"Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler
'Yevme lâ yenfa'u'da kalb-i selîm isterler."
- Rûhî-yi Bağdâdî
Yaşadığı dönemde çevresindeki pek çok âlimi ve ârifi etkilemiş sufilerden biri de Hakîm et-Tirmizî'dir. O, kurduğu üslupla naklî ilimleri ve aklî ilimleri bağdaştırıp bir temele dayandırmıştır. Kendisinin "Hâkîm" ismiyle anılmasının önemli sebebi, gnostisizmden gelen hikmet anlayışını tasavvufa aktarması olmuştur. Dolayısıyla Tirmizî'nin tasavvufi anlayışında da hikmetin merkezde olduğunu belirtmek gerekir. Yaşadığı dönemden bugüne hem en çok ilgi gören hem de en çok tartışılan fikri, "hatmü’l-evliyâ" fikridir. Ona göre eğer bir hâtemü’l-enbiyâ (son peygamber) varsa hâtemü’l-evliyâ (son velî) da vardır. Yalnız buradaki "son" ifadesi, o velînin makamanın, mertebesinin en yüksek mevkide olmasına dair bir işarettir. Hatmü’l-evliyâ, mükemmel velîdir. Tirmizî bu nazariyesi nedeniyle yaşadığı şehir Tirmiz'den uzaklaştırılmış olsa da İbn Arabî gibi birçok büyük sufi onun hâtemü’l-evliyâ nazariyesine önem vermiştir.
Yahyâ b. Muâz ve Ebû Türâb en-Nahşebî gibi önemli sufilerin sohbetlerinden istifade eden Tirmizî'nin hakikat arayışında nasıl yollardan geçtiğini Büdüvvü şeʾn adlı eserinden öğreniyoruz. Abdülfettah Abdullah Bereke'nin TDVİA'da yazdığı Tirmizî maddesinden okuyalım: "Büdüvvü şeʾn’de, her gece seher vakti Kâbe civarında dua edip büyük günahlarından tövbe ettiğini, halini düzeltmeye, dünyaya ilgi duymamaya ve Kur’an’ı ezberlemeye muvaffak kılması için Allah’a yakardığını söyler. Hac dönüşü başladığı hâfızlığı memleketinde tamamlayan Hakîm et-Tirmizî, Allah’ı tanımak ve âhirete yönelmek için kitap okumaya ve araştırmalar yapmaya, belde belde dolaşıp bir mürşid aramaya başladı. Bu arada sürekli olarak oruç tutmaya ve nâfile namaz kılmaya devam etti. Âriflerin sözlerinden etkilendi. Ahmed b. Âsım el-Antâkî’nin bir eserinin tesiriyle riyâzet hayatı yaşaması ve çile çekmesi gerektiğine kanaat getirerek bu yolu tuttu. Yalnızlıktan hoşlandığı, tek başına kırlarda gezdiği ve sık sık harabe ve mezarlıkları ziyaret ettiği bu dönemde kendisine yardım edecek samimi dostlar bulamadığını, ıssız yerlerde dolaşmaya devam ettiği sırada rüyasında Hz. Peygamber’i gördüğünü, nihayet Hak ile arasındaki perdenin kalktığını ve ilhama mazhar olduğunu, meclisine gelenlerle sabahlara kadar sohbet etmeye ve Allah’a yalvarıp yakarmaya başladığını söyler."
Kalbin Anlamı, Tirmizî'nin Beyânü’l-farḳ beyne’ṣ-ṣadr ve’l-ḳalb ve’l-fuʾâd ve’l-lüb adlı eserinin Ekrem Demirli tarafından yapılan bir tercümesi. Bu eserde Tirmizî; sadr, kalb, fuad ve lüb gibi kelimeleri hikmet penceresinden yorumluyor. Çoğu zaman birbirinin yerini tuttuğunu gözlemlediği bu kelimelerin pek çok farklı anlamlara sahip olduğunu, bu anlamların tasavvufta özellikle nefs basamakları bahsinde ayrı bir kıymete haiz olduğunu ayetlerden, hadislerden ve ariflerin yorumlarından misallerle açıklıyor. Şimdi Tirmizî'nin bu kelimelere dair yorumlarına bir göz atalım:
Sadr: "Kinlerin, arzuların, kuruntuların ve beklentilerin kalbe giriş yeridir. Bazen daralır, bazen genişler. Sadr, kötülüğü emreden nefsin yönetim yeridir... Sadr, İslam nurunun yeri olduğu gibi aynı zamanda işitilmiş bilginin korunma yeridir de. Bu bilgi, hüküm ve rivayetler ile dile getirilmiş her türlü şeyden öğrenilen bilgidir. Ona ulaşmanın ilk yolu, öğrenme ve duymadır... Tıpkı gündüzün başlangıcına (sadr) denilmesi gibi, kalbin başlangıç noktasına da sadr denir... İhtiyaçlarla ilgili kuruntular, oradan ortaya çıkar. Bu kuruntular yerleşik hale gelip süre uzadığında, insanı meşgul eden düşünceler oradan kalbe girer."
Kalp: "Sadrdaki ikinci duraktır. Kalp, sadrın içidir ve o gözün içi olan gözün karasına benzer... Kalp, iman nurunun bulunduğu yerdir. Bunun yanı sıra Allah korkusu, Allah'tan sakınma duygusu, Allah sevgisi, Allah'tan razı olmak, kesin inanç, korku-ümit, sabır ve kanaatin yeri de kalptir. Kalp, bilginin esaslarının kaynağıdır... Kesin inanç, bilgi ve niyet kalpten taşar, sadra çıkar. O halde kalp, kök; sadr ise daldır. Dal, ancak kök sayesinde güçlenebilir."
Fuad: "Kalp içinde fuadın durumu -ki bu da üçüncü yerdir- göz karanlığındaki göz bebeği gibidir... Fuad, bilginin ve düşüncenin yeri olduğu gibi, aynı zamanda görme de burada gerçekleşir. İnsan bir şey öğrendiğinde, önce fuad diye isimlendirilen bu yer, ardından kalp öğrenir. Fuad kalbin ortasında bulunduğu gibi kalp de tıpkı bir incinin sedef içinde bulunması gibi sadrın ortasında bulunur."
Lüb: "Fuadın içinde lübbün durumuysa gözde görme ışığının durumu gibidir... Lüb denilen bu yer, birleme nurunun yeri olduğu gibi aynı zamanda Hakk'ı (yarattıklarından her bakımdan) ayrıştırmanın da merkezidir. Söz konusu nur, en yetkin nur ve en yüce otoritedir."
Buradan sonra okur düşünebilir: Durak durak bir ilerleme, içe geçiş söz konusu. Sadrdan başlıyor bu ilerleme ve soğan gibi soyula soyula lübe ulaşıyor. Peki lübden sonra başka yerler, duraklar, makamlar ve mekânlar var mı? Tirmizî buradan sonra özellikle tevhitten ve marifetten bahsediyor. İman nurunun giderek parıldadığı ve son raddeye uzandığı bu yolculuğun devamını 'zarif sırlar' nitelendiriyor.
Sadr faslına tekrar geri dönecek olursak, dilimizde de zaman zaman dua ederken kullandığımız bir söz vardır, "Sadrımı genişlet" diye niyaz ederiz bazen. Zira sadrın genişlemesi ve daralması mümkündür. Tirmizî burada herkesin sadrının bilgisizliği ve öfkesi ölçüsünde daraldığını söylüyor. Üstelik bu daralmanın bir sınırı yok, tıpkı genişlemenin de bir sınırı olmadığı gibi. "Bir sadr Hak (ve hakikat) için daralırsa, bu kez batıl (boş ve gerçek dışı şeyler) için genişleyeceği gibi aynı zamanda batıl karşısında daralan sadr da Hak için genişler" diyen Tirmizî burada kitabın pek çok sayfasında olduğu gibi kişinin ehemmiyetli şeylerle uğraşması gerektiğine dair bir yorumda bulunmuş oluyor. Bunun yanı sıra Allah'ın, kalplerinizi temizlesin diye O'na yakarışta bulunmamızı sevdiğini de söylüyor: "Allah, sadırlarını vesvese ve kuruntulardan koruma işini kendilerine bırakmamıştır. Bunun nedeni, kullarının Allah'ın üzerlerindeki ihsanını öğrenmelerini sağlamaktır."
Akleden kalp meselesi pek çok arif tarafından yorumlanmıştır. Tirmizî de görme ve körlük gibi eylemlerin kalbin eylemi olduğunu dile getiriyor. Hac suresinin 46. ayetini ("Kuşkusuz gözler kör olmaz, sadırlarda bulunan kalpler körleşir") hatırlatırken kalbin konumunu da yeniden aşikar kılıyor. En önemli bilginin batın bilgisi olduğunu, bildiğiyle amel edene bilmediğinin Hakk tarafından öğretileceği müjdesiyle tekrarlıyor. Kalbin katılaşması, kararması gibi konulara sebep olarak insanın sadrındaki nefsin kabarması olduğunu anlatıyor: "Kalp; inançsızlık, kuşku ve ikiyüzlülük karanlıklarıyla dolduğu vakit, Allah o kalbin sahibi için bir şeytan görevlendirir. Böylece o şeytan kişinin kalbinin korumasını üstlenir ve başarısızlık kilidiyle onu kilitler. O kalbin (sahibinin) sonunun ne olacağını ve işinin neye varacağını sadece Allah bilir. Can çekişme anına kadar hiç kimse onu bilemez. Bu durum, başka kimsenin öğrenemeyeceği, Allah'ın bir sırrıdır. Nice Allah'tan uzak kâfir vardır ki kendisine iman etmek nasip edilir. Nice Allah'a yakın mümin vardır ki onu Rabbi başarısızlığa uğratır ve böylece bedbaht birisi olarak ölür."
Bu incecik gibi görünen kitap, insanın kendi sırrına doğru yapacağı yolculuğun hangi mekanları kapsadığına dair harikulade bir özet. İnsanın gönül dünyasının derinliklerini bilmesi, kendiyle ilgili pek çok soruyu sormasına ve o soruların cevaplarını verebilmesine de bir vesile. Kalbin esas anlamını keşfederken selim bir kalbe kavuşabilmeyi de niyaz etmeyi unutmamalı...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder