Eugenio Borgna etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eugenio Borgna etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mart 2018 Cuma

Ancak yaralanmış olan anlar yaralananı

"İnsan yalnızca acıyla büyür. Bunun farkında olmak ve başa gelen talihsizliği kabul etmek iyidir. Böylece insan isteyerek sırtlandığı yükleri hafifletir."
- Lev Tolstoy, 1909

"İnsan kendi kişisel düşüncesinin işleyişini susturmalı, kalbindeki huzursuzluğu, kendisine rahatsızlık veren uğultuları, her türlü dalgınlığı dindirmelidir. Sessizlik ile söz arasındaki karşılıklı ilişkiyi en iyi şekilde anlamamızı sağlayan şey dinleme, gerçek dinlemedir."
- Giovanni Pozzi

Hepimizin yeni bir kitabı dilimize kavuşsun diye beklediği yazarları vardır. Yazarları diyorum çünkü bilhassa felsefe, psikoloji gibi alanlara ait metinler; aslında beklediğimiz yani ihtiyacımız olan metinlerdir. Eugenio Borgna benim için böyle bir yazar. Çünkü onda tıpkı kitaplarının isimleri gibi bekleyişlerime, umutlarıma, melankolime, ruhumun yalnızlığına ve nihayet kırılganlıklarıma dair çok şey bulabiliyorum. Onunla beraber çıktığım bu yolculuklar kendimi daha derinlemesine keşfetmeme imkân tanıyor. İyi ki yazıyor diyorum 1930 Borgomanero (Novara) doğumlu bu psikiyatrist için.

Bekleyiş ve Umut, Melankoli, Ruhun Yalnızlığı; harikulade kitaplardı. Şu Bizim Kırılganlığımız onlar kadar uzun bir metin taşımıyor ama onlar kadar hassas bir meseleye eğiliyor: kırılganlıklarımıza. Sadece 76 sayfalık bu kitap hem 'kendini tanıma işi'nin meraklısına hem de bu işin profesyoneline seslenen bir manifesto. Bu manifestoyu açmaya başlarken, dünyada hâkim olan sloganların ve işleyişin kırılganlığı alaya aldığını, oysa kırılganlıkta hem kendimizi hem de başkalarını anlayabilmek adına kuvvetli bir sezgi ilhamı olduğunu söylüyor Borgna. Kırılganlıkların farkına varan insanın başkalarının ruh halleriyle, duygularıyla, varoluş tarzlarıyla daha kolay ve şevkle özleşme imkânı kazanabileceğini söylüyor. Kırılganlığı enine boyuna yorumlarken, incinebilirlik ve duyarlılık gibi 'uçları birbirine değen' alanları da ele alıyor.

Sözcüklerle yola çıkıyor Borgna: "Sözcükler: Soğuk ve sönük, acımasız ve taşlaşmış, aşkınlıktan yoksun ve içkinliğe dalmış ya da hafif ve derin, ışık saçan ve ölçülü, narin ve umuda açık, kırılgan ve ufalanır, karşılaşma ve diyaloga, ruh hali değişimlerine ve durumlara açık olan sözcükler, her birimizin hayatıyla ama özellikle de psikiyatriyle ilişki içindedir."

Bu konuya sonraki sayfalarda sık sık temas eden yazar sarsıcı bir örnek veriyor. Mesela tıbben ömrünü tamamlamasına altı ay kalmış bir hasta düşünülim. Onun karşısına geçip "altı ayın kaldı, geriye kalan günlerini dilediğin gibi yaşamaya bak!" demenin hiçbir faydası olmadığı, aksine kişinin içinde bulunduğu durumu yeniden hatırlatıp son derece yıkıcı bir sona götürdüğü oldukça kritik bir gerçek. Bunun yerine "sen bu hayatta birçok insanın kalbine dokundun, harikulade hatıraların var, iz bıraktın, anılar bıraktın, bunu sakın unutma ve daima hatırla!" demek; o kişiye yaşıyor oluşunu hissettirdiği gibi, süreci sapasağlam bir ruhla geçmesini sağlayabilir. Hatta tedavinin ansızın 'tuhaf' bir gelişim göstermesine de kapı aralayabilir. Çünkü sözcükler hayat verir, hayat alabildiği gibi. Şöyle diyor Borgna: "Hastalıktan yara almış ne çok kişi, doktorların kendilerine yönelttiği fazla şiddet içeren, fazla katı, insancıllıktan yoksun sözcükler yüzünden yıpranır. Koridorda ayaküstü söylenmiş ya da telesekretere bırakılmış bir teşhis, kayıtsızlık ya da endişe izlenimi uyandıran belli belirsiz bir hareket, bir soru karşısında kaçırılan bir bakış, her şey ama her şey kaygı ve umutsuzluğa neden olabilir. Bu nedenle de hemen anlaşılabilecek ve yaralamayacak sözcükler bulmak gereklidir. Bu, tedavi eden kişilerin, kolay olmamakla birlikte zaruri olan görevidir: Hastalara anlaşıldıklarını, kırılganlıklarının ve zayıflıklarının kabul edildiğini hissettiren insani ilişkiler kurmalıdırlar."

Kırılırsak çekinmeye başlarız. Kırılma devam ettikçe ucu bucağı olmayan bir çekingenliğe dalmış oluruz. Bir hareketten çok, almadığımız bir tebessüm ve teşekkür bizi kırabilir. Duyduğumuz sözcükler bizi kırgınlık ormanında yalnız bırakabilir. Açık yaralar daima hırpalar. Kırgınlık; çocuklukta, ergenlikte, gençlikte ve ihtiyarlıkta olduğu gibi erkek ve kadın ruhunda ayrı ayrı tepkiler çıkarır ortaya. Borgna bilhassa kadınlarda kırgınlığın daha içsel bir süreç olduğunu söylüyor. Bu durum kadınların daha güçlü olmalarını sağlayabiliyor. Nitekim kadınlar sıkıntılara daha güçlü göğüs gerebiliyor ve yeniden ayağa kalkmayı daha doğal biçimde yaşayabiliyor: "Kadın, içe dönme, içsel hayatında kesintisiz olarak olup bitenleri daha kolay tanır ve onları görmezden gelip reddetmez, cesaret ve kararlılıkla kabul eder. Ancak bu yaralara ve onlara eşlik eden acılı deneyimlere adını koymak kolay değildir ve kadın bunda, bunda da, daha başarılıdır: Ne hissettiğini sözcüklerin, sesin ve çehrenin, bakışların ve gözyaşlarının, tebessümün ve sessizliğin dili olan yaşayan bedenin diliyle ifade etmekte ustadır. Aynı şekilde, kadın kendi ruhunun yaralarını göstermekten, yardım istemekten ve de gerekli olduğu takdirde, tedaviyi kabul etmekten utanmaz."

Kırılganlık, acı çekmiş olmak mıdır? Elbette öyledir. Acı çekmişseniz bir kere dahi olsa kırılmışsınızdır. Bu acı çekmiş olma hâli her ne kadar sizi kırgınlaştırsa da yaşam tecrübesi anlamında sizi geliştirmiştir. Kişisel değil, tam manasıyla ruhsal bir gelişim. Tıpkı bağışıklık sistemini güçlendirmek gibi. Yeniden aynı durumla karşılaşıldığında hemen yara almamak gibi. Yazar, kendimizi içimizdeki ve başkalarının içindeki kırılganlığı tanıma konusunda daima eğitmemiz gerektiğini savunuyor. "Bu, herkesin çağrılı olduğu ahlaki bir görevdir" diyor ve şöyle devam ediyor: "Sadece gündelik karşılaşmalarımızda değil, özellikle de kırılganlık, güvensizlik, zayıflık ve kalbin Agustinusçu anlamdaki huzursuzluğu tarafından yutulmuş hastalarla olan karşılaşmalarımızda da, sessizlik içinde diyalog kurmanın gizemli anlamına kulak vermeli ve onu yorumlayabilmeliyiz; bunu, karşımızdaki kişinin ne ve nasıl hissettiği, ne gibi umutları ve huzursuzlukları olduğunu, hayatının ufuklarına inen gölgelerin neler olduğunu sezmek için yapmalıyız."

Kitabın son makale başlığı, tedavi ekibine yönelik. Nasıl bir tedavi ekibiyle kırılganlık daha kolay onarılabilir sorusunun cevabı yatıyor bu kısa makalede. Oldukça açık. Borgna her şeyden önce sadece profesyonel bir ekiple ve profesyonel düşüncelerle bu işin çözümlenemeyeceğini ifade ediyor. Çünkü ona göre tedavi ekibinde olmak, bir hayat biçimini de beraberinde getiriyor. Herkesin davetli olduğu bir biçim bu. Umut ancak böyle bir toplulukla yeniden yeşerebilir yazara göre.

Borgna'nın son cümlesi, bu yazının başındaki Tolstoy sözünü hem destekleyen hem de belki daha derinleştiren bir sözü içeriyor: "Ancak gözyaşlarıyla ıslanmış gözlerin görebileceği bir imge yeniden filizlenir" diyor o. Yani ancak yaralanmış olan anlar yaralananı...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

8 Ocak 2016 Cuma

Ruhun ve sözcüklerin dünyasında: bekleyiş ve umut

"İsimsiz bir özlem ağlıyordu ses çıkarmadan
Ruhumda, hayat özlemi ağlıyordu."

- Hugo Von Hofmannsthal, Canto di vita

"Ve koşuyorsun tesellisiz
Rüzgârdaki tek kuşmuşsun gibi."

- Alejandra Pizarnik, La figlia dell'insonnia

İnsan psikolojisiyle ve onun derinlikleriyle ilgilenen doktorlardan bazıları; felsefeden, edebiyattan ve müzikten istifade edince ortaya kalıcı eserler bırakıyorlar. Bu net ifademi son yıllarda okuduğum ve karşılaştığım bazı doktorların yaşamlarına borçluyum. Bahsetmek istediğim şey metafizik değil, gizem değil, mistisizm hiç değil. Sadece üç şey: İnsan, düşünceleri ve yaşamı. Şüphesiz insanın yaşamında umut belirgin bir yer kaplarken düşünceleri de bekleyişlerini anlamlandırdığı bir "şey" oluveriyor. Belki bir eylem, belki bir savunma mekanizması. Ben bunu biraz da bebeklerin ateşinin çok kolay çıkmasına benzetiyorum. Bebeklerin savunma mekanizmaları sanıldığının aksine çok gelişmiştir ve ufak bir virüs saldırısında harekete geçer, dolayısıyla ateş yükselir. Bundan dolayı bazı doktorlar "ateşten korkmayın" derler, doğrudur. İnsan da bekleyişleri arttıkça umut eden ve fakat umutları konusunda sabırsız olduğu için de kendi sonunu kendi elleriyle hazırlayabilen bir varlıktır. Özellikle yalnızlığıyla kurduğu irtibat ona ya ilham kaynağı olur ya intihar vesilesi. "Ruhun Yalnızlığı" adlı çarpıcı çalışmasıyla beni sarsmış olan Eugenio Borgna, yine Meryem Mine Çilingiroğlu çevirisiyle bu kez bekleyiş ve umudun yol haritasında rastladığı izlere temas ediyor. Kitabı hazırlama amacını da şöyle açıklıyor: "Kayıp ve yeniden bulunmuş Proustvari bir imgelemin izinden giderek, psikiyatri hastanesindeki ilk işgünümün umut ve beklentilerine, parıltı ve yanılsamalarına, özlem ve kaygılarına odaklanıp orada tanıdığım deliliğin kati şekilde psikolojik ve insani olan öğelerini katedip yeniden inşa etmeye yollandım."

Borgna, Novara'daki psikiyatri hastanesinden başlar bekleyişin ve umudun nabzını tutmaya. Dört bölüme ayırdığı kitabının ilk bölümünde "belleğin izinden" gider. Kaygı, delilik, önyargı gibi konuları irdelediği bu bölümde Rilke onun yoldaşı olur. "Her gün üstüme inen o kaygılar, daha başka yüzlerce kaygıyı uyandırıyordu ve bunlar, bana karşı dikleniyor, aralarında birlik oluşturuyorlardı ve ben onları yenemiyordum" diyen şair, ilk bölümdeki tüm konuları yaşamış, anlamını aramış ve öyle çekip gitmiştir bu dünyadan Borgna'ya göre.

İkinci bölümde "bekleyişin ve umudun imgeleri" üzerinde durur Borgna. Kayıp ve yeniden bulunmuş zamanın izinde, kalbin bekleyiş ve bekleyişlerdeki huzursuzlukları, varoluşsal bir kategori olarak umut ve psikopatolojik deneyimlerde umudun dönüşümü bu bölümün konularını oluşturuyor. Augustinus'tan Thomas Mann'a, Walter Benjamin'den Marcel Proust'a kadar birçok yazar ve şair Borgna'nın açıklamalarında alıntılar yaptığı asistanları olur adeta. Hastane koşulları ve hastaların vaziyetleri, korkunç bir can sıkıntısını ortaya çıkarır ve Borgna bu durumu bir refleks olarak şöyle açıklar: "Her kapalı kurumda can sıkıntısı tehlikesi gizlidir. Bu psikiyatri hastanesinde, can sıkıntısı, gerek tedavi olan, gerekse de tedavi eden kişilerde yayılmakta ve her hastanın yalnızlığını ve hastalık kaygısını, hastalığın psikopatolojik ve klinik özelliğinden bağımsız olarak artırmaktadır. Burada, can sıkıntısı, her hastanın, kapalı kaldığı kuruma karşı kuşandığı zırhtır: Sessizlik ve kayıtsızlıktan kaçmak üzere yapılan son deneme mahiyetindedir." Can sıkıntısının ardından, şiddetli melankoli yaşayan hastası Angela, günlüğüne şunları yazmıştır: "Zaman hiç geçmiyor ve artık geçmiyor. Boyuna saat kaç diye sormam gerekiyor çünkü zaman durdu. Artık ne dün var ne de bugün. Her şey durdu ve bende hiçbir değişiklik yok. Sabahla akşam arasında hiçbir fark yok. Dünya değişti: İnsanların çehreleri değişti ve dünya değişti. Çok şey değişti. Bana, hiçbir duygum, ilgilendiğim hiçbir şey kalmamış gibi geliyor."

Ne kadar korkunç ve bir o kadar da gerçek ifadeler. Bir diğer hasta Anna ise "Sadece et ve kemikten ibaretim, bende hayat yok. Artık bir insan değilim. Bir yığınım ben, anlamsız bir şey, bir hiç oldum." diyerek Borgna'ya felsefenin boyutlarını sorgulatır. Yaşamın sürekli artmakta olan hızı ve rutinleşme, insanın ruhunu kaybetmesine ve hastalıklı birer robot olmasına sebep olurken Borgna burada Simon Weil'in Renault fabrikasında yaşadıklarını konu eden kitabının sayfalarını çevirir: "Başkalarının iradesine tabi olan bir nesnesinizdir. Bir insan nesne olmak doğal bir şey olmadığından ve nesne olmak gibi somut bir zorunluluk olmadığından, ne zincire ne de kamçıya ihtiyaç vardır, bu atalete insanın kendi kendine boyun eğmesi gerekir. İnsanın kendi ruhunu, yaka kartını taktığında bırakabilmesi ve çıkarken geri alabilmesi ne iyi olurdu. Ama bu mümkün değil. İnsan ruhunu kendiyle beraber fabrikaya götürür. Onu gün boyu susturması gerekir. Çıkışta da, kendi ruhunu duymaz olur çünkü ziyadesiyle yorgundur... "

Tedavi yöntemleri arasında kendine ciddi bir yer bulan müzikle birlikte bazı ünlü ressamların resimlerini de yorumlar Borgna. O resimlerdeki duygusal geçişlerin ve yansıttığı ruh hâllerini izler, hastalarıyla ilişkisini arar. Bu konuda önemli bir çalışma ortaya koymuş Alberto Giannelli'den alıntı yaparak bölümü sonlandırır: "Her ikisinin de, resmin de müziğin de, semantik potansiyeli yüksektir ama sembolik-öncesi deneyim ve dilsel-öncesi deneyim olan müzik, oldukça hızlı gelişim aşamalarından geçtiğinden daha yüksek semantik potansiyel taşır gibi görünmektedir. Wagner'in yüceliğini selamlayan Friedrich Nietzsche'nin dehasal sezgisi, müziğe, resim de dahil, diğer bütün sanatlara göre üstünlük atfetmekte, hatta müziksiz bir hayatın hata olacağını söyleyecek kadar ileri gitmektedir."

Semantik, yani anlam bilgisi, yani anlam arayışı. Batıda da doğuda da bu arayışında neticelere varmayan insan intiharla yüzleşir. Üçüncü bölümde "umudun çöküşleri" üzerine derin analizler yapan Borgna; Leopardivari bir umut şifresi olarak intihar, psikotik kaygıda umudun kırılması, Cesare Pavese'nin sonu olmayan intiharı ve ölüme dair şiddetli özlem gibi konuları inceler. Hermann Hesse'nin romanlarını büyüleyici derece karmaşık bulan Borgna bu romanların "içsel hayatta derin kökler salmış içeriksel kilit noktaları" barındırdığını söyler. Bazı kilit noktalarını açarken ise sessizlikten faydalanıldığını şöyle anlatır: "Sadece günlük hayattaki karşılaşmalarımızda değil, kaygı ve huzursuzluğa kapılmış hastalarla yaşadığımız karşılaşmalarda da ve hatta özellikle bunlarda, sessizlik içinde diyalog kurmanın gizemli anlamını kavramamız gereklidir; bu, onların ne hissettiklerini ve ne duyduklarını, huzursuz bekleyiş ve umutlarının neler olduğunu, hayatlarının ufuklarına inen gölgeleri sezmek amacıyla yapılmalıdır."

Benliğini ve gerçekliğini kaybeden hastaların nihai kararı da ölümdür. Bir an evvel ölmek isterler. Alessandra da bu hastalardan biridir ve günlüğüne şunları not etmiştir: "Uyuyakalmaktan korkuyorum ve uyuyakalmak istiyorum çünkü korkunç şeyler yapmaktan korkuyorum. Hakikat olan şey, benim hiçbir zaman söylemediğim şey. Ne yapacağımı bilmiyorum ve kendimden korkuyorum. Kendimi öldürmekten, bunu istemeden yapmaktan korkuyorum çünkü Tanrı'nın bir insan olarak bana çizdiği sınırı aştım. Çok fazla şey bilmek istedim ve Tanrı'ya da meydan okudum. Her halükârda korkunç bir hakikat keşfetmekten korkuyorum. Hakikati keşfedersem, kati surette intihar edeceğimden korkuyorum. Artık dayanamıyorum. Yürüyen bir keşmekeşim ve bedenim de yürüyen bir keşmekeş. Pişman olmadan ölmekten ve dolayısıyla da cehenneme gitmekten korkuyorum. Hiçbir şeyim işlemiyor artık. Kendimi sürekli bir çöküntü gibi hissediyorum."

George Bernanos’un ve Robert Bresson’un ifade bulan umut ve intiharı da irdeler Borgna. Ölümün psikotik büyüsü o kadar geniştir ki filmler, resimler, müzikler, günlükler, mektuplar bu büyünün içinde bir sözlük gibidir. Cesare Pavese on altı yaşında mektup yazmaya başlamıştır ve kısa ömrüne sayılamayacak kadar çok mektupla veda etmiştir. Henüz 19 yaşında yazdığı, başına "Bu sana istemli bir dram gibi gelecek ama aslen öyle değil: Hepsi gerçek." notunu düştüğü ve cebinde taşıdığı revolverin ona hissettirdikleriyle bezeli bir şiirini şöyle bitirir: "Ve dayayacağım şakaklarımdan birine / patlatsın diye beynimi.". 6 Kasım 1938'de ise günlüğüne şöyle yazmış: "Akşamlarımı kendime arkadaşlık etmek için aynanın önünde geçiriyordum.". Pavese intihar eden insanlarla dalga geçen insanları uyarır, onlara öfkelidir. İntihar edenleri birer şehit gibi görürü ve şunları söyler: "Şayet bir şehit, acıları ve kanıyla iç içe olmuş düşünce ve duygularının içtenliğine, artık bayağı olmayan ruhunun içtenliğine tanıklık eden kişiyse, (kendine ve dolayısıyla da başkalarına) yalan söylemek, gereksiz olduğunu hissettiği bir çabayı kendine dayatmak, gereksiz olduğunu ve kendine ait olmadığını hissettiği farklı bir düzenleme yapmak yerine, kendini öldürmeyi, kendine o büyük, var olan en büyük acıyı vermeyi tercih eden intihar eden kişi neden şehit olarak kabul görmez?"

Siyah her ne kadar karamsarlığın, umutsuzluğun rengi gibi bilinse de, beyaz da buzludur ve fersah fersah bir uzaklığı belirginleştirir Borgna'ya göre. Ingeborg Bachmann, Antonia Pozzi ve Sylvia Plath'ın da şiirlerinde en yoğun kullandıkları renktir beyaz. Bir başka hastası olan Margherita, bir şiirine "Dibe batar insan / kayıtsız kaldığında / kendi acısına bile" diye başlar ve şöyle bitirir: "Umutsuzluk çığlığı / ses çıkarmaz olduğunda / ve sen haykırırsın, haykırırsın / mamafih duymazlar seni / mamafih devam edersin hakkaniyetini harcamaya / ve beklersin zamanın içinde / alçakgönüllülükle."

Denenmiş, başarısızlığa uğramış ya da düşüncede kalmış intiharların çoğunda asıl sebebe ulaşılamaz. Esasen burada psikiyatri yetersiz kalır, kalabilir. Eugenio Borgna bu tip intiharları çözebilmek için yazılan metinlerden, günlüklerden ve şiirlerden yararlanır. Böylesine kapalı kutu olan ihtiharların, "Umut yıkımının ve hayat reddinin psikolojik olarak canlı ve acımasız gerçekliğiyle ifade bulduğunu" söyler. En çok aranan ve bulunan öge ise kaygıdır ona göre: "Kaygı, ölüm ve ölme kaygısı olan kaygı içimize, kalbimize ve imgelemimize çöreklendiğinde henüz özgürüzdür ama artık özgür değilizdir de: Nereden doğduğunu bilmediğimiz ve nereye yöneldiğini bilmediğimiz kaygı tarafından kuşatılmışızdır; ve kaygılıyken hayattaki şeylerin ne kadar somut ve de elden kaçıcı olduğunu: onların uçuculuğunu ve cismaniliğini, saplantılı oluşunu ve eften püftenliğini, girdapsal büyüsünü ve keskin parçalanışını deneyimleriz. Böylelikle de kaygının uçurumlarından, istemli ölümün çağrısı (sirenlerin sesi ve sessizliği) yeniden yükselir. Sanki sadece sonsuzluğa ölür gibi ölmektir bu."

Kitabın son bölümü olan "Umudun ve sessizliğin sözcükleri"; içsellik, dinleme, söyleşi, ailevi bağlam, kader birliği gibi konuları içerir. Burada "Ne yapmalı?" sorusunu da gündeme getirir Borgna. Mesela intihar üzerine bir tedavi önerisi çok ilginçtir: "Bazı durumlarda bir kişiyi intihardan kurtarmak, ancak tedavi eden ile edilen arasında bir kader birliği sağlanmasıyla mümkündür. Eğer bir kadın ya da erkek hasta, kendi ölümünün bir şekilde, sembolik olarak doktorun ölümü de olacağını, doktorun silinmez bir yara alacağını hisseder (sezer) ise, o zaman intihar gerçekleşmeyebilir."

Kederli olmasına rağmen, her şeye rağmen birtakım umutlara açık özlemleri barındıran ruhumuza ihanet etmememiz için sözcüklere muhtacız. Eugenio Borgna kitabının son cümlesini bu yönde bir sürprizle bitiriyor ve yine okuyucuyu, şifasını araması için yönlendiriyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Ocak 2014 Pazartesi

Yalnız ruhta umut daima vardır

"Hastayım, yalnızım, seni yanımda
Sanıp da bahtiyar ölmek isterim
Mahmûr-ı hülyâyım, câm-ı lebinden
Kanıp da bahtiyar ölmek isterim."
- Rızâ Tevfik Bölükbaşı (Lemî Atlı, Hicaz)

Maggiore Hastanesi'nde Psikiyatri Başhekimi, Milano Üniversitesi'nde ise Sinir Hastalıkları ve Zihinsel Hastalıklar Kliniği Öğretim Üyesi olan Eugenio Borgna, "Ruhun Yalnızlığı" üzerine bir kitap yazdı. Yapı Kredi Yayınları da Meryem Mine Çilingiroğlu'nun çevirisiyle şubat 2013'te raflara sundu. Okudunuz mu? Hayır. Ne gerek var. Bir ergen duvar yazısı ismine sahip olsa da yalnızlığın çeşitlerini, çözümlemelerini ve hatta tedavi yöntemlerini, yalnızlığın içinde olup biten her şeyi okuyabilmek bu kitapla mümkün. "Bunalım, batılınındır" sözünü unutmadan okumalı. Zira bu "moderen ve lüküs" arkadaşlar her fırsatta bunalıma girmeye hazırlar. Werther'in acılarını okuduktan sonra yüzlercesi intihar etti, unutmamak lâzım. Kolay değil. Henüz Murat Kekilli dinlemedi hiçbiri ya da Ferdi Tayfur. Ah ne güzeldir: "Huzurum kalmadı fani dünyada / yapıştı canıma bir kara sevda..."

İki türlü yalnızlık ortaya koymuş Borgna. Biri içsel yalnızlık, diğer adıyla yaratıcı yalnızlık. Kişinin biraz da kendi tercihi. Diğeri ise acılı yalnızlık, yani tecrit yalnızlığı. İşte bu ikincisi, kişinin akıl ve ruh sağlığını tehlikeye düşüren yalnızlık çeşidi. Elbette Borgna'ya göre. Hayatımızın hangi yaşında, yerinde ve mekânında olursak olalım yalnız olacağız. Yalnızlık, kaçılması mümkün olmayan bir şey. Ama her yalnızlıkta umut da var. Bunun ispatını yapabiliyor Borgna. En çaresiz bir hastada bile umut var. Dilinde yoksa gözlerinde var. Yüzünde yoksa ellerinde var. Ama var.

Kısaca Borgna'dan bahsetmek gerek. Kendisi melankoli, delilik, bilmek ve delilik üzerine önemli çalışmalar yapmış, 1930 doğumlu bir İtalyan. Halen yaşamakta ve dolayısıyla çoktan delirmiş olmalı. Şu çağda akıllı kalmayı başarabilen biri varsa ona da delirmeyi öneriyoruz. En azından arada bir kendiyle dalga geçmeli. İyi geliyor. İtalyan amcanın yaralı duygular, bekleyiş-umut ve yüreğin duraklamaları gibi korkunç isimlere sahip kitapları henüz Türkçeye çevrilmedi. Muhtemelen ilk okuyucusu ben olurum. Güzel konular. Bu tip kitapları bir kuşun ötüşündeki "hayret"i ve bir çiçeğin açışındaki "hasret"i yakalayabilenler okumalı. Telefonunun şarjını bitirmeden uyuyamayanlar ve "param seni nere verem?" diye mağaza gezmekten düz tabanlaşanlar değil.

"Hayatımız kendi içselliğimizin sessizliğinde ve gizinde ilerlediğinde, yalnızlıkla damgalandığında bile, alacakaranlığı ve gün ışığını yakalamayı bilen kişide tekrar tekrar parlayıveren, varoluşumuzun eşlikçisi bu sabahyıldızına, umuda ihtiyacımız vardır."

Eugenio Borgna'nın kitabı hakkında daha teferruatlı bilgi vermekten imtina ediyorum. Zira yukarıda da dediğim gibi bu kitabı merak edenlerden çok, hak edenler okumalı. Ancak kitapta şiirle alakalı bölümü de anmak adına birkaç bilgi daha vermek isterim. Kitabın "İçinden Geçmiş Olduğumuz Karaltılar" adlı üçüncü bölümü, kendi içinde 4 alt başlığa ayrılıyor. Elbette bu alt başlıkların da altında konular mevcut. İlk alt başlık "Şiirsel İmgelemin Yalnızlığı" adına sahip. Şiire sevdalı bir ruh yoğun ilgiyle okuyacaktır hiç şüphesiz. "Büyük İçsel Yalnızlık", "Yalnız ve Düşünceli", "Kadim Kulenin Tepesinden", "İnmeye Cüret Edilemeyen Yalnızlık", "Biz Yalnızız, Korku Yalnızıyız", "Akşam Olunca", "Şiir ve Psikiyatri", "Şiir ve Felsefe" ve "Yalnız Yaşandığında" bu alt başlığın konuları. Müthiş ilgi çekici öyle değil mi? Burada Borgna özellikle 5 şair üzerinde duruyor. Hem yalnızlığın hem de umudun şairleri: Francesco Petrarca, Giacomo Leopardi, Emily Dickinson, Rainer Maria Rilke ve Antonia Pozzi. Madem yalnızlık ve umuttan söz ettik, Paul Celan'ın şu sözünü de hatırlatmak lâzım: "Şairler: Yalnızlığın son koruyucuları."

Rilke'nin -kim sevmez onu!- "Genç Bir Şaire Mektuplar" adlı eseri muazzam bir yalnızlık ve şiirsellik sandığıdır. Açmaya cesaretiniz varsa onda çok şey bulmanız mümkündür: "Herkesin yaşamında öyle saatler vardır ki, insan yalnızlığını verip ne denli yavan ve ucuz olursa olsun bir beraberliği almak ister karşılığında; iyi kötü ilk rastlayacağı kişiyle, en sıradan bir kişiyle sözde birazcık bir anlaşma uğruna yalnızlığı elden çıkarmak ister… Ama belki de yalnızlığın büyüdüğü saatlerdir bunlar, çünkü onun büyüyüşü de tıpkı oğlanların büyümesi gibi birtakım acı ve sancılarla gerçekleşir ve baharın ilk günü gibi hüzünle dolup taşar. Ancak, şaşırtmasın bu sizi. Bizlere gereken yalnızlıktır, büyük, içsel bir yalnızlık. Kendi içine yürümek ve saatler boyu kimselere rastlamamak…"

Sona gelirken, bahsettiğim bölümün içindeki "Yalnız Yaşandığında" konusunda değinilen bir Nietzsche alıntısını buraya da almak ve öyle gitmek isterim huzurlarınızdan. Zira bu sözler, "Niçe"nin "Hiçe" söylediği ve yalnızlığın "gerçekten" ne olduğunu aktaran yegane sözlerdir benim için:

"Yalnızlığın bittiği yerde başlar pazaryeri; ve pazaryerinin başladığı yerde başlar büyük oyuncuların gürültüsü ve zehirli sineklerin vızıltısı."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf