Bir roman yazarı ne yapmalıdır? Toplumun röntgenini çekmek mi? Müthiş bir önsezi ile olacakları mı işaret etmeli? Bilgece bir varsayımla tehlikeyi mi göstermeli yoksa hiçbiri mi?
Yan Lianke’nin Günler Aylar Yıllar romanını tam da barajlardaki su seviyesinin düştüğü kuraklık haberleriyle eş zamanlı okudum. Belki de bir tevafuk idi.
Roman “büyük kuraklığın olduğu o yıl, zaman kavrula kavrula küle döndü; gün yakalamaya çalıştığında kor gibi eline yapışıyordu” cümlesiyle açılıyor. En etkileyici roman girişleri listesine girer diye düşünüyorum bu cümleyi. Balou Sıradağlarının eteğindeki köyde yaşayan, kıtlık görmüş bir ihtiyar ve kör köpeği Kör’ün öyküsü roman. Son derece büyük bir kuraklığın kol gezdiği, günler aylar ve yılların önemini kaybettiği bir zamanın trajik hikâyesi. Kıtlık felaketinin baş göstermeye başladığı günlerde köy halkının terk ettiği pıtraklı diyar artık bir ıssızlığın tam ortası. Kör köpeğiyle birlikte görünüşte bir mısır fidesini ama aslında umutlarını yaşatma çabasının serencamı.
Umut, azim, dostluk ile dolu bir macera bu. Var olmanın en yalın haliyle karşılaştığımız bu romanda ihtiyarla birlikte terleyip ihtiyarla birlikte susuz kalıyoruz. Romanın dili o kadar etkileyici ve hikâyeyle uyumlu ki (gücünü de buradan alıyor galiba roman) güneşin kavuran sıcaklığı sayfalardan taşıp yüzümüzü yalamaya başlıyor. Katı bir gerçeği damara basarcasına anlatıyor ve zihnimizde kendine has bir yer ediniyor hikâye.
Yaşanan felaketi insanlığa mal edip onu suçlayacak derinlikte değil karakterimiz ya da bu kısmı biz okuyucuya bırakıyor yazar. Yalın bir dilin yanı sıra kafkaesk bir üslubu da var yazarın.
"Hadi gidelim, dedi ihtiyar ayın battığına inanmazsan yıldızların parladığını da göremezsin, şansımızı başka bir yerde arayalım."
Söyleşilerinden okuduğum kadarıyla gençliğinde ciddi iki kuraklık yaşamış Yan Lianke ve bu tehlikenin yeterince ciddiye alınmadığını düşünüyor. Kendisine düşün payın da bu acı gerçeğin altını çizmek olduğunu düşünüyor herhalde. Umudunu taze tutmak için elinden geleni yaparken asıl motivasyon kaynağı ise köyü terk eden haneler döndüğünde onlara da umut olabilmek. Ve varoluşunu simgeleyen mısır filizine gübre olmak için mezarını filizin yanına kazacak kadar da çılgın.
Otuzuncu sayfada ihtiyar “sokağın ortasında durup güneşi kırbaçlamaya başladı. İnce ve sert meşin kırbaç havada yılan gibi kıvrılırken kırbacın ucu şak şak şaklıyordu” derken Don Kişot’a da selam çakıyor ve şöyle devam ediyor: “Göğü açlıktan öldürebilirsin, yeri açlıktan öldürebilirsin ama beni, bu yaşlı adamı, açlıktan öldüremezsin”. Tam burada İsmet Özel dizeleri geliyor aklıma:
“Yaşamak debelenir içimde kıvrak ve küheylan
beni artık ne sıkıntı ne rahatlık haylamaz
çünkü ben ayaklanmanın domurmuş haliyim”
İhtiyar, tam da “Yaşamak umurumdadır” şiirindeki gibi dünyayla kavga etmeye hazır bir nefer. Buyurun siz karar verin. O şiir şöyle bitiyordu.
“Sana bir karşılık vereceğim
toprağı deşen boğuk sesimle
sana bir karşılık vereceğim
amansız kum fırtınası altında
sana bir karşılık vereceğim
birbiri üstüne yığılırken günler”
Dikkat çeken başka bir ayrıntı da romanın masalsı bit bitişle sonlanması: “Köyün yedi hanesinden yedi erkek kalmıştı sadece geriye, hepsi de genç ve güçlü kuvvetliydi, yedi dağ sırtına yedi tane baraka yaptılar, birbirlerine bitişik olmayan yedi tarlaya, güneşin dur durak bilmeyen o keskin ışınları altında, her bir birbirinden körpe olan yedi tane mısır fidesi diktiler.”
Bir övgü de çeviriye. Romanın çevirmeni Erdem Kurtuldu, Çince aslından yaptığı çeviri ile en iyi çeviri ödülünü almış.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
twitter.com/knnysf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder