dışı iki kitabı daha var Türkçe’de: Mesleğim Yazarlık ve Koşmasaydım Yazamazdım. Bunlar onun, kendisiyle yaşadıkları ve yazdıkları arasındaki mücadelenin ve “basit” hayat tecrübesinin nasıl yazıya ve yazarlığa dönüştüğünün hikâyeleridir. Yazarlığın insanın kendisini değil kendi tecrübesini önemsemeyle ilgili olduğunu anlamamızı sağlayan metinlerdir.
Her meslek erbabı gibi olgunluk gelip çattığında bütün bir ömür yapılan işin yanı sıra belli belirsiz ya da alttan alta sürekli düşünülmüş olan ne varsa açığa çıkmaya zorlar ve kendi başına bir varlık kazanma ihtiyacı duyar. Dolayısıyla her yazar bir gün gelir neden yazdığını yazar. Mesleğim Yazarlık da öyle bir kitap. Fakat okuyunca anlaşılacağı üzere ironik olan şu ki yazarlık ayrı bir meslek olamayacak kadar hayatın kendisine ait ve onun içinde olan bir iştir. Yaşarken bir yandan da hayat hikâyemizi yazarız, yazarlar bunu kağıda dökebilen ve yazıya geçerebilenlerdir sadece.
Yazmak için belki de ilk şart insanın basit hayatındaki sıradan tecrübelerini önemseyebilmesidir. Hayatın, dünyanın her yerinde çok benzer ve bir o kadar bambaşka yaşandığını bilerek aynılığın içindeki özgünlüğü ve farklılıktaki sıradanlığı bulabilmesi de bir o kadar önemlidir. Bu insanı hem çok özgün hem de fazlasıyla herkes gibi kılan şeydir ve çok değerlidir. Biri olmadan öteki anlamını yitirir çünkü. Bunun için kişinin kendini değil yaşadıklarını önemsemesi gerekir; yazmak için lazım olan şey kendi kendini şişirmiş bir ego değil sıradan olanla hiç düşünülmemiş olanın karışımından süzülüp gelen gösterişsiz düşüncedir. Gösterişsiz düşünce, olan biten her şey üzerine düşünmeye cüret etmenin kendiliğinden gelen hediyesidir.
Yazı, konuşmanın aksine düşünceyi gösterişsizleştirir, uçarılığına son verip ayaklarını yere bastırır ve kendi iç yolculuğuna çıkmaya hazır hale getirir. Hayata var olan görme biçimlerinden farklı bakabilmeyi gerektirir. Yaşananları bütünüyle bize ait bir edebiyata dönüştürür. Tam da bu nedenle, Ursula K. Le Guin’in harika kitabı Sözcüklerdir Bütün Derdim’de (hep kitap) dediği gibi, “Sahip olduğumuz en iyi el kitabıdır edebiyat. Ziyaret ettiğimiz ülkenin, yani hayatın en kullanışlı rehberidir.”. Yazabilenler yaşadıkları hayatı biraz da ziyaret edilen bir ülke gibi görebilenlerdir. Her şeyin çok farklı göründüğü ve çok farklı görülebildiği yabancı bir ülke…
Yazmak, hayatı kendine anlatmaktır bir bakıma ve bunun için illa yazıya dökmek de gerekmez. Pek çok insan hiç yazmadan bütün ömür bir yazar gibi yaşar. Diğer bir deyişle, hayatı kendimize anlatır gibi yaşamaktır yazmak ve bütünüyle kendi hayatımızın ürünüdür. Hiç kimse bir başkasını yazar yapamaz. Uzak ve ilginç diyarlara gitmek, enteresan insanlarla karşılaşmak ya da ilginç bir hayat yaşamak da gerekli değildir çoğu zaman, hatta hiç. Tıpkı Saramago’nun Nobel konuşmasında söylediği gibidir: “Toprağını işlediğim küçük arazimin ötesine geçmeye cüret etmek için pek heves etmediğimden, bana düşen tek şey derinlere inme, aşağıya, köklere doğru kazma ihtimaliydi. Kendimin ve böyle ölçüsüz bir gayeye müsaade edilirse dünyanın da köklerine doğru pek tabii.”. Yazmak, kişinin kendinden geçtiği bir yolculuktur; kendinden yola çıkıp yine kendine vardığı ama her defasında bambaşka birini bulduğu bir dönüşüm hikâyesi.
Murakami yazarlığın ayrı bir uzmanlığa dayalı bir meslek olmadığı için herkese açık olduğunu anlatır ilk olarak. “Dışarıdan” geleni içine almakta zorlanan, dar bir menfaat grubunun otoritesine tabi bir iş değildir (neyse ki ve bereket versin ki!). Yetenekli ve başarılı olan herkesin kendi yerini kendisinin belirleyebileceği, bir takım suni destekler ya da ödüllerle şişirilen insanlar olsa da asıl yaşam gücünün hiçbir zaman birileri tarafından bahşedilemeyeceği bir mecradır burası. Tam ona göredir! Japonya’da küçük bir bar işleten adamdan dünya çapında bir isim haline gelmesini sağlayan inanılmaz bir fırsatlar ülkesidir! Ancak görmesini bilene kendini açan bir sırlar ülkesi ya da.
Yazarlık, şeklin ve maddi dünyanın ötesine geçmeye imkân sunduğu için giderek artan bir çekiciliğe ve dıştan içe doğru sürekli bir ilerleme hissine sahiptir. Oysa insanlar şekilsizliği ve soyut olanı hem sevmez hem de kavramak için gerekli çabayı göstermek istemezler. Birilerinin söz konusu eseri parlatmasını, ondaki değerli olanı bulup söylemesini ve çok satmasını ya da ödüller kazanmasını isterler. Değerli görebilmek için bütün bunlara ihtiyaç duyarlar. Diğer bir deyişle okur, kendi yetersizliği nedeniyle yazarı aşağı çekmek ister ve buna kapılan yazar en hafif tabiriyle mesleğini kaybeder; “İnsanlar çoğu durumda somut olarak şekli olan şeylerden başkasına bakmazlar. Oysaki edebi eserin niteliği şekilsizliğidir; o esere bir ödül ya da madalya verildiğinde, orada somut bir şekil belirir. Ve insanlar bu ‘şekle’ bakar.”
Murakami’ye göre, yazarlık, iyi yazarlık kaçınılmaz olarak akıntıya karşı yapılan bir iştir (hangi iyi iş öyle değil ki!). Polonyalı şair Zbigniew Herbert’in şu sözleri bununla ne kastettiğini çok iyi anlatır: “Kaynağa ulaşmak için akıntıya karşı yüzmeli. Akıntıyla yüzüp giden şey çöptür sadece.”. Akıntıya karşı durabilen insanın kim olduğuna ve nasıl bir hayat hikâyesinden geldiğine dair de önemli ipuçları yakalamak mümkündür söylediklerinde. Bu tür insanlar dışarıdan verilene değil kafalarının içindekine tabi ve kendi başlarına olmayı sevenler arasından çıkmaktadır genellikle. Dışardaki yaşam çekicidir, güzeldir, hareketlidir ve değişkendir ama hiçbir şey insanın bütün bunlardan geçtiğindeki kadar tarifsiz değildir. Onun Koşmasaydım Yazamazdım’da uzun bir koşunun sonunda yitirilen bilinç halinden hareketle söylediği şu cümle biraz da bu durumu anlatır: “Şuurunu kaybetmek üzere olan insanların hayalinden geçen çılgınca güzel şeyler, gerçek dünyanın hiçbir yerinde var olamaz.”
Murakami’nin hayat hikâyesi de aslında tam bir akıntıya karşı kürek çekmek, daha doğru ifadesiyle akıntıya karşı koşmaktır. İstemediği okullarda, istemediği ortamlarda ve istemediği sayısız durumun içinde kala kala, yetmeyen realitenin içinden sıyrılıp gerçek dünyanın hiçbir yerinde var olamayacak kadar güzel olan kendi hayal ülkesini yaratmıştır: “‘Okuldan hoşlanıyorum, okula gitmezsem kendimi çok yalnız hissederim’ diyen insanlardan roman yazarı olmaz. Demek istediğim, roman yazarı kafasının içinde kendi dünyasını kuran kişidir. Ben ders sırasında hiç ders dinlemez, bin bir çeşit hayale dalardım. Eğer şimdiki zamanlarda çocuk olsaydım okulu kesinlikle benimseyemez, okula gitmeyi reddeden çocuklardan biri olurdum sanırım.”
Murakami yazarlığın yetenek mi çalışmak mı olduğu konusuna da girer bir yerde (hangi yazar girmez ki!) ve bunu sevdiği bir anekdotla anlatır. Paul Valery, Albert Einstein’la bir söyleşisi esnasında, “Aklınıza aniden gelen iyi bir fikri yazmak için yanınızda not defteri taşıyor musunuz?” diye sorar. Bunun üzerine Einstein nezaketini kaybetmese de biraz şaşırır gibi olur ve şöyle der: “Yoo, öyle bir gereksinimim olmuyor. Aklıma aniden iyi bir fikir gelmiyor çünkü.”
Murakami’nin aklına ise iyi fikirler çoğu zaman koşarken gelir. Bu her tarafından sefalet akan hayatın kıyısından ve bazen içinden, yanından yöresinden koşup giderken sanki her şey ona doğru koşar ve zihnine üşüşerek -kimi zaman ona rağmen- yeni bir dünya kurar; “Roman yazmak konusunda bildiklerimin çoğunu yollarda, sabahın erken saatlerinde koşarak öğrendim.” Hayat fazlasıyla yaralayıcı ve yıpratıcıdır belki ama koşmak aynı zamanda bütün bunlara rağmen ileri gidebilmek demektir. Ve “Yürekte açılan yaralar, bir insanın bağımsızlığı karşılığında dünyaya ödemek zorunda olduğu çok doğal bir bedel”dir.
Bir maratonu bitirmek, her defasında tam olarak ne için olduğu belli olmayan bir şeylerin bedelini ödemektir. Yol boyu hayatın tamamı bütün insanlar adına gözden geçirilir; “Dünyanın neresinde olursa olsun, uzun mesafe koşan insanların yüz hatları aşağı yukarı aynıdır. Hepsi koşarken bir şeyler düşünüyormuş gibi görünür. Hiçbir şey düşünmüyor da olabilirler, ama sanki son derece odaklanmış bir şekilde bir şey düşünüyormuş gibi dururlar.” Dışarıdan bakıldığında hiçbir şey yapmazken bile böyle görünen kişi yazar olmak üzeredir! Kısacası Murakami okumak yazar olmanın kendi koşusunu yapmayı öğretici bir tecrübe gibidir ve sadece koşarak bile olunabileceğini gösterdiği için değerlidir.
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
Murakami’nin hayat hikâyesi de aslında tam bir akıntıya karşı kürek çekmek, daha doğru ifadesiyle akıntıya karşı koşmaktır. İstemediği okullarda, istemediği ortamlarda ve istemediği sayısız durumun içinde kala kala, yetmeyen realitenin içinden sıyrılıp gerçek dünyanın hiçbir yerinde var olamayacak kadar güzel olan kendi hayal ülkesini yaratmıştır: “‘Okuldan hoşlanıyorum, okula gitmezsem kendimi çok yalnız hissederim’ diyen insanlardan roman yazarı olmaz. Demek istediğim, roman yazarı kafasının içinde kendi dünyasını kuran kişidir. Ben ders sırasında hiç ders dinlemez, bin bir çeşit hayale dalardım. Eğer şimdiki zamanlarda çocuk olsaydım okulu kesinlikle benimseyemez, okula gitmeyi reddeden çocuklardan biri olurdum sanırım.”
Murakami yazarlığın yetenek mi çalışmak mı olduğu konusuna da girer bir yerde (hangi yazar girmez ki!) ve bunu sevdiği bir anekdotla anlatır. Paul Valery, Albert Einstein’la bir söyleşisi esnasında, “Aklınıza aniden gelen iyi bir fikri yazmak için yanınızda not defteri taşıyor musunuz?” diye sorar. Bunun üzerine Einstein nezaketini kaybetmese de biraz şaşırır gibi olur ve şöyle der: “Yoo, öyle bir gereksinimim olmuyor. Aklıma aniden iyi bir fikir gelmiyor çünkü.”
Murakami’nin aklına ise iyi fikirler çoğu zaman koşarken gelir. Bu her tarafından sefalet akan hayatın kıyısından ve bazen içinden, yanından yöresinden koşup giderken sanki her şey ona doğru koşar ve zihnine üşüşerek -kimi zaman ona rağmen- yeni bir dünya kurar; “Roman yazmak konusunda bildiklerimin çoğunu yollarda, sabahın erken saatlerinde koşarak öğrendim.” Hayat fazlasıyla yaralayıcı ve yıpratıcıdır belki ama koşmak aynı zamanda bütün bunlara rağmen ileri gidebilmek demektir. Ve “Yürekte açılan yaralar, bir insanın bağımsızlığı karşılığında dünyaya ödemek zorunda olduğu çok doğal bir bedel”dir.
Bir maratonu bitirmek, her defasında tam olarak ne için olduğu belli olmayan bir şeylerin bedelini ödemektir. Yol boyu hayatın tamamı bütün insanlar adına gözden geçirilir; “Dünyanın neresinde olursa olsun, uzun mesafe koşan insanların yüz hatları aşağı yukarı aynıdır. Hepsi koşarken bir şeyler düşünüyormuş gibi görünür. Hiçbir şey düşünmüyor da olabilirler, ama sanki son derece odaklanmış bir şekilde bir şey düşünüyormuş gibi dururlar.” Dışarıdan bakıldığında hiçbir şey yapmazken bile böyle görünen kişi yazar olmak üzeredir! Kısacası Murakami okumak yazar olmanın kendi koşusunu yapmayı öğretici bir tecrübe gibidir ve sadece koşarak bile olunabileceğini gösterdiği için değerlidir.
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca