"İsimsiz bir özlem ağlıyordu ses çıkarmadan
Ruhumda, hayat özlemi ağlıyordu."
- Hugo Von Hofmannsthal, Canto di vita
"Ve koşuyorsun tesellisiz
Rüzgârdaki tek kuşmuşsun gibi."
- Alejandra Pizarnik, La figlia dell'insonnia
İnsan psikolojisiyle ve onun derinlikleriyle ilgilenen doktorlardan bazıları; felsefeden, edebiyattan ve müzikten istifade edince ortaya kalıcı eserler bırakıyorlar. Bu net ifademi son yıllarda okuduğum ve karşılaştığım bazı doktorların yaşamlarına borçluyum. Bahsetmek istediğim şey metafizik değil, gizem değil, mistisizm hiç değil. Sadece üç şey: İnsan, düşünceleri ve yaşamı. Şüphesiz insanın yaşamında umut belirgin bir yer kaplarken düşünceleri de bekleyişlerini anlamlandırdığı bir "şey" oluveriyor. Belki bir eylem, belki bir savunma mekanizması. Ben bunu biraz da bebeklerin ateşinin çok kolay çıkmasına benzetiyorum. Bebeklerin savunma mekanizmaları sanıldığının aksine çok gelişmiştir ve ufak bir virüs saldırısında harekete geçer, dolayısıyla ateş yükselir. Bundan dolayı bazı doktorlar "ateşten korkmayın" derler, doğrudur. İnsan da bekleyişleri arttıkça umut eden ve fakat umutları konusunda sabırsız olduğu için de kendi sonunu kendi elleriyle hazırlayabilen bir varlıktır. Özellikle yalnızlığıyla kurduğu irtibat ona ya ilham kaynağı olur ya intihar vesilesi. "Ruhun Yalnızlığı" adlı çarpıcı çalışmasıyla beni sarsmış olan Eugenio Borgna, yine Meryem Mine Çilingiroğlu çevirisiyle bu kez bekleyiş ve umudun yol haritasında rastladığı izlere temas ediyor. Kitabı hazırlama amacını da şöyle açıklıyor: "Kayıp ve yeniden bulunmuş Proustvari bir imgelemin izinden giderek, psikiyatri hastanesindeki ilk işgünümün umut ve beklentilerine, parıltı ve yanılsamalarına, özlem ve kaygılarına odaklanıp orada tanıdığım deliliğin kati şekilde psikolojik ve insani olan öğelerini katedip yeniden inşa etmeye yollandım."
Borgna, Novara'daki psikiyatri hastanesinden başlar bekleyişin ve umudun nabzını tutmaya. Dört bölüme ayırdığı kitabının ilk bölümünde "belleğin izinden" gider. Kaygı, delilik, önyargı gibi konuları irdelediği bu bölümde Rilke onun yoldaşı olur. "Her gün üstüme inen o kaygılar, daha başka yüzlerce kaygıyı uyandırıyordu ve bunlar, bana karşı dikleniyor, aralarında birlik oluşturuyorlardı ve ben onları yenemiyordum" diyen şair, ilk bölümdeki tüm konuları yaşamış, anlamını aramış ve öyle çekip gitmiştir bu dünyadan Borgna'ya göre.
İkinci bölümde "bekleyişin ve umudun imgeleri" üzerinde durur Borgna. Kayıp ve yeniden bulunmuş zamanın izinde, kalbin bekleyiş ve bekleyişlerdeki huzursuzlukları, varoluşsal bir kategori olarak umut ve psikopatolojik deneyimlerde umudun dönüşümü bu bölümün konularını oluşturuyor. Augustinus'tan Thomas Mann'a, Walter Benjamin'den Marcel Proust'a kadar birçok yazar ve şair Borgna'nın açıklamalarında alıntılar yaptığı asistanları olur adeta. Hastane koşulları ve hastaların vaziyetleri, korkunç bir can sıkıntısını ortaya çıkarır ve Borgna bu durumu bir refleks olarak şöyle açıklar: "Her kapalı kurumda can sıkıntısı tehlikesi gizlidir. Bu psikiyatri hastanesinde, can sıkıntısı, gerek tedavi olan, gerekse de tedavi eden kişilerde yayılmakta ve her hastanın yalnızlığını ve hastalık kaygısını, hastalığın psikopatolojik ve klinik özelliğinden bağımsız olarak artırmaktadır. Burada, can sıkıntısı, her hastanın, kapalı kaldığı kuruma karşı kuşandığı zırhtır: Sessizlik ve kayıtsızlıktan kaçmak üzere yapılan son deneme mahiyetindedir." Can sıkıntısının ardından, şiddetli melankoli yaşayan hastası Angela, günlüğüne şunları yazmıştır: "Zaman hiç geçmiyor ve artık geçmiyor. Boyuna saat kaç diye sormam gerekiyor çünkü zaman durdu. Artık ne dün var ne de bugün. Her şey durdu ve bende hiçbir değişiklik yok. Sabahla akşam arasında hiçbir fark yok. Dünya değişti: İnsanların çehreleri değişti ve dünya değişti. Çok şey değişti. Bana, hiçbir duygum, ilgilendiğim hiçbir şey kalmamış gibi geliyor."
Ne kadar korkunç ve bir o kadar da gerçek ifadeler. Bir diğer hasta Anna ise "Sadece et ve kemikten ibaretim, bende hayat yok. Artık bir insan değilim. Bir yığınım ben, anlamsız bir şey, bir hiç oldum." diyerek Borgna'ya felsefenin boyutlarını sorgulatır. Yaşamın sürekli artmakta olan hızı ve rutinleşme, insanın ruhunu kaybetmesine ve hastalıklı birer robot olmasına sebep olurken Borgna burada Simon Weil'in Renault fabrikasında yaşadıklarını konu eden kitabının sayfalarını çevirir: "Başkalarının iradesine tabi olan bir nesnesinizdir. Bir insan nesne olmak doğal bir şey olmadığından ve nesne olmak gibi somut bir zorunluluk olmadığından, ne zincire ne de kamçıya ihtiyaç vardır, bu atalete insanın kendi kendine boyun eğmesi gerekir. İnsanın kendi ruhunu, yaka kartını taktığında bırakabilmesi ve çıkarken geri alabilmesi ne iyi olurdu. Ama bu mümkün değil. İnsan ruhunu kendiyle beraber fabrikaya götürür. Onu gün boyu susturması gerekir. Çıkışta da, kendi ruhunu duymaz olur çünkü ziyadesiyle yorgundur... "
Tedavi yöntemleri arasında kendine ciddi bir yer bulan müzikle birlikte bazı ünlü ressamların resimlerini de yorumlar Borgna. O resimlerdeki duygusal geçişlerin ve yansıttığı ruh hâllerini izler, hastalarıyla ilişkisini arar. Bu konuda önemli bir çalışma ortaya koymuş Alberto Giannelli'den alıntı yaparak bölümü sonlandırır: "Her ikisinin de, resmin de müziğin de, semantik potansiyeli yüksektir ama sembolik-öncesi deneyim ve dilsel-öncesi deneyim olan müzik, oldukça hızlı gelişim aşamalarından geçtiğinden daha yüksek semantik potansiyel taşır gibi görünmektedir. Wagner'in yüceliğini selamlayan Friedrich Nietzsche'nin dehasal sezgisi, müziğe, resim de dahil, diğer bütün sanatlara göre üstünlük atfetmekte, hatta müziksiz bir hayatın hata olacağını söyleyecek kadar ileri gitmektedir."
Semantik, yani anlam bilgisi, yani anlam arayışı. Batıda da doğuda da bu arayışında neticelere varmayan insan intiharla yüzleşir. Üçüncü bölümde "umudun çöküşleri" üzerine derin analizler yapan Borgna; Leopardivari bir umut şifresi olarak intihar, psikotik kaygıda umudun kırılması, Cesare Pavese'nin sonu olmayan intiharı ve ölüme dair şiddetli özlem gibi konuları inceler. Hermann Hesse'nin romanlarını büyüleyici derece karmaşık bulan Borgna bu romanların "içsel hayatta derin kökler salmış içeriksel kilit noktaları" barındırdığını söyler. Bazı kilit noktalarını açarken ise sessizlikten faydalanıldığını şöyle anlatır: "Sadece günlük hayattaki karşılaşmalarımızda değil, kaygı ve huzursuzluğa kapılmış hastalarla yaşadığımız karşılaşmalarda da ve hatta özellikle bunlarda, sessizlik içinde diyalog kurmanın gizemli anlamını kavramamız gereklidir; bu, onların ne hissettiklerini ve ne duyduklarını, huzursuz bekleyiş ve umutlarının neler olduğunu, hayatlarının ufuklarına inen gölgeleri sezmek amacıyla yapılmalıdır."
Benliğini ve gerçekliğini kaybeden hastaların nihai kararı da ölümdür. Bir an evvel ölmek isterler. Alessandra da bu hastalardan biridir ve günlüğüne şunları not etmiştir: "Uyuyakalmaktan korkuyorum ve uyuyakalmak istiyorum çünkü korkunç şeyler yapmaktan korkuyorum. Hakikat olan şey, benim hiçbir zaman söylemediğim şey. Ne yapacağımı bilmiyorum ve kendimden korkuyorum. Kendimi öldürmekten, bunu istemeden yapmaktan korkuyorum çünkü Tanrı'nın bir insan olarak bana çizdiği sınırı aştım. Çok fazla şey bilmek istedim ve Tanrı'ya da meydan okudum. Her halükârda korkunç bir hakikat keşfetmekten korkuyorum. Hakikati keşfedersem, kati surette intihar edeceğimden korkuyorum. Artık dayanamıyorum. Yürüyen bir keşmekeşim ve bedenim de yürüyen bir keşmekeş. Pişman olmadan ölmekten ve dolayısıyla da cehenneme gitmekten korkuyorum. Hiçbir şeyim işlemiyor artık. Kendimi sürekli bir çöküntü gibi hissediyorum."
George Bernanos’un ve Robert Bresson’un ifade bulan umut ve intiharı da irdeler Borgna. Ölümün psikotik büyüsü o kadar geniştir ki filmler, resimler, müzikler, günlükler, mektuplar bu büyünün içinde bir sözlük gibidir. Cesare Pavese on altı yaşında mektup yazmaya başlamıştır ve kısa ömrüne sayılamayacak kadar çok mektupla veda etmiştir. Henüz 19 yaşında yazdığı, başına "Bu sana istemli bir dram gibi gelecek ama aslen öyle değil: Hepsi gerçek." notunu düştüğü ve cebinde taşıdığı revolverin ona hissettirdikleriyle bezeli bir şiirini şöyle bitirir: "Ve dayayacağım şakaklarımdan birine / patlatsın diye beynimi.". 6 Kasım 1938'de ise günlüğüne şöyle yazmış: "Akşamlarımı kendime arkadaşlık etmek için aynanın önünde geçiriyordum.". Pavese intihar eden insanlarla dalga geçen insanları uyarır, onlara öfkelidir. İntihar edenleri birer şehit gibi görürü ve şunları söyler: "Şayet bir şehit, acıları ve kanıyla iç içe olmuş düşünce ve duygularının içtenliğine, artık bayağı olmayan ruhunun içtenliğine tanıklık eden kişiyse, (kendine ve dolayısıyla da başkalarına) yalan söylemek, gereksiz olduğunu hissettiği bir çabayı kendine dayatmak, gereksiz olduğunu ve kendine ait olmadığını hissettiği farklı bir düzenleme yapmak yerine, kendini öldürmeyi, kendine o büyük, var olan en büyük acıyı vermeyi tercih eden intihar eden kişi neden şehit olarak kabul görmez?"
Siyah her ne kadar karamsarlığın, umutsuzluğun rengi gibi bilinse de, beyaz da buzludur ve fersah fersah bir uzaklığı belirginleştirir Borgna'ya göre. Ingeborg Bachmann, Antonia Pozzi ve Sylvia Plath'ın da şiirlerinde en yoğun kullandıkları renktir beyaz. Bir başka hastası olan Margherita, bir şiirine "Dibe batar insan / kayıtsız kaldığında / kendi acısına bile" diye başlar ve şöyle bitirir: "Umutsuzluk çığlığı / ses çıkarmaz olduğunda / ve sen haykırırsın, haykırırsın / mamafih duymazlar seni / mamafih devam edersin hakkaniyetini harcamaya / ve beklersin zamanın içinde / alçakgönüllülükle."
Denenmiş, başarısızlığa uğramış ya da düşüncede kalmış intiharların çoğunda asıl sebebe ulaşılamaz. Esasen burada psikiyatri yetersiz kalır, kalabilir. Eugenio Borgna bu tip intiharları çözebilmek için yazılan metinlerden, günlüklerden ve şiirlerden yararlanır. Böylesine kapalı kutu olan ihtiharların, "Umut yıkımının ve hayat reddinin psikolojik olarak canlı ve acımasız gerçekliğiyle ifade bulduğunu" söyler. En çok aranan ve bulunan öge ise kaygıdır ona göre: "Kaygı, ölüm ve ölme kaygısı olan kaygı içimize, kalbimize ve imgelemimize çöreklendiğinde henüz özgürüzdür ama artık özgür değilizdir de: Nereden doğduğunu bilmediğimiz ve nereye yöneldiğini bilmediğimiz kaygı tarafından kuşatılmışızdır; ve kaygılıyken hayattaki şeylerin ne kadar somut ve de elden kaçıcı olduğunu: onların uçuculuğunu ve cismaniliğini, saplantılı oluşunu ve eften püftenliğini, girdapsal büyüsünü ve keskin parçalanışını deneyimleriz. Böylelikle de kaygının uçurumlarından, istemli ölümün çağrısı (sirenlerin sesi ve sessizliği) yeniden yükselir. Sanki sadece sonsuzluğa ölür gibi ölmektir bu."
Kitabın son bölümü olan "Umudun ve sessizliğin sözcükleri"; içsellik, dinleme, söyleşi, ailevi bağlam, kader birliği gibi konuları içerir. Burada "Ne yapmalı?" sorusunu da gündeme getirir Borgna. Mesela intihar üzerine bir tedavi önerisi çok ilginçtir: "Bazı durumlarda bir kişiyi intihardan kurtarmak, ancak tedavi eden ile edilen arasında bir kader birliği sağlanmasıyla mümkündür. Eğer bir kadın ya da erkek hasta, kendi ölümünün bir şekilde, sembolik olarak doktorun ölümü de olacağını, doktorun silinmez bir yara alacağını hisseder (sezer) ise, o zaman intihar gerçekleşmeyebilir."
Kederli olmasına rağmen, her şeye rağmen birtakım umutlara açık özlemleri barındıran ruhumuza ihanet etmememiz için sözcüklere muhtacız. Eugenio Borgna kitabının son cümlesini bu yönde bir sürprizle bitiriyor ve yine okuyucuyu, şifasını araması için yönlendiriyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf