Çağdaş İngiliz Edebiyatı’nın yaşayan en önemli yazarlarından Julian Barnes, Bir Son Duygusu, Flaubert’in Papağanı, Metroland, Benimle Tanışmadan Önce, Bir Çift Söz ve Seni Sevmiyorum gibi romanların yazarı fakat hepsi bu kadarla bitmiyor, Dan Kavanagh ve Edward Pygge mahlaslarıyla yazdığı polisiye romanlarıyla da okurların gözbebeği. Man Booker ödülüne üç kez aday olduktan sonra 2011’de Bir Son Duygusu romanıyla ödülü almaya hak kazanan Barnes’ın tüm kitaplarını yayımlayan Ayrıntı Yayınları, en son romanı Biricik Hikâye’yi Serdar Rifat Kırkoğlu çevirisiyle okurlarına kavuşturdu.
“Daha çok sevip daha çok ıstırap çekmeyi mi yeğlersiniz; yoksa daha az sevip daha az ıstırap çekmeyi mi? Sanıyorum sonuçta tek gerçek soru bu” diye başlıyor roman ve hemen ardından böyle bir soru sorma şansımızın olmadığını, bu durumda sorunun da olmadığını çünkü hiçbirimizin ne kadar sevdiğini kontrol edemediğini söylüyor. “Eğer kontrol edebiliyorsanız, o zaman aşk değildir o. Bunun yerine başka ne diyeceğimizi bilmiyorum ama aşk değil,” diyor anlatıcı. “Sayısız hikâyeye dönüştürdüğümüz sayısız olay vardır. Ama önemi olan, sonuçta anlatmaya değer olan tek bir hikâye vardır. Bu benim hikâyem.”
Bu roman, baş kahramanı ve anlatıcısı Paul Roberts’ın biricik hikâyesi. Paul Roberts, on dokuz yaşındayken tanıştığı, kırk sekiz yaşındaki evli ve iki çocuklu Susan Maclead’le yaşamış olduğu derin aşk ilişkisini ileri bir yaşındayken hatırlayıp okura aktarıyor. Bu hikâyeyi okura aktarırken Paul’ün tek dayanağı ise belleği. Paul bize bazı detayları hatırlamadığını, önemsemediğini, aktaramayacağını da söylemeyi ihmal etmiyor lakin bu kurmaca dahilinde okurun Paul’ün belleğine güvenmek, inanmaktan başka çaresi de yok. Yer yer tekliyor, anlatı duraksıyor, unuttuğu bir yeri başka bir hikâyeyle yamalıyor. Bunu yaparken de birinci, ikinci ve üçüncü tekil anlatımları birbirine harman yapıyor, yaptıkça dil zenginleşiyor, kimi yerde duygu şöleni, kimi yerde dil ziyafeti kimi yerde de edebiyat harikaları yaratıyor Barnes.
Kitabın konusuna gelince; okulu yaz tatiline girince zamanını geçirmek üzere anne babasının yanına gelen Paul, kasabanın tenis kulübüne geçici üye olur, çiftler turnuvasında Susan’la eşleşen Paul, “kura da bir çeşit yazgıydı değil mi?” derken kaderci yönünü ortaya çıkarmaktadır. Susan’la önce tenis partneri, sonra arkadaş ve en nihayetinde sevgili olan Paul kendinden yaşça büyük bu kadının ekseninden senelerce kurtulamaz. Susan Maclead’ın kocası kaba saba bir taşra insanıdır, aralarında en ufak bir cinsel yakınlık olmadığını öğrendiğimiz karısı Susan’a fiziksel şiddet uygular, bağırır ve çoğu zaman da umursamaz. Görünmez olduğu, mutsuz bir evliliğin içinde hapis kalan Susan’ın Paul’e aşık olması kaçınılmaz olur. Susan’ın evliliğinde tek eksik cinsellik değildir, Susan’ın Paul’e aşık olmasının yegane sebebi de bu olamaz fakat tuhaftır ki Paul hiçbir hayali, amacı, emeli olmayan sıradan bir delikanlıdır. Susan’ın arkadaşı ona bir iş bulması ve para kazanması gerektiğini öğütler oysa Paul’ün hayata dair bir iş planı yoktur, politikadan anlamaz, hevesleri, heyecanları yoktur. Buna rağmen kendinden yaşça büyük ve olgun bir kadınla Londra’ya kaçmayı başarır. Bundan sonrasını okumanın ve satır aralarında dolaşmanın keyfini okura bırakalım.
Üç bölümden oluşan bu roman İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yani yüzyılın ikinci yarısında yaşayan ve sıkışmış olan bir neslin tükenmişliğini konu alır. Kadının ev içinde kıstırılmışlığına, cinsellik olmayan bir hayata mahkum edilişine değinirken birbirinden kopuk ve uzak yaşanan ilişkilerin, kalabalık yalnızlıkların ve aile içi sırların da fotoğrafını çekip okura yansıtır. Bir akşam yemeğinde sofra etrafında dönen önemsiz sohbetlerden, bir bulmaca karesine sığdırılmaya çalışan sözcüklere kadar derinlemesine inceleyebileceğiniz bir anlatıdır bu. Hafızamızın güvenilirliğini sorgulayacağımız, belleğin derinliklerine kazınmış anılarınızı hatırlayacağınız ve bunları yaparken size bir edebiyat şöleni yaşatacak bir roman. On dokuz yaşında bir delikanlı hiç farkında bile olmadan kendini içinde bulduğu ve topluma göre dengesiz görünen bu ilişki dinamiğinin içinde sıkışıp kalır hatta kendi deyimiyle “dosdoğru aşkın içine düşer”. Kendi delikanlılığını, aşka düşme hikâyesini, ailesiyle yüzleşmesini, işsizliğini, parasızlığını, yetersizliğini ve hatta kötü sevişmelerini anlatırken de dürüst ve dobradır. Bu bir pişmanlık anlatısı değil, daha ziyade iç travmalar ve dış sebepler sonucu vazgeçmesi gereken bir aşkın anatomik incelemesidir. İçinde yaşadığımızda bir türlü konduramadığımız, ne kadar büyük bir sevda yaşadığımızı anlamadığımı ve lakin kaybettiğimizde sevdamızın büyüklüğünü fark edebildiğimiz bir ilişkinin geniş açıdan bakılmış bir panoraması. Susan kendi nesli için “tükenmiş” derken bu tükenmişliğini gizli gizli içtiği alkolde ve bastırılmışlığı da yerini suyla doldurduğu viski şişesinde görürüz. Yeniyetme bir delikanlının heyecanlarını, bir kadının cesaretini, deneyimli olduğunu düşüneceğimiz iki çocuklu bir kadının deneyimsiz sevişmelerini görüyor, aşkın bir hayatı nasıl dönüştürebildiğini, sevginin her şeyi alt edebileceğine bir an olsun inanıyoruz. “Evden nefret ediyorum” diyen Paul’e, “O zaman neden ona ev diyorsun ki?” diyen Susan bu ontolojik mesele üzerine bizi düşündürüyor. “Hayatta en önemli şeylerden biri güvendir. Biz hepimiz güvenli bir yer arıyoruz. Eğer bu yeri bulamazsan, o zaman zamanı geçirmeyi öğrenmen gerekir” cümlesinde kendi güvenli yerimizi sorguluyoruz.
Kısacası Julian Barnes bu romanında savaş sonrası dönemde yaşayan tükenmiş bir neslin portresini çizerken, aşkı, kaderi, vazgeçmeyi, güvenmeyi, insan ilişkilerini, aidiyet duygusunu sorguluyor, sorgulatıyor. Susan’ın defterine yazdığı şu cümleyi de alıntılayarak bitirelim: “Hiç sevmemiş olmaktansa sevmiş olmak ve kaybetmek daha iyidir.” Sizlerin de kendi biricik hikâyenizi düşüneceğiniz, hayatınızı sorgulayacağınız bir okuma yolculuğu dilerim…
İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder