27 Haziran 2025 Cuma

"Yaşamayı seçiyorsanız iyi yaşayın"

İsrail’in İran’a saldırılarını içeren görüntüler akmaya başladığında, Abbas Kiyarüstemi’yle yapılan söyleşilerden oluşan Bitmemiş Sinema’yı (Agora Kitaplığı) okuyordum, büyük bir keyifle. Daha önce Alfa Yayınları'ndan çıkan Abbas Kiyarüstemi ile Söyleşiler kitabını okumuş ve üzerine yazmıştım (23 Temmuz 2023, Serbestiyet) ama nedense Bitmeyen Sinema’daki zevki bir türlü alamamıştım. Diyebilirim ki Kiyarüstemi’yi bu kitapla gerçek anlamda tanıdım. Oldukça şiirsel bir kitaptı bu ve yalnızca Kiyarüstemi’yi değil aynı zamanda İran’ın ruhunu hissettiren, bilinmez yanlarını görmemizi sağlayan bir içeriğe sahipti ama sonra yine savaş çıkageldi! Zihnimde bu iki tezat kavram iç içe dönüp durmaya başladı. Şiir ve savaş, nasıl bu kadar iç içe olabiliyordu, nasıl bu kadar aynı halkın iki farklı kaderini açıklıyordu?

Aklıma, Ruth Benedict’in Japonlara dair yaptığı ünlü çalışması Krizantem ve Kılıç (İş Bankası Yayınları) geldi. Amerika Savunma Bakanlığı, II. Dünya Savaşı sırasında Japonların tahmin edilemezliği nedeniyle dönemin önde gelen antropoloğu Ruth Benedict ile anlaşır. Benedict’in görevi bu “anlaşılmaz”, “tuhaf” ve “garip” insanların kültürünü çalışarak, anlaşılır ve tahmin edilebilir hale getirmektir. Bu insanlar, nasıl bu kadar gözü kara bir biçimde ölüme koşabilmekte, kamikaze uçuşlarıyla intihar dalışları yapıp hayatlarına son verebilmektedirler? Bir Amerikalının asla anlayamayacağı bir bağlılıkla, nasıl olup da ülkeleri için kendilerini bu kadar kolay feda edebilmektedirler? Temel soru budur.

Benedict, görevi -biraz da zorunlu olarak- kabul eder etmesine fakat koşullar gerçek anlamda antropolojik bir çalışma için uygun değildir. Kültür, ancak onu yaşayan insanların hayatlarına dahil olarak, gündelik gerilimlerine, acı ve sevinçlerine ortak bir yerden çalışılabilmektedir. Basitçe, bir antropolog Japon kültürünü çalışacaksa Japonya’ya gitmelidir. Oysa, o koşullarda pek tabii ki bu mümkün değildir. Bunun üzerine, “uzaktan kültür” de denilen bir yöntemle çalışır, Benedict. Bulabildiği bütün Japon filmlerini izler, romanlarını okur, tarih kitaplarına başvurur. Bir de Amerika’ya evvelce göç etmiş Japonlarla derinlemesine görüşmeler yaparak, salt kâğıt üzerinde kalmamış olur; Japonya’yı hiç görmeden Japonya’yı gösterir! Sonuçta ortaya, tartışmalı yanları olsa da oldukça etkili olmuş bir eser çıkarır: Krizantem ve Kılıç.

Buna göre Japon kültürü, zıtlıkların uyumudur. İnsanlar hem büyük bir estet, kırılgan ve naif hem de büyük birer savaşçı, gözü kara fedailere benzer. Kitabın açılış sayfalarında söyle yazar Benedict: “hem saldırgan hem saldırgan olmayan hem militarist hem estetik hem küstah hem nazik hem katı hem uyumlu hem itaatkâr hem de ezilmekten nefret eden hem sadık hem hain hem cesur hem de çekingen hem muhafazakâr hem de yeni yollara açık…”. Ve dahası bütün bunlar aynı şeyin farklı sonuçlarıdır.

Yani, Japonlar tam da saldırgan tabiatlı olmadıkları için saldırgan, kırılgan oldukları için katı, çekingen oldukları için cesurdurlar. Bunları hatırlayınca, şiir ve savaş da böyledir belki diye düşünmeden edemedim. Belki de İran, şiirin ülkesi olduğu için hiç bitmeyen savaşların da ülkesidir. Bu trajik kaderin derinlerinde, hayatın içsel şiirselliğinin dış dünyada bir türlü tezahür edememesi, insanların iç dünyalarıyla dış dünyaları arasındaki o korkunç uzaklık vardır. Bana her zaman İranlılar sürekli kendileriyle savaş halinde gibi gelmişlerdir bu yüzden. Hem çok tedirgin hem çok emin hem çok inançlı hem çok sorgulayıcı hem çok savaşçı hem de çok barışçı. Kiyarüstemi barışçı yanındadır şüphesiz: “Foto muhabiri savaş sahnesinden haberleri aktarır, bense doğayla birlikte barış sahnesinden haberleri aktarıyorum.

Benedict’in izinde, Kiyarüstemi’nin sözleri ve sinemaya olan yaklaşımlarına dair fikirleri eşliğinde düşünmeye devam ettim İran’ı…bu arık toprakların derin halkını…Bir İranlı İran’a, binlerce yıllık kökleriyle tutunur. Dünyanın neresine giderse gitsin hep İranlıdır. Hemen anlaşılır. İranlılar ülkelerinden hep giden ve hiç gidemeyen insanlardır. “Toprağa kök salmış bir ağacı alıp bir yerden başka bir yere diktiğinizde o ağaç artık meyve vermez. Verirse de meyvesi asıl yerindeki kadar iyi olmaz. Doğanın bir kuralıdır bu. Sanırım ülkemden ayrılmış olsaydım ben de o ağaca benzerdim.

Kiyarüstemi dışarıdan görünen İran’la, özellikle Amerika’dan görülenle gerçek resim arasındaki muazzam farkı çok güzel anlatır: “Kitle iletişim araçlarından, Amerikan televizyon kanallarından edindiğiniz İran resminin gerçek İran olmadığını biliyorum. İran’ın güzel şeklini görebiliyor musunuz? Tıpkı uyuyan bir kedi gibi. Hazar Denizi kedinin üstünde, başının hemen yan tarafında ve Basra Körfezi de altında. ‘İran’ dört harftir; çocuklar okula gittikleri ilk gün ülkelerinin adını nasıl yazacaklarını öğrenirler.

Kiyarüstemi’yi okudukça İran’ın bir zıtlıklar ülkesi olduğuna daha çok ikna oldum. İran aslında kendi içinde yaşayan bir toplum olduğu için bu denli şiirsel ve bu denli şiirsel olduğu için herkese uzak ve kapalıdır. Sembolik, ezoterik ve ritüellerle dolu. Asla uzaktan çalışılamayacak bir yer. Ona hep “yakın plan” bakmak lazım. Kiyarüstemi, sinemada yakın plan bakmanın insanın iç dünyasıyla gündelik hayatı birleştirdiğini, insanların yüzlerinde derinlerden gelen acıların, öfkelerin ve hayat karşısındaki bilinmezliklerin görülebileceğini söyler. “Yakın çekimlerde bireylerin aklından geçenleri okuyabilirsiniz.”. Bu ülkeye neden bu kadar uzak olduğumuza onun Yakın Plan filminden hareketle düşünmek güzel olurdu.

İran söz konusu olduğunda insanlar o kadar dünyadan kopukturlar ki özellikle uzaktan bakan Batılılar için gerçek değilmiş gibi görünürler. Egzotik ve düşsel bir yer gibidir. İnsanların kıyafetleri, siyasetin her şeye nüfuz eden resmi yüzleri ve gündelik hayatın her yerini saran şiirselliğiyle gerçek dışıdır! Oysa Kiyarüstemi sineması gibi bir düşselliktir bu, asla gerçeklikten kopuk olmadığı gibi bütün egzotikliği gerçekliğin başka bir formundan ibarettir. “Sinema, hayatın vasatlığından düşler dünyasına bakan bir pencere sağlayabilir. Gerçeklik, düşlerin fırlatma rampasıdır. Her şey gerçeklikten başlamalıdır, tıpkı bir uçurtmayı rüzgâra doğru fırlatıp iplerinden tutup çektiğiniz gibi. Uçurtma ipleri bizi gerçekliğe götürür.

Uçurtmanın ipleri bizi gerçekliğe götürürken bir yandan da ondan uzaklaştırmaktadır. Uçurtmanın peşinden giden insan, gerçekle düşseli iç içe ve ayrıştırılmaz bir biçimde yaşar belli bir süreliğine. Buna, rüzgâr ve çocuksu bir neşe eşlik eder. Bir süre sonra, uçurtma gittiği için mi gitmekteyizdir yoksa biz gittiğimiz için mi uçurtma süzülmektedir, belirsizleşir. Tıpkı hayatın kendisi gibidir, bu durum. İnsanlar ne çekip gidebilirler kolayca ne de geride kalıp bekleyebilirler. İplerinden bağlıdırlar topraklarına ve bu durum hem uçamaz hale getirir, bir çıkışsızlık yaratır hem de gerçekliğin peşinden çocuksu bir coşkuyla gitme arzusu uyandırır ve her şeyin ötesine geçen bir şiirsellik yaratır. Kiyarüstemi, bu insanlara seslenir bir yerde: “Yaşamayı seçiyorsanız iyi yaşayın. Çok sayıda insan çıkış kapısının önünde bekliyor: Ne hayata gönüllerince katılıyorlar ne de çekip gidebiliyorlar. Hayatlarını ölümün gölgesinde sürdürüyorlar.

Kiyarüstemi, birkaç yerde ısrarla İran’ın zannedilenin aksine çok-kültürlü bir yer olduğuna değinir. Söyleşilerinde, çok-kültürlü olmanın Batı’nın tekelinde olmadığı havası kolayca hissedilir. Buralar, kadim topraklardır ve yalnızca bugünkü yaşayan kültürlerle de değil, sayısız geçmiş kültürün hala bir biçimde yaşadığı, mistik bir çok kültürlülükle de yüklüdür: “Tahran’da bir kaldırımda yürürken Türkler, Kürtler, Araplar ve diğerlerini bir arada görürsünüz. Tıpkı New York’taki bir kaldırımda Amerikalıların nerede olduğunu merak ederken her türden insanı görmeniz gibi.

İran, kahramanları çok olan bir kültürdür ve belki tam da bu yüzden Kiyarüstemi, sineması için şunu söyleme ihtiyacı hissetmektedir: “Esasen, kahramanlara tapınmaktan hoşlanmam, çünkü herhangi bir kahramanın hayatının ayrıntılarını ne kadar çok deşerseniz, bilmemeniz gereken o kadar çok şey öğrenirsiniz.”. İran belki biraz da bilmememiz gereken bir yerdir!

İran’ın içinde bulunduğu durumu çok iyi anlattığını düşündüğüm, Kirazın Tadı yönetmeninin çok sevdiği bir şiirin dizeleriyle bitirelim: “Emin değilim, yol ayrımında duruyorum. Bildiğim tek yol dönüş yolu.

A. Erkan Koca
x.com/ahmeterkankoca

Mektubat-ı Hazreti Sezâî’den inciler

Edebiyatımızın, tarihimizin, müziğimizin, kısacası kültürümüzün ‘iç tarihi’ni keşfedebilmek için mektuplar bize benzersiz imkânlar sunuyor. Şairlerin, yazarların, kitap meraklılarının birbirlerine gönderdikleri mektupları okumak, hem dil hem de kitap zevkini artırma açısından her zaman ayrı bir yerde durur. Bunun yanı sıra âşıkların, dertlilerin, nazlıların yazdıkları mektuplarda da bambaşka bir iklime uzanırız. Orada Hakk’la halk arasında gezinen duygular, niyazlar ve hatta sitemler iç içe geçer. ‘İnsanlık hâli’ne tutulan o başka aynalar, olaylara kuşbakışı bakmayı da öğretebilir bize. Bazen dert gibi gördüğümüz şeylerin aslında dert olmadığını böyle görürüz. İnsanın erdemleriyle kuvvet kazandığını, mutluluğun gelip geçici bir durak olduğunu keşfederiz mektupların satırları arasında.

Bir de azizlerin, mürşitlerin, velilerin yazdıkları mektuplar var. Onların seslenişlerinden öyle zengin fotoğraflar süzülüyor ki kâğıttan okunan harfler sanki evin duvarlarına, sokağın kaldırımlarına, ağaç dallarına, bulutlara birer nakış oluyor. Okudukça; dostluğun, yakınlığın, ünsiyet kurmanın, dertdaş olmanın, harflerle hasbihal etmenin, kelimelerden hakikate köprüler uzatmanın ne anlama geldiğini görüyoruz, öğreniyoruz böylece. Şair her ne kadar “aşk kâğıda yazılmıyor” dese de dil durmuyor, gönül evinin muhafızı olarak konuşuyor, konuşturuyor, yazdırıyor. Okuyana bazen susmak bazen coşmak düşüyor.

Annemarie Schimmel ile Sâmiha Ayverdi’nin mektuplaşmaları düştü geçenlerde aklıma. Gelişigüzel çevirmeye başladım sayfaları. Hayatın olağan akışı içinde arayışlar, buluşlar, kaybedişler, sonra tekrar arayışlar bir tarafta. Her şeye daha sakin bakan, “neden?” ve “nasıl?” sorularını çoktan geride bırakmış bir zihin, her yanda güzelliği ve hikmeti görebilen bir kalp diğer tarafta. Sonra bu iki kalbin birbiriyle cilvesi bize neler söyler? Yüksek anlayış, zamanın kuvveti, kaderin kudreti, insanı her anlamda yücelten hizmet bilinci, irfanın insanda ancak güçlü bir taleple yeşerebilmesi… “Ah Sâmiha ablacığım, bazen bu kadar lütufkâr mektuplar alınca, Allah neden benim kadar zayıf bir alet seçti diye düşünüyorum. O zamanlar da İncil’de en çok sevdiğim ayet hatırıma geliyor ki, ‘Sana inayetim yeter çünkü benim kuvvetim zayıflarda görünür’” diye yazmış bir mektubunda Schimmel. Başka bir yerde “İnsan yalnız Allah ile olan münasebeti sayesinde hakikaten insan olur” cümlesi gelir Ayverdi’nin gönlünden, şöyle bütün karanlığa bir perde çekiverir. Ama en hoşu da birbirlerine doğru kurdukları o kalpten kalbe yollar: “Mektubun bana sanki seni getirdi”, “𝖦𝖺𝗅𝗂𝖻𝖺 𝖻𝖺𝗁𝖺𝗋ı 𝖻𝖾𝗄𝗅𝖾𝗋𝗄𝖾𝗇 𝖻𝗂𝗋𝖺𝗓 𝖽𝖺 𝗌𝗂𝗓𝗂 𝖻𝖾𝗄𝗅𝗂𝗒𝗈𝗋𝗎𝗆”…

Şunu da ifade etmek gerekir; bazen tasavvufi kavramları zihnimizde bir yere oturtsak da kalbimizde bir köşeye yerleştiremeyiz. Hani, anlamakla idrak etmek arasındaki fark gibi düşünelim. İşte mektuplaşmalarda her nasılsa bir şey oluyor, bütün kavramlar gelip gönül köşemize yerleşiveriyor. Hemen bir misal: “İnsan kendi isteklerinden tamamen vazgeçmeli. Bir arzuyu, bir insanı terk ettim mi, onu daha derin manada bulmuş olurum. Bir insanı yahut bir şeyi kendim için almak istedim mi, ona temellük etmek arzusunda bulundum mu, onu kaybetmiş olurum. Belki hayatta en büyük prensip budur. Fakr budur, terk budur, tevekkül de aşktadır.

18. yüzyılda yaşamış bir azize getirmek istiyorum sözü: Sezâî-yi Gülşenî. Tasavvuf mekteplerinden Halvetî-Gülşenî yolunun Sezâiyye kolunun kurucusu, yani pîri. Her gönül ehli gibi fevkalade sözlerin, nefeslerin de sahibi. Esas adı Hasan olan bu büyük sufiye Sezâî mahlasının Niyâzî-i Mısrî tarafından verildiğine dair bir rivayetten bahseder Hüseyin Vassâf. Sezâiyye, Edirne ve çevresinde yaygınlık kazanmış bir irfan ocağı. Kökü -aslında her yolda olduğu gibi- bir güle uzanıyor: Gülşenîyye. Mustafa Kara hocadan öğrendiğimize göre bu yolun isminin bir hikayesi var. Dede Ömer Rûşenî, has dervişlerinden İbrâhim Gülşenî’ye bir gül veriyor ve “Sen ol bâğ-ı bekânın gülşenisin” diyor. Dervişin daha evvelden Heybetî olan mahlası da böylece Gülşenî olarak değişiyor. İşte Hasan Sezâî-yi Gülşenî’nin irfan ocağı da bu yolun bir şubesi. Sözü toparlayalım: hepsi gül alıyor, gül satıyor.

Hasan Sezâî-yi Gülşenî’nin mektupları, sadeleştirilmiş bir şekilde elimizde nice zamandır. Ancak ‘popüler’ tasavvuf kitapları arasında çoğu zaman kayboluyor, görünmüyor. Gerçeğin, bunca tuhaflığın içinden zor seçilebilmesi gibi. Bu mektuplarda Sezâî-yi Gülşenî’nin oğluna, damadına, yetiştirdiği halifelerine, dervişlerine ve yakın çevresine, kimi zaman da devlet görevlilerine yazdıkları var. Mektuplar da tıpkı rüyalar gibi kişiye özeldir. Herkes kendi hâlince, derdince, niyazınca bir karşılık bulur, bulmak ister. Ancak Mektubat-ı Hazreti Sezâî’de başka bir hikmet var. Hatta, hazretin mahlasından yola çıkarak çok derin sezişler var dersek daha çok hoş olur. Neleri seziyor peki bu mektuplarda? Dervişlerin düştüğü kuyuları, gönül yorgunluklarını, nefsin bitmek bilmez oyunlarını, maişet meselelerini…

Pek çok kasidesi ve gazeli bestelenen hazretin sözleri, okuyanın yürek kuşunu havalandırmaya yetiyor. Hiç olmayacak yerlerden ne aydınlıklar doğuyor. Karanlık ve kasvet dağılıyor, üzerine tefekkür edilmesi gereken cümleler, müjdelerle iç içe geçip insanın iç dünyasını zengin kılıyor. Büyüklerin sözlerinin üzerine söz söylememek, küçük yaşlarımızdan itibaren bize verilmiş öğütlerden sadece biri. İş tasavvuf olunca, yani ilm-i batın söz konusu olunca, bu öğüdün ne kadar yerinde olduğunu anlayabiliyoruz. Mektubat-ı Hazreti Sezâî’den sadece bu günümüze değil her günümüze anlam katmasını temenni ettiğim birkaç inci şöyle:

- Benim oğlum; hiçbir şekilde afakî hususlar hakkında canını sıkma. Kabul et ki, her şey gönlün istediği gibi olmuş, ya da olmamış. Hepsinin sonu vardır. Sen seninle bâkî kalacak olan şeye gönül bağla.

- Benim kalp gözüm, oğlum. Vaktini ganimet bilip, nefsini bilmeye çalışasın.

- Dünyanın vakti üç beş gündür. Aldanıp da fırsatı kaçırmayasın ve mücahededen hâli olmayasın. Çünkü mücahede, müşahede denizidir.

- Daima insanların ayıplarını gizle, kimsenin ayıbını yüzüne vurma. Gazap ve kırgınlığını yenmeye çalış. Yaşlılara izzet ve hürmet eyle. Fakir gördüğün yerde, elinde bulunan ile onlara yardımcı ol. Bunlara riâyet edersen, yüce Mevlâ her yerde seni aziz eder. Çok yaşarsın.

- Benim oğlum; Kalp ve gönül gözü açıklığı içinde olup, bir an Hakk’tan gafil olmayasın. Dünya işleri mukadderat levhasında belirmezden evvel resmedilmiştir ki; ona zihin yormanın gereği yoktur. Maksad, hâsıl olanı tahsildir.

- Bahtiyar kardeşim; bu dünya üzerinde çeşitli müşküllerin görülmesi, perde arkasından hakikatin suretlerinin gidip gelmesi hadisesidir. Dışarıdan bakanlar, suretin hareketine irade isnad ederler. Ama duruma vâkıf olanlar ne yapsınlar. Hemen her meseleyi ilâhî iradeye havale etmek en iyisidir. Böyle yapanlar, duruma tedbir olma sıkıntısından halâs olmuştur.

- İlâhî oluşların devamlı olarak ve aynısı tekrarlanmaksızın sonsuz olması dolayısıyla, görünüşteki aklın debdebesine bağlanmakla, anlamsız hayal ile uğraşılmış olur. Her zuhuratı hak bilip, eşyaya varidat isnad etmeyip, Allah’ın dilemesinde olduğunu bile ve ona göre amel ede.

- Biraderin Derviş Ali dertlidir. Bizim Ayşe merhume gittikten sonra, yüz gün hasta oldu. Maddi ve manevi her türlü tedbir alınmasına rağmen bir faydası olmadı. Vakti tamam olmuş. Allah’ın rahmetinin civarına erişmiş olup bağrımızı yaktı. Amma elden ne gelir. Dünya âleminin gereği budur ve davamı yoktur. Buraya gelmeden maksat, manevî olgunluğu tahsil etmektir.

- Oğlum, canım. Allah yardımcın, Pîrim elinden tutar olsun. Varlık berzâhında her hâlde selâmette olasın. Dervişlik Muhammedî meslektir. Herkese o büyük özellik verilmez. Derviş ayıp örten, zehir içen, başı eğiktir. Cenâb-ı Hak bu büyük nimeti Allah dostlarına ihsan eder. İnsana, nefse güç gelen her şeyin, ondan daha hayırlısı olmaz.

Şu incilerin her birinde başka bir âlem var sanki. Her şeyden evvel tasavvufun özü var ama: bâr yolma, yâr ol. Yük kaldıran ol, sıkıntı hafifleten ol, bir sözünle bir selamınla gayret kemeri kuşat. "Gönül giydirmek" denir herhalde böylesine. Bu sözü Sâmiha Ayverdi'den okumuştum ilk. Türkü gibi, şiir gibi. Şunu ifade ediyor: selam ver, iyilik yap, hizmet et, güldür, kuvvetlendir, ferahlık sun, imkân aç. Ama karşılık bekleme, kenara çekil, bununla mutlu ol ve yola devam et. Böyle yaşa, yaşat. Hepimiz için, gönülden âmin.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Hareketsiz kalma sanatı: tefekkür

İşleyen demir ışıldar, acele giden ecele gider, sabırla koruk helva olur… Üzerimize uzun zamandır püskürtülen kişisel gelişim çılgınlığından kaçabildiğimizde bazı nasihatlerle karşılaşıyor, bunları yeniden gözden geçiriyor, gözümüz yerse de mutlaka değerlendiriyoruz. Öyle bir zamanın içindeyiz ki ‘modası geçmiş’ gibi görünen, ‘aşırı geleneksel’ bulunan hemen her şey yeniden meydana çıkmış durumda. Bir yanda yapay zekadan beklenen umutlar diğer yanda adab-ı muaşeret kuralları. Bir tarafta psikoterapi, yoga, meditasyon, diğer tarafta zikir, fikir, tefekkür. Herkes aynı şeyi farklı yollardan mı arıyor diye sorup ilk paragraftan hızla çıkıyorum.

Çok otantik bir söylem olduğunun elbette farkındayım ama kabul etmemiz gerekir ki hepimiz huzuru arıyoruz. Bedenimizi bir etkinlikten diğer etkinliğe, bu konserden şu atölyeye fırlatmamızın nedeni, yalnız kaldığımız anda öleceğimizi düşünmek. Elbette entelektüel derinlik yakalamak, rutin hayatımızı bir mana sosuna batırmak, yakaladığımız anlamı kendimize yayıp etrafımızla paylaşmak güçlü, coşkulu, tutkulu bir yaşamın olmazsa olmazları. Fakat tüm bunların otomatiğe bağladığı, “aman n’olsun, rutin işte ya”nın ardına gizlendiği pek çok sahne var. Amiyane tabirle her gününü aynı biçimde yaşayan büyük şehir insanı, bir yazılım gibi ömür sürüyor. Her şey hazır, kodlanmış. Yemekler, toplantılar, arkadaş buluşmaları, yapılacak işler, dizi saatleri, uyku ve kapanış. Ardından yine aynı, yine aynı. Elbette bilgiyle buluşma olanağı korkunç biçimde değişmiş bu insan, yeni bir yaşam biçimine kavuşma noktasında da tetiklenebiliyor bazen. Ben aslında terapiye mi gitsem? Şu meditasyon işi hiç fena değil, araştırmak lazım. Birkaç arkadaş güvenilir bir yoga akademisi arıyoruz. Ve derken insanın o aşkın, çok boyutlu, ulvi, organik hatlara ulaşma gayretleri. Rutinden kaçıp ritüellerle meşgul olduğumuzda ferahladığımızı kimse inkâr edemez.

Çağımızın sevilen düşünürlerinden Byung-Chul Han, Ritüellerin Yok Oluşuna Dair adlı kitabında yuvarlanıp gidilen bir zamanda sükuneti, huzuru, anlamı bulmanın imkânsızlığından bahsetmişti. Bugün kendimize ait, kendimiz için ayırdığımız her zaman aslında bir ritüel arayışının neticesi. Günün ilk kahvesine yapılan coşkulu hazırlık, kitap okurken ya da müzik dinlerken yakılan tütsü, birine hediye hazırlarken kullanılan materyaller, bazı hafta sonları özellikle şehrin tarihi mirasıyla temas etmek… Söz buraya gelmişken; seneler önce sigara paketimi bir yere fırlatıp, önüme tütün-kâğıt-filtre üçlüsünü koyup, “Abi sen yazar adamsın, öyle hazır, ne olduğu belirsiz, ritüelsiz keyif mi olur?” diyerek yaşamımın geri kalanına damgasını vuran arkadaşıma da bir selam vermek isterim. Aslında bize keyif veren bu ritüellerin, sanki bir ayinmiş gibi kendimizi bir süreliğine de olsa kaybettiğimiz bu zamanların esas esrarı, bize ait oluşu. Bizim isteğimize, keyfimize göre şekillenmesi. Tabiatımızla, keyif arayışımızla uyuşması. Bunları yakaladıkça ve imkân bulup sürdürdükçe sanki daha bir hoşuz, iyiyiz, güzeliz. Sanki değil, öyle. Ritüel oluşturmak ve onlarla ara sıra buluşmak yerine rutinlere teslim olmak, bizi Byung-Chul Han’ın şu yıpratıcı sözlerine getiriyor: “Gerçekten de yaşlı olmadan yaşlanıyoruz. Veya asla erişkin hâle gelemeyen çocuksu tüketiciler olarak kalıyoruz. Kendine has zamanın devamsızlığı, üretim ve tüketimin devamlılığı karşısında gerilemektedir.

Kendine has zamanı bütün bir güne, bütün bir ömre yaymak elbette mümkün değil. Ama onu diğer her şeyin önüne koymak mümkün. Bunun için genellikle ‘fedakarlık’tan ya da ‘geride kalmak’tan dem vurulur. Eğer fedakârlık, maddi planda daha çok kazanıp beden ve ruh olarak çökmek anlamındaysa, karar insanın. Eğer geride kalmak, herkesin yaptığını yapıp her role girme, her maskeyi takabilme ustalığı kazanmaksa, karar yine insanın. İşte bu karar faslı için de güçlü, devamlı, sık sık irtibat kurulan bir tefekkür zamanına ihtiyaç var. Tefekkür de bir ritüel ve onun olmazsa olmazı belli: eylemsizlik. Hareketin -özellikle bazı egzersizlerin ve yürüyüşün- beden, zihin ve ruh sağlığı için ne kadar değerli olduğu herkesin malumu. Bunların hepsi için yapılan hazırlığı bir ritüel, hepsinin yapılış anını da bir ayin gibi düşünürsek, insanın özüyle temas kurmak için ne kadar otantik, organik girişimlerde bulunduğunu görmek de mümkün. Burası bitmez, ama çok zevkli mesele, düşünelim derim.

Gelelim eylemsiz, hareketsiz kalabilme meselesine. Hayatın sadece hareketten, gösteriden, performanstan, şovdan ibaret değerlendirilmesi; avarelik, aylaklık, berduşluk, miskinlik gibi insanın zaman zaman başvurduğu dinlenme, mola verme, alan açma anlarına da gölge düşürüyor. Çünkü durmak, kabul görmüyor. Üstelik değersiz sayılıyor. Duran, dinlenen, boş duran, canı sıkılan insan; bazı ‘şifa avcıları’ tarafından hastalık etiketi takılmak üzere pusuda bekleniyor. Bunların bütün bir güne yayılması, üstelik irademiz dışında bedenimizi ve ruhumuzu ele geçirmesi elbette bazı sıkıntıların sinyali. Ama bir tercih nedeniyle başvurulan eylemsizlik, hareketsizlik, aslında bir arayışın alarmı. Bu arayışın içinde sükunet, enerji toplama, dinlenme, demlenme, ferahlama, uzaklaşma, kenara çekilme, yaşamı hissetme, bazı seslere kulak verip bazı kokuları duyma gibi istekler, arzular, ihtiyaçlar var. Bunlarla buluşmak için de boş zamana, o boş zamanın içindeki yalnızlığa mecburi gereklilik var.

Yunan mitolojisiyle ilgili çalışmalarıyla ünlü Karl Kerenyi’ye göre artık ‘yaşamın yoğunluğu ile tefekkürü birleştiren, hatta yaşamın yoğunluğu taşkınlığa yükseldiğinde bile onları birleştirmeye devam edebilen’ temel ihtiyacımız sükûneti bulamıyoruz. Sükûnet başlı başına bir şenlik oysa, kutsal bir gösteri. Her buluşmada insan ruhuna yeni gıdalar sunan bir iklim. Tefekkür Yaşamı kitabında Byung-Chul Han, işte bu buluşmaya olan gereksinimi gölgeleyen, ona her gün yeni bariyerler kurup duvarlar inşa eden modern zamanı, modern yaşayışı didikliyor. Günümüzün ‘boş zaman’ındaki sığ yaşamı ve tefekkür yoksunluğunu şöyle ifade ediyor:

[Artık] can sıkıntısından kaçınmak için öldürdüğümüz bir zamandır. Özgür, canlı bir zaman değil, ölü bir zamandır. Günümüzde yoğun yaşam öncelikle daha fazla performans ya da daha fazla tüketim anlamına gelmektedir. Yoğun ve göz alıcı bir yaşam biçimini temsil edenin tam da hiçbir şey üretmeyen eylemsizlik olduğunu unuttuk. Çalışma ve performans gösterme zorunluluğu, gerçekten boş zaman üretebilen bir eylemsizlik politikası ile karşılanmalıdır.

Byung-Chul Han’a göre eylemsizlik ve hareketsizlik hem boş zamana hem de yaşamın ta kendisine anlamını verir. Ona ihtiyacı olan görkemi, hayreti, şaşkınlığı kazandırır. İnsanı, sadece çalışma zorunluluğu olan bir makine olmaktan çıkarır. Böylece hayatta kalma kaygısı, bir şeylere sahip olma hırsı, diğer insanlarda hakimiyet kurma kibri, yerini insaniliğe bırakır. Sadece hayatta kalma, maddi değer kazanma üzerine sürüklenen bir yaşamda kaliteli anların, hayat zevklerinin, tutkunun olmaması boşuna değil. Zamanla yarışan insan, kendisiyle yarışan insan, başkalarıyla yarışan insan. Walter Benjamin’in ‘flaneur’ündeki eylemsizliği işaret ederken atıf yaptığı bir Schiller ağıtına ihtiyacımız var: “Kelebeğin kuşkulu kanadı”. Çünkü kelebek hareketsiz kaldığında düşünceyle buluşur. Düşünce bir kuşkudur kelebeğin kanadında. Şimdinin insanında ise kararlı olmak ya da acelecilik namı altında duraksamadan, ölümüne bir yaşayış söz konusu. Birbirlerini yaşamak için değil birbirlerine hakimiyet kurmak için sevenler, kendi sınırlarına mutlak özen gösterilmesini isterken karşısındakinin sınırlarına her fırsatta galebe çalanlar, kendi anlam arayışını kutsal bulup başkalarınınkini her fırsatta küçümseyenler, tanışmaya kartvizitini ‘takdim ederek’ başlayanlar, sırtını dayadığı konforlu ve güvenli alandan mağdur pozisyondaki kimselere ahlak, etik, kanaat dersi verenler. Bir şey var, o görülmüyor. Yahut görülüyor ama ‘para etmediğinden’ değer görmüyor. İnsanlar düşünmeden gidiyor, geliyor, seviyor, alıyor, satıyor, ilişki kuruyor, ayrılıyor, çıkmaza giriyor, kuyuya düşüyor. Sabit fikirler, yüksek öfkeler, saatlerin devamlı ayarlı oluşu ve kaçırılmaması gereken fırsatlar. Bir call to action rüzgârıyla yaşıyoruz. Bu rüzgârı dağıtacak büyük enstrümanın adı tefekkür. Farkında olmadan bizi bütün hırslardan, sinirden, stresten arındıran o muhteşem bekleyiş hâli. Byung-Chul Han tam burada çocukluğa uzanıyor: “İnsanın çocukken bile ateşin karşısında istemeden benimsediği duruş, onun tefekküre yönelik kadim eğilimini gösterir. Düşünceli eylemsizlik, düşünürü her zaman somut bir hedef peşinde koşan izleyici ya da gözlemciden ayırır. Öte yandan düşünürün niyeti bulunmaz, gözünün önünde bir hedef yoktur.

Çünkü esas gerçeği sağlam bekleyişlerin sonunda görürüz. En başında değil, o bekleyişin sonunda, sonuna doğru. Tıpkı uykunun bizi götürdüğü rüyalar gibi. Bu anlamda “Uyku bir hakikat aracıdır. Gerçeği yalnızca eylemsizlik içinde görürüz. Uyku, sadece bir görüntüden ibaret olan dış dünyadaki şeylerin ardındaki gerçek iç dünyayı ortaya çıkarır. Rüya gören kişi varlığın daha derin katmanlarına dalar”. Uyku da can sıkıntısı da bir çeşit eylemsizlik hâlidir. Uykuda bedenimiz rahatlar, ruhumuz dinginleşir. Can sıkıntısında zihnimiz rahatlar, aklımız yeni keşiflere, yorumlara hazır hâle gelir. Tefekkürde insan yaşamla birlikte kendisini de dinlemeyi öğrenir. Sadece sessizlik bile bize asıl duymamız gereken şeyi gösterir. Duymaktan işitmeye geçmek, yani bilmekten idrake geçmek için de bizi sessizliğe hazırlayan tefekkür aşamasına geçmek gerekiyor. Yeni fikirler, yeni umutlar, yeni inanışlar tefekkürle vücut buluyor. İnsan bu yeni vücudun içinde kendini daha donanımlı, yetkin ve güçlü hissediyor. Düşünecek zamanı bulamamak, sürekli koşturmak, yorulmak; bunlar dilimize pelesenk oluşlarıyla birlikte bir hayatta kalma mazereti oldu. Halbuki dil, alışılagelmişi söylemeye teşne. Bizim bu ırmaktan çıkıp yeni bir ırmağa girmemiz, yeni patikalar keşfetmemiz gerekiyor. Düşünüp taşınmak, düşünüp uzaklaşmak, düşünüp ilerlemek için tefekkür. Daima.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

5 Haziran 2025 Perşembe

Dikkat ve hayret arasında: dostluk

Bir tarafta yalnızlığa olan derin ihtiyacımız, diğer tarafta besleyici yanlarını göz ardı edemeyeceğimiz ilişkilerimiz. Sessizliğe, dilediğimiz gibi hareket etmeye, gündüzü ve geceyi nasıl dolduracağımıza yalnız kendimiz karar vermeye hevesliyiz. Ama okuduğumuz kitabı, izlediğimiz filmi, karşılaştığımız derdi ya da yakaladığımız mutluluğu paylaşmaya da ruh yönünden derin özlemimiz var. İhtiyaçlar ve ilişkiler, hevesler ve özlemler, dikkat ve hayret: dostluğun sonsuz ufku.

İster kısa zaman içinde tanıştığımız biri olsun, ister uzun zamandır tanıdığımız biri, dostluğun hayatı dönüştüren tarafları çoktur. Aniden doğan dostluklar kadar aniden biten dostluklar da insanı olgunlaştırır. Gerçek, sahici bir dostluk ilişkisinin diğer ilişkiler arasından sıyrılacak bir ritmi vardır. Buradaki ritim bir sürekliliği değil anlamı, derinliği ifade eder. Bir kere her insan dostluğu, sevgiyi; kendi tecrübe odalarına girip çıkarak yaşar. Geçmiş ve gelecek tecrübeler, yaşanmışlık denen belleği sürekli günceller. Bazı duyguları yeniden yapılandırır dostluk. Tamamladığı boşluklar kadar, eksik bırakacağı yanlarıyla da gizli bir çekirdeği işaret eder. O çekirdek, bizi biz yapan özelliklerimizdir. Kendimizi ne kadar tanıdığımız, yaşamda neyi düşlediğimiz, en önemlisi de kendimizle ne yaptığımız, çekirdeğin en esaslı sorularıdır.

İnsanın hem özgürlüğe hem de güvene sarsılmaz bir gereksinimi vardır. Olmazsa olmaz hisler, duygular bunlar her birimiz için. İyi dostluklar güven tazeler, özgürlüğün dairesi güvenli bir şekilde çizilir. İnsan, anlamlı bir dostluk ilişkisinde kendine ve çevresine olan güvenini yeniden sorgular. Güvene adeta yeni anlamlar bulur ve bulduğu anlamları yaşamaya başlar. Özgürlüğün sessizlikle ve mahremiyetle ne kadar alakalı olduğunu keşfeder. Ne geniş sessizlikler ne de büyük mesafeler, dostluğun yolunu kesmez. Çünkü bir insana bir defa güvenilir, bir insana bir defa sevgi beslenir. İçinde devamlı kaygının, endişenin, yaranın olduğu bir şey değildir dostluk. Çünkü insan insana ilişkilerde kendin kadar karşındakini de düşünmek zenginleştiricidir. Kimse yoksunluktan, yarım yamalak duygulardan bir dostluk, bir ilişki inşa edemez. Dostluğun aradığı güç, bir baskı kurma ya da alan kaplama arzusu değil, var olan ilişkinin hayatta ne kadar var olduğumuza da bir ayna tutmasıyla ilgilidir. Anlamlı, coşkulu, derin bir hayat yaşıyor muyum? Bu sorunun cevabı ilişkilerimde gizlidir. Şunu da unutmamalı: hayat her zaman anlamlı, coşkulu ve derin yaşanamayabilir. Burada da ilişkiler kendini gösterir. Çökme, durgunlaşma, yılma zamanlarımda ilişkilerim benim hayatımın neresinde? Onlardan ne kadar kuvvet alıyorum? Dostumun bana verdiği güven ve özgürlük hissi, yeniden yola çıkmama imkân tanıyor mu? Bir insana yüreğimizle güvendiğimizde, üstelik o güven duygusunu her hissettiğimizde; acıdan, kavgadan, yaradan beri oluruz. Bizi çekip çıkarır boşluktan. İyi ilişkiler, iyi meşgaleler gibidir. İnsana boşluk hissi yaşatmaz.

Kırılgandır dostluklar. İhtiyacımız olduğu anda ulaşamadığımızda, kelimelerin ve olayların sarmalarını aktarmak isteyip kendimizi duyuramadığımızda kırılırız. Çünkü içten ilişkiler nezaketi, şefkati, cömertliği barındırır. Bunlar, yaşanılmadıkça sönen duygulardır. Bu nedenle her dostluk ilişkisinde hediyeleşme, ortak bir dayanışma planı yapma, bazı zamanları birlikte doldurma, insani sıcaklığı yeniden hissetme ihtiyacı doğar. Tazelenmek ve ilişkiyi yüzeyden uzak tutmak için. Çünkü biliriz, sıradanlaşan her şey bizi geçmiş tecrübelerimizin kıyısına yaklaştıracaktır yeniden. Orada boşluğu, anlamsızlığı, his kaybını yaşamışızdır. Kendimize olan saygımız, sevgimiz zedelenmiştir. Başkalarına, en önemlisi de hayata olan inancımız örselenmiştir. İstemeyiz oraya yeniden yanaşmak. Dostluk ilişkisinin getirdiği sevinç, Rilke’nin ifadesiyle bize yeniden inanç aşılar. Duaya, sessizliğe, ferahlığa, umuda olan inancımız pekişir. Bu sevinç, hazdan ve mutluluktan bağımsız, içinde her şeyi paylaşmanın getirdiği bir sevinçtir. Geçici değil, daima besleyicidir. Hatırlandıkça besleyen şeylere anı diyoruz. Üstelik anılar her zaman tatlı değildir. Acı anılar da insanı besler. Zihni derleyip toplar ve hareketlere, düşüncelere başka bir berraklık katar.

Nietzsche, Şen Bilim’de iki gemiden bahseder. İki dost bir denizde, iki ayrı gemi olarak. Her birimizin kendi hedefi var der. Oraya, o limana, bazen aynı zamanda bazen farklı zamanlarda ulaşabiliriz. Ama gittiğimiz yol belli, güneş aynı, bulutlar aynı, gece aynı. Fakat bu gemiler daha sonra birbirinden uzaklaşabilir. Rüzgâr, denizin durumu, ani gelişen hadiseler gemileri birbirinden ayrı yerlere gönderebilir. “Birbirimize yabancı olmak payımıza düşen kaçınılmaz yasa” der ve “Ancak tam da bu nedenle kendimize daha da layık olmalıyız!” sözleriyle bitirir. Bu söz, Simone Weil imzalı bir sözü de açıklıyor sanki: “Yalnız başına kalmayı öğren, bunu hiç olmazsa gerçek dostluğu hak etmek için yap.

Hayatın ilk dönemlerinde kurulan dostlukların ebedi olacağını düşünürüz. İlkokul arkadaşlıkları benzersizdir. Sonra hem kendi değişimimizi hem de arkadaşlarımızın dönüşümünü görürüz. Beğeniler, zevkler, sınavlar farklılaşır. Herkes her duyguyu aynı biçimde yaşamaz. Kolay vazgeçenler, mücadeleyi sevmeyenler, sürekli yakın olmak isteyenler, uzaktan da samimiyet ağı kurabilenler. Derken, görüş ayrılıkları ve cinsiyet farklılıkları arasında nasıl dostluklar kurulabileceğini öğrenmeye başlarız. Böylece hangi fikirlerimizden asla taviz vermeyeceğimizi de görmüş oluruz. Her yakınlığı aşkın yüce dairesi içinde saymamamız gerektiğini de. Çünkü her ilişki, insanın ilk büyük sevgisinden emareler taşır. Keza, ilk büyük vedasından da. Dostlukların, ilişkilerin bütün kırılganlığında işte bu iki dönemin izi vardır. İlk büyük sevgiyi ve ilk büyük vedalaşmayı aşabilen, unutturabilen ilişkilerde gerçeklik serilir ortaya. Ruh boyutunda bir gerçekliktir bu. İnsan kendisiyle yeniden tanışır adeta. Burada artık yakıcı bir temas vardır: bildiklerinin çoğunun bir yanılgı olduğunu görür. Tecrübe ettiklerinin noksanlığı karşısında şaşırır. İçindeki açılmamış pencerelerin, zorlanmamış kapıların farkına varır. Dikkatle kurduğu bu ilişki ona kocaman bir hayret hediye etmiştir artık. Bundan sonrası için dikkat ve hayret arasında varlığının ne kadar zenginleştiğini hissetmek kalır ona.

İtalyan psikiyatrist Eugenio Borgna, 2013 yılından beri dilimize çevrilen her kitabını okutturmuştur bana: Ruhun Yalnızlığı, Melankoli, Bekleyiş ve Umut, Şu Bizim Kırılganlığımız. Mesleğini edebi zevkleriyle süslemiş, uzun ömrünü (1930-2024) insan hikayeleriyle donatmış Borgna’nın bir kitabı daha dilimize kazandırıldı Meryem Mine Çilingiroğlu tarafından: Dostluk Üzerine. Bu kısacık ama son derece güçlü kitap, dostlukları gözden geçirmeye olduğu kadar, insan insana ilişki kurmanın temel dinamiklerine dair de önemli sorgulamalar yaptırabilir. Yukarıda yapmaya çalıştığım şey aslında, kitabın bana düşündürdüklerini ve hissettirdiklerini küçük patikalar yapıp, aralarında gidip gelmekti. “Öyle dostluklar vardır ki” diyor Borgna, “dostumuzla birbirimizden uzak olduğumuzda, görüşmediğimizde ve hatta haberleşmediğimizde bile içimizde yaşamaya devam eder”. Çünkü kalbin belleği bambaşka atar. Orayı ancak gerçek duygular zenginleştirebilir. Bu zenginliği hayat boyunca yaşamayı temenni edelim kendimize. Akıp geçen zaman ancak gerçek ilişkiler kurarak; hep hatırlanacağımız ve merak edeceğimiz, sevgi potansiyelimizi karşılıklı olarak besleyebileceğimiz, güven içinde yaratıcı alanlar açabileceğimiz ilişkilerle güzelleşir zira.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Tolstoy’un Diriliş’i üzerine birkaç fragman

Tolstoy, Diriliş’te, yıllar önce hamile bırakıp gittiği Maslova’yı, jüri üyesi olduğu mahkemede sanık koltuğunda gören Prens Nehludov’un vicdanıyla savaşmasını anlatır. Maslova haksız yere ceza almıştır ve vicdani olarak bunun sorumlusu olduğunu düşünen Nehludov, Maslova’ya yardım etmek için elinde olan tüm imkânları seferber eder. Adalet peşinde koşar. Önce statüsünü kullanarak yardım yollarını arar, şehir şehir dolaşır, en sonunda da her şeyini bırakıp onunla sürgüne gitmeye kadar vardırır durumu. Çünkü vicdanına göre o suçludur. Mesela Raskolnikov’dan ayrıldığı nokta budur: Raskolnikov kendini haklı çıkarmaya çalışır Nehludov ise daha çok kendisini suçlamaya. Romanda en çok işlenen konu ise, Nehludov’un vicdan muhasebesinin yanında bir de Rusya’daki adalet sisteminin ve din olgusunun tartışmaya açılmasıdır.

I. Sosyolog Tolstoy Psikolog Dostoyevski (!)
Edebiyatta bazen, bazı yazarların tarzlarını anlatırken onları bir bilim dalıyla eşleme yoluna gidiliyor. Bu durum zaman zaman doğruluk payı içerse de, her zaman içinde eksik bir yargı barındırıyor. Bu yargıların en ünlüsü Dostoyevski’nin psikolog Tolstoy’un ise sosyolog olduğudur. Yani bu yazarların birinin toplumu öbürünün ise insan ruhunun dehlizlerini anlattığı iddiasıdır. Freud’un Dostoyevski’yi çok önemsemesini de arkasına alıp bu yorumu yapanlar aslında hem Dostoyevski’yi hem de Tolstoy’u dar bir alana hapsediyor. Konumuz Tolstoy ve Diriliş romanı olduğu için bunun üzerinden gitmekte fayda var. Birkaç yıl önce, şu anda tam olarak nerede okuduğumu hatırlayamadığım bir yazıda mealen, Tolstoy’un genelde toplumu gözlediği, toplumu anlattığı ancak aynı zamanda çok başarılı bir şekilde karakterlerine ruhsal bir dünya kurduğu ve bunu didiklediği, bu yönünün pek görülmediği savunuluyordu. Bunu Diriliş’i okuduktan sonra kabul ettim. Bana göre dünyanın en kusursuz romanı Anna Karenina’da da bu durum görülüyordu ama Diriliş’in kahramanı Nehludov’da bu zirveye ulaşıyor. Nehludov’un yaptığı yanlışı vicdanında kabul ettikten sonra bunu düzeltmek için kendisiyle savaşması, Tolstoy’un bunu bize aktarma şekli en büyük psikolojik romancı kabul edilen Dostoyevski’den hiç de aşağı değil. Ama Tolstoy diğer romanlarında olduğu gibi bu romanında da toplumu anlattığı, toplumun ve devletin aksaklıklarını -özellikle adalet mekanizmasını- belli başlı şeyler üzerinden irdelediği için Nehludov’un içsel süreci çok öne çıkmıyor. Daha doğrusu fark edilmiyor. Ancak Nehludov’un hem kendisiyle savaşı hem Maslova’nın ruh halini çözümleme ve anlama yoluna gitmesi, bu alanda Tolstoy’un çabasının önemini gösteriyor. Ayrıca Nehludov’un bakış açısının ve peşinde koştuğu adaleti sağlama uğraşının diğer kişiler üzerindeki etkilerini yine karakterlerini derinlemesine inceleyerek romana katıyor Tolstoy. Bunlar sadece ‘sosyologluk’la çözülecek meseleler değil. Tabiî ki din ve adalet olguları sosyolojik durumlardır ama bunların her zaman büyük kişisel yönleri de vardır. Nehludov’un, mahkemede uzun yıllar önce gördüğü Maslova’yı bir anda karşısında, toplumsal anlamda dibe batmış görmesi, vicdanını, suçluluk duygusunu ve adalete bakışını kişisel düzlemde harekete geçiriyor. Bu durum elbette içsel sorgulamalar ve bunların ruhsal karşılıklarını vererek oluyor. Hatta romanın sonunda Maslova’nın, Nehludov’un sırf suçluluk duygusuyla onunla evlenme isteğini reddetmesi ve başka bir mahkûmla gitmesinin Nehludov’da yarattığı psikolojik rahatlama bile Tolstoy’un ruhsal olarak karakterlerini ne kadar detaylı oluşturabildiğinin en güzel örneklerinden bence. Çünkü Tolstoy Diriliş’te çoğu karakterine iyisiyle kötüsüyle insan olarak bakıyor. İdeal insanı değil reel insanı gösteriyor okura. Dostoyevski de böyle elbette. Demek istediğim Tolstoy hem iyi bir ‘sosyolog’ hem de iyi bir ‘psikolog’.

II. Nehludov, Ruh Akrabaları ve Tolstoy
Edebiyatta, birbirinden mekânsal ya da kültürel olarak ne kadar uzak olsa da her zaman akraba romanlar ya da roman karakterleri bulunur. Hangi ülkede ne zaman yazıldığı önemli değildir bu romanların. Aynı dönemde de yazılmış olabilirler farklı dönemlerde de. Bu durum, bu yazarların karakter oluşturma sürecinde diğerinden etkilendiği anlamına gelmez. Kullanılan konulardan tutun da karakterin bir yönünün ağır basması başka bir karakterle onu ruh akrabası yapabilir. Tolstoy’un Nehludov karakterinin de ilk elde aklıma gelen bazı akrabaları var. Bunların en önemlisi bence yine Tolstoy’un bir karakteri: Anna Karenina’daki Levin. Nehludov’un ekonomik açıdan düşünceleri, sosyalist bir bakış açısıyla baktığı toprak işçilerinin ya da köylülerin durumu Levin’in bakış açısıyla birebir örtüşür. Nehludov bir prenstir, Levin ise zengin bir toprak ağası. Toplumsal açıdan olmasa da ekonomik açıdan ikisi de birbirine yakındır. Köylülere ve toprağa bakışları ise aynı sayılabilir. İkisine göre de toprak, mülkiyete alınmaması gereken bir şeydir. Nehludov’un toprağını köylülere vermesi veya Levin’in köylülerle toprağı işlemeye başlaması aynı bakış açısından çıkan eylemlerdir. Sadece Nehludov, bunca yılın verdiği prens yaşamıyla zaman zaman kendini sorgulasa da yaptığından vazgeçmez. Son tahlilde doğru yaptığına karar verir. Levin ise bundan hep emindir. Burada Tolstoy’un kendisine de değinmek gerekir. Diriliş, Tolstoy’un son büyük romanıdır. 1899 yılında, Tolstoy 71 yaşındayken yayımlanmıştır. Birçok edebiyatçıya göre Anna Karenina’daki Levin Tolstoy’un kendisidir. Aynı şekilde Nehludov’un da çoğu yönü, davranışı, düşüncesi Tolstoy’un kendisidir. Tolstoy bu romanı, artık fikirlerinin olgunluğa ulaştığı ve tamamen yerleştiği bir zamanda yazmıştır. Uzun yaşamı boyunca hayata, ekonomiye, topluma, köylülere, sosyalizme ve dine bakışında geçirdiği evreler -ve gelişmeler- Diriliş’te ve Nehludov’un toplumsal görüşlerinde cisimleşir. Yani aslında Levin, Tolstoy ve Nehludov aynı kişilerdir. Nehludov’un ikinci akrabası Raskolnikov’dur. Ancak bu durum adalete bakış açılarında, adaleti sorgulamalarında değil kendi vicdan muhasebelerini yaparken ortaya çıkar. Raskolnikov biraz daha acımasızdır ve kendini haklı çıkarmaya çalışır. Nehludov ise yaptığı yanlıştan dönüp, kendi hayatını mahvetme pahasına vicdanını rahatlatmaya ve yanlışını onarmaya çalışır. Ancak içsel süreçler ikisinde de aynıdır. Yine yakın şekilde, toplumdaki kayırmayla, adalet sisteminin bozuk işleyişiyle boğuşması Nehludov’a birkaç tane daha ruh akrabası kazandırmıştır: İnce Memed ve Josep K.

Anna Karenina’daki Levin başkarakter değildir. Daha çok Tolstoy’dur ancak romanda daha az gördük onu. Diriliş’teki Nehludov ise kurgusal olayları bir yöne bırakırsak teorik kısımlarda Tolstoy’u daha yoğun yansıtır. Tolstoy’un gerçek yaşamdaki son hali diyebiliriz.

III. Adalet Sistemi Sorgulamaları ve Dine Eleştirel Bir Bakış
Tolstoy’un Rusya’daki adalet sistemine ve genel manada dine bakışı hem Rus toplumu için hem de muktedirler için pek kabul edilecek şeyler değildir. Kendisi için de çok önemli bu iki olguya yeni yorumlar katar Tolstoy. Bunları Diriliş romanında olduğu kadar diğer büyük romanlarında da kurgu içinde okura aktarır. Ancak bence bu aktarımın zirvesi Diriliş’tir. Zaten bu romanın yayımlanmasından iki sene sonra da kiliseden aforoz edilmiştir. Ancak dini irdelemesi, dine bakışın yanlışlığı, kilisenin kendi çıkarları için halkı yanıltması bu romanda adalet sistemini sorgulamasının yanında yan unsurdur. Tolstoy Nehludov’u Maslova için adalet peşinde koştururken okuyucuya Rusya’daki hukuk sisteminin kokuşmuşluğunu, rüşvetin yaygınlığını, adamı olanın her işini görebildiğini, adı söylenmese de hem toplumda hem hapishanelerde bir kast sistemi olduğunu gösterir. Bunlar –hele o zamanın dünyasında- ağır suçlamalardır. Kutsala saldırır Tolstoy. Hem halkın kutsalına hem muktedirlerin kutsalına. Sonunda Nehludov bir başarı sağlar belki ancak Tolstoy aforoz edilmekten kurtulamaz. Ancak zaten o, bağlarını kiliseden çok daha önceleri koparmıştır. Geriye bu kurumların çürümüşlüğü kalır. Eniştesiyle konuşması durumun vahimliğini gösterir:

’Sanki doğruluk, mahkeme çalışmalarının amacıymış gibi…’
‘Mahkemenin başka ne amacı olabilir?’
‘Sınıf çıkarlarının korunması… Bence, mahkeme sadece sınıfımız için yararlı olan düzeni korumaya yarayan bir yönetim makinesinden ibarettir.’


Ancak Tolstoy son tahlilde din karşıtı biri değildir. Mistik yönü ağır basar. Onun karşı olduğu durum kilisenin tıpkı orta çağdaki gibi dini tekeli altına almasıdır. Nehludov karakteri zaten romanın sonunda kendine dönüp vicdan muhasebesini bitirirken yanında Matta İncili vardır. Bir hayatı bitirmiştir Nehludov ve önüne yeni bir hayat açar. Bu yoldaki rotayı da İncil çizecektir, kilise değil. Kaynağa iner, vicdanı rahatlamıştır, Maslova emin ellerdedir, yanında İncil vardır. Nehludov özellikle kitabın sonunda Tolstoy olmuştur.

Mehmet Akif Öztürk
x.com/OzturkMakif13