Henri Lefebvre, bir gündelik hayat ve modernlik düşünürü; Karl Marx'ı bile topa tutacak kadar onun eleştiri ve yenilik anlayışına bağlı. O, tarihsel olarak ise yapıtını tam da postyapısalcı ve postmodern düşüncenin henüz kuluçkaya yattığı İkinci Savaş'ın hemen sonrasında, Marksizm, yapısalcılık ve fenomenolojinin ısıttığı düşünce kümesinin Fransa folluğunda üretti. Hem '68 yürüyüşçülerine hem de Jean Baudrillard başta olmak üzere Fransız postmodern zihniyetine ilham verdi. Dolayısıyla bugün '68 yürüyüşü "yarım kalmış" ve postmodern düşünce "sapma" olarak niteleniyorsa eğer, Lefebvre, "Nerede hata yaptık?" ya da "Nerede kalmıştık?" sorularına cevap aramak için iyi bir başlangıç noktası olabilirdi.
Lefebvre'in Modern Dünyada Gündelik Hayat'ı 1968 tarihli, düşünürün 1946'da yazdığı Gündelik Hayatın Eleştirisi'nin devamı ve 1970 tarihli Kentsel Devrim kitabının eskizleri niteliğinde.
Lefebvre, Max Weber'le değil Karl Marx'la aynı fikirdedir: Modern dünya, büyüden arınmamış tam tersine meta fetişizmi tarafından büyülenmiştir; meta, teolojik inceliklerle dolu mistik bir nesnedir. Ona göre, "Marx, değişim değerinin, paranın, bunların gerçek iktidarının pratikte sınırsız bir yayılma riski taşıdığını" ve bu korkunç gücün nasıl sınırlanabileceğini göstermektedir. Marx'ın önerileri ve uyarıları, iki nedenle hayata geçme şansı bulamamıştır. Bunlardan birincisi, bizzat Marx'ın kendi teorisindeki yetersizlikten kaynaklanmaktadır; Marx, dikkatini kapitalizmin içindeki sanayi üretimine çevirmiş, ama bu arada kentleşmenin sanayi ile bağlantılı fakat aynı zamanda ondan ayrık özgül bir süreç oluşunu anlayamamıştır. İkinci neden ise, Marx'ın teorisini referans alan hareketlerin onu anlayamamaları, sınai örgütlenmenin, planlamanın ve akılcılığın önceliğine inanan 'ekonomizm' ve eylemciliğin, kurumların ve ideolojilerin önceliğini savunan 'politizm' sapmalarına düşmeleridir.
Lefebvre'in modern dünyada toplumsal örgütlenmenin bir nesnesi olarak söz ettiği "gündelik hayat" kavramının anlaşılması çok önemlidir. Ona göre gündelik hayatın tarihi en azından üç kısımdır: Üslûplar; üslûpların sonu ve kültürün yaygınlaşması; gündelik hayatın yerleşmesi ve sağlamlaşması. "İnkalar'da ve Aztekler'de, Yunanistan'da veya Roma'da en ufak detayları; davranışları, aletleri, alışılmış nesneleri, giysileri vs. belirleyen bir 'üslûp' vardı. Kullanılagelen, alışılmış (gündelik) nesneler henüz içlerindeki şiiri yitirmemişlerdi... Bizim gündelik hayatımız ise, üslûba karşı duyulan nostalji, üslûpsuzluk ve inatla bir üslûp aranması gibi özellikleriyle öne çıkar. Üslûbu yoktur; eski üslûpları kullanmaya veya bu üslûpların kalıntıları, yıkıntıları ve anıları içine yerleşmeye yönelik çabalara rağmen kendine bir üslûp yaratmakta başarısız kalır.". Geleneksel üslûpla modern gündelik hayat arasında ise, 19. yüzyılda kapitalizmin kurulmasının ardından gelen, dünyayı anlatmayı üstlenen düzyazının metinleri ve nesneleri istila ettiği kültürün yaygınlaştığı geçiş dönemi yer alır.
Marx, hiçbir zaman ekonomik olanı belirleyici olarak görmese bile, kapitalizmi ekonomik olanın egemen olduğu bir toplum olarak tasarladığı için, ekonomik olanı saldırılması gereken düzey olarak göstermişti. Lefebvre ise "bürokratik yönlendirilmiş tüketim toplumu"nda, ekonomik ve politik mücadelelerin yanı sıra sürekli bir kültür devrimiyle saldırılması gereken hedefin gündelik hayat olduğu kanaatindedir.
"... Gündelik hayatın ağırlığı kadınlar üzerinedir... Erkeklerden, insanlık durumundan, hayattan... şikayetçidirler. Ancak hep ıskalarlar. Kadınlar, gündeliklik içinde hem öznedirler hem de gündelik hayatın kurbanlarıdırlar, dolayısıyla nesnelerdir, ikamedirler (güzellik, dişilik, moda vs.); üstelik ikamelerin çoğalmaları aleyhinedir... Gençlik ve öğrenciler için durum bunun tam tersidir. Onlar gündelik hayatı hiç sınamamışlardır... kullanımlarına açık olan şey, babalığı ve anneliği, kültürü ve boyun eğmeyi bir araya getiren bir olgunluk ideolojisi ya da mitolojisidir... Aydınlar da gündelik hayatın içindedirler... fakat... iyi sınanmış kaçış yöntemleri vardır...
...
Bu toplum akılcı olduğunu öne sürer ve kendisini böyle tanımlar... Bütün gücüyle hiç durmaksızın örgütlenir, bir şeyleri yapılandırır, planlar, programlar. Bilimsellik bu topluma gereken makinaları sağlar... Düzeysiz entrikalar, bilimin son buluşları olarak görülür; kendisinin 'uzman' olduğunu öne süren her aptal, sınırsız bir prestijden faydalanır. Oysa akıldışılık her geçen gün daha da kötüye gitmektedir. İnsanların gerçek yaşamı üzerine en ufak bir araştırma bile, iskambile fal bakıp gelecekten haber verenlerin, büyücülerin ve kırıkçıkıkçıların, yıldız falcılarının rolünü ortaya koyar. Zaten basını takip etmek yeterlidir. İnsanların gündelik hayatlarına bir anlam vermek, yollarını bulmak ve hayatlarını yönlendirmek için reklamdan başka hiçbir şeyleri yokmuş gibidir.
...
Dünyanın (veya daha ziyade Kozmos'un) yeniden doğmakta olan dinselliği karşısında, onu tamamlayan ve telafi eden, daha 'insani'(!) bir Eros dininin doğuşuna tanık oluyoruz.
...
En basit çözümleme bile, birbirinden oldukça farklı, 'yapısal olarak' karşıt iki tür boş zaman kullanımı olduğunu gösterir: a) Derin bir tatminsizlik duygusu bırakan; ilgili kişileri, dehşete düşmüş karısının ve çocuklarının önünde 'Artık her şey mümkün' diye bağırarak gazetesini yırtan Kierkegaard'vari kişilik durumuna düşüren, gündeliklikle bütünleşmiş boş zaman (gazete okuma, televizyon vs.). b) Gidiş beklentisi, bir kopuş gerekliliği, arkadaş çevresi, tatil, doğa, şenlik, delilik aracılığıyla kaçma isteği.
...
Bizim gözümüze görünen gündelik hayat, bilinçaltının mağaraları ve yer altı geçitleriyle Modernlik denilen belirsiz ve yanıltıcı gökyüzü arasında duran bir toprak parçasıdır. En yukarıda sürekliliğin gök kubbesi bulunur. Soğuk, gölgeli bir aydınlığa sahip olan bilimsellik gezegeni; Kadınlık ve Erkeklik diye adlandırılan ikizgenler en büyük gökcisimleridirler. Kuzeyden çok yükseklerde Teknoloji ve Gençlik yıldızları ışıldar. Güvenilirlik gibi gaz bulutları, Güzellik gibi sönmüş yıldızlar, Erotizm'in garip burçları gökyüzünde uzanırlar. Birinci dereceden yıldızlar arasında kentliliği, Kentleşmeyi (Doğallığı ve Akılcılığı unutmamak kaydıyla) sayabiliriz. Aydan daha küçük olan gezegenleri, Kadınlığın yakınlarında bir yerlerde duran Moda'yı (ya da 'moda olmayı'), Sportifliği de unutmamalıyız."
Felsefesizdir, her türlü referansı reddetmektedir bu toplum. Teröristtir aynı zamanda, üyelerine her yönden baskı uygular; üstelik nasıl Protestanlık her bireyi kendi kendisinin papazı haline getirmişse, bu toplumda da her birey kendisinin teröristi haline gelmiştir. Terörist toplum varlığını, işleyişini, bir yazılar yığını altında canlılığını koruyan sözün ve söylemin gücüne borçludur; dil, gündelik hayatı retorik ve imgesel olanla süsleyerek örter, şiddeti gizler. İnsan, bu toplumda bir homo Quotidianus'a, bir gündelik yaratığa dönüşmüştür; insanlıktan çıkmış, otomatlaşmıştır. Gündelik olanı, yalnızca devleti ve mülkiyet ilişkilerini değil, topyekün bir hayatı değiştirecek bir sürekli kültür devrimi perspektifiyle gündelik olan içinde aşmaksızın, bu otomatın yeniden insanlaşması mümkün değildir.
Lefebvre'in bu görüşleri ve geleceğe ilişkin önerileri, birçok bakımdan eleştiriyi hak etmektedirler. Ancak şimdilerde eleştiri, bildik işlevinin aksine, hep alınacak dersin üzerini örtmeye yaradığından, bana "Bugün Lefebvre'den nereye gidebiliriz?" sorusuna bir cevap aramaya çalışmak daha anlamlı görünmektedir. Bu konuda bir fikir ileri sürmek için önce Lefebvre'den bir yerlere gitmiş olanlara bakmalıyız.
Lefebvre'den yola çıkarak Baudrillard'ın postmodern metafiziğine dalmak, çaresizliğin melankolisine kapılmış gibi yapıp yüzeysel düşüncenin hava baloncuklarını zevkle (!) patlatmak mümkündür. Aslında Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Göstergenin Ekonomi Politiğine Eleştirel Bir Bakış ve Üretimin Aynası'nda ve hatta Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm adlı kitabında henüz belirgin biçimde Lefebvre'in tematiğinden hareket etmektedir. Baudrillard'ın bu Lefebvreci çizgisi çoğu zaman hesaba katılmamakta, daha çok onun Göstergenin Ekonomi Politiği...'nden itibaren Marksizmden kesinkes kopuşu üzerinde durulmaktadır. Oysa onun yukarıda sayılan tüm kitapları, Lefebvre'in gündelik hayatın radikal eleştirisine katkı yapan, birçok yerde Lefebvreci tezleri yineleyen metinler olarak okunabilirler.
Tıpkı ilk dönem Baudrillard gibi, postmodernliği Neo-Marksist bir çerçeveden kavramaya çalışan Frederic Jameson'ın Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı ve David Harvey'nin Postmodernliğin Durumu çalışmaları da, biraz zorlamalı da olsa Lefebvre'nin tematiğine katkı sayılabilirler.
Baudrillard, Foucault'yu Unutmak'tan başlayarak daha sonraki çalışmalarında kendisini, gündelik hayatı ve dünyayı değiştirmeye yönelmeyen, iktidar istemini eleştirmek adına kendisini iktidarsızlıkta, dolayısıyla muhafazakârlıkta konumlayan, sözüm ona eleştirel, gerçekte yalnızca "alaycı" bir medyatik mağaraya (mağazaya mı deseydik) kapatmıştır. Son dönem Baudrillard'ınkine benzer bir tarafsızlıkla (!), boş vermişliklerini ve bilgi dağarcıklarını genişletmek isteyenler, Lefebvre'den çıktıkları yolu Mike Featherstone gibi yalnızca betimlemekle yetinen ürkek akademisyenlerin Postmodernizm ve Tüketim Kültürü çalışmalarıyla tamamlayabilirler.
Lefebvre'den yola çıkılarak gidilen yerlerden birisi de, onun çizgisini bazı "özgün" katkılarla sola doğru kıvırarak bir türlü ulaşılamayan yerdir. Bu sonuçsuz yolculuğun birçok maceracısı olmuştur. Örneğin bunlardan Bruce Brown, Marx, Freud ve Günlük Hayatın Eleştirisi'nde sosyalist ütopyanın gerçekleşmesi için Lefebvre'i Marx ve Freud'un evliliklerinin nikah tanığı yapmaya kalkmaktadır. Bizimse böyle fantastik girişimlere bir diyeceğimiz olmamakla birlikte, Lefebvre okumasından çıkardığımız sonuç ve gitmeyi önerdiğimiz yol bambaşkadır.
Bizce Lefebvre postyapısalcı ve postmodern zihin tüneline girişin kapı önünde durmaktadır ve bize göre, bu tünele girilsin istememektedir. O sıralarda Lefebvre'in "bürokratik yönlendirilmiş tüketim toplumu" içinde saydığı "Sosyalist Blok" henüz yaşamaktadır ve dünya iki kutupludur. Aralarında niteliksel bir fark olmadığı halde kutuplardan birisi, Marx'ın mirası üzerine bina olduğunu ileri sürmektedir. Lefebvre, bir yandan Sosyalist Blok'un bu savındaki yanılsamayı bir yandan da yeni bir dünya talep eden filozof Marx'ın bakışındaki eksikliği, biraz fazlaca tarafgir de olsa, gözler önüne sermeye çalışmıştır.
Bugün Sosyalist Blok yoktur ve yıkılışın tüm günahı, özellikle muhafazakârlar tarafından filozof Marx'ın ve onun nezdinde "yeni dünya talebi"nin sırtına yıkılmıştır. Oysa bize düşen, tıpkı Lefebvre gibi (onu eleştirerek ve onun bıraktığı yerden), yeni bir dünya talebinin imkânsızlığı inancının rehavetine kapılmak değil, dün olduğu gibi şimdi de yeni dünya talebinin imkânlarını sorgulamak ve elbette bu arada, yeni dünya talebinin par excellence filozofu Marx'ın yapıtını yeniden düşünmektir. Tüm bunlar için Marx'a karşı nasıl bir duygu taşıdığımızın hiçbir önemi yoktur ve hatta Marksist olmayanlar böyle bir görevi öncelikli olarak üstlenmelidirler.
Kendi adıma, bir süreden beri, toplumun sınıfsal bölünmüşlüğü ve yeni dünya talebi konusunda fikirlerini net olarak beyan etmeyenlerle asla siyaset konuşmuyorum. Artık herkes eteğindeki taşları dökmeli, şimdi kimden ve nasıl bir dünyadan yana olduğunu açık seçik beyan etmelidir.
Erol Göka
twitter.com/erolgoka
* Bu yazı daha evvel Virgül'de (Sayı 12, Ekim 1998) neşredilmiştir.
29 Ocak 2020 Çarşamba
28 Ocak 2020 Salı
Başkasıyla karşılaşmak ya da kendini aramak
"Nihayetinde insan, şiire olduğu gibi, psikanalize de daha iyi sözler için gider."
- Adam Phillips, Hep Vaat Hep Vaat
Son sayfasını bitirdiğimizde zihnimize en esaslısından bir şiir getiren kitaplar, bizde önemli yer tutarlar. Bu cümle burada dursun, sonra döneceğiz. Biraz yazardan bahsetmek isterim.
Klinik psikolog ve psikoterapist Tuğçe Isıyel'i, 14 Ekim 2017'den beri tanıyorum. "Tek başına kalamamak nasıl yalnızlaştırır?" diye sormuştu Gazete Duvar'daki yazısında. Yani ilk tanışmamız, her zaman önemsediğim yalnız kalabilme eylemine dair bir yazıyla olmuştu. Bunun için de o zamandan beri yazılarını ilgiyle, not alarak okurum. Okur-yazar âlemi için 2020'nin güzel başlayacağına bir işaret olarak -ben öyle kabul etmek istiyorum belki de- Isıyel'in ilk kitabı Ya Hiç Karşılaşmasaydık çıktı. Bir okur için güzel müjdedir bu, uzun zamandır takip ettiği bir yazarın ilk kitap heyecanına katılmak ister, o kitabı okurken tıpkı yazılarını okurken yaptığı gibi ve hatta yoğun bir derinleşme ister, yazarla beraber insanı daha çok tanımak ister. Bu istekleri en sancılı ve zevkli biçimde karşılayacağınız yer hiç şüphe yok ki edebiyattır. İşini edebiyatla harmanlamış bir psikolog siz hem daha 'iyi' rahatsız eder hem de ifadeleri daha çok işler içinize. Meselenin özü de bu aslında: Fîhi Mâ Fîh. İçindedir içinde, ne ararsan içindedir, senin içinde...
Şairin imgeyle, psikoloğun danışanla, terzinin kumaşla, müzisyenin enstrümanla, ressamın fırçayla, yönetmenin kamerayla, ustanın çırakla buluşmasından çıkmıyor mu her şey? Bir şey varlığını diğer şeyle kuruyor, genişletiyor, sağlamlaştırıyor. Elbette zarar da görebiliyor. Geri çekilmeler, içe kapanmalar, yaralanmalar... Tuğçe Isıyel henüz kitabının başında, belki de kitabının özetini çıkarıyor. "Nihayetinde bizi oluşturan iki hücrenin karşılaşmasıdır. İki bilinmezin..." diyor. Bu hem kıymetli bir hatırlatma, hem de kadim bir öğreti aslında. Evet belki karşımızdaki 'öteki' diye adlandırılıyor ama sadece bu kadar değil. O öteki, bizi de temsil ediyor şu insanlık denen âlemde. Geldiğimiz yer de belli, gideceğimiz yer de...
Psikoterapi odasından ilişkilere ve edebiyata alt başlığını taşıyan kitabında Isıyel evvela çocukluktan başlıyor, William Wordsworth'ün "Çocuk insanın babasıdır" sözünü hatırlatırcasına. Oradan aileye geçiyor. Sonrasında kimimizin hiç sığamadığı, kimimizin de sığınak yaptığı ev üzerine konuşuyor. "İki oda bir salona sığmayanlar" yazısı, çocukluğu boyunca İstanbul'un bir semtinden başka bir semtine taşınıp duran beni, derinden sarstı diyebilirim. Isıyel'in yazıya seçtiği epigraf bile yetti buna. "Taşınmak kadar / hüzünlü bir kırık yoktur" diyor Özdemir Asaf. Sırf bu yazıdan dikkatli bir okur kendine nice güzel kitaplar seçebilir. Otto Rank'dan Doğum Travması, Alberto Eiguer'den Evin Bilinçdışı -ki çok merak etsem de bir türlü bulamıyorum-, Gaston Bachelard'dan Mekânın Poetikası gibi. Ama gelin, hepsini şimdilik bir kenara koyup yazarın şu önemli satırlarını okuyalım hep beraber: "İnsan kendisine kendisinden içsel bir yuva yapmayı başarırsa -ki bu içsel yuvayı kişinin merkezi olarak düşünebiliriz- ve kendi merkezini kaybetmeden orada "durabilirse" tüm bu duygusal yüklerle baş etmesi biraz olsun kolaylaşır mı acaba? Çünkü iç alan, dış alanı muhakkak şekillendirecektir. Sağlam bir içsel yuva oluşturabilmek, dışarıdaki yuvanın en sarsılmaz zemini olabilir mi? Kişi kendisinden nasıl bir yuva kurar? Sanırım önce kendi benliğini, ruhsal dünyasını sıcak bir yuva gibi kapsayarak... Farkında olalım ya da olmayalım içimizdeki tadilat hiç bitmez. Bitimsiz bir içsel dönüşüm... Sürekli yeni baştan... Taşınmalar ve yerleşmelerle sınanan..."
Sayfaları çevirdikçe ve araları görünmez ipliklerle birbirine bağlanmış gibi hissettiğim konular arasında ilerledikçe; çağlar geçip teknoloji çılgınca ilerlese bile, insan yavrusunun çoğu zaman yavruluk dönemindeki gölgelerle baş etmesi gerektiğini okudum. Daima gülümsemek zorunda olan, hep bir günah keçisi arayan, mutluluk denen fetişizmin bataklığında paranoyak kesilen, 'gün ortasında arzu'yu kovalarken travmalarıyla uğraşmaktan kaçınan, yalnız kalmaktan korkan, ıssızlığının içinde kendi kaybedenler kulübünü kuran, ne evine ne sokağına sığamayan, insandan eşyaya doğadan tatile her şeye 'takılmak' nazarıyla bakan biz modern çağ insanlarına nefes olabilecek bu kitapta birçok farkındalık gizli. Sanırım yazarın okuruyla hemen hemen aynı nesilden olması da sayfalarda altı çizilen sözcüklerin birer öğüt olarak değil bir arkadaşın omuz vermesi biçiminde kabul edilmesini sağlıyor. İşte bir örnek: "Biliyorum ki kendimiz üzerinde çalışmak, ezeli meselelerimizle uğraşmak, çabucak ulaşılabilir bilgi ve görüntü kirliliğinde kolay değil, zaman gerektiriyor ve elbette sabır. Ancak iç dünyamıza yoğunlaşmaktansa sürekli tekrar eden dış dünya meseleleriyle boğuşmak, kendimizle olan temasımızı ciddi anlamda tehdit ediyor. Kendimizi, kendi gerçekliğimizi hatırlamakta ve ona ulaşmakta güçlük çekiyoruz. Sonra o malum yabancılaşma hissi önce kendimizle başlayıp, sonra dış dünyaya doğru sinsice yayılıyor ne yazık ki... Ve dünyaya da kendimize baktığımız o uzak mesafeden, o isli pencereden bakmaya başlıyoruz."
Bir filmin en kuvvetli sahnesi gibi yazılmış bir bölüm var kitapta: Psikologlar da Ağlar. Şaşırırız elbette bir psikoloğun hüngür hüngür ağlamasına. Oysa Jung, “Yarası olmayan, şifacı/iyileştirici olamaz” diyor. Kısaca damdan düşmüş olanın hâlini yine damdan düşmüş olan anlıyor. Etiketler, gösterişler ve şovlar dünyasında her şeye bir kılıf bulmakta üstümüze olmadığından olsa gerek, kedi besleyen herkesi 'depresyon' hastası ilan ediyoruz. Diyelim ki öyle, belki yüzlerce kitapta depresyonun kişiye hayatını, seçimlerini, ilişkilerini sorgulatttığı yazılı. Bu durumda depresyon bir sağlık belirtisi olarak bile kabul edilebilir. Bunca hastalığın ve savaşın normalleştiği bir dünyada, ruhun tüm bu olup bitenlere tepki göstermesinden daha doğal ne olabilir? Bunalım, kayıp, melankoli, yas... Hepsi hayatın her anında karşımıza çıkabilecek şeyler. Bunlar ne kadar acıysa, bu acının içinde yatan gerçekler de yazarın süzüp okura sundukları arasında yer alıyor: "Hayatımız kayıplarla ve vazgeçişlerle örülü bir yolculuk. Yaslar bu yolculuğun mola yerleri gibi. Yas-lana yas-lana bu yolculuğu tamamlarız. Dünyaya adımımızı atar atmaz başlar kayıplar. Sözgelimi önce anne rahmindeki selametimizi kaybederiz ve kendi cennetimizden dünyaya kovuluruz. Gerisi çorap söküğü gibi gelir; anne memesinden ayrılırız, anne kucağından, anne evinden... Sonra bu kayıpların başka türevleri olur. Bununla bağlantılı olarak depresif hallere girer çıkarız. Bir yerlerde takılı kalıp kımıldayamadığımızda içsel kayıp hissimiz o kadar yoğun olur ki depresyon artık kaçınılmazdır. İşte tam orası çok acır ama sesini duymamız gereken yer de tam orasıdır."
Kendimce; bir yerlerde kaybolmayı, düşünerek ya da hiçbir şey yapmadan, belki sadece müzik dinleyerek yürüyüşlere çıkmayı, 'içedönük'ler arasında yer almayı seven biri olarak -kedim de var!- çok samimi, çok yakın buldum bu kitabı. Üç yılda bir okuduğum Engin Geçtan'ın İnsan Olmak kitabı gibi bir yer etti bende. Yukarıda da dediğim gibi, bunda Tuğçe Isıyel'le aynı nesilden olmamızın ciddi bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Biri bize öğüt verince ağır, omuz verince iyi geliyor...
Bu yazının başında, son sayfasını bitirdiğimizde zihnimize en esaslısından şiir getiren kitaplar bizde önemli yer tutarlar demiştim ya hani, İşte Ya Hiç Karşılaşmasaydık, bana İsmet Özel'in Sebeb-i Telif şiirindeki "Diyorum hepimizin bir gizli adı olsa gerek / belki çocuk ve ihtiyar, belki kadın ve erkek / hepimiz, her birimiz gizli bir isimle adaşız" dizelerini hatırlattı. Şair, bu dizelerini şerh edercesine şunları da söylemişti üstelik: "İnsan, ömrü boyunca bir muhatap arar. Üstelik, insanlar arasında bunu bulamayacağını bile bile yapar. Ama bu arayıştan vazgeçmesi mümkün değildir."
Başkasıyla karşılaşmak ya da kendini aramak dedim yazının başlığına. Karşılaştığımız her insanda aslında varoluşsal soru(n)larımızın cevaplarını buluyoruz. Bunu ya fark ediyoruz ya da etmiyoruz. Halbuki bunu bir anlasak, yaşayışımızdaki anlam daha da berraklaşacak. Tolstoy, Savaş ve Barış'ta "Yaşama hâlâ değer veriyorsam bunun tek nedeni: Bana hayat verecek, beni arındıracak ve yüceltecek bir varlıkla karşılaşma ümididir" diye boşuna mı yazdı...
Tuğçe Isıyel'in ilk kitabı Ya Hiç Karşılaşmasaydık; arayışlar ve kayboluşlar arasında bizi anlamaya çabalayan, hem cümleleriyle hem de atıfta bulunduğu kitaplarla nefes olan, ağlamayı ve kedi beslemeyi normal(!) bulan, yılın ilk güzel ve umut dolu kitaplarından...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Adam Phillips, Hep Vaat Hep Vaat
Son sayfasını bitirdiğimizde zihnimize en esaslısından bir şiir getiren kitaplar, bizde önemli yer tutarlar. Bu cümle burada dursun, sonra döneceğiz. Biraz yazardan bahsetmek isterim.
Klinik psikolog ve psikoterapist Tuğçe Isıyel'i, 14 Ekim 2017'den beri tanıyorum. "Tek başına kalamamak nasıl yalnızlaştırır?" diye sormuştu Gazete Duvar'daki yazısında. Yani ilk tanışmamız, her zaman önemsediğim yalnız kalabilme eylemine dair bir yazıyla olmuştu. Bunun için de o zamandan beri yazılarını ilgiyle, not alarak okurum. Okur-yazar âlemi için 2020'nin güzel başlayacağına bir işaret olarak -ben öyle kabul etmek istiyorum belki de- Isıyel'in ilk kitabı Ya Hiç Karşılaşmasaydık çıktı. Bir okur için güzel müjdedir bu, uzun zamandır takip ettiği bir yazarın ilk kitap heyecanına katılmak ister, o kitabı okurken tıpkı yazılarını okurken yaptığı gibi ve hatta yoğun bir derinleşme ister, yazarla beraber insanı daha çok tanımak ister. Bu istekleri en sancılı ve zevkli biçimde karşılayacağınız yer hiç şüphe yok ki edebiyattır. İşini edebiyatla harmanlamış bir psikolog siz hem daha 'iyi' rahatsız eder hem de ifadeleri daha çok işler içinize. Meselenin özü de bu aslında: Fîhi Mâ Fîh. İçindedir içinde, ne ararsan içindedir, senin içinde...
Şairin imgeyle, psikoloğun danışanla, terzinin kumaşla, müzisyenin enstrümanla, ressamın fırçayla, yönetmenin kamerayla, ustanın çırakla buluşmasından çıkmıyor mu her şey? Bir şey varlığını diğer şeyle kuruyor, genişletiyor, sağlamlaştırıyor. Elbette zarar da görebiliyor. Geri çekilmeler, içe kapanmalar, yaralanmalar... Tuğçe Isıyel henüz kitabının başında, belki de kitabının özetini çıkarıyor. "Nihayetinde bizi oluşturan iki hücrenin karşılaşmasıdır. İki bilinmezin..." diyor. Bu hem kıymetli bir hatırlatma, hem de kadim bir öğreti aslında. Evet belki karşımızdaki 'öteki' diye adlandırılıyor ama sadece bu kadar değil. O öteki, bizi de temsil ediyor şu insanlık denen âlemde. Geldiğimiz yer de belli, gideceğimiz yer de...
Psikoterapi odasından ilişkilere ve edebiyata alt başlığını taşıyan kitabında Isıyel evvela çocukluktan başlıyor, William Wordsworth'ün "Çocuk insanın babasıdır" sözünü hatırlatırcasına. Oradan aileye geçiyor. Sonrasında kimimizin hiç sığamadığı, kimimizin de sığınak yaptığı ev üzerine konuşuyor. "İki oda bir salona sığmayanlar" yazısı, çocukluğu boyunca İstanbul'un bir semtinden başka bir semtine taşınıp duran beni, derinden sarstı diyebilirim. Isıyel'in yazıya seçtiği epigraf bile yetti buna. "Taşınmak kadar / hüzünlü bir kırık yoktur" diyor Özdemir Asaf. Sırf bu yazıdan dikkatli bir okur kendine nice güzel kitaplar seçebilir. Otto Rank'dan Doğum Travması, Alberto Eiguer'den Evin Bilinçdışı -ki çok merak etsem de bir türlü bulamıyorum-, Gaston Bachelard'dan Mekânın Poetikası gibi. Ama gelin, hepsini şimdilik bir kenara koyup yazarın şu önemli satırlarını okuyalım hep beraber: "İnsan kendisine kendisinden içsel bir yuva yapmayı başarırsa -ki bu içsel yuvayı kişinin merkezi olarak düşünebiliriz- ve kendi merkezini kaybetmeden orada "durabilirse" tüm bu duygusal yüklerle baş etmesi biraz olsun kolaylaşır mı acaba? Çünkü iç alan, dış alanı muhakkak şekillendirecektir. Sağlam bir içsel yuva oluşturabilmek, dışarıdaki yuvanın en sarsılmaz zemini olabilir mi? Kişi kendisinden nasıl bir yuva kurar? Sanırım önce kendi benliğini, ruhsal dünyasını sıcak bir yuva gibi kapsayarak... Farkında olalım ya da olmayalım içimizdeki tadilat hiç bitmez. Bitimsiz bir içsel dönüşüm... Sürekli yeni baştan... Taşınmalar ve yerleşmelerle sınanan..."
Sayfaları çevirdikçe ve araları görünmez ipliklerle birbirine bağlanmış gibi hissettiğim konular arasında ilerledikçe; çağlar geçip teknoloji çılgınca ilerlese bile, insan yavrusunun çoğu zaman yavruluk dönemindeki gölgelerle baş etmesi gerektiğini okudum. Daima gülümsemek zorunda olan, hep bir günah keçisi arayan, mutluluk denen fetişizmin bataklığında paranoyak kesilen, 'gün ortasında arzu'yu kovalarken travmalarıyla uğraşmaktan kaçınan, yalnız kalmaktan korkan, ıssızlığının içinde kendi kaybedenler kulübünü kuran, ne evine ne sokağına sığamayan, insandan eşyaya doğadan tatile her şeye 'takılmak' nazarıyla bakan biz modern çağ insanlarına nefes olabilecek bu kitapta birçok farkındalık gizli. Sanırım yazarın okuruyla hemen hemen aynı nesilden olması da sayfalarda altı çizilen sözcüklerin birer öğüt olarak değil bir arkadaşın omuz vermesi biçiminde kabul edilmesini sağlıyor. İşte bir örnek: "Biliyorum ki kendimiz üzerinde çalışmak, ezeli meselelerimizle uğraşmak, çabucak ulaşılabilir bilgi ve görüntü kirliliğinde kolay değil, zaman gerektiriyor ve elbette sabır. Ancak iç dünyamıza yoğunlaşmaktansa sürekli tekrar eden dış dünya meseleleriyle boğuşmak, kendimizle olan temasımızı ciddi anlamda tehdit ediyor. Kendimizi, kendi gerçekliğimizi hatırlamakta ve ona ulaşmakta güçlük çekiyoruz. Sonra o malum yabancılaşma hissi önce kendimizle başlayıp, sonra dış dünyaya doğru sinsice yayılıyor ne yazık ki... Ve dünyaya da kendimize baktığımız o uzak mesafeden, o isli pencereden bakmaya başlıyoruz."
Bir filmin en kuvvetli sahnesi gibi yazılmış bir bölüm var kitapta: Psikologlar da Ağlar. Şaşırırız elbette bir psikoloğun hüngür hüngür ağlamasına. Oysa Jung, “Yarası olmayan, şifacı/iyileştirici olamaz” diyor. Kısaca damdan düşmüş olanın hâlini yine damdan düşmüş olan anlıyor. Etiketler, gösterişler ve şovlar dünyasında her şeye bir kılıf bulmakta üstümüze olmadığından olsa gerek, kedi besleyen herkesi 'depresyon' hastası ilan ediyoruz. Diyelim ki öyle, belki yüzlerce kitapta depresyonun kişiye hayatını, seçimlerini, ilişkilerini sorgulatttığı yazılı. Bu durumda depresyon bir sağlık belirtisi olarak bile kabul edilebilir. Bunca hastalığın ve savaşın normalleştiği bir dünyada, ruhun tüm bu olup bitenlere tepki göstermesinden daha doğal ne olabilir? Bunalım, kayıp, melankoli, yas... Hepsi hayatın her anında karşımıza çıkabilecek şeyler. Bunlar ne kadar acıysa, bu acının içinde yatan gerçekler de yazarın süzüp okura sundukları arasında yer alıyor: "Hayatımız kayıplarla ve vazgeçişlerle örülü bir yolculuk. Yaslar bu yolculuğun mola yerleri gibi. Yas-lana yas-lana bu yolculuğu tamamlarız. Dünyaya adımımızı atar atmaz başlar kayıplar. Sözgelimi önce anne rahmindeki selametimizi kaybederiz ve kendi cennetimizden dünyaya kovuluruz. Gerisi çorap söküğü gibi gelir; anne memesinden ayrılırız, anne kucağından, anne evinden... Sonra bu kayıpların başka türevleri olur. Bununla bağlantılı olarak depresif hallere girer çıkarız. Bir yerlerde takılı kalıp kımıldayamadığımızda içsel kayıp hissimiz o kadar yoğun olur ki depresyon artık kaçınılmazdır. İşte tam orası çok acır ama sesini duymamız gereken yer de tam orasıdır."
Kendimce; bir yerlerde kaybolmayı, düşünerek ya da hiçbir şey yapmadan, belki sadece müzik dinleyerek yürüyüşlere çıkmayı, 'içedönük'ler arasında yer almayı seven biri olarak -kedim de var!- çok samimi, çok yakın buldum bu kitabı. Üç yılda bir okuduğum Engin Geçtan'ın İnsan Olmak kitabı gibi bir yer etti bende. Yukarıda da dediğim gibi, bunda Tuğçe Isıyel'le aynı nesilden olmamızın ciddi bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Biri bize öğüt verince ağır, omuz verince iyi geliyor...
Bu yazının başında, son sayfasını bitirdiğimizde zihnimize en esaslısından şiir getiren kitaplar bizde önemli yer tutarlar demiştim ya hani, İşte Ya Hiç Karşılaşmasaydık, bana İsmet Özel'in Sebeb-i Telif şiirindeki "Diyorum hepimizin bir gizli adı olsa gerek / belki çocuk ve ihtiyar, belki kadın ve erkek / hepimiz, her birimiz gizli bir isimle adaşız" dizelerini hatırlattı. Şair, bu dizelerini şerh edercesine şunları da söylemişti üstelik: "İnsan, ömrü boyunca bir muhatap arar. Üstelik, insanlar arasında bunu bulamayacağını bile bile yapar. Ama bu arayıştan vazgeçmesi mümkün değildir."
Başkasıyla karşılaşmak ya da kendini aramak dedim yazının başlığına. Karşılaştığımız her insanda aslında varoluşsal soru(n)larımızın cevaplarını buluyoruz. Bunu ya fark ediyoruz ya da etmiyoruz. Halbuki bunu bir anlasak, yaşayışımızdaki anlam daha da berraklaşacak. Tolstoy, Savaş ve Barış'ta "Yaşama hâlâ değer veriyorsam bunun tek nedeni: Bana hayat verecek, beni arındıracak ve yüceltecek bir varlıkla karşılaşma ümididir" diye boşuna mı yazdı...
Tuğçe Isıyel'in ilk kitabı Ya Hiç Karşılaşmasaydık; arayışlar ve kayboluşlar arasında bizi anlamaya çabalayan, hem cümleleriyle hem de atıfta bulunduğu kitaplarla nefes olan, ağlamayı ve kedi beslemeyi normal(!) bulan, yılın ilk güzel ve umut dolu kitaplarından...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
24 Ocak 2020 Cuma
Sevgili arsız tarihimiz
Her romancı çağının tanığı olmakla yükümlüdür, her roman toplumsal bilincin yansımasıdır bu yüzden. Resmi tarih kayıtlarına geçmeyen toplumsal duyuş ve yaşayış romanlarda görülür. Latife Tekin'in Sevgili Arsız Ölüm romanı da bize bir çeşit Türk toplum tarihi okuması sunuyor. Roman kahramanlarının karakter özellikleri; roman boyunca yaşadıkları, olaylar karşısındaki tepkileri Türk toplumunu oluşturan farklı dinamikleri işaret ediyor. Bu işaretler üzerinden tarihi süreç içinde toplumsal hafızamızdaki izleri de okuyabiliyoruz.
Romanın başında mekan, büyük şehre uzak bir Anadolu köyüdür. Köylülerin doğa olaylarına ve insan davranışlarına yönelik yorum ve davranışları alabildiğine doğulu. Cinler, periler, büyü, fal gibi pek çok motif günlük yaşayışın bir parçası durumunda. Huvat, bu ortamın içine büyük şehirden sürekli yeni bir icat getiriyor köye ve köylüleri her defasında şaşırtıyor. Böylesi bir ortamda akılcı bir sorgulama elbette kendine yer bulamıyor. Atiye karakteri, Huvat'ın eşi olarak yine köye Huvat tarafından getiriliyor. Atiye köye ve köylülere ve dahi köylülerin adetlerine yabancı olmasına rağmen kısa sürede kendini bütün köylüye kabullendiriyor, kendisi de buradaki yaşamına alışıyor. Aile içinde annenin rolüyle hükümetin rolü arasında bir ilişki kurmak mümkündür. Baba da devlet olarak düşünülebilir. Bu benzetmeyle beraber bu aileyi Osmanlı'dan Türkiye'ye uzanan bir medeniyet serüveni içinde izleyebiliyoruz roman boyunca.
Roman, aile dışındaki karakterlere yalnızca aile bireylerine sirayet ettikleri oranda yer veriyor. Aile bireyleri her ne kadar dış dünyaya açılmaya çalışsalar da bu çabalar kısa süreli birer girişim olarak kalıyor. Türk toplumunun dünyaya açılmaya çalıştığını iddia etmesine rağmen gerçek anlamda kendi içinde bir kısır döngüye mahkum olduğu gerçeği bu durumla örneklenmiş.
Roman kahramanlarından Huvat, köye büyükşehirden sürekli yeni bir şey getiriyor ama bu yeni icat köydeki yaşamı değiştirmekten ziyade sadece kısa bir süre şaşkınlığa neden oluyor, kaldı ki Huvat da bu getirdiklerini köylünün yaşamını kolaylaştırmak için değil sadece kendinden söz ettirmek için kullanıyor. Zaman zaman iyi niyetli birtakım yinilikler de yapıyor hatta yeni parti çalışmalarına ön ayak olarak köye hizmet de getirmek istiyor ve köylüye sitem ettiği de oluyor. Bütün bu yönleriyle "aydın" ya da daha doğru bir tanımla "kanaat önderi" profili çiziyor. Öyle ki bu kanaat önderi hükümeti de köye dışarıdan getiriyor. Hükümet, kısa sürede yeni topluma ayak uyduruyor ve zamanla bu toplumun en güçlü savunucusu olup çıkıyor. Türk demokrasisi ve hükümet yapısı da bu duruma benzer bir özellik gösterir.
Aile köy ortamında varlığını sürdürürken çeşitli zorluklarla başetmeye çalışıyor. Bu süreçte Atiye'yi köyde çocuklarla yalnız bırakan Huvat halkı ve hükümeti sürekli yalnız bırakan sözümona aydınımızı işaret ediyor. Sırasıyla Halit, Seyit, Nuğber, Dirmit ve Mahmut adlarında beş çocuk doğuran Atiye, çocuklarıyla ilgili yaşadığı her sorunda köyün dışında olan Huvat'ı bir vesileyle köye çağırarak sorunu çözmeye çalışıyor. Bu da hükümler ve aydınlarımız arasındaki ilişkiye dair güzel bir benzetme. Özellikle Dirmit ve köylüler arasındaki ilişki, toplumun akılcı yaklaşıma ve eleştiriye karşı takındığı tavrı örneklendirmesi itibariyle dikkatle okunmalı.
Köyde barınamayacaklarını anlayan aile çözümü İstanbul'a göçmekte bulur. Aile bireyleri burada da bir varoluş mücadelesinin içine giriyor. Burada da aile bireylerinin ilişkileri üzerinden bir toplum okuması yapmak mümkün. Ailenin üç erkek çocuğu sürekli bir iş kurma mücadelesi içindeler ama bir türlü istikrarı yakalayamıyorlar. Zaman zaman kestirme ve yanlış yollara sapıyor ve sonuçsuz kalıyorlar. Atiye, roman boyunca evlatlarının kendilerini kurtarmasını bekliyor ama aile bireyleri birlikte hareket etmeyi bir türlü başaramıyor. Her bir kardeş kendince bir kurtuluş yolu buluyor ve kısa süreli olacak şeklide başarılı da oluyor. Bu kısa süreli başarı dönemlerinde aile bireyleri eve para getiren kişiye göre yeniden konum belirliyor. Bu durum siyasi partilerin ülkeyi kurtarmak için yaptıkları kısa süreli, plansız ve sonuçsuz çabalarını çağrıştırıyor.
Romanın dil ve anlatımı da Türk toplum yapısını yansıtacak biçimde. Roman boyunca bir çeşit masal dili kullanıyor yazar. Azrail, cinler, tulumba, kus kus otu gibi hayali karakterler roman gerçekliği içinde güçlü birer motif olarak öne çıkıyor. Yüzyıllık Yalnızlık romanındaki destansı anlatımla Şeker Portakalı'ndaki masalsı anlatımı Türk toplumunun dinamikleri ve sözlü edebiyatımızın imkanlarıyla, manevi kültür unsurlarımızı harmanlayarak sunan başarılı bir roman.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
Romanın başında mekan, büyük şehre uzak bir Anadolu köyüdür. Köylülerin doğa olaylarına ve insan davranışlarına yönelik yorum ve davranışları alabildiğine doğulu. Cinler, periler, büyü, fal gibi pek çok motif günlük yaşayışın bir parçası durumunda. Huvat, bu ortamın içine büyük şehirden sürekli yeni bir icat getiriyor köye ve köylüleri her defasında şaşırtıyor. Böylesi bir ortamda akılcı bir sorgulama elbette kendine yer bulamıyor. Atiye karakteri, Huvat'ın eşi olarak yine köye Huvat tarafından getiriliyor. Atiye köye ve köylülere ve dahi köylülerin adetlerine yabancı olmasına rağmen kısa sürede kendini bütün köylüye kabullendiriyor, kendisi de buradaki yaşamına alışıyor. Aile içinde annenin rolüyle hükümetin rolü arasında bir ilişki kurmak mümkündür. Baba da devlet olarak düşünülebilir. Bu benzetmeyle beraber bu aileyi Osmanlı'dan Türkiye'ye uzanan bir medeniyet serüveni içinde izleyebiliyoruz roman boyunca.
Roman, aile dışındaki karakterlere yalnızca aile bireylerine sirayet ettikleri oranda yer veriyor. Aile bireyleri her ne kadar dış dünyaya açılmaya çalışsalar da bu çabalar kısa süreli birer girişim olarak kalıyor. Türk toplumunun dünyaya açılmaya çalıştığını iddia etmesine rağmen gerçek anlamda kendi içinde bir kısır döngüye mahkum olduğu gerçeği bu durumla örneklenmiş.
Roman kahramanlarından Huvat, köye büyükşehirden sürekli yeni bir şey getiriyor ama bu yeni icat köydeki yaşamı değiştirmekten ziyade sadece kısa bir süre şaşkınlığa neden oluyor, kaldı ki Huvat da bu getirdiklerini köylünün yaşamını kolaylaştırmak için değil sadece kendinden söz ettirmek için kullanıyor. Zaman zaman iyi niyetli birtakım yinilikler de yapıyor hatta yeni parti çalışmalarına ön ayak olarak köye hizmet de getirmek istiyor ve köylüye sitem ettiği de oluyor. Bütün bu yönleriyle "aydın" ya da daha doğru bir tanımla "kanaat önderi" profili çiziyor. Öyle ki bu kanaat önderi hükümeti de köye dışarıdan getiriyor. Hükümet, kısa sürede yeni topluma ayak uyduruyor ve zamanla bu toplumun en güçlü savunucusu olup çıkıyor. Türk demokrasisi ve hükümet yapısı da bu duruma benzer bir özellik gösterir.
Aile köy ortamında varlığını sürdürürken çeşitli zorluklarla başetmeye çalışıyor. Bu süreçte Atiye'yi köyde çocuklarla yalnız bırakan Huvat halkı ve hükümeti sürekli yalnız bırakan sözümona aydınımızı işaret ediyor. Sırasıyla Halit, Seyit, Nuğber, Dirmit ve Mahmut adlarında beş çocuk doğuran Atiye, çocuklarıyla ilgili yaşadığı her sorunda köyün dışında olan Huvat'ı bir vesileyle köye çağırarak sorunu çözmeye çalışıyor. Bu da hükümler ve aydınlarımız arasındaki ilişkiye dair güzel bir benzetme. Özellikle Dirmit ve köylüler arasındaki ilişki, toplumun akılcı yaklaşıma ve eleştiriye karşı takındığı tavrı örneklendirmesi itibariyle dikkatle okunmalı.
Köyde barınamayacaklarını anlayan aile çözümü İstanbul'a göçmekte bulur. Aile bireyleri burada da bir varoluş mücadelesinin içine giriyor. Burada da aile bireylerinin ilişkileri üzerinden bir toplum okuması yapmak mümkün. Ailenin üç erkek çocuğu sürekli bir iş kurma mücadelesi içindeler ama bir türlü istikrarı yakalayamıyorlar. Zaman zaman kestirme ve yanlış yollara sapıyor ve sonuçsuz kalıyorlar. Atiye, roman boyunca evlatlarının kendilerini kurtarmasını bekliyor ama aile bireyleri birlikte hareket etmeyi bir türlü başaramıyor. Her bir kardeş kendince bir kurtuluş yolu buluyor ve kısa süreli olacak şeklide başarılı da oluyor. Bu kısa süreli başarı dönemlerinde aile bireyleri eve para getiren kişiye göre yeniden konum belirliyor. Bu durum siyasi partilerin ülkeyi kurtarmak için yaptıkları kısa süreli, plansız ve sonuçsuz çabalarını çağrıştırıyor.
Romanın dil ve anlatımı da Türk toplum yapısını yansıtacak biçimde. Roman boyunca bir çeşit masal dili kullanıyor yazar. Azrail, cinler, tulumba, kus kus otu gibi hayali karakterler roman gerçekliği içinde güçlü birer motif olarak öne çıkıyor. Yüzyıllık Yalnızlık romanındaki destansı anlatımla Şeker Portakalı'ndaki masalsı anlatımı Türk toplumunun dinamikleri ve sözlü edebiyatımızın imkanlarıyla, manevi kültür unsurlarımızı harmanlayarak sunan başarılı bir roman.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
22 Ocak 2020 Çarşamba
Çocuklarla sağlıklı iletişim nasıl kurulur?
Bir ruhiyatçı, bir ebeveyn ve zaman zaman medyada görüşlerini dile getiren birisi olarak hem en çok karşılaştığım sorular hem de en çok görüş bildirmek istediğim konular, çocuklarla iletişim hakkındadır. Buna rağmen çocuklarla iletişim hakkında çok az söz alırız. Bunun bir nedeni, (her ne kadar ortak eğitim alanlarımız olsa da) çocuk psikolojisi ve psikiyatrisinin, pedagojinin ayrı bir uzmanlık olması diğer nedeni de yanlış anlaşılma, hata yapma korkusu. Ama baştan söylediğim gibi, bu alanda o kadar çok soru ve sorun var ki, çocuklarla iletişim konusundaki genel doğruları ve ilkeleri her ruhiyatçının becerebildiğince dile getirmesi lazım. Burada ve televizyon programlarında elimizden geldiğince biz de öyle yapmaya çalışıyoruz.
İletişim konusundaki her kitabı kolayca tavsiye edemem. Zira hemen tamamı Batı mahreçlidir ve kültürümüze aktarılırken bir süzgeçten geçirilmesi, bize uygun şekilde tercüme edilmesi gerekir. Geçenlerde elime ulaşan, Mikael Krogerus ve Roman Tschappeler’in The Kitap Yayınları’ndan, Fatma Özmeral çevirisiyle çıkan “İletişim Kitabı: Doğru İletişim İçin 44 Fikir” sanıyorum bu konuda bir istisna. Başta psikoloji olmak üzere iletişim alanına aktarılabilecek bilgi dallarından genel doğruları çok iyi bulup çıkarmış ve basitleştirerek ifade etmiş yazarlar. Daha önce de dünya çapında başarı kazanmış üç önemli kitap daha yazmışlar.
Ünlü medya iletişim teorisyeni Marshall McLuhan’ın sert medya eleştirisinin altında muhafazakâr bir Katolik olmasının yatması, “halkla ilişkiler”in mucidi Edward L. Bernays’ın psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un yeğeni olması gibi birçok ilginç yeni bilgi öğreniyorsunuz kitaptan. Bölümler, ünlü düşünürlerden kıssadan hisse niteliğinde sözlerle bitiyor. Mesela “Akıllı telefonumuza bakmazsak ne olur?” bölümü, Peter Sloterdijk’in “’Düşünüyorum, öyleyse varım,’ sözü 21. yüzyılda geçerliliğini yitirmiş, yerini "İnsanlar beni düşünmeye başlıyor, öyleyse varım,’ tabiri almıştır” sözüyle noktalanıyor. Tüm bunların yanı sıra bu kitabı benim için değerli kılan asıl husus, itiraz edebileceğim çok az nokta ihtiva etmesi. Özellikle çocuklarla iletişimle ilgili bölümü çok beğendim. Müsaade ederseniz kitapla ilgili bir fikir edinebilmek ve yazarların çocuklarla iletişim konusundaki önerilerini kafanızda tartabilmeniz için “Çocuklarla nasıl konuşuruz (kendi çocuğumuz olmasa bile)?” başlıklı o bölümü aktaracağım:
“. Rol model olun: Eylemler sözcüklerden daha çok şey anlatır. Çocuk ona bağırıldığında çığlık atmaması gerektiğini anlamaz.
. Şekil değil içerik önemlidir: Çocuk, ‘Atları boyuyorum’ diyorsa ve atları boyadığı sürece sorun yoktur.
. Tutarlı olmak: ‘Hayır’, ‘Hayır’ anlamına gelir. Çocuğunuz süpermarket kasasının önünde sinir krizi geçirse bile.
. Kaçamak noktası: Sadece saygınlığınızı kaybetmeden geri alabileceğiniz tehditleri söyleyin. Yani, ‘Şimdi durmazsan, tatile gitmeyiz’ demeyin.
. Tehditleri hemen uygulayın: Tehditlerinizi doğrudan uygularsanız çocuklar daha hızlı ve etkin bir şekilde öğrenirler. Örneğin oyuncağını elinden bir hafta süreyle (uzun süre, küçük etki) almak yerine, iki dakikalığına on kez almak (kısa süre, büyük etki) daha iyidir.
. Çocuğu değil eylemi övün: ‘Bunu harika yapıyorsun’ demek, ‘Sen harikasın’ demekten daha iyidir.
. Kötü davranışları görmezden gelin: Eğer çocuk sizin düşüncelerinize göre hareket etmiyorsa, sizi veya başkalarını tehlikeye atmadığı sürece, onu azarlamaktansa, görmezden gelmek daha iyidir (‘seçici dikkat’).
. Teklif alternatifleri: Çocuğa seçimler veya eylem alternatifleri sunun. Ama asla ikiden fazla seçenek olmamalı. Bu sadece mantıklı olduğunda yapılmalıdır. (Diş fırçalamanın başka bir alternatifi yoktur.)
. Çocuğun ne yapmaması gerektiğini değil, ne yapması gerektiğini söyleyin: ‘Koşma!’ yerine ‘Lütfen yavaş ol!’ deyin.
. Cevaplanabilir sorular sorun: ‘Bugün okul nasıldı?’ diye sormak, bir çocuk için ‘2014 yılının mart ve nisan ayı nasıl geçti?’ sorusu kadar cevaplaması zor bir sorudur.
. Yetişkinler de eskiden çocuktular. Ancak iletişim kuralları her yaş için geçerlidir.
Sorunlu insanları düzeltmek yerine, güçlü çocuklar yetiştirmek daha kolaydır. (Frederick Douglas)”…
İnşallah işinize yaramıştır bu bilgiler ve kitap hakkında bir fikir edinebilmişsinizdir.
Erol Göka
twitter.com/erolgoka
* Bu yazı daha evvel Yenişafak'ta yayınlanmıştır.
İletişim konusundaki her kitabı kolayca tavsiye edemem. Zira hemen tamamı Batı mahreçlidir ve kültürümüze aktarılırken bir süzgeçten geçirilmesi, bize uygun şekilde tercüme edilmesi gerekir. Geçenlerde elime ulaşan, Mikael Krogerus ve Roman Tschappeler’in The Kitap Yayınları’ndan, Fatma Özmeral çevirisiyle çıkan “İletişim Kitabı: Doğru İletişim İçin 44 Fikir” sanıyorum bu konuda bir istisna. Başta psikoloji olmak üzere iletişim alanına aktarılabilecek bilgi dallarından genel doğruları çok iyi bulup çıkarmış ve basitleştirerek ifade etmiş yazarlar. Daha önce de dünya çapında başarı kazanmış üç önemli kitap daha yazmışlar.
Ünlü medya iletişim teorisyeni Marshall McLuhan’ın sert medya eleştirisinin altında muhafazakâr bir Katolik olmasının yatması, “halkla ilişkiler”in mucidi Edward L. Bernays’ın psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un yeğeni olması gibi birçok ilginç yeni bilgi öğreniyorsunuz kitaptan. Bölümler, ünlü düşünürlerden kıssadan hisse niteliğinde sözlerle bitiyor. Mesela “Akıllı telefonumuza bakmazsak ne olur?” bölümü, Peter Sloterdijk’in “’Düşünüyorum, öyleyse varım,’ sözü 21. yüzyılda geçerliliğini yitirmiş, yerini "İnsanlar beni düşünmeye başlıyor, öyleyse varım,’ tabiri almıştır” sözüyle noktalanıyor. Tüm bunların yanı sıra bu kitabı benim için değerli kılan asıl husus, itiraz edebileceğim çok az nokta ihtiva etmesi. Özellikle çocuklarla iletişimle ilgili bölümü çok beğendim. Müsaade ederseniz kitapla ilgili bir fikir edinebilmek ve yazarların çocuklarla iletişim konusundaki önerilerini kafanızda tartabilmeniz için “Çocuklarla nasıl konuşuruz (kendi çocuğumuz olmasa bile)?” başlıklı o bölümü aktaracağım:
“. Rol model olun: Eylemler sözcüklerden daha çok şey anlatır. Çocuk ona bağırıldığında çığlık atmaması gerektiğini anlamaz.
. Şekil değil içerik önemlidir: Çocuk, ‘Atları boyuyorum’ diyorsa ve atları boyadığı sürece sorun yoktur.
. Tutarlı olmak: ‘Hayır’, ‘Hayır’ anlamına gelir. Çocuğunuz süpermarket kasasının önünde sinir krizi geçirse bile.
. Kaçamak noktası: Sadece saygınlığınızı kaybetmeden geri alabileceğiniz tehditleri söyleyin. Yani, ‘Şimdi durmazsan, tatile gitmeyiz’ demeyin.
. Tehditleri hemen uygulayın: Tehditlerinizi doğrudan uygularsanız çocuklar daha hızlı ve etkin bir şekilde öğrenirler. Örneğin oyuncağını elinden bir hafta süreyle (uzun süre, küçük etki) almak yerine, iki dakikalığına on kez almak (kısa süre, büyük etki) daha iyidir.
. Çocuğu değil eylemi övün: ‘Bunu harika yapıyorsun’ demek, ‘Sen harikasın’ demekten daha iyidir.
. Kötü davranışları görmezden gelin: Eğer çocuk sizin düşüncelerinize göre hareket etmiyorsa, sizi veya başkalarını tehlikeye atmadığı sürece, onu azarlamaktansa, görmezden gelmek daha iyidir (‘seçici dikkat’).
. Teklif alternatifleri: Çocuğa seçimler veya eylem alternatifleri sunun. Ama asla ikiden fazla seçenek olmamalı. Bu sadece mantıklı olduğunda yapılmalıdır. (Diş fırçalamanın başka bir alternatifi yoktur.)
. Çocuğun ne yapmaması gerektiğini değil, ne yapması gerektiğini söyleyin: ‘Koşma!’ yerine ‘Lütfen yavaş ol!’ deyin.
. Cevaplanabilir sorular sorun: ‘Bugün okul nasıldı?’ diye sormak, bir çocuk için ‘2014 yılının mart ve nisan ayı nasıl geçti?’ sorusu kadar cevaplaması zor bir sorudur.
. Yetişkinler de eskiden çocuktular. Ancak iletişim kuralları her yaş için geçerlidir.
Sorunlu insanları düzeltmek yerine, güçlü çocuklar yetiştirmek daha kolaydır. (Frederick Douglas)”…
İnşallah işinize yaramıştır bu bilgiler ve kitap hakkında bir fikir edinebilmişsinizdir.
Erol Göka
twitter.com/erolgoka
* Bu yazı daha evvel Yenişafak'ta yayınlanmıştır.
20 Ocak 2020 Pazartesi
Kelimelerden duygulara, kayıplardan yaslara: ölüm
"Bütün ölüler unutulur,
Yaşayanlar kalır tek başlarına."
- Melih Cevdet Anday, Teknenin Ölümü
"Öleceğini öğrenen insanların sırasıyla verdiği beş psikolojik tepki: Reddetmek, kızgınlık, pazarlık, depresyon, kabullenme." diyor, Ölüm ve Ölmek Üzerine kitabında Elisabeth Kübler-Ross. Bu cümleyi ilk okuduğum yıllarda, özellikle kayıp, matem, yas gibi konuların insan hayatında ne kadar önemli olduğuna vakıf değildim. Zaman geçtikçe ve bu geçen zamanda anneannem, dedem gibi çok kıymet verdiğim insanları, onlarla beraber de diğer akrabaları kaybettikçe bir şeyleri anlamaya, daha doğrusu merak etmeye başladım. Jean Paul Roux'un Altay Türklerin Ölüm kitabında, Oğuzların atlarının kendileriyle birlikte gömülmesini istediklerini öğrenmek, balbalların ve kitabelerin inşa sebeplerini keşfetmek güzeldi.
Ama hep aklımda şu soru vardı: ölüleriyle yaşayan bizler, neden ölüm üzerine önemli eserler üretememişiz? Mezar taşlarına bu kadar romantik yaklaşırken, neden matem, yas ve kayıp gibi son derece önemli konularda hem tarih hem de psikoloji bilimlerine katkılar sunacak bilgiler ortaya koyamamışız?
Soruları bir kenara bırakalı uzun yıllar olmuştu, ta ki Erol Göka'nın Hoşçakal kitabını kütüphaneme koyana kadar. En baştan söyleyeyim; naçizane, kitabın adının ve kapağının doğru bir seçim olduğunu düşünmüyorum. Böylesi önemli ve alanında nadir kitaplardan birinin daha sert bir adı olmalıydı. Belki Kaan H. Ökten'in Ölüm Kitabı gibi bir isim, belki de direkt olarak Ölüm: Kayıp, Matem, Yas gibi bir isim. Kapakla birlikte Hoşçakal ismi hem romantik duruyor hem de konuyu pek de çağrıştırmıyor. Bu yorumumuz meslek hastalığı olarak kabul edilsin, editörlük de böyle bir şey işte...
Erol hoca kitabını üç bölüme ayırmış. İlk bölümde ölüm kavramını enine boyuna tartışmaya açıyor. Evvela modernlerin ölümden kaçışından başlıyor. Ölümü düşünmenin sağaltıcı olduğunu, hayatımızda ölümü düşündüren birçok olayın olduğunu, sahici yaşam sürmenin ölüm duygusuyla barışık olmayı sağladığını hatırlatıyor. Elbette ölümü düşünmenin de bir 'doğal aralığı' var. Sabahtan akşama kadar ölümden konuşmanın insanın yüreğini hırpalaması gayet normal. Aynı oranda, ölümden kaçar gibi yaşamak yahut ölümü inkar etmek de yüreği hırpalar. Bu nedenle günümüz insanı ölüme karşı çeşitli tutumlar geliştirip ölümü inkar etmeye çalışıyor. Belirgin bir ölümsüzlük arsuzu yaşıyor. Ölümü inkar konusu oldukça önemli, hocanın görüşlerinden bir paragraf şöyle:
"Ölümün inkârı, insanın temel yapısının, 'ölüme doğru varlık' oluşunun, faniliğinin inkârıdır. Ölüm fikriyle bütünleşmek, fanilik bilinciyle hareket etmek, gerçekçi olduğu için bizi kurtarır. Öleceğimiz bilinciyle yaşıyorsak, dünya hayatı hakkında planlarımızı, yaşantımızı günlük maişet dertlerine takılıp kalmadan olabildiğince geniş ihtimaller çerçevesinde yapabilme imkânına kavuşuruz. Ölüm düşüncesi, zihnimizi hayat tasarımına yoğunlaştırır. Ölümün, ölümlülüğün farkında olan insan zamanın değerini bilir. Ne zaman geleceği meçhul ama kaçınılmaz olan ölümü aklında tutan, ona hazırlanan insan, bu zaman bilinci sayesinde, önemsiz meşguliyetlerden uzak durmayı başarabilir. Yapılması gerekenleri uygun zamanda yapar, gereksiz ertelemelerden kurtulur; hayatına derinlik ve lezzet katar."
Günümüzde intihar vakaları endişe verici biçimde artıyor. Dolayısıyla kitabın ilk bölümünün son konusu intihara ayrılmış. Umutsuzluk, anlamsızlık duyguları, ciddi uykusuzluk, kendine güvenin çok azalmış olması, huzursuzluk, intihar etmeye yönelten 'bazı' sesler duymak, intihara dair bazı tehlikeli belirtiler. Onur kırıcı davranışların, alay etmenin ve ölçüsüz şakaların, yorumların insan hayatında ne kadar olumsuz bir etki oluşturabileceğini de yeniden düşünmek gerekiyor.
Kitabın ikinci bölümünde yas, depresyon, matem ve ölüme yaklaşan hastaların psikolojisi tartışılıyor. Yas tutmanın insan hayatında böylesine ciddi olması, onun daima 'konuşulabilir' bir durumda yer alması gerektiğini hatırlatıyor. İnsan kayıplarıyla yüzleşmekten, bir kaybın acısını yaşamaktan, ağlamaktan, bağırıp çağırmaktan çekinmemeli. Bastırılan her duygu öyle veya böyle geri dönüyor, üstelik ne zaman geri döneceği de kestirilemiyor. "Artık biliyoruz ki bastırılmış, ertelenmiş, ötelenmiş hiçbir duygu yok olup gitmiyor; içimizde birikip birikip apseleşiyor ya da kan çökeltisi hâline geliyor, bulabildiği ilk fırsatta da bir yanardağ lavı gibi içimizden dışa doğru taşıyor, yayılıyor." diyor Göka.
Hoşçakal'ı okurken bir taraftan da John Bowlby'nin Bağlanma - Ayrılma - Kaybetme serisine başlamıştım. Hoş bir tevafuk olarak Göka'nın, sevdiğimiz birini kaybetmemizin ardından gelen yas sürecini açıklarken Bowlby'den yararlandığını gördüm. Birinci evre, hissizlik ya da protesto. İkinci evre, kaybedilen kişiyi özleme ve arama. Üçüncü evre, ruhsal dağınıklık ve ümitsizlik. Dördüncü evre, toparlanma. Bu evreleri yaşamak neden çok kıymetli? Çünkü: "Yas sürecinin amacı, asla kaybı unutmak değildir; ölen hep hatırlanacaktır. Amaç, kişinin kendi hayat öyküsünde kaybı müstesna yerine koyarak, hayata sarılma gücünü yeniden kendinde bulabilmesi, hayatta neyin yaşanabilir olduğu konusunda biraz daha bilgeleşerek yoluna devam edebilmesidir."
Duygusal yapıdaki yeterlilik ya da yetersizlik meselesi, yas tutma sürecini anlamlı kılmak adına oldukça önemli: "Bazı insanlar kendilerini çevrelerine çok güçlü olarak sunarlar, herkesin yardımına koşarlar. Bir yakının kaybı durumunda da başkalarıyla ilgilenmekten kendi matemlerine vakit bulamazlar. Zaten bu tür kimseler kendi duygusal ihtiyaçlarını görmezden gelir, kendilerine 'ihtiyaç' kavramını yakıştıramazlar. Çevrelerindeki insanların onları çok güçlü gördüklerini düşünür, bu düşünceye layık olabilmek üzerine kurararlar tüm davranış planlarını. 'Yas tutmak' gibi işlerin sıradan, zayıf(!) insanların ihtiyacı olduğunu sanır, yas yaşamayı küçüklük olarak görürler. Zayıf görünmekten korktukları için de yas tutmayı kendilerine yasaklarlar. Gözyaşları hep içlerine akar, asla kederlerini belli etmezler."
Kitabın son bölümünü bir baba olarak endişeyle okudum. Çünkü çocuk ve ölüm işleniyor. Çocuklarda ölüm kavramı nedir? Çocuklara ölüm nasıl anlatılır? Çocuklara ölüm haberi nasıl verilir? Çocuklar nasıl yas tutarlar? Yakınını kaybeden çocuklara nasıl yaklaşılmalı? Ölümcül hastalığı olan çocuklara nasıl davranılmalı? Oldukça can alıcı, önemli sorular. Her birini cevaplandırıyor Göka. Ölüm hakkında konuşmak yeterince zorken, bu zorluk çocuklarla muhatap olurken daha da ciddiyet kazanıyor. Burada hocanın uyarısı dikkatle takip edilmeli: "Her ciddi konu, küçücük bir çocuk olsa bile muhatabın ciddiye alınmasını, onun söylediklerine kulak verilmesini gerektirir. Çocukların ölüm hakkındaki görüşlerini onlara saygı göstererek ciddiyetle dinleme yeteneğinden yoksun olanlar, asla onlarla bu konuda konuşmaya tevessül etmemelidirler. Saygıya, anlamaya çalışmaya dayalı, açık, dürüst bir iletişim, sağlıklı bilgi akışı için şarttır. Bu şartların yerine getirildiğini gören çocuklar da daha açık, cesur ve iletişime istekli olacaklardır."
Erol Göka, her nerede görsek dikkat kesileceğimiz yahut ürpereceğimiz ölüm meselesinin altını bir kez daha çiziyor. Kelimelerden duygulara, kayıplardan yaslara. Çünkü ölüm koca insanlığın altını her an çizen bir muamma...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Yaşayanlar kalır tek başlarına."
- Melih Cevdet Anday, Teknenin Ölümü
"Öleceğini öğrenen insanların sırasıyla verdiği beş psikolojik tepki: Reddetmek, kızgınlık, pazarlık, depresyon, kabullenme." diyor, Ölüm ve Ölmek Üzerine kitabında Elisabeth Kübler-Ross. Bu cümleyi ilk okuduğum yıllarda, özellikle kayıp, matem, yas gibi konuların insan hayatında ne kadar önemli olduğuna vakıf değildim. Zaman geçtikçe ve bu geçen zamanda anneannem, dedem gibi çok kıymet verdiğim insanları, onlarla beraber de diğer akrabaları kaybettikçe bir şeyleri anlamaya, daha doğrusu merak etmeye başladım. Jean Paul Roux'un Altay Türklerin Ölüm kitabında, Oğuzların atlarının kendileriyle birlikte gömülmesini istediklerini öğrenmek, balbalların ve kitabelerin inşa sebeplerini keşfetmek güzeldi.
Ama hep aklımda şu soru vardı: ölüleriyle yaşayan bizler, neden ölüm üzerine önemli eserler üretememişiz? Mezar taşlarına bu kadar romantik yaklaşırken, neden matem, yas ve kayıp gibi son derece önemli konularda hem tarih hem de psikoloji bilimlerine katkılar sunacak bilgiler ortaya koyamamışız?
Soruları bir kenara bırakalı uzun yıllar olmuştu, ta ki Erol Göka'nın Hoşçakal kitabını kütüphaneme koyana kadar. En baştan söyleyeyim; naçizane, kitabın adının ve kapağının doğru bir seçim olduğunu düşünmüyorum. Böylesi önemli ve alanında nadir kitaplardan birinin daha sert bir adı olmalıydı. Belki Kaan H. Ökten'in Ölüm Kitabı gibi bir isim, belki de direkt olarak Ölüm: Kayıp, Matem, Yas gibi bir isim. Kapakla birlikte Hoşçakal ismi hem romantik duruyor hem de konuyu pek de çağrıştırmıyor. Bu yorumumuz meslek hastalığı olarak kabul edilsin, editörlük de böyle bir şey işte...
Erol hoca kitabını üç bölüme ayırmış. İlk bölümde ölüm kavramını enine boyuna tartışmaya açıyor. Evvela modernlerin ölümden kaçışından başlıyor. Ölümü düşünmenin sağaltıcı olduğunu, hayatımızda ölümü düşündüren birçok olayın olduğunu, sahici yaşam sürmenin ölüm duygusuyla barışık olmayı sağladığını hatırlatıyor. Elbette ölümü düşünmenin de bir 'doğal aralığı' var. Sabahtan akşama kadar ölümden konuşmanın insanın yüreğini hırpalaması gayet normal. Aynı oranda, ölümden kaçar gibi yaşamak yahut ölümü inkar etmek de yüreği hırpalar. Bu nedenle günümüz insanı ölüme karşı çeşitli tutumlar geliştirip ölümü inkar etmeye çalışıyor. Belirgin bir ölümsüzlük arsuzu yaşıyor. Ölümü inkar konusu oldukça önemli, hocanın görüşlerinden bir paragraf şöyle:
"Ölümün inkârı, insanın temel yapısının, 'ölüme doğru varlık' oluşunun, faniliğinin inkârıdır. Ölüm fikriyle bütünleşmek, fanilik bilinciyle hareket etmek, gerçekçi olduğu için bizi kurtarır. Öleceğimiz bilinciyle yaşıyorsak, dünya hayatı hakkında planlarımızı, yaşantımızı günlük maişet dertlerine takılıp kalmadan olabildiğince geniş ihtimaller çerçevesinde yapabilme imkânına kavuşuruz. Ölüm düşüncesi, zihnimizi hayat tasarımına yoğunlaştırır. Ölümün, ölümlülüğün farkında olan insan zamanın değerini bilir. Ne zaman geleceği meçhul ama kaçınılmaz olan ölümü aklında tutan, ona hazırlanan insan, bu zaman bilinci sayesinde, önemsiz meşguliyetlerden uzak durmayı başarabilir. Yapılması gerekenleri uygun zamanda yapar, gereksiz ertelemelerden kurtulur; hayatına derinlik ve lezzet katar."
Günümüzde intihar vakaları endişe verici biçimde artıyor. Dolayısıyla kitabın ilk bölümünün son konusu intihara ayrılmış. Umutsuzluk, anlamsızlık duyguları, ciddi uykusuzluk, kendine güvenin çok azalmış olması, huzursuzluk, intihar etmeye yönelten 'bazı' sesler duymak, intihara dair bazı tehlikeli belirtiler. Onur kırıcı davranışların, alay etmenin ve ölçüsüz şakaların, yorumların insan hayatında ne kadar olumsuz bir etki oluşturabileceğini de yeniden düşünmek gerekiyor.
Kitabın ikinci bölümünde yas, depresyon, matem ve ölüme yaklaşan hastaların psikolojisi tartışılıyor. Yas tutmanın insan hayatında böylesine ciddi olması, onun daima 'konuşulabilir' bir durumda yer alması gerektiğini hatırlatıyor. İnsan kayıplarıyla yüzleşmekten, bir kaybın acısını yaşamaktan, ağlamaktan, bağırıp çağırmaktan çekinmemeli. Bastırılan her duygu öyle veya böyle geri dönüyor, üstelik ne zaman geri döneceği de kestirilemiyor. "Artık biliyoruz ki bastırılmış, ertelenmiş, ötelenmiş hiçbir duygu yok olup gitmiyor; içimizde birikip birikip apseleşiyor ya da kan çökeltisi hâline geliyor, bulabildiği ilk fırsatta da bir yanardağ lavı gibi içimizden dışa doğru taşıyor, yayılıyor." diyor Göka.
Hoşçakal'ı okurken bir taraftan da John Bowlby'nin Bağlanma - Ayrılma - Kaybetme serisine başlamıştım. Hoş bir tevafuk olarak Göka'nın, sevdiğimiz birini kaybetmemizin ardından gelen yas sürecini açıklarken Bowlby'den yararlandığını gördüm. Birinci evre, hissizlik ya da protesto. İkinci evre, kaybedilen kişiyi özleme ve arama. Üçüncü evre, ruhsal dağınıklık ve ümitsizlik. Dördüncü evre, toparlanma. Bu evreleri yaşamak neden çok kıymetli? Çünkü: "Yas sürecinin amacı, asla kaybı unutmak değildir; ölen hep hatırlanacaktır. Amaç, kişinin kendi hayat öyküsünde kaybı müstesna yerine koyarak, hayata sarılma gücünü yeniden kendinde bulabilmesi, hayatta neyin yaşanabilir olduğu konusunda biraz daha bilgeleşerek yoluna devam edebilmesidir."
Duygusal yapıdaki yeterlilik ya da yetersizlik meselesi, yas tutma sürecini anlamlı kılmak adına oldukça önemli: "Bazı insanlar kendilerini çevrelerine çok güçlü olarak sunarlar, herkesin yardımına koşarlar. Bir yakının kaybı durumunda da başkalarıyla ilgilenmekten kendi matemlerine vakit bulamazlar. Zaten bu tür kimseler kendi duygusal ihtiyaçlarını görmezden gelir, kendilerine 'ihtiyaç' kavramını yakıştıramazlar. Çevrelerindeki insanların onları çok güçlü gördüklerini düşünür, bu düşünceye layık olabilmek üzerine kurararlar tüm davranış planlarını. 'Yas tutmak' gibi işlerin sıradan, zayıf(!) insanların ihtiyacı olduğunu sanır, yas yaşamayı küçüklük olarak görürler. Zayıf görünmekten korktukları için de yas tutmayı kendilerine yasaklarlar. Gözyaşları hep içlerine akar, asla kederlerini belli etmezler."
Kitabın son bölümünü bir baba olarak endişeyle okudum. Çünkü çocuk ve ölüm işleniyor. Çocuklarda ölüm kavramı nedir? Çocuklara ölüm nasıl anlatılır? Çocuklara ölüm haberi nasıl verilir? Çocuklar nasıl yas tutarlar? Yakınını kaybeden çocuklara nasıl yaklaşılmalı? Ölümcül hastalığı olan çocuklara nasıl davranılmalı? Oldukça can alıcı, önemli sorular. Her birini cevaplandırıyor Göka. Ölüm hakkında konuşmak yeterince zorken, bu zorluk çocuklarla muhatap olurken daha da ciddiyet kazanıyor. Burada hocanın uyarısı dikkatle takip edilmeli: "Her ciddi konu, küçücük bir çocuk olsa bile muhatabın ciddiye alınmasını, onun söylediklerine kulak verilmesini gerektirir. Çocukların ölüm hakkındaki görüşlerini onlara saygı göstererek ciddiyetle dinleme yeteneğinden yoksun olanlar, asla onlarla bu konuda konuşmaya tevessül etmemelidirler. Saygıya, anlamaya çalışmaya dayalı, açık, dürüst bir iletişim, sağlıklı bilgi akışı için şarttır. Bu şartların yerine getirildiğini gören çocuklar da daha açık, cesur ve iletişime istekli olacaklardır."
Erol Göka, her nerede görsek dikkat kesileceğimiz yahut ürpereceğimiz ölüm meselesinin altını bir kez daha çiziyor. Kelimelerden duygulara, kayıplardan yaslara. Çünkü ölüm koca insanlığın altını her an çizen bir muamma...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Yazarın siyerle ve hadisle alıp veremediği
"Geleneği refüze eden bir söylem çok ergen ve çocuksu bir söylemdir."
- Prof. Dr. Mustafa Öztürk
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü’nden Şaban Öz’ün Endülüs Kitap’tan 2018 yılında çıkan 128 sayfalık kitabı Siyer Soruları ismini taşıyor: “Ülkemizde Hz. Peygamber’in hayatına dair sorular ve bu soruların cevapları belli kalıplara oturmuş gibidir. Aynı sorulara aynı cevaplar, üzerinde neredeyse hiç düşünülmeden tekrar edilmektedir. Bu çalışmadan amacımız Siyer’e dair farklı konulardaki sorulara kendi cevaplarımızı paylaşmaktır.”
“Doğrunun peşinde koştuğumuz sürece cevaplarımız değişecektir ve hatta belki de değişmelidir. Aksi halde bilgi değil, dogma üretiyoruz demektir ki, takdir edileceği üzere kimseye de kendi dogmalarımızı ilim diye sunma hakkımız yoktur.” diyen Şaban Öz, kitabın ilk sayfalarında diyor ki: “Usul konusunda, Hadis ve Siyer'in aynı metodolojyi kullandıklarını iddia etmek güçtür. Aralarındaki yöntem benzeşmesi sadece ortak kaynak şahıslar ve rivayet formu itibariyledir. Bu durum da, bütün İslâmî disiplinlerde haber nakil aracının isnâd sistemi olmasından kaynaklanan bir benzerliktir. Urve, Zührî gibi ortak kaynak şahısların hem Hadis'te hem de Siyer'de önemli mevkilerde bulunmaları, bu iki ilmin birinin diğerinin şubesi olduğu anlamına gelmeyeceği gibi, bilakis Siyer ve Hadis'in eş zamanlı olarak geliştiğine delildir. Hadisle, Siyer arasındaki en bâriz farklardan birisi, haberleri sunma yöntemidir. Hadis eserlerinde yer alan belli bir konuya has rivâyetler, birbirinden bağımsız nakillerden oluşmakta, insicamlı bir bütünlük arz etmemektedirler. Buna mukabil tarihçiler olayları sistemli (kronolojik veya tematik) bir bütünlük dâhilinde, sebep-sonuç ilişkisi gözeterek nakletmektedirler.”
Soru-cevap formatında ilerleyen ve beş bölümden oluşan kitabın ilk birkaç sayfasını okurken beğenip not aldığım yerler oldu; ancak okumaya devam ettikçe kitabın adının 'Siyer Soruları değil de Siyer’in Sorunları' veyahut 'Yazarın Siyer’le ve Hadisle Alıp Veremediği' şeklinde olması gerektiği kanaati bende oluştu. Kitabı baştan sona okuduğunuzda yazarın; “Bu kitabın temel amacı, okuyucuya Siyer’e dair sorulara başka bir açıdan bakış kazandırmaktır. Bu yüzden okuyucudan istirhamım kendi cevaplarıyla, kitaptaki cevapların çatışması halinde okumalarını derinleştirmesidir.” şeklindeki açıklamasını çok daha iyi idrak edebiliyorsunuz. Nitekim yazarın kitapta inkâr ettiği konulardan ‘birkaçı’ şöyle: Rahip Bahira ve Rahip Nestûr, Varaka b. Nevfel, Hz. Peygamber’in doğumundaki olağanüstülükler, Şakku’l-Kamer, Şakku’l-Sadr, Hz. Peygamber’e verilen mucizeler (İsra, Miraç ve diğer bütün hissî mucizeler, Teberrük, Dua ile tevessül, Surelerin faziletleri). Siyer dediğimiz ilim dalı hiç şüphesiz Şaban Öz’ün inkâr ettiği bahsi geçen bu hususlardan ibaret değil; ancak insan yine de bunları inkâr eden birisinin Siyer’e dair anlatacak bir şey bulup bulamadığını merak etmiyor değil.
Şaban Öz’e göre bir hadisin Buhârî veyahut Müslim’de geçiyor olması tek başına o hadisin sıhhatine delil teşkil etmez. Hiç şüphesiz Şaban Öz’ün dile getirdiği bu husus hadis usûlü kitaplarında da geçer; ancak şu da bir gerçek ki gerek Buhârî’nin gerekse de Müslim’in Sahih’leri artık sadece onların birer kitabı olmaktan çıkmış ve bütün Müslümanların teveccühlerini kazanarak tabir caizse ümmetin Sahih’leri haline gelmiştir. Ancak Şaban Öz; “Benim babam da, senin baban da cehennemdedir.” şeklindeki Müslim hadisini kendinden oldukça emin bir şekilde “zındıkların uydurması” olarak nitelemekten geri durmaz. Hadisin tevil edilebilir olup olmadığının O’nun için hiçbir önemi yoktur. Beni şaşırtan husus ise Şaban Öz’ün Kur’an dışı vahiy anlamında kullanılan teknik tabiriyle gayr-i vahyi metluv’u kabul ediyor olması. Bu kadar şeyi inkâr edip de Kur’an dışı vahyi kabul eden ikinci bir isim var mıdır? Hiç sanmıyorum. Şaban Öz dışında…
Şaban Öz’ün inkârlarının derin bir metin ve sened tenkidi neticesinde ulaşılmaz sonuçlar olduğunu düşünmek de imkânsız gibi bir şey. Nitekim sûrelerin faziletlerini inkâr ederken; “Kur’an kendisinin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddedenleri ağır bir şekilde eleştirerek Allah’ın ayetleri arasında hiçbir fark olmadığını net bir biçimde ifade etmiştir” diyerek Bakara sûresinin 85. ayetinden hareketle örneğin İhlas sûresinin Kur’an’ın üçte birine denk denk olduğunu haber veren rivayetleri reddetmesi aslında O’nun meseleleri bağlamından koparma noktasındaki becerisini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Şaban Öz’e sormak lazım: İhlas sûresinin Kur’an’ın üçte birine denk olduğuna inanmakla Kur’an’ın bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmek arasında ne gibi bir benzerlik/yakınlık söz konusudur?
Şaban Öz, Hz. Peygamber’e “Efendimiz” denilmesine de takmış durumda. O’na göre Hz. Peygamber, nübüvvetten bağımsız olarak efendimiz değildir. Tam bu noktada araya girip şunu sormalı: Allah aşkına bugüne kadar kaç kişi Resûlullah’a nübüvvetten bağımsız olarak efendimiz demiştir? Ebû Dâvud’da geçen “Efendi yüce Allah’tır” hadisinden hareketle Allah Resûlü’nün kendisine “sen efendimizsin” denilmesini yasakladığını söylemek ilk olarak hadisi bağlamından koparmak, ikinci olarak ise hadislere parçacıl yaklaşmaktır. Seyyid Muhammed b. Alevî el-Mâlikî’nin ifade ettiği üzere Peygamber Efendimiz vahiy ya da başka bir sebepten dolayı soru soran ve dinleyen kişilerin yeterli itikad bilgisine sahip olmadığının farkında olduğu zaman ona göre konuşurdu. Bir yerde, “Ben âdemoğlunun efendisiyim” derken, başka bir yerde de “Efendi Allah’tır” demektedir.
Şaban Öz; “Hz. Peygamber’in hiçbir mucizesi yoktur” şeklinde bir ön kabule sahip olduğu için mucizelerle alakalı sorulara hep bu çerçevede cevap veriyor. Böyle bir ön kabule sahip birisine siz 1000 tane de delil getirseniz hiçbir anlam ifade etmiyor. Dolayısıyla yazarın kitabın hemen başında; “Doğrunun peşinde koştuğumuz sürece cevaplarımız değişecektir ve hatta belki de değişmelidir” derken aslında sloganlarla hareket ettiğini öğreniyoruz.
Siyer Soruları hakkındaki düşüncelerimi şu şekilde özetlemem mümkün: Şaban Öz’ün bu eserini okurken sanki Mustafa İslâmoğlu’nun Üç Muhammed’ini okuyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Allah Resûlü’nün mucizelerinin sanki ona karizma katmak için uydurulduğunu ve mucize konusunda Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerle yarıştırıldığını iddia eden yazar şazz görüşlerini de sanki üzerinde ittifak edilen hususlar gibi sunuyor. Bu esasında ciddi bir problem ve gerekli altyapıya sahip olmadan bu kitabı okuyanların yarardan çok zarar göreceklerini düşünüyorum.
Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz
- Prof. Dr. Mustafa Öztürk
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü’nden Şaban Öz’ün Endülüs Kitap’tan 2018 yılında çıkan 128 sayfalık kitabı Siyer Soruları ismini taşıyor: “Ülkemizde Hz. Peygamber’in hayatına dair sorular ve bu soruların cevapları belli kalıplara oturmuş gibidir. Aynı sorulara aynı cevaplar, üzerinde neredeyse hiç düşünülmeden tekrar edilmektedir. Bu çalışmadan amacımız Siyer’e dair farklı konulardaki sorulara kendi cevaplarımızı paylaşmaktır.”
“Doğrunun peşinde koştuğumuz sürece cevaplarımız değişecektir ve hatta belki de değişmelidir. Aksi halde bilgi değil, dogma üretiyoruz demektir ki, takdir edileceği üzere kimseye de kendi dogmalarımızı ilim diye sunma hakkımız yoktur.” diyen Şaban Öz, kitabın ilk sayfalarında diyor ki: “Usul konusunda, Hadis ve Siyer'in aynı metodolojyi kullandıklarını iddia etmek güçtür. Aralarındaki yöntem benzeşmesi sadece ortak kaynak şahıslar ve rivayet formu itibariyledir. Bu durum da, bütün İslâmî disiplinlerde haber nakil aracının isnâd sistemi olmasından kaynaklanan bir benzerliktir. Urve, Zührî gibi ortak kaynak şahısların hem Hadis'te hem de Siyer'de önemli mevkilerde bulunmaları, bu iki ilmin birinin diğerinin şubesi olduğu anlamına gelmeyeceği gibi, bilakis Siyer ve Hadis'in eş zamanlı olarak geliştiğine delildir. Hadisle, Siyer arasındaki en bâriz farklardan birisi, haberleri sunma yöntemidir. Hadis eserlerinde yer alan belli bir konuya has rivâyetler, birbirinden bağımsız nakillerden oluşmakta, insicamlı bir bütünlük arz etmemektedirler. Buna mukabil tarihçiler olayları sistemli (kronolojik veya tematik) bir bütünlük dâhilinde, sebep-sonuç ilişkisi gözeterek nakletmektedirler.”
Soru-cevap formatında ilerleyen ve beş bölümden oluşan kitabın ilk birkaç sayfasını okurken beğenip not aldığım yerler oldu; ancak okumaya devam ettikçe kitabın adının 'Siyer Soruları değil de Siyer’in Sorunları' veyahut 'Yazarın Siyer’le ve Hadisle Alıp Veremediği' şeklinde olması gerektiği kanaati bende oluştu. Kitabı baştan sona okuduğunuzda yazarın; “Bu kitabın temel amacı, okuyucuya Siyer’e dair sorulara başka bir açıdan bakış kazandırmaktır. Bu yüzden okuyucudan istirhamım kendi cevaplarıyla, kitaptaki cevapların çatışması halinde okumalarını derinleştirmesidir.” şeklindeki açıklamasını çok daha iyi idrak edebiliyorsunuz. Nitekim yazarın kitapta inkâr ettiği konulardan ‘birkaçı’ şöyle: Rahip Bahira ve Rahip Nestûr, Varaka b. Nevfel, Hz. Peygamber’in doğumundaki olağanüstülükler, Şakku’l-Kamer, Şakku’l-Sadr, Hz. Peygamber’e verilen mucizeler (İsra, Miraç ve diğer bütün hissî mucizeler, Teberrük, Dua ile tevessül, Surelerin faziletleri). Siyer dediğimiz ilim dalı hiç şüphesiz Şaban Öz’ün inkâr ettiği bahsi geçen bu hususlardan ibaret değil; ancak insan yine de bunları inkâr eden birisinin Siyer’e dair anlatacak bir şey bulup bulamadığını merak etmiyor değil.
Şaban Öz’e göre bir hadisin Buhârî veyahut Müslim’de geçiyor olması tek başına o hadisin sıhhatine delil teşkil etmez. Hiç şüphesiz Şaban Öz’ün dile getirdiği bu husus hadis usûlü kitaplarında da geçer; ancak şu da bir gerçek ki gerek Buhârî’nin gerekse de Müslim’in Sahih’leri artık sadece onların birer kitabı olmaktan çıkmış ve bütün Müslümanların teveccühlerini kazanarak tabir caizse ümmetin Sahih’leri haline gelmiştir. Ancak Şaban Öz; “Benim babam da, senin baban da cehennemdedir.” şeklindeki Müslim hadisini kendinden oldukça emin bir şekilde “zındıkların uydurması” olarak nitelemekten geri durmaz. Hadisin tevil edilebilir olup olmadığının O’nun için hiçbir önemi yoktur. Beni şaşırtan husus ise Şaban Öz’ün Kur’an dışı vahiy anlamında kullanılan teknik tabiriyle gayr-i vahyi metluv’u kabul ediyor olması. Bu kadar şeyi inkâr edip de Kur’an dışı vahyi kabul eden ikinci bir isim var mıdır? Hiç sanmıyorum. Şaban Öz dışında…
Şaban Öz’ün inkârlarının derin bir metin ve sened tenkidi neticesinde ulaşılmaz sonuçlar olduğunu düşünmek de imkânsız gibi bir şey. Nitekim sûrelerin faziletlerini inkâr ederken; “Kur’an kendisinin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddedenleri ağır bir şekilde eleştirerek Allah’ın ayetleri arasında hiçbir fark olmadığını net bir biçimde ifade etmiştir” diyerek Bakara sûresinin 85. ayetinden hareketle örneğin İhlas sûresinin Kur’an’ın üçte birine denk denk olduğunu haber veren rivayetleri reddetmesi aslında O’nun meseleleri bağlamından koparma noktasındaki becerisini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Şaban Öz’e sormak lazım: İhlas sûresinin Kur’an’ın üçte birine denk olduğuna inanmakla Kur’an’ın bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmek arasında ne gibi bir benzerlik/yakınlık söz konusudur?
Şaban Öz, Hz. Peygamber’e “Efendimiz” denilmesine de takmış durumda. O’na göre Hz. Peygamber, nübüvvetten bağımsız olarak efendimiz değildir. Tam bu noktada araya girip şunu sormalı: Allah aşkına bugüne kadar kaç kişi Resûlullah’a nübüvvetten bağımsız olarak efendimiz demiştir? Ebû Dâvud’da geçen “Efendi yüce Allah’tır” hadisinden hareketle Allah Resûlü’nün kendisine “sen efendimizsin” denilmesini yasakladığını söylemek ilk olarak hadisi bağlamından koparmak, ikinci olarak ise hadislere parçacıl yaklaşmaktır. Seyyid Muhammed b. Alevî el-Mâlikî’nin ifade ettiği üzere Peygamber Efendimiz vahiy ya da başka bir sebepten dolayı soru soran ve dinleyen kişilerin yeterli itikad bilgisine sahip olmadığının farkında olduğu zaman ona göre konuşurdu. Bir yerde, “Ben âdemoğlunun efendisiyim” derken, başka bir yerde de “Efendi Allah’tır” demektedir.
Şaban Öz; “Hz. Peygamber’in hiçbir mucizesi yoktur” şeklinde bir ön kabule sahip olduğu için mucizelerle alakalı sorulara hep bu çerçevede cevap veriyor. Böyle bir ön kabule sahip birisine siz 1000 tane de delil getirseniz hiçbir anlam ifade etmiyor. Dolayısıyla yazarın kitabın hemen başında; “Doğrunun peşinde koştuğumuz sürece cevaplarımız değişecektir ve hatta belki de değişmelidir” derken aslında sloganlarla hareket ettiğini öğreniyoruz.
Siyer Soruları hakkındaki düşüncelerimi şu şekilde özetlemem mümkün: Şaban Öz’ün bu eserini okurken sanki Mustafa İslâmoğlu’nun Üç Muhammed’ini okuyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Allah Resûlü’nün mucizelerinin sanki ona karizma katmak için uydurulduğunu ve mucize konusunda Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerle yarıştırıldığını iddia eden yazar şazz görüşlerini de sanki üzerinde ittifak edilen hususlar gibi sunuyor. Bu esasında ciddi bir problem ve gerekli altyapıya sahip olmadan bu kitabı okuyanların yarardan çok zarar göreceklerini düşünüyorum.
Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz
17 Ocak 2020 Cuma
Televizyon, göstererek gizler
Bugünlerde televizyon izleyemediğini söyleyen ne çok insan var! Özellikle tartışma programlarındaki içerik ve düzey kaybından yakınan, her akşam aynı sıkıcı ve yetersiz insanlara maruz kaldığı için bir tür saldırı altında olduğu hissine kapılan öfkeli insanlar bunlar.
Düşünce özgürlüğünü yok eden vasatlıktan kaçıp kurtulmak ya da karşı koyup birşeyler yapmak için içinde bir yerlerde derin bir güç olduğunu hisseden ama bu gücü nereye yönelteceğini bilemeyen, beklemekten başka bir yol bulamayan insanlar...
Aynı işi uzun süre aynı değişmezlikle yapmaktan kaynaklı olarak bir tür memura dönüşmüş bu “televizyon uzmanları” önemli bir kısmımız için duymak istediklerimizi söyleseler de biliyoruz ki her çıkışlarında bizi vasatlığa mahkum ediyor ve her türlü düşünceyi ideolojikleştirerek gerçek bir tartışma yapmayı olanaksız kılıyorlar. Her şeyi savunmasız kılmak için sürekli bir saldırı ve teyakkuz halinde konuşuyorlar. Bunu istemeyen, yani, hâlâ gerçek bir tartışmaya ve düşünceye inanan insanlar ise belli ki buna daha fazla tahammül edemiyor, realitenin yoruculuğundan taze düşler kurarak çıkış yolu bulmaya çalışıyorlar.
Emlak avcıları ya da yemek kültürü programları da hiç olmadığı kadar izleyici buluyor bu sayede. Bir zamanlar siyaseten doğrucu olmak adına herkesin belgesel izlediğini söylemesi ne mutlu ki gerçek oluyor. Fakat bu kez o kadar masum bir sözden ibaret değil galiba!
Bu kişiler aynı zamanda başını alıp uzak diyarların “sorunlardan arınmış” kültürlerine sığınmak arzusu duyuyorlar. Bilmem hangi “güzellikler ülkesine” yerleşen şanslı arkadaşlarından behsediyorlar dost toplantılarında. Belgesel izliyorlar çünkü kimse bu insanların ne izlediğini artık o kadar da merak etmiyor. Bugünlerde böyle bir soru geldiğinde belgesel izlemediğini söylemek gerekiyor çünkü.
Benimse çözümüm farklı. Benim için de televizyonlar hiç bu kadar vasatlığa mahkum olmamıştı. Tartışma programlarında, karşılıklı saflar halinde kimi zaman gereksiz derecede bir nezaketle konuşanlar hiç bu kadar devlet memuruna benzememişlerdi. Ya da bu kişiler hiç bu kadar mesnetsiz bir biçimde kendilerini bir şey zannetmemişlerdi. Hepsine evet! Ama benim çözümüm hiçbir koşulda kaçıp gitmek olmuyor. Kitchen tv izlemeyi ben de çok seviyorum ve soğanlar ince ince kıyılırken ülkenin haliyle benzerlikler kuruyorum ya da hiç bilmediği bir şehre giden çiftlere uygun evler bulan emlak programlarına bayılıyorum ama televizyonu kendi evimde izlemeyi seviyorum. Bu gibi durumlardan kurtulmak için bütün incelikleriyle anlamam gerekiyor sadece. Aksi halde, nereye gidersem gideyim bu insanlar da benimle birlikte geleceklermiş hissine kapılıyorum. Aman Allah'ım!
İşte tam böylesi bir kabus halinde imdadıma yetişen bir kitap oldu Pierre Bourdieu’nun Televizyon Üzerine’si. İnce ama bir o kadar da ağır bir kitaptı. Ne kadar okursanız o kadar fazlalaşan ya da ne kadar bitirirseniz bitirin elinizden bırakmak istemediğiniz türden.
Pierre Bourdieu, Türkçe’de yakın zamanda Sel Yayıncılık'tan çıkan kitabı Televizyon Üzerine’de, büyük bir tanınma ve beğenilme açlığı duyan gazeteci-aydınların halinden söz ederken bu durumu Narkissos’un aynasına benzetiyor. Kendi özel gözlükleriyle dünyaya bakan ve gerçekte kendi gerçekliğinden başka bir hakikate inanmayan -çünkü bütün ekranını sadece kendiyle kaplayan!- insanların zihinsel halini anlamaya çalışıyor.
Kendi ahlakını yaratan vasatlığın televizyona neden ve nasıl bu kadar iyi uyum sağladığından bahsediyor. Her akşam kendi kendini kandırmak için büyülenmişcesine ekran karşısına geçen koca bir toplumun sürdürülemez olan bu durumu sürdürebilmek için bu insanlara devlet memuru statüsü verilmesi gerekliliğine yakın ruh halini anlamamızı sağlıyor. (Devlet memurunun pek çok tanımının yanı sıra, gerçekte sürdürülemez olanı hiçbir şey yokmuş gibi sürdürebilen insan demek olduğunu da burada hatırlatmak isterim).
Bourdieu’nun küçük kitabı aslında pek büyük bir meseleye ışık tutuyor. Ona göre, kendi eserlerinin kalıcılığına güvenemeyen bu kişiler, mümkün olduğu kadar sık ekranlarda görünerek bu açığı kapatmaya çabalıyor, bir tür narsist sergi alanına dönüşmüş olan tevizyona olabildiğince çok çıkarak ne kadar önemli düşüncelere sahip olduklarını kendi kendilerine kanıtlayıp duruyorlar. “Önemsiz meselelerden bahsetmek için öyle değerli dakikalar harcanmaktadır ki, bu meseleler değerli şeylerin üzerini örttükleri ölçüde önemli hale gelmektedir”. (sf. 20)
Bu kişiler genellikle, göstererek gizlerler ama bunu da çoğu kez bilinçli bir biçimde yapmazlar. Toplumda var olan yerleşik kalıpları kendiliğinden görünür hale getirirken esas ele alınacak özgün durumu bilindik bir kalıba uydururlar. Bir aydın için olmazsa olmaz olan açık etme ya da örtüsünü kaldırma yerine açık vermeme ve örtüyü indirmeme yarışına tutuşmuşcasına bir enerjiyle mücadele vermektedirler. Sıradan gerçeklikleri dramatik hale getirmek zorundaymışçasına bir edayla konuşur, kendilerini her koşulda onaylayacak milyonların varlığını bilen bir ses tonuyla karşısındakinin ötesine seslenirler. Peki ama kimdir bu insanlar ve neden böyle yapmaktadırlar? Dahası, böyle yapınca bu neye yaramaktadır?
Bourdieu, beklenenin aksine, kitapta televizyona çıkmayı ve buradan konuşmayı kategorik olarak reddetmez. Bütün çekincelerine rağmen hepten bir olumsuzlama içerisine girmez; “Kişinin televizyonda konuşmayı bütünüyle reddetmesini doğru bulmuyorum. Hatta bunun bir çeşit görev haline geldiği durumlar da olabilir; yalnızca makul koşullarda tabii.” diye belirtir bunu (sf. 14). Ama bu karar verilirken, televizyon aygıtının özellikleri de dikkate alınmalıdır elbette.
Buradan hareketle, önce kendisine sorular sorar: Söylemek istediğim şeyin herkese ulaşması gerekli mi? Konuşmamı, herkes tarafından anlaşılır hale getirmeye hazır mıyım? Söyleyeceklerim, herkes tarafından anlaşılmaya değer mi?
Daha sonrasında ise televizyona çıkacaklar için genel sorulara evrilir bu kendine sorduğu sorular: Kişinin televizyonda söyleyecek sözü var mı? Bunları söyleyebilecek koşullar var mı? Söyledikleri, bu yerde söylenmeye layık mı? Kısacası, bu kişi burada ne yapıyor?
Bourdieu’nun sorgulamalarından bakınca bizdeki tablonun hazin olduğu aşikâr. Ekranların bugünlerde hiç olmadığı kadar tahammül edilemez oluşu, bu soruların hiçbirine cevabı olmayan insanların medyadaki “dengelenme durumu”nun yarattığı boşluktan istifade, zihinlerimizde kalıcı bir yer tutmak için tam bir fırsatçı kurnazlığıyla düşünceyi nesneleştirmeleri gibi gözüküyor. Bu insanlar asla soru sormuyor sadece cevaplar veriyorlar. Tartışma karşılıklı sorulan sorularla ilerlemiyor, her iki taraf karşı cevaplara kendi cevaplarını dayatmaya çalışıyor. Oysa biliyoruz ki gerçek anlamda düşünce her zaman için sorularda gizlidir ve bizatihi öznenin kendisidir; nesneleştirildiğinde ve kalıcı cevaplara dönüştürüldüğünde düşünce olmaktan çıkarak onu ortaya atan insanın “malı” ve böylelikle de kaçınılmaz bir menfaat ilişikisinin parçası haline gelir.
Bu kişiler için kendi görüntülerinin izleyenlerdeki karşılığından çok ardındaki koyu kalabalığın sırlaştırdığı televizyon ekranından -ya da Narkissos aynasından- kendilerine yansıyan görüntü çok daha önemli geliyor. Diğer bir ifadeyle, bu sözler öylesine sıkı ve büyük bir kalabalığa çarpıyor ki neredeyse hiçbir değişime uğramadan geri dönüyor ve o andan itibaren teyit edilmiş -ve aksi sorugulanamaz!- birer hakikate dönüşüyor.
Sözü gerçek kılan şey, onun alınıp üzerine düşünülmesi ya da benimsenip üzerine yeni şeyler inşa edilmesi değil ayniyle yansıtılıp değiştirilmeksizin kabul edilmesi, sorgulanmadan gerçekleştirilmesi oluyor.
Sıradan olanı sıradışı kılarken sıradışı olanı sıradanlaştıran bir televizyoncu tipi, daha önce yaşanmadık bir biçimde söylem üstünlüğünü, daha çok izlenmekten değil daha fazla tahammül edebilen kesimlerden alıyor. İnsanlar televizyon programlarını bir zamanlar erişemediği ya da bir araya gelemediği önemli birilerinin fikirlerine ulaşma aracı olarak izlemiyor çünkü, tam tersine, kolayca erişebileceğini düşündüğü, kendinden birilerinin gidip ekranlarda kendi düşüncelerini -ve de cevaplarını- keskin cümlelerle aleme ilan etmesi için izliyor.
Yaşanan kavgaların tarafı olsa da kılı kıpırdamaksızın seyretmenin, eylemsiz aktifliğin keyfine varıyor. Bourdieu, “Gerçekliği tüm sıradanlığıyla göstermekten daha zor bir şey yoktur” (sf. 24) derken de aslında bu son derece “sıradan” insanların kendilerini sıradışı kılmak için sıradan gerçeklikleri görünmez kılıp tartışma dışına atmalarını kastediyor. Sıradan insanların en çok zorlandıkları şey, sıradan gerçekleri görmek oluyor. Televizyonu her açtığımızda, kendisini gerçek anlamda değerli görmeyen insanların kendinden olan ne varsa aşırı yüceltip değerli hale getirme çabasının yansımalarını izliyoruz.
Bourdieu işte bunu sorguluyor. Yani, bu isanların neden bu özel koşullara uyum sağladıklarını, sağlayabildiklerini ve kimsenin düşünemediği bu koşullarla onların nasıl ve neden düşünebildiklerini. Ve verdiği cevap bizim için de son derece açıklayıcı. Çünkü bu insanlar, “yerleşik düşüncelerle” düşünüyorlar. Yani, herkesin edindiği, kabul görmüş ortak fikirlerle düşündükleri için zaten evvelce televizyon mantığına hazır hale getirilmiş olanı aktaran olmak istiyorlar. Kim daha fazla bağırırsa o kadar fazla etki ediyor gibi oluyor bu nedenle. Kim ötekini alt ederse “kendi tarafı” daha çok kazanıyor. Burada gerçek bir iletişim gerçekleşmiyor. Verici ve alıcı taraflar yok. Sesle, sözle ve görüntülerle yerleşik düşünceleri bildirme var sadece; tebliğ etme, bundan böyle nasıl hareket edilmesi gerektiğinin sınırlarını çizme.
Bu kişiler artık “medya müdavimleri”dirler. Her daim müsait, yaptığı işin önemi ne olursa olsun önceliği televizyon olan “fedakâr” görüş bildiricilerdir. Televizyonların her zaman için “el altında tuttukları” isimlere dönüşmüşlerdir. “Gerçek şu ki, artık kimsenin düşünemediği koşullarda düşünebilmek için, bir tür özel düşünüre dönüşmek gerekmektedir” (sf. 36) ve bu kişiler artık işte bu vazgeçilemez özelliğe sahiplerdir.
O nedenledir ki bu kişiler, garip bir paradoks olarak sahip oldukları düşünceleri ekranlar aracılığıyla geniş kitlelere ulaştırmaktan çok bu sayede sağladıkları şöhreti kendi düşünceleri haline getirmeye çalışır, “elitist entelektüellere” karşı halkı savunarak yetersizliklerini incelikle gizledikleri hissine kapılırlar.
Daha doğrusu, düşünce yetersizliği için bir yandan ekranların büyüleyici gücünü diğer yandan sesi çıkmayan kesimlerin görünmez desteğini kendilerinde hissettikleri andan itibaren ne deseniz kâr etmez, hiçbir karşı görüş bu büyük güce karşı gelemez. Fakat atladıkları bir şey vardır bu denklemde. Televizyon, göstererek gizler ama bunu yapabilmeniz için herkesin gösterilenleri “yerleşik düşüncelerle” izlemesi gereklidir. Tam da bu nedenle “önemsiz” yemek programları izleyenler son derece tehlikelidir!
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
* Bu yazı daha evvel serbestiyet.com'da yayınlanmıştır.
Düşünce özgürlüğünü yok eden vasatlıktan kaçıp kurtulmak ya da karşı koyup birşeyler yapmak için içinde bir yerlerde derin bir güç olduğunu hisseden ama bu gücü nereye yönelteceğini bilemeyen, beklemekten başka bir yol bulamayan insanlar...
Aynı işi uzun süre aynı değişmezlikle yapmaktan kaynaklı olarak bir tür memura dönüşmüş bu “televizyon uzmanları” önemli bir kısmımız için duymak istediklerimizi söyleseler de biliyoruz ki her çıkışlarında bizi vasatlığa mahkum ediyor ve her türlü düşünceyi ideolojikleştirerek gerçek bir tartışma yapmayı olanaksız kılıyorlar. Her şeyi savunmasız kılmak için sürekli bir saldırı ve teyakkuz halinde konuşuyorlar. Bunu istemeyen, yani, hâlâ gerçek bir tartışmaya ve düşünceye inanan insanlar ise belli ki buna daha fazla tahammül edemiyor, realitenin yoruculuğundan taze düşler kurarak çıkış yolu bulmaya çalışıyorlar.
Emlak avcıları ya da yemek kültürü programları da hiç olmadığı kadar izleyici buluyor bu sayede. Bir zamanlar siyaseten doğrucu olmak adına herkesin belgesel izlediğini söylemesi ne mutlu ki gerçek oluyor. Fakat bu kez o kadar masum bir sözden ibaret değil galiba!
Bu kişiler aynı zamanda başını alıp uzak diyarların “sorunlardan arınmış” kültürlerine sığınmak arzusu duyuyorlar. Bilmem hangi “güzellikler ülkesine” yerleşen şanslı arkadaşlarından behsediyorlar dost toplantılarında. Belgesel izliyorlar çünkü kimse bu insanların ne izlediğini artık o kadar da merak etmiyor. Bugünlerde böyle bir soru geldiğinde belgesel izlemediğini söylemek gerekiyor çünkü.
Benimse çözümüm farklı. Benim için de televizyonlar hiç bu kadar vasatlığa mahkum olmamıştı. Tartışma programlarında, karşılıklı saflar halinde kimi zaman gereksiz derecede bir nezaketle konuşanlar hiç bu kadar devlet memuruna benzememişlerdi. Ya da bu kişiler hiç bu kadar mesnetsiz bir biçimde kendilerini bir şey zannetmemişlerdi. Hepsine evet! Ama benim çözümüm hiçbir koşulda kaçıp gitmek olmuyor. Kitchen tv izlemeyi ben de çok seviyorum ve soğanlar ince ince kıyılırken ülkenin haliyle benzerlikler kuruyorum ya da hiç bilmediği bir şehre giden çiftlere uygun evler bulan emlak programlarına bayılıyorum ama televizyonu kendi evimde izlemeyi seviyorum. Bu gibi durumlardan kurtulmak için bütün incelikleriyle anlamam gerekiyor sadece. Aksi halde, nereye gidersem gideyim bu insanlar da benimle birlikte geleceklermiş hissine kapılıyorum. Aman Allah'ım!
İşte tam böylesi bir kabus halinde imdadıma yetişen bir kitap oldu Pierre Bourdieu’nun Televizyon Üzerine’si. İnce ama bir o kadar da ağır bir kitaptı. Ne kadar okursanız o kadar fazlalaşan ya da ne kadar bitirirseniz bitirin elinizden bırakmak istemediğiniz türden.
Pierre Bourdieu, Türkçe’de yakın zamanda Sel Yayıncılık'tan çıkan kitabı Televizyon Üzerine’de, büyük bir tanınma ve beğenilme açlığı duyan gazeteci-aydınların halinden söz ederken bu durumu Narkissos’un aynasına benzetiyor. Kendi özel gözlükleriyle dünyaya bakan ve gerçekte kendi gerçekliğinden başka bir hakikate inanmayan -çünkü bütün ekranını sadece kendiyle kaplayan!- insanların zihinsel halini anlamaya çalışıyor.
Kendi ahlakını yaratan vasatlığın televizyona neden ve nasıl bu kadar iyi uyum sağladığından bahsediyor. Her akşam kendi kendini kandırmak için büyülenmişcesine ekran karşısına geçen koca bir toplumun sürdürülemez olan bu durumu sürdürebilmek için bu insanlara devlet memuru statüsü verilmesi gerekliliğine yakın ruh halini anlamamızı sağlıyor. (Devlet memurunun pek çok tanımının yanı sıra, gerçekte sürdürülemez olanı hiçbir şey yokmuş gibi sürdürebilen insan demek olduğunu da burada hatırlatmak isterim).
Bourdieu’nun küçük kitabı aslında pek büyük bir meseleye ışık tutuyor. Ona göre, kendi eserlerinin kalıcılığına güvenemeyen bu kişiler, mümkün olduğu kadar sık ekranlarda görünerek bu açığı kapatmaya çabalıyor, bir tür narsist sergi alanına dönüşmüş olan tevizyona olabildiğince çok çıkarak ne kadar önemli düşüncelere sahip olduklarını kendi kendilerine kanıtlayıp duruyorlar. “Önemsiz meselelerden bahsetmek için öyle değerli dakikalar harcanmaktadır ki, bu meseleler değerli şeylerin üzerini örttükleri ölçüde önemli hale gelmektedir”. (sf. 20)
Bu kişiler genellikle, göstererek gizlerler ama bunu da çoğu kez bilinçli bir biçimde yapmazlar. Toplumda var olan yerleşik kalıpları kendiliğinden görünür hale getirirken esas ele alınacak özgün durumu bilindik bir kalıba uydururlar. Bir aydın için olmazsa olmaz olan açık etme ya da örtüsünü kaldırma yerine açık vermeme ve örtüyü indirmeme yarışına tutuşmuşcasına bir enerjiyle mücadele vermektedirler. Sıradan gerçeklikleri dramatik hale getirmek zorundaymışçasına bir edayla konuşur, kendilerini her koşulda onaylayacak milyonların varlığını bilen bir ses tonuyla karşısındakinin ötesine seslenirler. Peki ama kimdir bu insanlar ve neden böyle yapmaktadırlar? Dahası, böyle yapınca bu neye yaramaktadır?
Bourdieu, beklenenin aksine, kitapta televizyona çıkmayı ve buradan konuşmayı kategorik olarak reddetmez. Bütün çekincelerine rağmen hepten bir olumsuzlama içerisine girmez; “Kişinin televizyonda konuşmayı bütünüyle reddetmesini doğru bulmuyorum. Hatta bunun bir çeşit görev haline geldiği durumlar da olabilir; yalnızca makul koşullarda tabii.” diye belirtir bunu (sf. 14). Ama bu karar verilirken, televizyon aygıtının özellikleri de dikkate alınmalıdır elbette.
Buradan hareketle, önce kendisine sorular sorar: Söylemek istediğim şeyin herkese ulaşması gerekli mi? Konuşmamı, herkes tarafından anlaşılır hale getirmeye hazır mıyım? Söyleyeceklerim, herkes tarafından anlaşılmaya değer mi?
Daha sonrasında ise televizyona çıkacaklar için genel sorulara evrilir bu kendine sorduğu sorular: Kişinin televizyonda söyleyecek sözü var mı? Bunları söyleyebilecek koşullar var mı? Söyledikleri, bu yerde söylenmeye layık mı? Kısacası, bu kişi burada ne yapıyor?
Bourdieu’nun sorgulamalarından bakınca bizdeki tablonun hazin olduğu aşikâr. Ekranların bugünlerde hiç olmadığı kadar tahammül edilemez oluşu, bu soruların hiçbirine cevabı olmayan insanların medyadaki “dengelenme durumu”nun yarattığı boşluktan istifade, zihinlerimizde kalıcı bir yer tutmak için tam bir fırsatçı kurnazlığıyla düşünceyi nesneleştirmeleri gibi gözüküyor. Bu insanlar asla soru sormuyor sadece cevaplar veriyorlar. Tartışma karşılıklı sorulan sorularla ilerlemiyor, her iki taraf karşı cevaplara kendi cevaplarını dayatmaya çalışıyor. Oysa biliyoruz ki gerçek anlamda düşünce her zaman için sorularda gizlidir ve bizatihi öznenin kendisidir; nesneleştirildiğinde ve kalıcı cevaplara dönüştürüldüğünde düşünce olmaktan çıkarak onu ortaya atan insanın “malı” ve böylelikle de kaçınılmaz bir menfaat ilişikisinin parçası haline gelir.
Bu kişiler için kendi görüntülerinin izleyenlerdeki karşılığından çok ardındaki koyu kalabalığın sırlaştırdığı televizyon ekranından -ya da Narkissos aynasından- kendilerine yansıyan görüntü çok daha önemli geliyor. Diğer bir ifadeyle, bu sözler öylesine sıkı ve büyük bir kalabalığa çarpıyor ki neredeyse hiçbir değişime uğramadan geri dönüyor ve o andan itibaren teyit edilmiş -ve aksi sorugulanamaz!- birer hakikate dönüşüyor.
Sözü gerçek kılan şey, onun alınıp üzerine düşünülmesi ya da benimsenip üzerine yeni şeyler inşa edilmesi değil ayniyle yansıtılıp değiştirilmeksizin kabul edilmesi, sorgulanmadan gerçekleştirilmesi oluyor.
Sıradan olanı sıradışı kılarken sıradışı olanı sıradanlaştıran bir televizyoncu tipi, daha önce yaşanmadık bir biçimde söylem üstünlüğünü, daha çok izlenmekten değil daha fazla tahammül edebilen kesimlerden alıyor. İnsanlar televizyon programlarını bir zamanlar erişemediği ya da bir araya gelemediği önemli birilerinin fikirlerine ulaşma aracı olarak izlemiyor çünkü, tam tersine, kolayca erişebileceğini düşündüğü, kendinden birilerinin gidip ekranlarda kendi düşüncelerini -ve de cevaplarını- keskin cümlelerle aleme ilan etmesi için izliyor.
Yaşanan kavgaların tarafı olsa da kılı kıpırdamaksızın seyretmenin, eylemsiz aktifliğin keyfine varıyor. Bourdieu, “Gerçekliği tüm sıradanlığıyla göstermekten daha zor bir şey yoktur” (sf. 24) derken de aslında bu son derece “sıradan” insanların kendilerini sıradışı kılmak için sıradan gerçeklikleri görünmez kılıp tartışma dışına atmalarını kastediyor. Sıradan insanların en çok zorlandıkları şey, sıradan gerçekleri görmek oluyor. Televizyonu her açtığımızda, kendisini gerçek anlamda değerli görmeyen insanların kendinden olan ne varsa aşırı yüceltip değerli hale getirme çabasının yansımalarını izliyoruz.
Bourdieu işte bunu sorguluyor. Yani, bu isanların neden bu özel koşullara uyum sağladıklarını, sağlayabildiklerini ve kimsenin düşünemediği bu koşullarla onların nasıl ve neden düşünebildiklerini. Ve verdiği cevap bizim için de son derece açıklayıcı. Çünkü bu insanlar, “yerleşik düşüncelerle” düşünüyorlar. Yani, herkesin edindiği, kabul görmüş ortak fikirlerle düşündükleri için zaten evvelce televizyon mantığına hazır hale getirilmiş olanı aktaran olmak istiyorlar. Kim daha fazla bağırırsa o kadar fazla etki ediyor gibi oluyor bu nedenle. Kim ötekini alt ederse “kendi tarafı” daha çok kazanıyor. Burada gerçek bir iletişim gerçekleşmiyor. Verici ve alıcı taraflar yok. Sesle, sözle ve görüntülerle yerleşik düşünceleri bildirme var sadece; tebliğ etme, bundan böyle nasıl hareket edilmesi gerektiğinin sınırlarını çizme.
Bu kişiler artık “medya müdavimleri”dirler. Her daim müsait, yaptığı işin önemi ne olursa olsun önceliği televizyon olan “fedakâr” görüş bildiricilerdir. Televizyonların her zaman için “el altında tuttukları” isimlere dönüşmüşlerdir. “Gerçek şu ki, artık kimsenin düşünemediği koşullarda düşünebilmek için, bir tür özel düşünüre dönüşmek gerekmektedir” (sf. 36) ve bu kişiler artık işte bu vazgeçilemez özelliğe sahiplerdir.
O nedenledir ki bu kişiler, garip bir paradoks olarak sahip oldukları düşünceleri ekranlar aracılığıyla geniş kitlelere ulaştırmaktan çok bu sayede sağladıkları şöhreti kendi düşünceleri haline getirmeye çalışır, “elitist entelektüellere” karşı halkı savunarak yetersizliklerini incelikle gizledikleri hissine kapılırlar.
Daha doğrusu, düşünce yetersizliği için bir yandan ekranların büyüleyici gücünü diğer yandan sesi çıkmayan kesimlerin görünmez desteğini kendilerinde hissettikleri andan itibaren ne deseniz kâr etmez, hiçbir karşı görüş bu büyük güce karşı gelemez. Fakat atladıkları bir şey vardır bu denklemde. Televizyon, göstererek gizler ama bunu yapabilmeniz için herkesin gösterilenleri “yerleşik düşüncelerle” izlemesi gereklidir. Tam da bu nedenle “önemsiz” yemek programları izleyenler son derece tehlikelidir!
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
* Bu yazı daha evvel serbestiyet.com'da yayınlanmıştır.
Nazi kamplarında bir Türk: Cengiz Dağcı
“Anormal bir duruma gösterilen anormal bir tepki, normal bir davranıştır.” diyor Viktor Frankl, İnsanın Anlam Arayışı’nda.
Kırım Türk’ü Cengiz Dağcı da 1946 mayısında Roma da bir otel odasında uykusuzlukla, titreme nöbetleriyle ve başucundan ayrılmayan esirlerin hayalleriyle mücadele ederken aslında normal bir tepki veriyordu.
"Doktor korkma, hayatı olduğu gibi kabul et, çalış, sevin, korkuların da geçer, diyor. Güzel, doğru sözler ama ben çocuk değilim ki! Başımın içindekilerle yaşayamıyorum."
Bir savaşın getirdiği acıdan nasıl sağ çıkarız? Her şeyimizi kaybettiğimizde bizi ayakta tutan, devam etmemizi sağlayan güç nedir? Bir savaşta, bir esir kampında ya da mülteci kampında her şeyini kaybetmiş bir insana dayanma gücü veren anlam insandan insana değişse de, varlığının önemini yadsınamaz. Bunu en iyi ortaya koyan eserlerden biri de İnsanın Anlam Arayışı’dır. Kitabın yazarı Viktor Frankl esir kampının insanı insanlıktan çıkaran şartları altında kendisini ve yaşamaya devam eden arkadaşlarını gözlemlerken bunu sorgular, insanı her şeye rağmen ayakta tutacak olan nedir? Ona göre yaşamda bir anlam varsa bu zorluk ve acılarda da bir anlam vardır ve bu acı insanın içsel gücünün onun dışsal kaderinin üstüne çıkabileceğini kanıtlamaya yeterlidir.
Viktor Frankl 1946 yılında Auschwitz toplama kampında ailesini, sahip olduklarını kaybettiğinde onunla aynı dönemde Nazi kamplarında esir düşmüş olan bir Türk vardır: Cengiz Dağcı.
Esir kampından sağ çıkmak Frankl’a ve İnsanın Anlam Arayışı’nı yazdırırken, Cengiz Dağcı’ya Korkunç Yıllar’ı yazdırır. Korkunç Yıllar Cengiz Dağcı’nın hatıralarını roman tarzıyla kaleme aldığı eseridir. Bu eser Cengiz Dağcı'yı esir kampından kurtaran anlamı ve inancı anlamamıza yardımcı olacaktır.
Dağcı 1919 yılında Kırım'ın Yalta şehrinde doğar. Çocukluğu kıtlık, yoksulluk ve Rus emperyalizminin baskıları altında geçer. Babasının desteğiyle Kırım pedagoji enstitüsüne devam ederken ikinci dünya savaşı çıkar ve diğer Kırım Tatarı gençlerle Rusların safında savaşmaya mecbur kalır. Ruslar hesabına savaşmak her zaman kalbinde bir acı olur. Ancak vatanını Almanlardan koruma isteği onun bu çelişkiye dayanmasını sağlar. Savaş onda onulmaz yaralar bırakır. Ancak onu asıl yıkan ve "korkunç" olarak nitelendirdiği yıllar esir kampına düştükten sonra başlar. Kampın zorlu şartlarına, aklın almadığı zorbalıklara ve onlarca insanın ölümüne şahit olur. Esir kampının ilk günlerinde bir Almandan haksız yere yediği dayaktan sonra şöyle yazar: " ...ama o gece kemiklerimin sizisindan çok kalbimin ağrısını duydum". Viktor Frankl da benzer bir anıyı yaşamış ve şöyle aktarmıştır: "İnsanı en çok yaralayan fiziksel acı değil haksızlığın ve mantıksızlığın verdiği acıdır."
Kampta onu ayakta tutan, yaralarını saran her düş vatanına duyduğu sevgiden doğar. Vatanına yani Kırıma duyduğu derin bağlılık ona hayat verir.
“Güneş ışığında nazik minarelerimizi, güneşli mekteplerimizi, yemyeşil köylerimizi görüyorum. Bütün bunların yanında benim gözyaşlarım nedir? Varsın kafamı kurşunlar delsin, fena insanlar kanımı akıtsınlar. Benim ıstırabım milletimin bu istikbali yanında nedir?”
Tüm zor anlarında gözlerinin önüne gelen, onu teselli eden görüntü kendi köyü, dağlar, yeşillikler ve vatanının güzellikleridir.
"Kompartıman penceresinden, elimizden alınmış ata topraklarına baktım. Bu topraklar, vagonların tekerlekleri altında yılların kanlı türküsünü söylüyordu. Bu türküyü saatlerce dinledim, sonra Allah'ım, Allah'ım diye yakardım, sen bizi ayırma bu topraktan! Bu toprak bizimdir. Atalarımızın mirasıdır. Aç, çıplak kalsak da bu toprakta olalım. Ölsek de bu toprakta ölelim. Vatanım, vatanım! Dünyanın hangi köşesinde olursam olayım, ben yaşadıkça sen de bizimle beraber olacaksın.”
Frankl’ı da Auschwitz’de en zor anlarında saran şey sevgidir. Zorlu kamp işçiliği sırasında şunları düşünür:
"Yaşamımda ilk kez, onca şair tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından nihai bilgelik olarak ortaya konan gerçeği gördüm. Gerçek: İnsanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef, sevgidir. O anda, insan şiirinin ve insan düşünce ve inancının vermesi gereken gizin anlamı kavradım: İnsanın sevgiyle ve sevgi içinde kurtuluşu.”
Dağcı’yı ayakta tutan vatan sevgisinin yanında yazma isteğidir. Hatıralarında bunu şöyle dile getirir. “Ben yalnızca Kırım’ın yazarı değilim ama Kırım’ın faciasını bütün gerçeği ve içtenliğiyle yalnız ben yazabilirdim”. Milletine ve vatanına karşı duyduğu gönül borcu ve bir görevi olduğu inancı onu ayakta tutar. Kamptan çıkması ve yaşaması gerekiyordur.
Esir kampından kurtulduğundaysa savaşın ve kampın travmasiyla başbaşadır. "Dünyadan bezmiş, insanlardan yılmış bir Cengiz"dir artık.
Savaşın kendisinde bıraktığı o görünmez yara, travma sonrası stres bozukluğunun tüm belirtileri hayatını sarmıştır. Uyuyamaz, kulaklarına hala iniltiler ve kampın gürültüsü dolmaktadır. Hayata yabancılaşmıştır. Kendi hâlini de anlamlandıramaz. “Bu yenilmiş adam artık ne yapabilir?" diye düşünür. Hatıralarından görüyoruz ki yazabilir. Yazmak onun için bir terapi, bir şifa olmuştur.
"Geçen hafta, Hâtıralar'ı yazmamak kararını verdim. Ama hâtıralarsız içimin boşluğundan daha çok ıstırap duyuyorum. Nasıl devam edeyim! Nasıl yazayım! Yazmak istiyorum. Yazmak için yanıyorum. Ama yazar değilim, nasıl yazayım! Bazı yazılarımı kendim bile anlıyamıyorum."
"Ben bugün hayattan kopmuşum. Onların izlerinden, kendimden, insanlardan, dünyadan korkuyorum. Ben yaşamıyorum: yaşamak için savaşıyorum. Önümde yalnız karanlık ve korku var. Ben ilerleyemiyorum. Önümdeki hayatı göremediğimden, daima geriye bakıyorum. Belki bana yardıma gelir. Belki bana kim olduğumu söyler, ileriki hayatın sırlarını açıklar; belki bir gün geçmişim gelir de beni o yılların kanlı faciaları arasında geçirdiği gibi, bugün de zayıf, düşkün vücudumu ve ruhumu, önümdeki kara günlerden atlatarak selamete ulaştırır. Ya gelmezse?"
Yabancılaşmışlığını ve içinde çarpışan yaşama ve ümitsizlik hissini şöyle anlatır:
“Niçin sokaklardaki insanların arasına karışıp ben de onlar gibi olamıyorum? Niçin kendimi onlardan başka hisssediyorum? İçimde birbiriyle çarpışan iki kuvvet var. Biri hayat, daha doğrusu beni hayata döndürmek isteyen kuvvet. Bu iki kuvvet, içimde durmadan boğuşuyor. Onların boğuşması, bütün varlığımı, temelinden sarsıyor. Beni yavaş yavaş yıkıyor.Korkuyorum. Ben artık sokaklara çıkıp insanlarla bir arada yaşayamayacağım. Elimden tutup beni dünyaya gezdirecek birini araştırıyorum.Öyle biri var mı acaba? Belki var. Ya yoksa? Kalbim ve düşüncelerimle, gene de yeryüzündeki her şeyi: canlıyı, cansızı yaratmış olan Allah’ıma uzanıyorum. Allah’ım sen beni bırakma!”
"Uyuyamıyorum. Niçin uyuyamıyorum. Uyursam, sabah kalktığımda, insanları ve dünyayı, bıraktığım gibi mi bulacağım? Allah’ım, Sen beni koru."
Hatıralarının sonunda iç hesaplaşması, kendisini bir an olsun bırakmayan o korkular artık biraz olsun dinmiş gibidir. Dışarıya çıkar, âmâ bir kadına yardım eder; gün ışığını ilk defa görmüş gibidir. İçini bir sevinç, bir canlılık kaplar. Cengiz Dağcı Viktor Frankl'a göre anlamını bulmuş bir insandır. Savaşın ve esir kampının onda bıraktığı yaralardan sonra vatanına duyduğu sevgi ve yazma tutkusuyla ayakta kalır. Ardında Kırım Türklerinin yaşadığı acıları anlatan şiir ve romanlar bırakan Cengiz Dağcı Türk edebiyatinin en büyük yazarlarındandır.
Asude Sena Muğlu
twitter.com/asudesna
Kırım Türk’ü Cengiz Dağcı da 1946 mayısında Roma da bir otel odasında uykusuzlukla, titreme nöbetleriyle ve başucundan ayrılmayan esirlerin hayalleriyle mücadele ederken aslında normal bir tepki veriyordu.
"Doktor korkma, hayatı olduğu gibi kabul et, çalış, sevin, korkuların da geçer, diyor. Güzel, doğru sözler ama ben çocuk değilim ki! Başımın içindekilerle yaşayamıyorum."
Bir savaşın getirdiği acıdan nasıl sağ çıkarız? Her şeyimizi kaybettiğimizde bizi ayakta tutan, devam etmemizi sağlayan güç nedir? Bir savaşta, bir esir kampında ya da mülteci kampında her şeyini kaybetmiş bir insana dayanma gücü veren anlam insandan insana değişse de, varlığının önemini yadsınamaz. Bunu en iyi ortaya koyan eserlerden biri de İnsanın Anlam Arayışı’dır. Kitabın yazarı Viktor Frankl esir kampının insanı insanlıktan çıkaran şartları altında kendisini ve yaşamaya devam eden arkadaşlarını gözlemlerken bunu sorgular, insanı her şeye rağmen ayakta tutacak olan nedir? Ona göre yaşamda bir anlam varsa bu zorluk ve acılarda da bir anlam vardır ve bu acı insanın içsel gücünün onun dışsal kaderinin üstüne çıkabileceğini kanıtlamaya yeterlidir.
Viktor Frankl 1946 yılında Auschwitz toplama kampında ailesini, sahip olduklarını kaybettiğinde onunla aynı dönemde Nazi kamplarında esir düşmüş olan bir Türk vardır: Cengiz Dağcı.
Esir kampından sağ çıkmak Frankl’a ve İnsanın Anlam Arayışı’nı yazdırırken, Cengiz Dağcı’ya Korkunç Yıllar’ı yazdırır. Korkunç Yıllar Cengiz Dağcı’nın hatıralarını roman tarzıyla kaleme aldığı eseridir. Bu eser Cengiz Dağcı'yı esir kampından kurtaran anlamı ve inancı anlamamıza yardımcı olacaktır.
Dağcı 1919 yılında Kırım'ın Yalta şehrinde doğar. Çocukluğu kıtlık, yoksulluk ve Rus emperyalizminin baskıları altında geçer. Babasının desteğiyle Kırım pedagoji enstitüsüne devam ederken ikinci dünya savaşı çıkar ve diğer Kırım Tatarı gençlerle Rusların safında savaşmaya mecbur kalır. Ruslar hesabına savaşmak her zaman kalbinde bir acı olur. Ancak vatanını Almanlardan koruma isteği onun bu çelişkiye dayanmasını sağlar. Savaş onda onulmaz yaralar bırakır. Ancak onu asıl yıkan ve "korkunç" olarak nitelendirdiği yıllar esir kampına düştükten sonra başlar. Kampın zorlu şartlarına, aklın almadığı zorbalıklara ve onlarca insanın ölümüne şahit olur. Esir kampının ilk günlerinde bir Almandan haksız yere yediği dayaktan sonra şöyle yazar: " ...ama o gece kemiklerimin sizisindan çok kalbimin ağrısını duydum". Viktor Frankl da benzer bir anıyı yaşamış ve şöyle aktarmıştır: "İnsanı en çok yaralayan fiziksel acı değil haksızlığın ve mantıksızlığın verdiği acıdır."
Kampta onu ayakta tutan, yaralarını saran her düş vatanına duyduğu sevgiden doğar. Vatanına yani Kırıma duyduğu derin bağlılık ona hayat verir.
“Güneş ışığında nazik minarelerimizi, güneşli mekteplerimizi, yemyeşil köylerimizi görüyorum. Bütün bunların yanında benim gözyaşlarım nedir? Varsın kafamı kurşunlar delsin, fena insanlar kanımı akıtsınlar. Benim ıstırabım milletimin bu istikbali yanında nedir?”
Tüm zor anlarında gözlerinin önüne gelen, onu teselli eden görüntü kendi köyü, dağlar, yeşillikler ve vatanının güzellikleridir.
"Kompartıman penceresinden, elimizden alınmış ata topraklarına baktım. Bu topraklar, vagonların tekerlekleri altında yılların kanlı türküsünü söylüyordu. Bu türküyü saatlerce dinledim, sonra Allah'ım, Allah'ım diye yakardım, sen bizi ayırma bu topraktan! Bu toprak bizimdir. Atalarımızın mirasıdır. Aç, çıplak kalsak da bu toprakta olalım. Ölsek de bu toprakta ölelim. Vatanım, vatanım! Dünyanın hangi köşesinde olursam olayım, ben yaşadıkça sen de bizimle beraber olacaksın.”
Frankl’ı da Auschwitz’de en zor anlarında saran şey sevgidir. Zorlu kamp işçiliği sırasında şunları düşünür:
"Yaşamımda ilk kez, onca şair tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından nihai bilgelik olarak ortaya konan gerçeği gördüm. Gerçek: İnsanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef, sevgidir. O anda, insan şiirinin ve insan düşünce ve inancının vermesi gereken gizin anlamı kavradım: İnsanın sevgiyle ve sevgi içinde kurtuluşu.”
Dağcı’yı ayakta tutan vatan sevgisinin yanında yazma isteğidir. Hatıralarında bunu şöyle dile getirir. “Ben yalnızca Kırım’ın yazarı değilim ama Kırım’ın faciasını bütün gerçeği ve içtenliğiyle yalnız ben yazabilirdim”. Milletine ve vatanına karşı duyduğu gönül borcu ve bir görevi olduğu inancı onu ayakta tutar. Kamptan çıkması ve yaşaması gerekiyordur.
Esir kampından kurtulduğundaysa savaşın ve kampın travmasiyla başbaşadır. "Dünyadan bezmiş, insanlardan yılmış bir Cengiz"dir artık.
Savaşın kendisinde bıraktığı o görünmez yara, travma sonrası stres bozukluğunun tüm belirtileri hayatını sarmıştır. Uyuyamaz, kulaklarına hala iniltiler ve kampın gürültüsü dolmaktadır. Hayata yabancılaşmıştır. Kendi hâlini de anlamlandıramaz. “Bu yenilmiş adam artık ne yapabilir?" diye düşünür. Hatıralarından görüyoruz ki yazabilir. Yazmak onun için bir terapi, bir şifa olmuştur.
"Geçen hafta, Hâtıralar'ı yazmamak kararını verdim. Ama hâtıralarsız içimin boşluğundan daha çok ıstırap duyuyorum. Nasıl devam edeyim! Nasıl yazayım! Yazmak istiyorum. Yazmak için yanıyorum. Ama yazar değilim, nasıl yazayım! Bazı yazılarımı kendim bile anlıyamıyorum."
"Ben bugün hayattan kopmuşum. Onların izlerinden, kendimden, insanlardan, dünyadan korkuyorum. Ben yaşamıyorum: yaşamak için savaşıyorum. Önümde yalnız karanlık ve korku var. Ben ilerleyemiyorum. Önümdeki hayatı göremediğimden, daima geriye bakıyorum. Belki bana yardıma gelir. Belki bana kim olduğumu söyler, ileriki hayatın sırlarını açıklar; belki bir gün geçmişim gelir de beni o yılların kanlı faciaları arasında geçirdiği gibi, bugün de zayıf, düşkün vücudumu ve ruhumu, önümdeki kara günlerden atlatarak selamete ulaştırır. Ya gelmezse?"
Yabancılaşmışlığını ve içinde çarpışan yaşama ve ümitsizlik hissini şöyle anlatır:
“Niçin sokaklardaki insanların arasına karışıp ben de onlar gibi olamıyorum? Niçin kendimi onlardan başka hisssediyorum? İçimde birbiriyle çarpışan iki kuvvet var. Biri hayat, daha doğrusu beni hayata döndürmek isteyen kuvvet. Bu iki kuvvet, içimde durmadan boğuşuyor. Onların boğuşması, bütün varlığımı, temelinden sarsıyor. Beni yavaş yavaş yıkıyor.Korkuyorum. Ben artık sokaklara çıkıp insanlarla bir arada yaşayamayacağım. Elimden tutup beni dünyaya gezdirecek birini araştırıyorum.Öyle biri var mı acaba? Belki var. Ya yoksa? Kalbim ve düşüncelerimle, gene de yeryüzündeki her şeyi: canlıyı, cansızı yaratmış olan Allah’ıma uzanıyorum. Allah’ım sen beni bırakma!”
"Uyuyamıyorum. Niçin uyuyamıyorum. Uyursam, sabah kalktığımda, insanları ve dünyayı, bıraktığım gibi mi bulacağım? Allah’ım, Sen beni koru."
Hatıralarının sonunda iç hesaplaşması, kendisini bir an olsun bırakmayan o korkular artık biraz olsun dinmiş gibidir. Dışarıya çıkar, âmâ bir kadına yardım eder; gün ışığını ilk defa görmüş gibidir. İçini bir sevinç, bir canlılık kaplar. Cengiz Dağcı Viktor Frankl'a göre anlamını bulmuş bir insandır. Savaşın ve esir kampının onda bıraktığı yaralardan sonra vatanına duyduğu sevgi ve yazma tutkusuyla ayakta kalır. Ardında Kırım Türklerinin yaşadığı acıları anlatan şiir ve romanlar bırakan Cengiz Dağcı Türk edebiyatinin en büyük yazarlarındandır.
Asude Sena Muğlu
twitter.com/asudesna
14 Ocak 2020 Salı
Erkekler için duyulan kaygılar alarm düzeyine geldi
Ünlü psikolog Philip Zimbardo ve Y kuşağından genç çalışma arkadaşı Nikita D. Coulombe "Bitik Erkekler: Teknoloji Erkekliği Nasıl Sabote Etti?" (Pegasus Yayınları, Temmuz 2017) kitabında Batı'da özellikle genç erkekler için duyulan kaygıların alarm düzeyine geldiğini söylüyor. Eğitimdeki büyük hayal kırıklığını ve iş dünyasında erkekler aleyhine ortaya çıkan gelişmeleri, artık erkeklerin çalışmak da istemediğini kanıt olarak gösteriyor.
“Bir kurbağa bir çanak kaynar suya konulduğunda aniden dışarı zıplayacaktır ancak su, soğuk suyla değiştirildiğinde ve giderek ısısı arttırıldığında kurbağa tehlikeyi fark etmeyip ölene kadar pişecektir.”. Her ne kadar zamanın ne getireceği bilinmese de verdikleri örnekten de anlaşılacağı gibi istikbal pek parlak değildir. Kılavuz gerektirmeyen batılı genç erkekler köyünde kabaca görünenler şunlar:
“Batı toplumları, erkeklerin ayakta durmalarını, kendileri için sorumluluk alan, ülke ve toplumlarını geliştirmek için başkalarıyla birlikte çalışan, etkin yurttaşlar olmalarını istiyorlar.”. Ama bir yandan da genç erkeklere hedeflerine tutunmaları ve motivasyonlu olmaları için gereken desteği ve mekânı tanımıyorlar. Genç erkeklere heyecan verici video oyunları ve internet pornografisine serbest erişimden başka neredeyse bir şey sunulmuyor. El birliğiyle genç erkeklerin entelektüel ve sosyal becerilerini engelliyor, gelişme imkânlarının önünü kesiyorlar. Zimbardo’ya göre günümüzde kadın hareketine benzer, erkeklerin dertlerini dile getiren bir erkek çabası yok ama politik ve ekonomik yaşamın daha çok kadınların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurduğu çok açık. Testosteronu (erkeklik hormonu) düşüren, östrojeni (kadınlık hormonu) arttıran çevresel fizyolojik değişimler ve medya etkileri söz konusu. Okullarda erkeklerin ilgisini çekecek bir müfredat yok. Bunların yanı sıra toplumsal yaşamda belirgin bir babasızlık kendisini hissettiriyor; ekonomideki gerilemeye bağlı olarak işsizlik, erkeklerin başına bela oluyor.
Sonuçta, birçok genç erkekte amaca yönelme ve temel sosyal beceri eksikliği ortaya çıkıyor. Eğitimde tam bir hayal kırıklığı yaşanıyor, genç erkeklerin kızlar karşısındaki başarısızlıkları katlanarak artıyor. Çalışmaktan vazgeçen adamlar kitlesi ortaya çıkıyor. Yirmilerindeki ve hatta otuzlarındaki birçok genç ailesiyle yaşıyor. Okul başarısı, kariyer yapmak ve evlenmek artık umurlarında olmuyor. Ergenlik uzadıkça uzuyor, genç adamlar belirsizliklerle dolu dünyaya girmektense, evde ailesinin güvenli sınırları içinde kalmayı yeğliyor.
Sadece ev değil batı dünyasında genç erkeklerin kalmayı yeğledikleri yerler. Sosyal hayatta rekabet etmektense erkek erkeğe dayanışma içine girebildikleri maço gruplar içinde sosyal bir yoğunluk halinde yaşamayı tercih ediyorlar. Video oyunları oynamayı ve porno izlemeyi de seviyorlar. Bu alanları kendilerini gerçek hayata ve ilişkilere göre daha güvenli hissettikleri, sonuçları kontrol edebildikleri, reddedilme korkusunun olmadığı ve becerileri için övgü aldıkları yerler olarak görüyorlar.
İnternet pornografisine ve video oyunlarına bağımlı gençlerde alkol ve uyuşturucuya bağımlılık da artıyor. Alkol ve uyuşturucudan farklı olarak porno ve video oyunlarına bağımlılık, sürekli yenlik ve uyarılma ihtiyacı bir tür uyarılma bağımlılığı ortaya çıkarıyor. Sonuç olarak genç erkekler, olağan sosyal aktivitelerden vazgeçiyor, izole oluyorlar, sosyal beceri geliştirme ve empati kabiliyetlerine ket vuruluyor. Ellerindeki akıllı telefonlar ve okulda geçirilen zamandan fazlasını karşısında geçirdikleri medya, bu süreci körüklüyor. Web üzerinden erişilen ve her an yanlarında olan sanal depolama alanları sayesinde geçmişe ya da geleceğe değil şimdiki zamana odaklanıyorlar. Acil ihtiyaçları dışında etraflarındaki dünya onları ilgilendirmiyor. Erkek çocuklarında artan dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu ve obezite sorunun bunlardan bağımsız olduğunu düşünmek tam bir safdillik olur.
Elbette Batı’dan özellikle ABD ve İngiltere’den bahsediyoruz. Şüphesiz bu sorunlar belli ölçülerde de kızlarda da var. Bizde durum tam böyle değil biliyoruz ama tam olarak ne oluyor bilmiyoruz. En iyisi, şu problemleri teker teker ele almak ve daha ayrıntılı konuşmak…
Akıllı telefonlar sanıldığı gibi hafızamızı ve aklımızı artırmıyor. “Bir kültür olarak, sürekli dikkat kabiliyetimizi yitiriyoruz. Dış kaynak kullandıkça elimizde kalanlar azalıyor ve karşılığında daha az şey biliyoruz.”. Bilgi çağında yaşadığımızı, her türlü bilginin artık bir tuşa basma mesafesinde olduğunu söylüyoruz ama aslında yaşanan bir çeşit bilme yanılsaması. Herhangi bir şeyle ilgili yüzeysel bilgiye sahip olduğu halde, her şeyi bildiğine inanan kitle giderek artıyor. Bu büyük tehlike aslında…
Erkek öğrencilerin okul başarıları giderek düşüyor. Erkekler gerek okulda gerek hayatın diğer alanlarında başarılı olmak için eskiden daha çok rekabet ediyorlardı ve daha çok motivasyona sahiplerdi. Bir iş sahibi olmak, kendi ailesini kurmak, uzun vadeli hedefler belirlemek ve kariyere odaklanmak için çabalıyorlardı, artık bu hallerinden eser yok. “ABD tarihinde ilk defa erkekler babalarından daha az eğitim alıyorlar. Üstelik akademi artık daha çok kadınların uğraşı… Kadınlar, erkekleri her düzeyde alt ediyorlar, ilkokuldan üniversiteye kadar…”. ABD’de okullardaki en başarısız öğrencilerin %70’ini erkekler teşkil ediyor. “Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu” tanısı oranları, her yıl %5’lik artış kaydederek ilerliyor. Bu rahatsızlık, erkeklerde 2-3 misli daha fazla. Özel eğitim tedavi programlarına katılan öğrencilerin üçte ikisi erkek. Bu, zekâ probleminden ziyade, çaba göstermemeye ve heves duymamaya bağlı olarak ortaya çıkan bir sorun…
ABD’deki eğitim istatistikleri ve sonuçların tüm dünyada benzer bir durum sergilemeye başlaması, Zimbardo’nun feryat etmesine neden oluyor: “Artık bir uyanma çağrısının vakti geldi. Genç erkeklerin yeterli akademik performans gösteremediklerini her ülkede duyurmalıyız. Eğer yakın zamanlarda düzeltici adımlar atılmazsa erkekler, aileleri, toplumları ve hatta uluslarının kaderi için sonuç felaket olabilir.”
İş hayatında da durum farklı değil. “Protestan iş ahlakı, genç erkeklerin zihinlerinden ne zaman uçup gitti?” diye soran Zimbardo’yu karşılaştığı rakamlar ürkütüyor. “2000-2010 yılları arasında, Amerikan gençleri arasında işgücüne katılım oranı yüzde kırk iki oranında azaldı ve 20 ile 24 yaşları arası işçi sayısı yüzde 17 düştü… ABD’deki 25-34 yaş arası erkek işsizliği, 1970’tekinin iki katından daha fazla. İtalya, Fransa, İspanya, İsveç ve Japonya gibi diğer ülkeler, işsiz genç erkeklerde beş kattan daha fazla artış gördüler. OECD kayıtları, yirmilerinin sonları ve otuzlarının başlarındaki erkeklerde küresel işsizlik oranının 1970’de yüzde 2’yken 2012’de yüzde 9’a çıktığını gösteriyor. Bu çok yüksek artış ve milyonlarca genç erkeğin çalışmıyor olduğu anlamına geliyor.”
Hal böyle olmasına rağmen işin ilginç yanı, genç erkekler bir şeyler yapmak için bir türlü harekete geçmiyorlar. Bununla kalsalar iyi hem çalışmıyor hem her şeyi hak ettiklerini düşünüyorlar. “Bazı erkekler, salt erkek oldukları için kendilerine birçok şeyi hak olarak görüyorlar. Üstelik bu ayrıcalığı kazanmak için hiçbir şey yapmalarına gerek yok. Birçoğu artık anne ve babalarıyla, bir eş veya hayat arkadaşıyla olan ilişkisinde uzun vadeli sığınak arıyor. Şaşırtıcı derece yüksek sayıda erkek, para getirecek işlerde çalışmayı istemiyor gibi görünüyor, hatta yaşam alanlarını düzenli tutacak temel ev işlerine bile yardım etmiyorlar. Bu adamlar etrafta dolanıp ‘kendi şeyleri’ni yapmaktan memnun ancak geleneksel olarak ‘iş’e benzeyen hiçbir şey icra etmiyorlar. Bu adamların bazıları, başkasına bağımlı olmayı bir toplumsal başarısızlık değil, bir başarı olarak” görüyorlar… “Bu adamlar, David Beckham, Michael Phelps ve Mark Zuckerberg gibi her şeye sahip görünen, başarılı, medyatik ünlüler ve kişiliklere özeniyor gibiler ancak gördükleri ve hayran oldukları şey, sadece arzulanan sonuç ve ürünler…”
Velhasıl kelam, genç erkekler artık erkek olmanın anahtarını sorumlulukta arayan, başkalarını, ailesini düşünen ve onlara zarar vermemek için çabalayan, sadakati önemseyen, oyuna değil işe öncelik veren kimseler olmaktan çıkıyorlar. Sadece bunlarla kalsa iyi artan pornografi, oyun ve madde bağımlılığı, obezite oranları da hesaba katıldığında tam bir “erkek sorunu” karşımıza çıkıyor.
Bunları düşünürken ülkemizdeki yüksek genç işsizlik oranları aklıma geliyor. İşsizlikle, sadece istihdamı artırarak baş etmeye çalışan yöneticilerimiz, ilgililer, keşke sorunun çok daha çetrefil olduğunu bilseler diye geçiriyorum içimden.
Erol Göka
twitter.com/erolgoka
* Bu yazı daha evvel Yenişafak'ta yayınlanmıştır.
“Bir kurbağa bir çanak kaynar suya konulduğunda aniden dışarı zıplayacaktır ancak su, soğuk suyla değiştirildiğinde ve giderek ısısı arttırıldığında kurbağa tehlikeyi fark etmeyip ölene kadar pişecektir.”. Her ne kadar zamanın ne getireceği bilinmese de verdikleri örnekten de anlaşılacağı gibi istikbal pek parlak değildir. Kılavuz gerektirmeyen batılı genç erkekler köyünde kabaca görünenler şunlar:
“Batı toplumları, erkeklerin ayakta durmalarını, kendileri için sorumluluk alan, ülke ve toplumlarını geliştirmek için başkalarıyla birlikte çalışan, etkin yurttaşlar olmalarını istiyorlar.”. Ama bir yandan da genç erkeklere hedeflerine tutunmaları ve motivasyonlu olmaları için gereken desteği ve mekânı tanımıyorlar. Genç erkeklere heyecan verici video oyunları ve internet pornografisine serbest erişimden başka neredeyse bir şey sunulmuyor. El birliğiyle genç erkeklerin entelektüel ve sosyal becerilerini engelliyor, gelişme imkânlarının önünü kesiyorlar. Zimbardo’ya göre günümüzde kadın hareketine benzer, erkeklerin dertlerini dile getiren bir erkek çabası yok ama politik ve ekonomik yaşamın daha çok kadınların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurduğu çok açık. Testosteronu (erkeklik hormonu) düşüren, östrojeni (kadınlık hormonu) arttıran çevresel fizyolojik değişimler ve medya etkileri söz konusu. Okullarda erkeklerin ilgisini çekecek bir müfredat yok. Bunların yanı sıra toplumsal yaşamda belirgin bir babasızlık kendisini hissettiriyor; ekonomideki gerilemeye bağlı olarak işsizlik, erkeklerin başına bela oluyor.
Sonuçta, birçok genç erkekte amaca yönelme ve temel sosyal beceri eksikliği ortaya çıkıyor. Eğitimde tam bir hayal kırıklığı yaşanıyor, genç erkeklerin kızlar karşısındaki başarısızlıkları katlanarak artıyor. Çalışmaktan vazgeçen adamlar kitlesi ortaya çıkıyor. Yirmilerindeki ve hatta otuzlarındaki birçok genç ailesiyle yaşıyor. Okul başarısı, kariyer yapmak ve evlenmek artık umurlarında olmuyor. Ergenlik uzadıkça uzuyor, genç adamlar belirsizliklerle dolu dünyaya girmektense, evde ailesinin güvenli sınırları içinde kalmayı yeğliyor.
Sadece ev değil batı dünyasında genç erkeklerin kalmayı yeğledikleri yerler. Sosyal hayatta rekabet etmektense erkek erkeğe dayanışma içine girebildikleri maço gruplar içinde sosyal bir yoğunluk halinde yaşamayı tercih ediyorlar. Video oyunları oynamayı ve porno izlemeyi de seviyorlar. Bu alanları kendilerini gerçek hayata ve ilişkilere göre daha güvenli hissettikleri, sonuçları kontrol edebildikleri, reddedilme korkusunun olmadığı ve becerileri için övgü aldıkları yerler olarak görüyorlar.
İnternet pornografisine ve video oyunlarına bağımlı gençlerde alkol ve uyuşturucuya bağımlılık da artıyor. Alkol ve uyuşturucudan farklı olarak porno ve video oyunlarına bağımlılık, sürekli yenlik ve uyarılma ihtiyacı bir tür uyarılma bağımlılığı ortaya çıkarıyor. Sonuç olarak genç erkekler, olağan sosyal aktivitelerden vazgeçiyor, izole oluyorlar, sosyal beceri geliştirme ve empati kabiliyetlerine ket vuruluyor. Ellerindeki akıllı telefonlar ve okulda geçirilen zamandan fazlasını karşısında geçirdikleri medya, bu süreci körüklüyor. Web üzerinden erişilen ve her an yanlarında olan sanal depolama alanları sayesinde geçmişe ya da geleceğe değil şimdiki zamana odaklanıyorlar. Acil ihtiyaçları dışında etraflarındaki dünya onları ilgilendirmiyor. Erkek çocuklarında artan dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu ve obezite sorunun bunlardan bağımsız olduğunu düşünmek tam bir safdillik olur.
Elbette Batı’dan özellikle ABD ve İngiltere’den bahsediyoruz. Şüphesiz bu sorunlar belli ölçülerde de kızlarda da var. Bizde durum tam böyle değil biliyoruz ama tam olarak ne oluyor bilmiyoruz. En iyisi, şu problemleri teker teker ele almak ve daha ayrıntılı konuşmak…
Akıllı telefonlar sanıldığı gibi hafızamızı ve aklımızı artırmıyor. “Bir kültür olarak, sürekli dikkat kabiliyetimizi yitiriyoruz. Dış kaynak kullandıkça elimizde kalanlar azalıyor ve karşılığında daha az şey biliyoruz.”. Bilgi çağında yaşadığımızı, her türlü bilginin artık bir tuşa basma mesafesinde olduğunu söylüyoruz ama aslında yaşanan bir çeşit bilme yanılsaması. Herhangi bir şeyle ilgili yüzeysel bilgiye sahip olduğu halde, her şeyi bildiğine inanan kitle giderek artıyor. Bu büyük tehlike aslında…
Erkek öğrencilerin okul başarıları giderek düşüyor. Erkekler gerek okulda gerek hayatın diğer alanlarında başarılı olmak için eskiden daha çok rekabet ediyorlardı ve daha çok motivasyona sahiplerdi. Bir iş sahibi olmak, kendi ailesini kurmak, uzun vadeli hedefler belirlemek ve kariyere odaklanmak için çabalıyorlardı, artık bu hallerinden eser yok. “ABD tarihinde ilk defa erkekler babalarından daha az eğitim alıyorlar. Üstelik akademi artık daha çok kadınların uğraşı… Kadınlar, erkekleri her düzeyde alt ediyorlar, ilkokuldan üniversiteye kadar…”. ABD’de okullardaki en başarısız öğrencilerin %70’ini erkekler teşkil ediyor. “Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu” tanısı oranları, her yıl %5’lik artış kaydederek ilerliyor. Bu rahatsızlık, erkeklerde 2-3 misli daha fazla. Özel eğitim tedavi programlarına katılan öğrencilerin üçte ikisi erkek. Bu, zekâ probleminden ziyade, çaba göstermemeye ve heves duymamaya bağlı olarak ortaya çıkan bir sorun…
ABD’deki eğitim istatistikleri ve sonuçların tüm dünyada benzer bir durum sergilemeye başlaması, Zimbardo’nun feryat etmesine neden oluyor: “Artık bir uyanma çağrısının vakti geldi. Genç erkeklerin yeterli akademik performans gösteremediklerini her ülkede duyurmalıyız. Eğer yakın zamanlarda düzeltici adımlar atılmazsa erkekler, aileleri, toplumları ve hatta uluslarının kaderi için sonuç felaket olabilir.”
İş hayatında da durum farklı değil. “Protestan iş ahlakı, genç erkeklerin zihinlerinden ne zaman uçup gitti?” diye soran Zimbardo’yu karşılaştığı rakamlar ürkütüyor. “2000-2010 yılları arasında, Amerikan gençleri arasında işgücüne katılım oranı yüzde kırk iki oranında azaldı ve 20 ile 24 yaşları arası işçi sayısı yüzde 17 düştü… ABD’deki 25-34 yaş arası erkek işsizliği, 1970’tekinin iki katından daha fazla. İtalya, Fransa, İspanya, İsveç ve Japonya gibi diğer ülkeler, işsiz genç erkeklerde beş kattan daha fazla artış gördüler. OECD kayıtları, yirmilerinin sonları ve otuzlarının başlarındaki erkeklerde küresel işsizlik oranının 1970’de yüzde 2’yken 2012’de yüzde 9’a çıktığını gösteriyor. Bu çok yüksek artış ve milyonlarca genç erkeğin çalışmıyor olduğu anlamına geliyor.”
Hal böyle olmasına rağmen işin ilginç yanı, genç erkekler bir şeyler yapmak için bir türlü harekete geçmiyorlar. Bununla kalsalar iyi hem çalışmıyor hem her şeyi hak ettiklerini düşünüyorlar. “Bazı erkekler, salt erkek oldukları için kendilerine birçok şeyi hak olarak görüyorlar. Üstelik bu ayrıcalığı kazanmak için hiçbir şey yapmalarına gerek yok. Birçoğu artık anne ve babalarıyla, bir eş veya hayat arkadaşıyla olan ilişkisinde uzun vadeli sığınak arıyor. Şaşırtıcı derece yüksek sayıda erkek, para getirecek işlerde çalışmayı istemiyor gibi görünüyor, hatta yaşam alanlarını düzenli tutacak temel ev işlerine bile yardım etmiyorlar. Bu adamlar etrafta dolanıp ‘kendi şeyleri’ni yapmaktan memnun ancak geleneksel olarak ‘iş’e benzeyen hiçbir şey icra etmiyorlar. Bu adamların bazıları, başkasına bağımlı olmayı bir toplumsal başarısızlık değil, bir başarı olarak” görüyorlar… “Bu adamlar, David Beckham, Michael Phelps ve Mark Zuckerberg gibi her şeye sahip görünen, başarılı, medyatik ünlüler ve kişiliklere özeniyor gibiler ancak gördükleri ve hayran oldukları şey, sadece arzulanan sonuç ve ürünler…”
Velhasıl kelam, genç erkekler artık erkek olmanın anahtarını sorumlulukta arayan, başkalarını, ailesini düşünen ve onlara zarar vermemek için çabalayan, sadakati önemseyen, oyuna değil işe öncelik veren kimseler olmaktan çıkıyorlar. Sadece bunlarla kalsa iyi artan pornografi, oyun ve madde bağımlılığı, obezite oranları da hesaba katıldığında tam bir “erkek sorunu” karşımıza çıkıyor.
Bunları düşünürken ülkemizdeki yüksek genç işsizlik oranları aklıma geliyor. İşsizlikle, sadece istihdamı artırarak baş etmeye çalışan yöneticilerimiz, ilgililer, keşke sorunun çok daha çetrefil olduğunu bilseler diye geçiriyorum içimden.
Erol Göka
twitter.com/erolgoka
* Bu yazı daha evvel Yenişafak'ta yayınlanmıştır.
13 Ocak 2020 Pazartesi
Zor bir annenin gölgesinde zor bir evlat ol(ma)mak
"Kişi, bunalımlar ve 'yatıştırıcılar' olmadan yaşamak istiyorsa, dayanağını kendi benliğinde, dolayısıyla gerçek ihtiyaçlarına ve duygularına ulaşmakta bulmalı ve kendini özgürce ifade edebilmelidir."
- Alice Miller, Yetenekli Çocuğun Dramı
Oğlum Ömer Asaf'la geçtiğimiz hafta sonu kuaföre gittik. Ben berbere gidiyorum, o kuaföre... Sıranın bize gelmesini bekliyoruz. O esnada tıraş olan ve sonradan 15 yaşında olduğunu öğrendiğimiz bir oğlan ve hemen yanında kuaföre sürekli direktifler veren annesi, 4 yaşındaki oğlumun dikkatini çekti. "Baba ne diyor annesi?" diye sordu bana sürekli. Annesi ne mi diyor? Şöyle kesin, şuraya jilet vurmayın, öyle sevmiyor, böyle çok seviyor... Acaba çocuk hasta mı diye dikkat kesilirken çocukta hiçbir hastalık emaresi görmedim. Bir hastalıktan daha da ciddi bir durum vardı ortada. Kontrolcü, baskıcı, yani oldukça zor bir anne. Çocuk tam fikrini söyleyecekken ortaya atılan, "hayır, okuldan kızarlar!" diyerek ortalığı geren, "babası da böyle saç seviyor zaten!" diyerek çocuğun hiçbir fikrini önemsemeyen, zorlu, çok zorlu bir ebeveynlik.
Dükkanda gerilim giderek yükseldi. En sonunda çırak pes etti ve ustasıyla göz teması kurarak yardım istedi. Usta, gayet düzgün bir üslupla "Hanımefendi, biz çocuğun istediği gibi kesmeye başlamıştık fakat sonra siz sık sık müdahale ettiniz, o yüzden stil diye bir şey çıkmadı ortaya, keşke kararları çocuğunuz verse" dedi. Sonrasında kadının kasılan suratından şunları okuyabildik hepimiz: Hayır! Kararları ben veririm, ben karışırım, ben söylerim. O daha çocuk. Evet, 15 yaşında bıyıklı, uzun saçlı, kocaman bir çocuk! Hem siz kim oluyorsunuz da benimle çocuğumun arasına giriyorsunuz! Çırak seri hareketlerle tıraşı bitirip çocuğu ve annesini gönderdi. Dükkandaki herkes bu gerilim hattından çıkabilmek için kendini dışarıya attı. Kimi çayla kimi sigarayla hayatı sorguladı bir kez daha. Sıra bize geldi. Çırak bir önceki tecrübesinin de etkisiyle bana dönüp "nasıl olsun abi?" diye sordu. "Bilmem, ona sor" diyerek Ömer'i işaret ettim. Ömer de en sevdiği modeli söyledi. Kirpi modeli. Yani babasının saçları gibi...
Eve döndüğümde aklıma hemen, çocuklarla ve gençlerle aile içi sorunları sanat aracılığıyla aşma yolları üzerine çalışan Alman psikoterapist Waltraut Barnowski-Geiser ile çocuklara, gençlere ve yetişkinlere yönelik danışmanlık veren klinik psikolog Maren Geiser-Heinrichs'in ortaklaşa imza attıkları kitap geldi. 2019'un son günlerinde İletim Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluşan Zor Anneler, altbaşlığından da anlaşıldığı gibi yetişkin kızlar ve oğullar için rehber kitap olma iddiasında. "Neden bu kitap okunmalı?" sorusuna verilecek en güzel cevap ise yazarlardan geliyor: "İnsanlar dışarıdan göründüklerinden daha fazlasıdırlar. Somut yaşamöykülerinin gösterdiğinden daha fazlası. Ömür ilerledikçe birçok şey karanlığa gömülür ve çoğu kişi, özellikle de ağır yük oluşturan veya zor çocukluk deneyimleri olanlar, artık bunları bilmezler. Bir bakıma böylesi iyidir (çünkü bazı şeyleri karanlıkta bırakmak daha iyidir): Ancak yetişkinler, örneğin uzun zamandır devam eden bir hastalık nedeniyle, kim oldukları sorusuna bir cevap aramaya çıkacak olurlarsa, o zaman kendilerini, düşündüklerini, hissettiklerini ve davranışlarını daha iyi anlamaya imkân veren şey, karanlığın içine bakmaktır. Karanlığın içine bakmak, kendini bilme derecesini artırmanın ve acıyı geride bırakmanın yolunu açabilir."
İki bölüme ayrılıyor Zor Anneler. İlk bölümde anne ile çocuk arasındaki ilişki dans metaforu üzerinden değerlendiriliyor. Bu dansın bir ömür sürecek olmasının yanı sıra, nasıl sürmesi gerektiği acı gerçeklerle masaya yatırılıyor. Başarılı anne-çocuk ilişkilerinin sırrı bilimsel bakışla inceleniyor. Burada en önemli şey, annenin kendi duygusal hâlinden bağımsız olarak çocuğunun ihtiyaçlarının farkında olması, kendini onun yerine koyabilmesi ve gerektiği anda onun isteklerine karşılık verebilmesi. Aksi takdirde bağ, kopmaya başlıyor. Böylece aile ortamı buz tutuyor. İçi keder dolu bir suskunluk yerleşiyor odalara, sofralara, duvarlara: "Kimi zaman anne babanın susması bir hastalığın parçasıdır ve tipik aile iklimi halini alır - burada çoğunlukla sadece önemsiz şeyler hakkında, günlük işler, komşular ve başkaları, televizyonda olup bitenler hakkında konuşulur, ancak aile üyelerini gerçekten etkileyen şeylerden pek söz edilmez. Manipülasyon suskunluğuna yer yer narsisizm hastası ve borderline yapılı insanlarda rastlanır. Anne baba depresyonunda çocuklar suskunluğun başka bir biçimiyle karşılaşırlar: Çoğunlukla bu hastalıpa eşlik eden kayıtsızlık, ebeveynler ve çocuklar arasındaki etkileşimleri de belirler. Bu da çocukların sorularının karşılıksız kalmasına, empati, merhamet ve ilginin ifade edilmemesine, çocukların tekrar tekrar boşluğa konuşmasına, bakmasına yol açar - çocuklar için çok önemli olan rezonan tecrübeleri eksiktir. Depresif olan ebeveyn çoğunlukla çocuğunun sıkıntısının bilincinde değildir."
İlk bölümün sonunda, içinizdeki yaralı çocukla baş etme stratejileri yer alıyor. Özel yeteneklere ve özel stratejilere ihtiyaç duyulduğu belirtiliyor yazarlar tarafından. Kimi zaman hayaller dünyasında ilerler çocuk. Büyüdükçe, o hayal boşluğunun bir yakın arkadaşla, patronla kapatmak ister. Maddi olarak bağımsız olunacak ve 'nihayet' mutlu olunacak zamanı ararlar. "Böylece beklerler de beklerler, bir yandan hayat yanlarından akıp gider. Sadece içlerinde çok derinden bir ses, onlara yaşanmamış bir hayata dair bir şeyler fısıldar" diyor yazarlar. Acı son ise şu: baş etme stratejileri trajikleştikçe, geriye zor ebeveynin zor çocuğu kalır, dolayısıyla daima zor görünen davranışlar ele geçirir çocuğu.
İkinci bölüm kitabın uygulama bölümü. Burada artık zor annelerin yetişkin çocukları için bugünü daha iyi hâle getirecek program yer alıyor. Yazarlar burada Awokado (Almanca Achtsamkeit, Würdigung, Orientierung, Klarheit, Anklang, Deckung, Offenheit kelimelerinin baş harflerinden oluşturulmuş bir kısaltma. Kelimeler; Farkındalık, Takdir, Oryantasyon, Netlik, Ahenk, Örtüşme, Açıklık anlamlarına geliyor.) programından bahsediyorlar, usulca yük bıraktırmayı amaçlıyorlar. Akabinde 'anne sesi'ni ortaya çıkaran bir test var. Testin sonuçlarına göre okurun annesinin tipi belirleniyor: yargılayan, korkan, sert, mükemmeliyetçi, bağımsız, kendine zarar veren, bağımlı, sadık, mutlu eden... Yine bu bölümün sonunda birçok soru ve pratikle kişinin kendi hayatını daha iyiye yöneltmek için uygun yollar anlatılıyor. Her şeyden önce bu görevleri yerine getirmenin bir 'hayat görevi' olduğunun üzerinde duruluyor. En ufak bir vazgeçme, her şeyi başa sarabilir zira. Kişisel güne bakış, haftaya ve aya bakış, Awokado güçlenme ritüeli gibi usullerle kitabı eline alan her 'zor' çocuğun mücadelesinde destekçi olunmaya çalışılıyor. Sebebi de öz farkındalığı, yani insanın içini, oradaki güzellikleri yeniden ortaya çıkarmak. Albert Schweitzer'in dediği gibi: "Hastalar kendi doktorlarını içlerinde taşırlar. Bize gelirler ve bu gerçeği bilmezler. Yapabileceğimiz en iyi şey, hastalarımızın iç şifacılarına işini yapabilmeleri için bir fırsat vermektir."
Kitabın sonsözünde bir sürpriz var. Belki daha önceden belirtilmiştir ve ben gözden kaçırmış olabilirim ama kitabın yazarlarının bir anne ve kızı olduğunu öğreniyoruz. Anne (Waltraut) 1958'de, İkinci Dünya Savaşı'nı okul çağında yaşamak zorunda kalan bir annenin çocuğu olarak doğmuş. Burada hem kendisinden hem de annesinden bilgiler var ki 'aile döngüsü' denen şey açığa çıksın. Kız (Maren) ise otuz yıl sonra, 1988'de doğmuş ve bambaşka bir kuşağın çocuğu. Aileyi tanırken kuşakları da tanıyoruz bu yazıda. Kitabın asla bir intikam ya da hesaplaşma aracı olmayacağını, tamamen işbirliği niyetiyle yazıldığı belirtiliyor yazarlar tarafından. Gelecek dönemde zor babalara dair de bir kitap yazılacağını söylüyorlar. "Danışmanlık yaptığımız kişilerle çalışırken, köprüler kurmanın, birbirini yine de anlamayı denemenin, kendini ötekinin yerine koymanın kendi benliğimizi eşsiz bir şekilde zenginleştirdiğini gördük: Hem çocuklar hem anneler için ve aynı derecede önemli bir şey olarak daha sonraki kuşakların hayatıdır zenginleşen." iyimserliğini de ihmal etmiyorlar.
Çocukluk dramı çoğu zaman, sağlıklı görünen bir mizacın ardında yaşanır. Aşırı uçlarda yaşayanlara baktığımızda bunu görürüz. Çok kahkaha atanlar ya da ağlayanlar, bir sürüye katılıp sürekli gezenler ya da daima yalnız kalmak isteyenler... Tüm bunların ardında zor anneler olabilir mi? Cevabı kitapta.
Not: Bu kitapla beraber, yazıya başlarken atıf yaptığım, Alice Miller imzalı Yetenekli Çocuğun Dramı ve Mark Wolynn'in Seninle Başlamadı kitabının da okunmasını öneririm, naçizane.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Alice Miller, Yetenekli Çocuğun Dramı
Oğlum Ömer Asaf'la geçtiğimiz hafta sonu kuaföre gittik. Ben berbere gidiyorum, o kuaföre... Sıranın bize gelmesini bekliyoruz. O esnada tıraş olan ve sonradan 15 yaşında olduğunu öğrendiğimiz bir oğlan ve hemen yanında kuaföre sürekli direktifler veren annesi, 4 yaşındaki oğlumun dikkatini çekti. "Baba ne diyor annesi?" diye sordu bana sürekli. Annesi ne mi diyor? Şöyle kesin, şuraya jilet vurmayın, öyle sevmiyor, böyle çok seviyor... Acaba çocuk hasta mı diye dikkat kesilirken çocukta hiçbir hastalık emaresi görmedim. Bir hastalıktan daha da ciddi bir durum vardı ortada. Kontrolcü, baskıcı, yani oldukça zor bir anne. Çocuk tam fikrini söyleyecekken ortaya atılan, "hayır, okuldan kızarlar!" diyerek ortalığı geren, "babası da böyle saç seviyor zaten!" diyerek çocuğun hiçbir fikrini önemsemeyen, zorlu, çok zorlu bir ebeveynlik.
Dükkanda gerilim giderek yükseldi. En sonunda çırak pes etti ve ustasıyla göz teması kurarak yardım istedi. Usta, gayet düzgün bir üslupla "Hanımefendi, biz çocuğun istediği gibi kesmeye başlamıştık fakat sonra siz sık sık müdahale ettiniz, o yüzden stil diye bir şey çıkmadı ortaya, keşke kararları çocuğunuz verse" dedi. Sonrasında kadının kasılan suratından şunları okuyabildik hepimiz: Hayır! Kararları ben veririm, ben karışırım, ben söylerim. O daha çocuk. Evet, 15 yaşında bıyıklı, uzun saçlı, kocaman bir çocuk! Hem siz kim oluyorsunuz da benimle çocuğumun arasına giriyorsunuz! Çırak seri hareketlerle tıraşı bitirip çocuğu ve annesini gönderdi. Dükkandaki herkes bu gerilim hattından çıkabilmek için kendini dışarıya attı. Kimi çayla kimi sigarayla hayatı sorguladı bir kez daha. Sıra bize geldi. Çırak bir önceki tecrübesinin de etkisiyle bana dönüp "nasıl olsun abi?" diye sordu. "Bilmem, ona sor" diyerek Ömer'i işaret ettim. Ömer de en sevdiği modeli söyledi. Kirpi modeli. Yani babasının saçları gibi...
Eve döndüğümde aklıma hemen, çocuklarla ve gençlerle aile içi sorunları sanat aracılığıyla aşma yolları üzerine çalışan Alman psikoterapist Waltraut Barnowski-Geiser ile çocuklara, gençlere ve yetişkinlere yönelik danışmanlık veren klinik psikolog Maren Geiser-Heinrichs'in ortaklaşa imza attıkları kitap geldi. 2019'un son günlerinde İletim Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluşan Zor Anneler, altbaşlığından da anlaşıldığı gibi yetişkin kızlar ve oğullar için rehber kitap olma iddiasında. "Neden bu kitap okunmalı?" sorusuna verilecek en güzel cevap ise yazarlardan geliyor: "İnsanlar dışarıdan göründüklerinden daha fazlasıdırlar. Somut yaşamöykülerinin gösterdiğinden daha fazlası. Ömür ilerledikçe birçok şey karanlığa gömülür ve çoğu kişi, özellikle de ağır yük oluşturan veya zor çocukluk deneyimleri olanlar, artık bunları bilmezler. Bir bakıma böylesi iyidir (çünkü bazı şeyleri karanlıkta bırakmak daha iyidir): Ancak yetişkinler, örneğin uzun zamandır devam eden bir hastalık nedeniyle, kim oldukları sorusuna bir cevap aramaya çıkacak olurlarsa, o zaman kendilerini, düşündüklerini, hissettiklerini ve davranışlarını daha iyi anlamaya imkân veren şey, karanlığın içine bakmaktır. Karanlığın içine bakmak, kendini bilme derecesini artırmanın ve acıyı geride bırakmanın yolunu açabilir."
İki bölüme ayrılıyor Zor Anneler. İlk bölümde anne ile çocuk arasındaki ilişki dans metaforu üzerinden değerlendiriliyor. Bu dansın bir ömür sürecek olmasının yanı sıra, nasıl sürmesi gerektiği acı gerçeklerle masaya yatırılıyor. Başarılı anne-çocuk ilişkilerinin sırrı bilimsel bakışla inceleniyor. Burada en önemli şey, annenin kendi duygusal hâlinden bağımsız olarak çocuğunun ihtiyaçlarının farkında olması, kendini onun yerine koyabilmesi ve gerektiği anda onun isteklerine karşılık verebilmesi. Aksi takdirde bağ, kopmaya başlıyor. Böylece aile ortamı buz tutuyor. İçi keder dolu bir suskunluk yerleşiyor odalara, sofralara, duvarlara: "Kimi zaman anne babanın susması bir hastalığın parçasıdır ve tipik aile iklimi halini alır - burada çoğunlukla sadece önemsiz şeyler hakkında, günlük işler, komşular ve başkaları, televizyonda olup bitenler hakkında konuşulur, ancak aile üyelerini gerçekten etkileyen şeylerden pek söz edilmez. Manipülasyon suskunluğuna yer yer narsisizm hastası ve borderline yapılı insanlarda rastlanır. Anne baba depresyonunda çocuklar suskunluğun başka bir biçimiyle karşılaşırlar: Çoğunlukla bu hastalıpa eşlik eden kayıtsızlık, ebeveynler ve çocuklar arasındaki etkileşimleri de belirler. Bu da çocukların sorularının karşılıksız kalmasına, empati, merhamet ve ilginin ifade edilmemesine, çocukların tekrar tekrar boşluğa konuşmasına, bakmasına yol açar - çocuklar için çok önemli olan rezonan tecrübeleri eksiktir. Depresif olan ebeveyn çoğunlukla çocuğunun sıkıntısının bilincinde değildir."
İlk bölümün sonunda, içinizdeki yaralı çocukla baş etme stratejileri yer alıyor. Özel yeteneklere ve özel stratejilere ihtiyaç duyulduğu belirtiliyor yazarlar tarafından. Kimi zaman hayaller dünyasında ilerler çocuk. Büyüdükçe, o hayal boşluğunun bir yakın arkadaşla, patronla kapatmak ister. Maddi olarak bağımsız olunacak ve 'nihayet' mutlu olunacak zamanı ararlar. "Böylece beklerler de beklerler, bir yandan hayat yanlarından akıp gider. Sadece içlerinde çok derinden bir ses, onlara yaşanmamış bir hayata dair bir şeyler fısıldar" diyor yazarlar. Acı son ise şu: baş etme stratejileri trajikleştikçe, geriye zor ebeveynin zor çocuğu kalır, dolayısıyla daima zor görünen davranışlar ele geçirir çocuğu.
İkinci bölüm kitabın uygulama bölümü. Burada artık zor annelerin yetişkin çocukları için bugünü daha iyi hâle getirecek program yer alıyor. Yazarlar burada Awokado (Almanca Achtsamkeit, Würdigung, Orientierung, Klarheit, Anklang, Deckung, Offenheit kelimelerinin baş harflerinden oluşturulmuş bir kısaltma. Kelimeler; Farkındalık, Takdir, Oryantasyon, Netlik, Ahenk, Örtüşme, Açıklık anlamlarına geliyor.) programından bahsediyorlar, usulca yük bıraktırmayı amaçlıyorlar. Akabinde 'anne sesi'ni ortaya çıkaran bir test var. Testin sonuçlarına göre okurun annesinin tipi belirleniyor: yargılayan, korkan, sert, mükemmeliyetçi, bağımsız, kendine zarar veren, bağımlı, sadık, mutlu eden... Yine bu bölümün sonunda birçok soru ve pratikle kişinin kendi hayatını daha iyiye yöneltmek için uygun yollar anlatılıyor. Her şeyden önce bu görevleri yerine getirmenin bir 'hayat görevi' olduğunun üzerinde duruluyor. En ufak bir vazgeçme, her şeyi başa sarabilir zira. Kişisel güne bakış, haftaya ve aya bakış, Awokado güçlenme ritüeli gibi usullerle kitabı eline alan her 'zor' çocuğun mücadelesinde destekçi olunmaya çalışılıyor. Sebebi de öz farkındalığı, yani insanın içini, oradaki güzellikleri yeniden ortaya çıkarmak. Albert Schweitzer'in dediği gibi: "Hastalar kendi doktorlarını içlerinde taşırlar. Bize gelirler ve bu gerçeği bilmezler. Yapabileceğimiz en iyi şey, hastalarımızın iç şifacılarına işini yapabilmeleri için bir fırsat vermektir."
Kitabın sonsözünde bir sürpriz var. Belki daha önceden belirtilmiştir ve ben gözden kaçırmış olabilirim ama kitabın yazarlarının bir anne ve kızı olduğunu öğreniyoruz. Anne (Waltraut) 1958'de, İkinci Dünya Savaşı'nı okul çağında yaşamak zorunda kalan bir annenin çocuğu olarak doğmuş. Burada hem kendisinden hem de annesinden bilgiler var ki 'aile döngüsü' denen şey açığa çıksın. Kız (Maren) ise otuz yıl sonra, 1988'de doğmuş ve bambaşka bir kuşağın çocuğu. Aileyi tanırken kuşakları da tanıyoruz bu yazıda. Kitabın asla bir intikam ya da hesaplaşma aracı olmayacağını, tamamen işbirliği niyetiyle yazıldığı belirtiliyor yazarlar tarafından. Gelecek dönemde zor babalara dair de bir kitap yazılacağını söylüyorlar. "Danışmanlık yaptığımız kişilerle çalışırken, köprüler kurmanın, birbirini yine de anlamayı denemenin, kendini ötekinin yerine koymanın kendi benliğimizi eşsiz bir şekilde zenginleştirdiğini gördük: Hem çocuklar hem anneler için ve aynı derecede önemli bir şey olarak daha sonraki kuşakların hayatıdır zenginleşen." iyimserliğini de ihmal etmiyorlar.
Çocukluk dramı çoğu zaman, sağlıklı görünen bir mizacın ardında yaşanır. Aşırı uçlarda yaşayanlara baktığımızda bunu görürüz. Çok kahkaha atanlar ya da ağlayanlar, bir sürüye katılıp sürekli gezenler ya da daima yalnız kalmak isteyenler... Tüm bunların ardında zor anneler olabilir mi? Cevabı kitapta.
Not: Bu kitapla beraber, yazıya başlarken atıf yaptığım, Alice Miller imzalı Yetenekli Çocuğun Dramı ve Mark Wolynn'in Seninle Başlamadı kitabının da okunmasını öneririm, naçizane.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
12 Ocak 2020 Pazar
Başka'yla kurulan bağlantı ve aşk kavramı üzerine
“Saklayayım, yok söyleyeyim derken
Birden aşka düşmek ne ise.
Her neyse…”
- Özdemir Asaf, Diyek
“Eyy.. kolay değil; aşktı o, aşk. İçiniz tamtakır kurumamış ise iyi bilirsiniz bunu.. veya hiç tatmadınızsa, dünya bir defacık olsun sizin için dönmedi demektir, yazık.”
- Tarık Buğra, Heyyi Hey
Eros deyince çoğumuzun aklına sanırım aşk kavramı gelir. Antik Yunan’ın aşk tanrısı Eros, filmlerde veya gösterilerde elinde okuyla birçok kez karşımıza çıkmıştır. Peki, Eros’un ıstırabı ne demektir? Istırap mı çekmektedir Eros? Yoksa ıstırap çeken aşk kavramı mıdır? Daha geniş ele alacak olursak, modern dünyadaki insan ilişkileri midir ıstırap çeken?
Koreli filozof Byung-Chul Han’ın dilimizde yayımlanan son kitabı Eros’un Istırabı geçtiğimiz yılın son ayında Metis Yayınları’ndan neşredildi. Notlarıyla beraber sadece 62 sayfadan oluşan bu kitap, Han’ın önemli metinlerinden oluşuyor. Yedi bölüm içeriyor kitap: Melancholia, Becerememeyi Becermek, Çıplak Yaşam, Porno, Fantezi, Eros’un Siyaseti, Teorinin Sonu.
Han’ın Eros tanımı aslında sadece aşk için değil ilişkiler için genel bir tabir içeriyor. Fakat aşk ağırlıklı olduğunu söylemek mümkün. Ancak modern dünyayı iyi çözümleyen filozofun aşk anlayışı da, modern dünya sisteminden, neoliberal ekonomilerden, hızlı yaşamın götürülerinden ayrılmıyor. Hatta sık sık Eros kavramından sıyrılıp daha üst bir seviyeye geçebiliyor yazar.
Başka ve bozulmuş başka kavramlarıyla başlıyor Han, kitabının ilk denemesine. Yani aynılaşmayı irdeliyor. Bu durumu önceki birçok kitabında da incelemişti; ancak bu kez aşk ve erotizm üzerinden fikirlerinin izini sürüyor. Han da birçok düşünür gibi aşkın sonunun geldiğini kabul ediyor fakat sebebi farklı: Ona göre aşkın sonunun gelmesi insanların önündeki tercih bolluğundan değil başkanın aşınmasından kaynaklanıyor (Başka’yı kişinin negatifi şeklinde tanımlamak mümkün. Yani birebir bizim gibi olmayan, durağandan ziyade daha dinamik, ölgün değil canlı). Aynının cehenneminin eşlik ettiği depresyon ve narsisizm de bozulmanın farklı bir sonucu. Kısaca ‘önce başka bozuldu’ diyebiliriz. Çünkü narsist-depresif özne başka tarafından terk edildi. Eros da depresyon karşıtı olduğu için özne depresyona doğru harekete geçti. Eros özneyi kendinden çıkarıp Başka’ya yönlendirir. Depresyon ise onu kendine doğru fırlatır. Denemesinin yarısında yaşam içindeki Eros-başka-insan ilişkisini inceleyen Han, kalan kısımda bu kavramlarla Lars Von Trier’in Melancholia filminden yaptığı çıkarımları birbiri içinde eritiyor. Bunu denemelerinin birçoğunda yapıyor. Bazen bir kitabı bazen bir filmi bazen de bir düşünürü karşısına alıyor Han ve ringe çıktığı şeyleri nakavt etmeye çalışıyor, konudan çok sapmadan.
Becerememeyi Becermek’te yazar, ilk olarak daha önceki kitaplarında da incelediği disiplin toplumu ve başarı toplumları arasındaki farklara değinip şimdinin performans öznesinin kendi kendini köle haline getirdiği çıkarımını yapıyor. Genel olarak yaptığı gibi bir filozofu karşısına alıyor. Bu bölümün rakibi Foucault. Ona göre, yani Foucault’ya göre neoliberal homo economicus özgürdür. Kendi kendini yönetir, kendi kendisinin girişimcisidir. Fakat Han’a göre Foucault neoliberal ekonomik özgürlüğün şiddetli ve zorba yapısını gözden kaçırmıştır. Başarı ve disiplin toplumlarını aynı olumsuzluğun iki tarafı olarak gören Han, bunun karşısına Başka’nın merciini koyar. Ve Eros’u da Başka’yla başarının ve becerebiliyor olmanın dışında kurulan ilişki olarak tanımlar. Çünkü becerememeyi becermek, yani yap(a)mamak ilişkilerin negatif yardımcısıdır. İnsanîdir. Makineleşmemiş bir dünyaya aittir. Aşk, pozitif değildir. Negatifiyle vardır. Bu yüzden yazar Aşk’a düşmek der, tıpkı biz Türkler gibi:
“Günümüzde aşk bir haz problemine dönüştürülerek pozitifleştiriliyor. Her şeyden önce hoş duygular uyandırması bekleniyor. O artık bir olay örgüsü, bir anlatı, bir drama değil, herhangi bir sonuca yol açmayan bir coşku ve uyarım sadece. Yaralanmanın, aniden gelişin veya düşüşün negatifliğinden bağımsız. Aşka düşmek fazlasıyla negatif sayılıyor. Oysa aşk tam da bu negatiflikten oluşur.”
Han’ın aşk ve Eros konusunda fikirleriyle savaştığı diğer filozoflardan ikisi Hegel ve Ficino’dur (Hegel’le zaten hemen her kitabında savaşır). Hegel, köle-efendi diyalektiğinde bir ölüm kalım savaşı betimler. Ölümü göze almadan Başka’ya tâbi olan kişi, ona göre köleliği ölüme tercih eder. Çıplak Yaşam’a sarılır. Bunu belirleyen ise ölme becerisidir. Başka’ya tâbi olarak ölümün içinde, sürekli ölümün içinde kalanlarla, kendiyle birlikte ölüme gidenler farklı kişilerden oluşur. Eros, bu çıplak yaşamı reddeder Han’a göre (Kapitalizm ise mutlaklaştırır). Bugünün performans öznesi de Eros’tan uzaklaşmış şekildedir. Hegel’in kölesinden tek farkı başkası tarafından sömürülmemekte fakat kendi kendini sömürmektedir.
Yunus “Aşkın aldı benden beni / bana seni gerek seni” demişti yüzyıllar önce. Bu İlahi bir aşktır ancak Ficino’nun Başka’da ölmek anlamına gelen Aşk’ıyla bağdaştırmak mümkündür. Ficino’nun Başka, aşk ve Eros tanımı da bu ‘kendini başka benlikte kaybetmek’le ilgilidir. Han’a daha yakındır Ficino’nun görüşleri:
“…Bir tahakküm ilişkisi olarak güç ilişkisinde kendimi Başka’ya tâbi kılarak kendimi onun karşısında öne sürer ve konumlandırırım. Eros’un gücü ise, benim kedimi öne sürmek yerine, Başka’nın içinde veya onun için kaybettiğim ve onun beni tekrar ayağa kaldırdığı bir güçsüzlük (Ohn-Macht) durumudur.”
Fantezi, kitabın en iyi denemelerinden biri. Çünkü bu denemede yazar konuyu kabuğundan çıkarıp genele yayıyor. Görece daha rahat anlaşılan bu bölümde bu kez karşısına Eva Illouz’la beraber örnek olarak Flaubert’in Madam Bovary’sini alıyor Han. Tüketim kültürüyle fantezi kavramının bağıntısını Madam Bovary üzerinden süren yazarın ulaştığı son noktada, Şeffaflık Toplumu kitabında da incelediği gibi görünür olma arzusudur. Ve bunun tetiklediği enformasyona bağlı dünyadır. Enformasyonun hayali öldürdüğünü savunan Han buna kanıt olarak fantezi yokluğunu, bir bakıma, bir önceki bölümde incelediği pornonun her şeyi harap ettiğini gösteriyor. Tabii ki enformasyon bolluğu, tüketim çılgınlığı, görünür olmayı mutlaklaştırma bizi tek bir yere götürür: Hızlı yaşam. Hızlı ama hiçbir şey anlamadığımız; hatta kendi iç sesimizi bile duymadığımız yaşam:
“Şeylerin iç müziği ancak, gözlerimizi kapatıp onlarda oyalanmaya kapı aralandığında işitilebilir. Barthes, Kafka’yı şu şekilde alıntılar: ‘Şeylerin fotoğrafını çekmenin amacı, onları düşüncelerden uzaklaştırmaktır. Benim öykülerim de gözleri kapamanın bir çeşididir.’ Bugün ise, hiper-görünürlük sahibi imgeler yığınına gözleri kapatmak mümkün değildir. İmgelerin hızla değişmesi zaten buna zaman tanımaz. Gözleri kapatmak bugünün hızlanma toplumunun pozitifliği ve hiperaktivitesiyle uyumsuz kaçan bir negatifliktir. Hiper uyanık olma zorlaması gözleri kapatmayı güçleştirmektedir. Bu zorlama, performans öznesinin tükenmiş sinirlerinin de sorumlusudur. Tefekkür ederek oyalanmak, bir kapanış biçimidir. Gözleri kapatmak tam da kapanışın görsel göstergesidir. Algı ancak tefekkürlü bir sakinlik ortamında tamamlanabilir” diyor Han ve bugünün sanat ve edebiyatının içinde bulunduğu krizin izini fantezinin ve Başka’nın ortadan kaldırılmasına, yani Eros’un ıstırabına yoruyor. Yani Kemal Sayar’dan mülhem söyleyecek olursak Han bize kısaca YA-VAŞ-LA diyor. Aşk için, ilişkilerimiz için, insan kalabilmek için. Yazar hep bu yukarıda alıntıladığım kısımdaki sınırlar içinde dönüp duruyor. İnsanın yok olduğunu, geriye kalanın et ve kemik yığınından ibaret özneler olduğunu belirtiyor.
Byung-Chul Han’ın bu kitabında anlatmak istediklerinin benzerini Bauman, Akışkan Aşk kitabında anlatmıştı. Fakat Han’ın da söyleyecekleri var bu konuda biraz daha farklı olarak. Bu iki kitabın mezkur konu üzerinde en yetkin kaynakların başında geldiğine inanıyorum. İçinde bulunduğumuz çağı anlayabilmek için Bauman’ı okumak nasıl şartsa, Han’ı da okumak şarttır. Bazen aynı fikirlerin etrafında dönüp dursa da aralardan ayıklayabildiklerimiz bile bizi rahatsız edecektir, bu çağdan rahatsızsak elbet.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Birden aşka düşmek ne ise.
Her neyse…”
- Özdemir Asaf, Diyek
“Eyy.. kolay değil; aşktı o, aşk. İçiniz tamtakır kurumamış ise iyi bilirsiniz bunu.. veya hiç tatmadınızsa, dünya bir defacık olsun sizin için dönmedi demektir, yazık.”
- Tarık Buğra, Heyyi Hey
Eros deyince çoğumuzun aklına sanırım aşk kavramı gelir. Antik Yunan’ın aşk tanrısı Eros, filmlerde veya gösterilerde elinde okuyla birçok kez karşımıza çıkmıştır. Peki, Eros’un ıstırabı ne demektir? Istırap mı çekmektedir Eros? Yoksa ıstırap çeken aşk kavramı mıdır? Daha geniş ele alacak olursak, modern dünyadaki insan ilişkileri midir ıstırap çeken?
Koreli filozof Byung-Chul Han’ın dilimizde yayımlanan son kitabı Eros’un Istırabı geçtiğimiz yılın son ayında Metis Yayınları’ndan neşredildi. Notlarıyla beraber sadece 62 sayfadan oluşan bu kitap, Han’ın önemli metinlerinden oluşuyor. Yedi bölüm içeriyor kitap: Melancholia, Becerememeyi Becermek, Çıplak Yaşam, Porno, Fantezi, Eros’un Siyaseti, Teorinin Sonu.
Han’ın Eros tanımı aslında sadece aşk için değil ilişkiler için genel bir tabir içeriyor. Fakat aşk ağırlıklı olduğunu söylemek mümkün. Ancak modern dünyayı iyi çözümleyen filozofun aşk anlayışı da, modern dünya sisteminden, neoliberal ekonomilerden, hızlı yaşamın götürülerinden ayrılmıyor. Hatta sık sık Eros kavramından sıyrılıp daha üst bir seviyeye geçebiliyor yazar.
Başka ve bozulmuş başka kavramlarıyla başlıyor Han, kitabının ilk denemesine. Yani aynılaşmayı irdeliyor. Bu durumu önceki birçok kitabında da incelemişti; ancak bu kez aşk ve erotizm üzerinden fikirlerinin izini sürüyor. Han da birçok düşünür gibi aşkın sonunun geldiğini kabul ediyor fakat sebebi farklı: Ona göre aşkın sonunun gelmesi insanların önündeki tercih bolluğundan değil başkanın aşınmasından kaynaklanıyor (Başka’yı kişinin negatifi şeklinde tanımlamak mümkün. Yani birebir bizim gibi olmayan, durağandan ziyade daha dinamik, ölgün değil canlı). Aynının cehenneminin eşlik ettiği depresyon ve narsisizm de bozulmanın farklı bir sonucu. Kısaca ‘önce başka bozuldu’ diyebiliriz. Çünkü narsist-depresif özne başka tarafından terk edildi. Eros da depresyon karşıtı olduğu için özne depresyona doğru harekete geçti. Eros özneyi kendinden çıkarıp Başka’ya yönlendirir. Depresyon ise onu kendine doğru fırlatır. Denemesinin yarısında yaşam içindeki Eros-başka-insan ilişkisini inceleyen Han, kalan kısımda bu kavramlarla Lars Von Trier’in Melancholia filminden yaptığı çıkarımları birbiri içinde eritiyor. Bunu denemelerinin birçoğunda yapıyor. Bazen bir kitabı bazen bir filmi bazen de bir düşünürü karşısına alıyor Han ve ringe çıktığı şeyleri nakavt etmeye çalışıyor, konudan çok sapmadan.
Becerememeyi Becermek’te yazar, ilk olarak daha önceki kitaplarında da incelediği disiplin toplumu ve başarı toplumları arasındaki farklara değinip şimdinin performans öznesinin kendi kendini köle haline getirdiği çıkarımını yapıyor. Genel olarak yaptığı gibi bir filozofu karşısına alıyor. Bu bölümün rakibi Foucault. Ona göre, yani Foucault’ya göre neoliberal homo economicus özgürdür. Kendi kendini yönetir, kendi kendisinin girişimcisidir. Fakat Han’a göre Foucault neoliberal ekonomik özgürlüğün şiddetli ve zorba yapısını gözden kaçırmıştır. Başarı ve disiplin toplumlarını aynı olumsuzluğun iki tarafı olarak gören Han, bunun karşısına Başka’nın merciini koyar. Ve Eros’u da Başka’yla başarının ve becerebiliyor olmanın dışında kurulan ilişki olarak tanımlar. Çünkü becerememeyi becermek, yani yap(a)mamak ilişkilerin negatif yardımcısıdır. İnsanîdir. Makineleşmemiş bir dünyaya aittir. Aşk, pozitif değildir. Negatifiyle vardır. Bu yüzden yazar Aşk’a düşmek der, tıpkı biz Türkler gibi:
“Günümüzde aşk bir haz problemine dönüştürülerek pozitifleştiriliyor. Her şeyden önce hoş duygular uyandırması bekleniyor. O artık bir olay örgüsü, bir anlatı, bir drama değil, herhangi bir sonuca yol açmayan bir coşku ve uyarım sadece. Yaralanmanın, aniden gelişin veya düşüşün negatifliğinden bağımsız. Aşka düşmek fazlasıyla negatif sayılıyor. Oysa aşk tam da bu negatiflikten oluşur.”
Han’ın aşk ve Eros konusunda fikirleriyle savaştığı diğer filozoflardan ikisi Hegel ve Ficino’dur (Hegel’le zaten hemen her kitabında savaşır). Hegel, köle-efendi diyalektiğinde bir ölüm kalım savaşı betimler. Ölümü göze almadan Başka’ya tâbi olan kişi, ona göre köleliği ölüme tercih eder. Çıplak Yaşam’a sarılır. Bunu belirleyen ise ölme becerisidir. Başka’ya tâbi olarak ölümün içinde, sürekli ölümün içinde kalanlarla, kendiyle birlikte ölüme gidenler farklı kişilerden oluşur. Eros, bu çıplak yaşamı reddeder Han’a göre (Kapitalizm ise mutlaklaştırır). Bugünün performans öznesi de Eros’tan uzaklaşmış şekildedir. Hegel’in kölesinden tek farkı başkası tarafından sömürülmemekte fakat kendi kendini sömürmektedir.
Yunus “Aşkın aldı benden beni / bana seni gerek seni” demişti yüzyıllar önce. Bu İlahi bir aşktır ancak Ficino’nun Başka’da ölmek anlamına gelen Aşk’ıyla bağdaştırmak mümkündür. Ficino’nun Başka, aşk ve Eros tanımı da bu ‘kendini başka benlikte kaybetmek’le ilgilidir. Han’a daha yakındır Ficino’nun görüşleri:
“…Bir tahakküm ilişkisi olarak güç ilişkisinde kendimi Başka’ya tâbi kılarak kendimi onun karşısında öne sürer ve konumlandırırım. Eros’un gücü ise, benim kedimi öne sürmek yerine, Başka’nın içinde veya onun için kaybettiğim ve onun beni tekrar ayağa kaldırdığı bir güçsüzlük (Ohn-Macht) durumudur.”
Fantezi, kitabın en iyi denemelerinden biri. Çünkü bu denemede yazar konuyu kabuğundan çıkarıp genele yayıyor. Görece daha rahat anlaşılan bu bölümde bu kez karşısına Eva Illouz’la beraber örnek olarak Flaubert’in Madam Bovary’sini alıyor Han. Tüketim kültürüyle fantezi kavramının bağıntısını Madam Bovary üzerinden süren yazarın ulaştığı son noktada, Şeffaflık Toplumu kitabında da incelediği gibi görünür olma arzusudur. Ve bunun tetiklediği enformasyona bağlı dünyadır. Enformasyonun hayali öldürdüğünü savunan Han buna kanıt olarak fantezi yokluğunu, bir bakıma, bir önceki bölümde incelediği pornonun her şeyi harap ettiğini gösteriyor. Tabii ki enformasyon bolluğu, tüketim çılgınlığı, görünür olmayı mutlaklaştırma bizi tek bir yere götürür: Hızlı yaşam. Hızlı ama hiçbir şey anlamadığımız; hatta kendi iç sesimizi bile duymadığımız yaşam:
“Şeylerin iç müziği ancak, gözlerimizi kapatıp onlarda oyalanmaya kapı aralandığında işitilebilir. Barthes, Kafka’yı şu şekilde alıntılar: ‘Şeylerin fotoğrafını çekmenin amacı, onları düşüncelerden uzaklaştırmaktır. Benim öykülerim de gözleri kapamanın bir çeşididir.’ Bugün ise, hiper-görünürlük sahibi imgeler yığınına gözleri kapatmak mümkün değildir. İmgelerin hızla değişmesi zaten buna zaman tanımaz. Gözleri kapatmak bugünün hızlanma toplumunun pozitifliği ve hiperaktivitesiyle uyumsuz kaçan bir negatifliktir. Hiper uyanık olma zorlaması gözleri kapatmayı güçleştirmektedir. Bu zorlama, performans öznesinin tükenmiş sinirlerinin de sorumlusudur. Tefekkür ederek oyalanmak, bir kapanış biçimidir. Gözleri kapatmak tam da kapanışın görsel göstergesidir. Algı ancak tefekkürlü bir sakinlik ortamında tamamlanabilir” diyor Han ve bugünün sanat ve edebiyatının içinde bulunduğu krizin izini fantezinin ve Başka’nın ortadan kaldırılmasına, yani Eros’un ıstırabına yoruyor. Yani Kemal Sayar’dan mülhem söyleyecek olursak Han bize kısaca YA-VAŞ-LA diyor. Aşk için, ilişkilerimiz için, insan kalabilmek için. Yazar hep bu yukarıda alıntıladığım kısımdaki sınırlar içinde dönüp duruyor. İnsanın yok olduğunu, geriye kalanın et ve kemik yığınından ibaret özneler olduğunu belirtiyor.
Byung-Chul Han’ın bu kitabında anlatmak istediklerinin benzerini Bauman, Akışkan Aşk kitabında anlatmıştı. Fakat Han’ın da söyleyecekleri var bu konuda biraz daha farklı olarak. Bu iki kitabın mezkur konu üzerinde en yetkin kaynakların başında geldiğine inanıyorum. İçinde bulunduğumuz çağı anlayabilmek için Bauman’ı okumak nasıl şartsa, Han’ı da okumak şarttır. Bazen aynı fikirlerin etrafında dönüp dursa da aralardan ayıklayabildiklerimiz bile bizi rahatsız edecektir, bu çağdan rahatsızsak elbet.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)