Erol Göka etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erol Göka etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Eylül 2020 Cumartesi

İyi düşün, iyi hisset, iyi yaşa, iyi öl: İyi de nasıl?

"Hatıra insanı artık varolmayan geçmişe bağlar. Umut onu henüz varolmayan geleceğe yöneltir."
- Jürgen Moltmann

İnsan denen varlığın yakasını bir ömür bırakmayan iki büyük duygu: yalnızlık ve umut. Yalnız hissetmek, yalnız kalmak, yalnız olmak; hepsi bambaşka haller ve yaşamın her anında insan yalnızlıkla büyük bir imtihan verebiliyor. Umut ve umutsuzluk ise saklambaç oynuyor insanla. Görürsen varlar ama göremezsen ruhundan bunalım ikazı yiyebilirsin. Tüm bunların yanında pozitif psikoloji denen bir tavır var ki son birkaç yıla damgasını vurdu. İyi düşün, iyi hisset, iyi yaşa, iyi öl. İyi de nasıl?

Erol Göka hoca özellikle son yıllarda hem televizyon ekranlarından kendisini dinleyenleri hem de kitaplarını okuyanları açık biçimde gerçekliğe davet ediyor, gerçek bir insan olmaya. Şimdilerde buna otantik insan deniyor ancak ben sahici kelimesini tercih ediyorum: sahte olmayan, gerçek. Çünkü bir insanın modern zamanlarda yüzde yüz doğal kalması çok zor. İnancımız nazarından bakarsak günahsız kalması da çok zor. Söz oraya gelmişken meseleye tasavvufi pencereden kısa bir bakış atalım. Ârifler der ki eğer bir kişi "Ben günah işlemem, asla günaha girmem, günahla işim yok, günahsızım" dediği an Allah'ın Rahman ve Rahim sıfatlarına itiraz etmiş olur. En büyük günah da budur. İnsan günaha girer, düşer. Tövbe eder, kalkar. Tekamül düşe kalka bir yolculuktur. Esas mesele türküde söylendiği gibi "gönül gel seninle muhabbet edelim" diyebilmek. Gönülsüz yol almak mümkün değil. Her bir eseriyle insanlık yurdunun kapılarını açan Ferîdüddin Attâr, İlâhînâme'sinde şöyle diyor: "Yüreğiyle yürüyemeyen bedeniyle nasıl yol alabilir? Bilmiş ol ki ancak yürekle ileriye gidebilirsin. Gönül manastırının içinde bir halvet yurdu kur. O halvetten de Allah'a giden bir yol yap."

İnsanız; hatıralar (geçmiş) ve umutlar (gelecek) arasında salınıyoruz. Dengeyi kuramadığımız anlarda savrulmaya başlıyoruz. Nasıl ki bazı düşünceleri somut gerçeklerle bağdaştıramadığımız durumlarda o fikirler bizim için birer yükse, bazı duygular da yerli yerine oturmadığında yük, hem de çok büyük birer yük olarak kalıyor sırtımızda. Dolayısıyla yalnızlığım ve umudun ne olduğunu iyi oturtmamız lâzım hem gönlümüzde hem de zihnimizde. Çünkü ikisi de akla ve kalbe uygun olduğunda güzel birer yoldaş oluyor bizlere. "İnsanın kim olduğu ve varoluş vasıflarımızın neler olduğu üzerine kafa yormazsak, ona göre bir yaşam hedef ve ideali belirleyemezsek yabancılaşmanın baskısını daha çok hissederiz diye düşünüyorum." diyor Erol Göka. Burası çok önemli. Çünkü yabancılaşma sadece yaşam biçimlerimizi, oturduğumuz evleri, çalıştığımız sektörleri değiştirmedi. Alışkanlıklarımızı, davranışlarımızı şekillendirdi. Herkes birer proje insanı oluverdi, özgünlük peşinde sürüklenir oldu. Bunun yerine doğru, güzel ve iyi şeyler düşünmeyi önemsemez hâle geldi insan(lık). Hiç de abartı değil, korkunç bir çağın içindeyiz. Bu çağda yalnızlığın ve umudun insanı koruyacak birer panzehir olduğunu düşünüyorum. Şu çağda insanın akıl ve ruh sağlığını ayakta tutacak her şeye sarılması lazım. Bunun için de evvela kendini keşfetmesi lazım.

Göka hocanın Yalnızlık ve Umut kitabında insanın kendi anlam dünyasını bir an evvel şekillendirmesi, yani kendini keşfetme yolculuğuna çıkması için için izinden gidilebilecek çok sayıda önemli soru ve bir o kadar kitap var. Bir eseri değerli kılan şeylerdir bunlar. Soru sorar, soru sordurur, cevap aratır, tüm bunları yaparken farklı kaynaklara da işaret edip yolun ne kadar çetin olduğunu hatırlatır. Çağın kaybolan fenerlerinden ahlak, bana kalırsa hocanın kitabının gizli kahramanı. Şöyle diyor Göka: "Bugün 'Niçin ahlaklı olmalıyım?' sorusunu birçok insan kendisine soruyorsa, açıkça sormasa bile benzer sorular zihninde baş göstermişse, bu durum ahlaki krize işarettir, ahlaki tutumların sonuna yaklaştığımızın bir göstergesidir. Zira ahlaklılık bir ihtiyaçtan kaynaklanmaz; insanın varoluşunun demirlediği sağlam bir liman, kökenleri insan olmanın ayırt edici bir niteliğidir, insanı diğer varlıklardan farklı kılan doğuştan bir özelliğidir. İhtiyaçtan kaynaklanan, onunla izah edilen eylemler, güdülü nitelikte olduklarından gerçek anlamda 'ahlaki' olarak sınıflandırılamazlar."

Yalnızlığın ve umudun ne olduğunu tartışırken, tek başınalığın ve karamsarlığın ne olmadığını da irdelemiş oluyoruz kitabın sayfalarını çevirirken. Uzun yıllardır birçok kitabını döne dolaşa okuduğum sosyolog Zygmunt Bauman'dan büyük varoluşçu Soren Kierkegaard'a, son yıllarda pek çok kitabı dilimize kazandırılan Norveçli düşünür Lars Fr. H. Svendsen'den edebiyat ve kültür teorileri konusunda çok nitelikli eserler vermiş Terry Eagleton'a, dilimize çevrilen ilk kitabı Ruhun Yalnızlığı'ndan beri hayranlıkla okuduğum İtalyan psikiyatr Eugenio Borgna'dan Türk okurlarının kitaplarına gösterdiği ilgi sebebiyle fazlasıyla sevdiğini söyleyebileceğimiz Rollo MayViktor Emil Frankl, Erich Fromm gibi psikoloji biliminin popüler isimlerine dek pek çok kaynaktan yararlanan, son derece akıcı ve güncel bir kitap sunmuş Erol Göka hoca. Bu isimlerle haddim olmayacak kadar ilgiliydim fakat Büyük Erdemler Risalesi adlı eseri senelerdir kitaplığımda dursa da bir türlü okuyamadığım Andre Comte-Sponville için hocaya teşekkür borçluyum. En yakın zamanda okumaya başlayacağım. Hatta dilimize çevrilen son kitabıyla başlayabilirim: Hayat Yaşamaya Değer.

"Acının iz bıraktığı bir çehrenin çizgilerini çözmek nasıl da zordur; o çehreyi çözmeye çalışmak, bir an olsun onunla kader birliği kurulmasıyla mümkündür" diyor İtalyan psikiyatr Eugenio Borgna. O hâlde birini anlamaya çalışmak: onun hem kaderine hem de kederine talip olmak. Erol hoca da şöyle diyor: “Öteki ihtiyacı, kimlik inşasında öyle önemli bir yerde durur, öyle bir rol üstlenir ki, onu kavrayamazsanız 'önyargı' ile birlikte birçok olguya da anlam veremezsiniz."

Hâlinden memnun musun sorusu yerine hâlin senden memnun mu sorusunu önemseyen bir kitap Yalnızlık ve Umut. Çünkü biz nereye gidersek hâlimiz de bizimle geliyor, nerede kaybolmuşsak hâlimiz de işte orada. Hocanın kitabını ciddiyetle okumalıyız çünkü: "Hayat yolumuzda yürürken önümüze baktığımız kadar hâlimize, içimize bakarak da yol almak zorundayız."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

20 Ocak 2020 Pazartesi

Kelimelerden duygulara, kayıplardan yaslara: ölüm

"Bütün ölüler unutulur,
Yaşayanlar kalır tek başlarına."
- Melih Cevdet Anday, Teknenin Ölümü

"Öleceğini öğrenen insanların sırasıyla verdiği beş psikolojik tepki: Reddetmek, kızgınlık, pazarlık, depresyon, kabullenme." diyor, Ölüm ve Ölmek Üzerine kitabında Elisabeth Kübler-Ross. Bu cümleyi ilk okuduğum yıllarda, özellikle kayıp, matem, yas gibi konuların insan hayatında ne kadar önemli olduğuna vakıf değildim. Zaman geçtikçe ve bu geçen zamanda anneannem, dedem gibi çok kıymet verdiğim insanları, onlarla beraber de diğer akrabaları kaybettikçe bir şeyleri anlamaya, daha doğrusu merak etmeye başladım. Jean Paul Roux'un Altay Türklerin Ölüm kitabında, Oğuzların atlarının kendileriyle birlikte gömülmesini istediklerini öğrenmek, balbalların ve kitabelerin inşa sebeplerini keşfetmek güzeldi.

Ama hep aklımda şu soru vardı: ölüleriyle yaşayan bizler, neden ölüm üzerine önemli eserler üretememişiz? Mezar taşlarına bu kadar romantik yaklaşırken, neden matem, yas ve kayıp gibi son derece önemli konularda hem tarih hem de psikoloji bilimlerine katkılar sunacak bilgiler ortaya koyamamışız?

Soruları bir kenara bırakalı uzun yıllar olmuştu, ta ki Erol Göka'nın Hoşçakal kitabını kütüphaneme koyana kadar. En baştan söyleyeyim; naçizane, kitabın adının ve kapağının doğru bir seçim olduğunu düşünmüyorum. Böylesi önemli ve alanında nadir kitaplardan birinin daha sert bir adı olmalıydı. Belki Kaan H. Ökten'in Ölüm Kitabı gibi bir isim, belki de direkt olarak Ölüm: Kayıp, Matem, Yas gibi bir isim. Kapakla birlikte Hoşçakal ismi hem romantik duruyor hem de konuyu pek de çağrıştırmıyor. Bu yorumumuz meslek hastalığı olarak kabul edilsin, editörlük de böyle bir şey işte...

Erol hoca kitabını üç bölüme ayırmış. İlk bölümde ölüm kavramını enine boyuna tartışmaya açıyor. Evvela modernlerin ölümden kaçışından başlıyor. Ölümü düşünmenin sağaltıcı olduğunu, hayatımızda ölümü düşündüren birçok olayın olduğunu, sahici yaşam sürmenin ölüm duygusuyla barışık olmayı sağladığını hatırlatıyor. Elbette ölümü düşünmenin de bir 'doğal aralığı' var. Sabahtan akşama kadar ölümden konuşmanın insanın yüreğini hırpalaması gayet normal. Aynı oranda, ölümden kaçar gibi yaşamak yahut ölümü inkar etmek de yüreği hırpalar. Bu nedenle günümüz insanı ölüme karşı çeşitli tutumlar geliştirip ölümü inkar etmeye çalışıyor. Belirgin bir ölümsüzlük arsuzu yaşıyor. Ölümü inkar konusu oldukça önemli, hocanın görüşlerinden bir paragraf şöyle:

"Ölümün inkârı, insanın temel yapısının, 'ölüme doğru varlık' oluşunun, faniliğinin inkârıdır. Ölüm fikriyle bütünleşmek, fanilik bilinciyle hareket etmek, gerçekçi olduğu için bizi kurtarır. Öleceğimiz bilinciyle yaşıyorsak, dünya hayatı hakkında planlarımızı, yaşantımızı günlük maişet dertlerine takılıp kalmadan olabildiğince geniş ihtimaller çerçevesinde yapabilme imkânına kavuşuruz. Ölüm düşüncesi, zihnimizi hayat tasarımına yoğunlaştırır. Ölümün, ölümlülüğün farkında olan insan zamanın değerini bilir. Ne zaman geleceği meçhul ama kaçınılmaz olan ölümü aklında tutan, ona hazırlanan insan, bu zaman bilinci sayesinde, önemsiz meşguliyetlerden uzak durmayı başarabilir. Yapılması gerekenleri uygun zamanda yapar, gereksiz ertelemelerden kurtulur; hayatına derinlik ve lezzet katar."

Günümüzde intihar vakaları endişe verici biçimde artıyor. Dolayısıyla kitabın ilk bölümünün son konusu intihara ayrılmış. Umutsuzluk, anlamsızlık duyguları, ciddi uykusuzluk, kendine güvenin çok azalmış olması, huzursuzluk, intihar etmeye yönelten 'bazı' sesler duymak, intihara dair bazı tehlikeli belirtiler. Onur kırıcı davranışların, alay etmenin ve ölçüsüz şakaların, yorumların insan hayatında ne kadar olumsuz bir etki oluşturabileceğini de yeniden düşünmek gerekiyor.

Kitabın ikinci bölümünde yas, depresyon, matem ve ölüme yaklaşan hastaların psikolojisi tartışılıyor. Yas tutmanın insan hayatında böylesine ciddi olması, onun daima 'konuşulabilir' bir durumda yer alması gerektiğini hatırlatıyor. İnsan kayıplarıyla yüzleşmekten, bir kaybın acısını yaşamaktan, ağlamaktan, bağırıp çağırmaktan çekinmemeli. Bastırılan her duygu öyle veya böyle geri dönüyor, üstelik ne zaman geri döneceği de kestirilemiyor. "Artık biliyoruz ki bastırılmış, ertelenmiş, ötelenmiş hiçbir duygu yok olup gitmiyor; içimizde birikip birikip apseleşiyor ya da kan çökeltisi hâline geliyor, bulabildiği ilk fırsatta da bir yanardağ lavı gibi içimizden dışa doğru taşıyor, yayılıyor." diyor Göka.

Hoşçakal'ı okurken bir taraftan da John Bowlby'nin Bağlanma - Ayrılma - Kaybetme serisine başlamıştım. Hoş bir tevafuk olarak Göka'nın, sevdiğimiz birini kaybetmemizin ardından gelen yas sürecini açıklarken Bowlby'den yararlandığını gördüm. Birinci evre, hissizlik ya da protesto. İkinci evre, kaybedilen kişiyi özleme ve arama. Üçüncü evre, ruhsal dağınıklık ve ümitsizlik. Dördüncü evre, toparlanma. Bu evreleri yaşamak neden çok kıymetli? Çünkü: "Yas sürecinin amacı, asla kaybı unutmak değildir; ölen hep hatırlanacaktır. Amaç, kişinin kendi hayat öyküsünde kaybı müstesna yerine koyarak, hayata sarılma gücünü yeniden kendinde bulabilmesi, hayatta neyin yaşanabilir olduğu konusunda biraz daha bilgeleşerek yoluna devam edebilmesidir."

Duygusal yapıdaki yeterlilik ya da yetersizlik meselesi, yas tutma sürecini anlamlı kılmak adına oldukça önemli: "Bazı insanlar kendilerini çevrelerine çok güçlü olarak sunarlar, herkesin yardımına koşarlar. Bir yakının kaybı durumunda da başkalarıyla ilgilenmekten kendi matemlerine vakit bulamazlar. Zaten bu tür kimseler kendi duygusal ihtiyaçlarını görmezden gelir, kendilerine 'ihtiyaç' kavramını yakıştıramazlar. Çevrelerindeki insanların onları çok güçlü gördüklerini düşünür, bu düşünceye layık olabilmek üzerine kurararlar tüm davranış planlarını. 'Yas tutmak' gibi işlerin sıradan, zayıf(!) insanların ihtiyacı olduğunu sanır, yas yaşamayı küçüklük olarak görürler. Zayıf görünmekten korktukları için de yas tutmayı kendilerine yasaklarlar. Gözyaşları hep içlerine akar, asla kederlerini belli etmezler."

Kitabın son bölümünü bir baba olarak endişeyle okudum. Çünkü çocuk ve ölüm işleniyor. Çocuklarda ölüm kavramı nedir? Çocuklara ölüm nasıl anlatılır? Çocuklara ölüm haberi nasıl verilir? Çocuklar nasıl yas tutarlar? Yakınını kaybeden çocuklara nasıl yaklaşılmalı? Ölümcül hastalığı olan çocuklara nasıl davranılmalı? Oldukça can alıcı, önemli sorular. Her birini cevaplandırıyor Göka. Ölüm hakkında konuşmak yeterince zorken, bu zorluk çocuklarla muhatap olurken daha da ciddiyet kazanıyor. Burada hocanın uyarısı dikkatle takip edilmeli: "Her ciddi konu, küçücük bir çocuk olsa bile muhatabın ciddiye alınmasını, onun söylediklerine kulak verilmesini gerektirir. Çocukların ölüm hakkındaki görüşlerini onlara saygı göstererek ciddiyetle dinleme yeteneğinden yoksun olanlar, asla onlarla bu konuda konuşmaya tevessül etmemelidirler. Saygıya, anlamaya çalışmaya dayalı, açık, dürüst bir iletişim, sağlıklı bilgi akışı için şarttır. Bu şartların yerine getirildiğini gören çocuklar da daha açık, cesur ve iletişime istekli olacaklardır."

Erol Göka, her nerede görsek dikkat kesileceğimiz yahut ürpereceğimiz ölüm meselesinin altını bir kez daha çiziyor. Kelimelerden duygulara, kayıplardan yaslara. Çünkü ölüm koca insanlığın altını her an çizen bir muamma...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

9 Aralık 2019 Pazartesi

O vazgeçilmez ve korkutucu mesele: hayatın anlamı

"Benim kanaatime göre her yaratık, tam anlamıyla, bütün insanlığın ağırlığını taşır. Yalnızca onların tek tek işin ucunu ortasını bulma tarzlarıdır onları ayıran."
- Thomas Bernhard, Hakikatin İzinde

İnsan için hem son derece vazgeçilmez hem de oldukça korkutucu bir meseledir hayatın anlamı. Yaşamın girdabı içinde, akşamın nasıl geldiğini dahi anlamadığımız şu zamanlarda bir de "şu hayatın bana göre ne anlamı var mı?" diye sormak, kişiye çok büyük kapılar açabileceği gibi -şimdiye kadar hiç sormadıysa eğer- acı gerçekleri de yüzüne çarpabilir. Kapıları açmak da kapılara çarpmak da insanın elinde. Demek ki burada bir irade meselesi var, bu burada dursun.

Hayatın anlamı meselesine dair raflarda dolanan birçok kitap var. Zamanla, önüne gelenin kitap yazdığı bir konu olup çıktı ki insanlara da gına geldi. Meseleyi derinlemesine irdelemek isteyenlerin önünde birkaç "yiğit" kitap duruyor. Okuduklarımdan birkaçını sayacak olursam: Viktor E. Frankl - İnsanın Anlam ArayışıPaul Tillich - Olmak Cesareti, Alfred Adler Yaşamın Anlam ve Amacı, Erich Fromm - Sahip Olmak ya da Olmak, Rollo May - Kendini Arayan İnsan... Görüldüğü gibi saydıklarımın hepsi yabancı kaynaklar. Ülkemizde bu meseleye giren yazarların ve düşünürlerin iki farklı dünyaya saplanıp kaldığını görüyoruz. Bu da düşünce taassubunu ortaya çıkarıyor. Nedir bu iki dünya? İlki ilahiyat. İkincisi felsefe. Ne biri ne diğeri, meseleye herkesin anlayabileceği ve herkesin özümseyebileceği bir cevap sunamıyor. Çünkü biri diğerine, diğeri de birine uyamıyor. Yazarın dünyası çoğu zaman üste çıkıyor. Objektiflik kayboluyor ve dolayısıyla kitaplar da 'okunup geçilenler' arasında yerini alıyor. Son zamanlarda ülkemizin kalemlerinden hayatın anlamına dair hangi kitaplar çıktığıyla pek ilgilenmemiştim. Ta ki Erol Göka'nın Twitter hesabından yeni kitap duyurusunu görene kadar. "Hayatın Anlamı Var Mı?" adlı kitap, Ağustos 2019'da Kapı Yayınları tarafından neşredildi. Bazı kitapçıların psikoloji, bazı kitapçıların da kişisel gelişim raflarında yerini aldı. Sessiz sakin bir yer alıştı bu zira 'çok satanlar' hep 'çok gözükenler' arasından oluyor. Çoğu zaman rafları iyi karıştırmak gerekiyor. Bu teknik meselelere dair son bir kelam daha edeyim. Çok net bir isim, kapak ve renk seçmiş Erol Göka. Devir değişti, insan önce gözüne hitap etsin istiyor bir şeyler, sonra gönlüne. Gelelim kitabın gönle hitap eden tarafına dair konuşmaya...

Erol hoca kitabı üç bölüme ayırmış. Bölümler kitabın sorduğu soruya nasıl cevap verileceği konusunda da bir ipucu sunuyor. Çünkü hayatın anlamına dair konuşulması gereken ilk şey belki de irade. Dolayısıyla kitabın ilk bölümü de Hayat ve İrade başlığını taşıyor. Bu bölümde Göka, modern zamanların en büyük problematiği olan iradeyi masaya yatırıyor. Bir rüyada gibi yaşayan ve dolayısıyla iradesinden bihaber insanların hayatın anlamını arama konusunda 'çoktan kaybetmişler' arasında yerlerini aldıklarını söylüyor. Yine bu zamanların şeytan üçgeni olan ihtiyaç, talep, arzu konularında iradenin saptığı yerleri tespit ediyor. "Bize verilmiş en mühim emanet 'kendimiz'iz. Kendini ihmal eden, gerçekten kahramanlığın gerektiği çok istisnai haller dışında, kendini taşıyamayan kimselerin aslında başkalarında da bir faydaları olmaz. Bu nedenle varoluşsal suçluluk duygusuna batmak istemiyorsak ilk yapmamız gereken kendi sorumluluğumuzu üstlenmek, kendi potansiyellerimizi hayata geçirmeye gayret etmektir. İrade, her şeyden önce hayatın önümüze koyduğu yollardan birini tercih etmek, bu uğurda çaba göstermektir; onun ilk işi istemek, çabanın tetiğini çekmektir" diyerek okuyucuyu bölümün son konusu duygu-mantık karşıtlığına hazırlıyor. Çünkü irade söz konusu olduğunda akılla kalp arasında gidip geliyor insan fakat Göka teknolojik bir tabir kullanacak olursam 'kullanıcı dostu' bir edayla noktayı hedefin tam ortasına koyuyor: "Anlamını arayacağımız âlemde bir eksik yoktur; sadece âlem de insan da ziyadesiyle karışıktır."

Kitabın ikinci bölümü Hayat ve Anlam başlığını taşıyor. Anlamsız bir hayata sövmelerine rağmen kendilerini 'elli ton' içinde gerçekleştiren(?) kimseler hocayı da zıvanadan çıkartmış olmalı ki bölümün ilk konusu bu. Akabinde hayat derken neyin kastedildiği, inanç ve hayatın anlamı arasındaki ilişki, insanın anlam üretme noktasındaki vaziyeti, hayatın anlamını dert edinen psikoterapistler -ki şahane faydalı bir yazı-, anlam-amaç-amaçlılık arasındaki irtibat, insan ve endişe(si) birlikteliği, 'sıkı can'ın ne olup ne olmadığı, her şeye rağmen anlamsızlık duygusu çıkıp geldiğinde neler yapılabileceği gibi meseleler bu bölümü oluşturuyor. Kitabın en yoğun, en sert ve etkileyici bölümü. Ayrıca farklı okumalar yapmak isteyenler için dipnotlarda harikulade kitaplar olduğunu da zevkle belirtmeliyim. Bu bölümün bana kalırsa en güzel yanı, 'tek bir cevap arama-bulma' illüzyonuna tokat sallaması. Hani Dostoyevski, "Her şeyi fazlasıyla anlamak, hastalıktır" diyor ya, işte Erol Göka da bu pencereden bakıyor meseleye: "İnsan varoluşsal olarak, böylesine kaygan, sürprizler ve mucizelerle, umutlar ve hayal kırıklıklarıyla dolu bu dünya hayatında, anlam olmadan yapamaz ama anlamsızlığa da çok yakındır. Bütün her şeyin, olup bitenin anlamına vakıf olamamak nasıl tabii ise anlamsızlık yaşamak da öyledir. 'İnsan-ı kâmil' makamında değilsek, hayat bizim için muamma olma özelliğini koruyacaktır. Her bilgisizlik, karanlığı; her karanlık, ayağımızın kayma, tökezleme ihtimalini haber verir. Anlam varsa anlayamamak da, anlamsızlık da şöyle ya da böyle olacaktır."

İyi hayat nedir, diye soruyor kitabın son bölümünde Göka. Bu sorunun peşinden bir insanın ömrünü neye vermesi gerektiğini, otantik insan olmanın tanımı, sorumluluk ve ödev ahlakı, mücadele ve teslimiyet gibi önemli konular geliyor. Zaten hoca kitabının bütününde hem mücadelenin hem de teslimiyetin insanın vazgeçilmez yaşam kaynakları olması gerektiğini telkin ediyor. 'Şimdi ve burada' olmanın, popüler söylemin aksine sahiden an'da olmanın, ve an'ı yaşamanın en sağlıklı formülü bu. Hayalimizdeki her şeye kavuşmanın son derece tehlikeli olduğunu söylüyor Göka. Büyük İskender'in fethedecek başka bir yer bulamayınca ağladığını hatırlatıyor. Bu da akıllara Fromm'un, işkolik bir adamın hedefine -tekne almak- ulaştıktan sonra "şimdi ne yapacağım?" diye büyük bir boşluğa düştüğü hikâyesini hatırlatıyor. Tek bir hayal olmamalı, tek bir amaç da olmamalı demek doğru olsa gerek. Belki birkaç meşgale, birkaç hobi, birkaç tutku; insanın bilhassa ruh sağlığını koruma altına alması için büyük vasıtalar: "Hakikat arayıcısı için zirve yoktur, tırmanış hep sürer ve sağlıklı insanlar için hayat, sürekli mücadele gerektiren bir etik gerilim hattı olmayı sürdürür. Can sıkıntısına çare olsun diye uydurma bir anlam aramak yerine, önüne açılan bir işi yapmaya başlayan kimse daha şanslıdır. Gün boyunca karşılaştığı işlere hiç üşenmeden koyulan insan, can sıkıntısına karşı gerçek panzehri yakalamıştır."

Eseri sayısız altı çizili paragraf ve alınmış notla bitirdikten sonra memnuniyetimi gizleyemezdim. Çünkü böylesine ciddi bir konuda etraf 'edebiyat parçalayan' sözde diplomalı kimselerle doluyken, yetkin bir kalem ve mühim bir zihinden aldığım dersler karşısında vefakar olmalıydım. İşte tam da böyle düşünürken aklıma vefa bahsi geldi. Abdurrahman Câmî'nin Nefehâtü’l-üns'ünde önemli bir hikâye vardır. Büyük sufilerden Ebu Hasan Urmevî'ye "Vefa nedir?" diye sorarlar. Hazret şöyle cevap verir: "Bu dünyaya niçin geldiğini bilmendir."

Herkesin kendince peşine düştüğü bir yahut birkaç anlam var, bu hayatı üzerine inşa ettiği, etmeye çalıştığı. Kimi abid olmak için, kimi zahid, kimi alim, kimi gönül ehli, kimi de tacir... Herkes dert edindiğini sahiden dert edinirse, herhalde anlam boşluğu da kalmayacaktır. Zira "kainat boşluk kaldırmaz" der erenler. Her şeyin yeri dolar. İnsan da şu içindeki boşluk hissini doldurup, kaynağa dönmeli yüzünü, gönlünü. "Hayatın Anlamı Var Mı?" en çok da bunu hatırlatan bir kitap...

Hamiş: Kitabın hemen başında yer alan, Sünbül Sinan ve Mûsâ Muslihuddin arasında geçen hikâyeyi daha önceden bilseniz dahi koparıp cebinize, cüzdanınıza koyun. Canınız sıkıldıkça açıp okuyun. Gönül teraziniz 'merkez'ini bulsun!

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

14 Temmuz 2017 Cuma

Neydik, ne olduk, hâlimiz nicedir?

"Anadolu'nun her karış toprağına damgamızı bastık. Her karış toprağına bir ad bulduk, obamızın adını koyduk. Unutulmasın, bir ulu toprakta soyumuz boy versin diye… Düşürdüler bizi tozlu yollara, aşırdılar bizi karlı dağlardan. Düşürdüler bizi halden hallere..."
- Yaşar Kemâl, Binboğalar Efsanesi

Yeryüzünde incelenmeye en açık ve her sayfasında bambaşka iklimlerin, ruhların, duyguların barındığı bir karakter: Türkler. Ve şüphesiz Türklerin doğudan batıya, kuzeyden güneye atlarıyla tozu dumana kattıkları dev coğrafyalar. "Türklük suret-i kat’iyyede coğrafyayla sınırlandırılması mümkün bir kimlik değildir" der mesela Türklerin Altın Çağı kitabında, İlber Ortaylı... İşte bu ikisi birleştiğinde, psikoloji biliminin bile yetemeyeceği birçok soru ortaya çıkıyor: Türklerin psikolojisinde neler saklı? Geçmişten bugüne ne gibi âdetleri, gelenekleri yaşıyor? Savaşın ve barışın Türklerde bıraktıkları neler? Her Türk gerçekten asker mi doğar? Türk göçebe midir?

Bu soruları sonsuza doğru çoğaltmak mümkün. Belirli bir metodoloji ya da bilimsel disiplin kullanılarak cevapları aramamız gerekiyor. Bu durumda bir bilene, hem de çok iyi bilen birine, ayaklarının toprağından ayrı tutmamış ve dolayısıyla eleştirilerini daha iyiye ve güzele olan inancıyla yazmış bir bilim adamına danışmak kalıyor. Son dönemde geçmiş kitapları Kapı Yayınları'nın titizliğiyle ve yazarın güncellenmiş metinleriyle yeniden neşredilen Erol Göka, tarihin Türkler üzerinde bıraktığı iyi-kötü izleri daha evvel Türk Grup Davranışı kitabıyla bizlere anlatmıştı. Bu kitabın, yazarına hem Türkiye Yazarlar Birliği - Yılın Fikir Adamı Ödülü (2006) hem de Türk Ocakları Ziya Gökalp İlim ve Teşvik Ödülü (2008) kazandırdığını belirtmem gerekiyor. Göka, gerek YeniŞafak'taki köşe yazılarıyla, gerek dergi röportajlarıyla, gerekse kitaplarıyla daima Türk insanının, insanlığa her zaman doğruyu bir katkı olarak sunması gerektiğini anlatıyor aslında. Adaletiyle, merhametiyle cesaretiyle ve diğer asırlık erdemleriyle... Fakat bu anlatımı yaparken aşırı bir duygusallık, geçmişe dönük bir romantizm, sürekli 'yaptıklarımızı' pohpohlayan bir tavır, eleştirisiz ve dolayısıyla geleceğe katkısız bir ifade ve disiplin kullanmıyor. Onun düşünce biçimi, gayreti de hayreti de ortaya döküyor. Günahlarıyla ve sevaplarıyla tartışıyor Türk'ü ve Türk'ün psikolojisini.

Türklerin Psikolojisi, Haziran 2017'de Kapı Yayınları tarafından yeniden neşredildi. Genişletilmiş bu yeni edisyonda, önsözüyle, sonsözüyle derdini kuvvetli biçimde izah eden metinlerle karşılaşıyoruz. Göka, "Oldukça iddialı ama bir o kadar da mütevazı bir kitap" diyor eseri için. İddialı olması, insanlık tarihinin en büyük ve güçlü topluluklarından birisini ele almasından geliyor. Mütevazı olması ise yazarın aynı konuda daha evvelki akademik eserinden (İnsan Kısım Kısım: Topluluklar, Zihniyetler, Kimlikler ve Türk Grup Davranışı) daha farklı, daha deneme tadında ve her türden okuyucu için daha anlaşılır olmasından kaynaklanıyor. 310 sayfalık kitap beş bölüme ayrılıyor: Türk Etnik ve Ulusal Kimliği, Göçebeliğin Ruhumuzda Bıraktığı İzler, Türklerin Psikolojisi Sözlü Potlaç Kültürüne Dayalıdır, Türk'ün Savaşçı Ruhu ve Kardeş Kavgası, Eski Türk İnançlarının Ruhumuzdaki Etkileri.

Söze kimlik meselesinden başlıyor Göka. "Kimlik duygusu güçlü olmayanların hayatta işleri çok ama çok zordur" diyerek, aslında bugün yaşanan aydın/entelektüel krizine de değinmiş oluyor. İnşa ettiğimiz ilk yuvamız olarak kimliğimizi gören Göka'ya göre kimliğin doğru tanıtımı, hem geçmişle aramızdaki mesafeyi kapatacak hem de kendimizi daha iyi tanıyabilmemizi sağlayacak. Yazar, Türk tanıtımını "Türkçe konuşma"ya yerleştiriyor. Bu yüzden "kimliğimizin evi Türkçe" diyor. Dilimiz, geçmişimizi yaşattığı gibi geleceği anlamlandırma noktasında da bizlerin en büyük gücü hiç şüphe yok ki.

Kitapta Türklerin göçebe geçmişinin Anadolu'nun yurtlaşma dönemi ve Osmanlı dönemi üzerine değerlendirilmesi oldukça çarpıcı. Burada yazarın istifade ettiği kişiler/kaynaklar da önemli. Fuad Köprülü'den Ahmet Yaşar Ocak'a, Pertev Naili Boratav'dan Ziya Gökalp'e kadar birçok Türkiyatçı, din tarihçisi, halkbilimci ve sosyolog Göka'nın 'derin köklerimizi' irdelerken yoldaşı olmuş. Özellikle Jean-Paul Roux'a ait "Orta Asya'dan henüz gelmişler gibi davranıyorlar" sözünün sahiciliğini, kendisinin de içinde doğup büyüdüğü Yörük kültüründe çok görmüş. "Mesela köyden birisi Almanya'ya gittiğinde ve bir teyp getirdiğinde bütün köy halkı, yeni bir aygıtın etrafında yeni bir davranış geliştirebiliyorlar" diyor Göka. Türklerin Psikolojisi'de en ilgi çekici bölüm olan göçebelikten şu paragrafı birlikte okuyalım: "Göçebenin dünyasında duvarlar yoktur, evren onun gözünün görebildiği ufuklarda sonlanır. Bu nedenle kendisini evrenin merkezinde hisseder. Göçebe yüce gök ile yağız yer arasındadır, ayakları yerdedir ama sürekli hareket hâlindedir, gök ise üzerinde sonsuz bir kubbe gibi uzanır. Var oluşu mekâna kayıtlı değildir, sürekli hareket eder, gider görür. Varlığını mekânda değil sözde gerçekleştirir. Göçebelerde muhkem olan mekân değil sözdür; yerleşikler nasıl kendilerine görkemli yapılar inşa ediyorlarsa göçebeler de sözün görkemine yaslanırlar. Sürekli hareket hâlinde olmanın gerilimini kalıp ifade ve vecizelerle, sözü sabitleyerek, sınırlandırarak aşmaya çalışırlar. Göçebenin bu hâli, güvenli olarak ancak sözün içinde hareket etme imkânına sahip olan yerleşik insanın tam aksidir." [sf. 113-114]

Göçebenin dünyalığı umursamayan tavrından artık çok uzağız. Gösteriş, şatafat, mala mülke düşkünlük son yıllarda iyice zirveye çıktı. Kendimizi bu dünyaya bağlamak ve dünya oyunlarıyla oyalanmak için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. "Türk grup davranışı" diyor Göka, potlaç kültürünün gösteriş ve şatafat düşkünlüğünü taşıyor. Esasen geçmişimizde de her fırsatta "el âleme güç gösterisi yapmak" mevcut. Şehzadelerin sünnet merasimleri, beylik yöneticilerinin düğün alayları çok uzak değil. Artık teravihe ciple gitmek ya da havuzlu villada oturmayı Müslüman hassasiyetiymiş gibi göstermek geçer akçe. Özellikle şu 'araba manyaklığı'mız dillere destan. Kitaptan okuyalım: "Ekonomik krizlere ve sık sık gelen benzin zamlarına rağmen yollardaki araç sayısının azalmaması; park yeri bulma uğruna saatlerce yapılan didişme ve çekişmelere rağmen otomobil kullanmaktan vazgeçmememiz; büyük şehirlerimizde nüfus açısından benzer birçok Avrupa kentine göre trafiğe kayıtlı araç sayısı oldukça düşük olsa da trafikte bulunan araç sayısının kabarıklığı, bunların hepsi, arabalarımızla hava atmaya bayıldığımızdan oluyor. Bu yüzden trafikte eza cefa çeksek de yaya hakları için, toplu taşıma için, raylı sistemler için sivil bir hareket oluşturamıyoruz. Bir bakıma alan razı satan razı..." [sf. 168]

İtaate ve teşkilatlanmaya olan aşırı düşkünlüğümüz, günümüzde sık görülen sosyopati örneklerinin kaynağını oluşturuyor. 'Ben çalmasam başkası çalacaktı' ile 'Devlet malı deniz, yemeyen domuz' sözleri ardına gizlenip suç işleyenlerin, bu suçlarını meşrulaştırması ayrı bir felaket. "Bizde çok var onlardan" diyor Erol Göka. Bu çokluk noktasına ulaştık maalesef. Bunca modernleşme, yenilenme ve değişme çabamız bizi kültürel filtrelerimizden, estetik ve ahlâk terazimizden, dayanışma ve millet bilincimizden uzaklaştırdı. Sadece uzaklaştırmakla da kalmadı: "Önceki yaşama kültürümüzün referanslarını da büyük oranda yitirmiş durumdayız. Amerika Birleşik Devletleri'nin kuruluş yıllarını andırıyoruz. Sosyopati, her yere korku salıyor; her yerden çeteler çıktıkça, toplum giderek içine kapanıyor, kendisini değişik ruhsal düzeneklerle korumaya çalışıyor." [sf. 216]

Türklerin İslâmiyet'i kabulünden önceki dönemlerle, sonraki dönemleri arası siyah-beyaz gibidir demek hiç bilimsel bir açıklama değil Göka'ya göre. Eskiden çubuklarla ve oklarla, aşık kemiği ve zarlarla yahut kitap açarak, bağırsaklara bakarak ve hatta kürekkemiği yorumlanarak 'çıkarılan' kehanetler şimdi de devam ediyor. Her yer falcı, rüya tabircisi kaynıyor. Hocanın buradaki bir hatırlatması oldukça önemli: "Kutadgu Bilig'in, toplumsal katmanların doruğuna Hazreti Muhammed'in soyundan gelenleri, sonra bilginleri, üçüncü sıraya hekimleri, sonra düş yorumcularını, ardından müneccimleri, şairleri, köylüleri, tüccarları... koyması, Türklerde kehanetin yüksek bir mevki işgal ettiğini ve bunu uygulayanların el üstünde tutulduğunu gösteriyor." [sf. 264]

Eski inançlarla modern hurafeler üzerine yorum yaparken hoca, her Türk'ün piknik sever olduğuna da değiniyor, su ile olan maceramıza da. Günümüz Türkiye'sindeki şamanlar bahsi oldukça ilginç. Hocanın Hızır denemelerini okurken Yunus'un "Mekteb-i irfana girip almayan ders ü sebak / hızır ile ab-ı hayata varmayan derviş midir?" dizelerini hatırlamamak mümkün değil. Ardından Lokman Hekim'in eski âdetlerimizdeki yeri ve Türklerin felek ile bir türlü yenişememeleri gibi konularla kitap bitiyor. Tam buradaysa Âşık Özlemî'den geliyor: "Lokman Hekim gelse sarmaz yarayı / hilebaz dostunan açtık arayı / ne köşkümü koydu ne de sarayı / baykuşlar tünedi dalıma benim / değme felek değme telime benim."

Nihayet Erol Göka hoca, araştırılmaya muhtaç mevzularımızın derinliğini yeniden gündeme getirerek, Türk psikoloji tarihine bilimsel katkılar sunmaya devam ediyor. Yakın zaman zarfında okuyucuyla buluşan İnternet ve Psikolojimiz ile Mutedil Müslümanların Günümüzdeki Düşmanları adlı kitapların da yine bu minvalde yoğun ve düşündürücü etkiye sahip olduğunu hatırlatmam gerekiyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

16 Haziran 2017 Cuma

İnternet ölümcül bir hastalık değildir

"Sosyal medya bize diyalog kurmayı öğretmiyor çünkü anlaşmazlıktan kaçınmak çok kolay. İnsanların çoğu sosyal medyayı bir araya gelmek veya ufuklarını genişletmek için değil, kendi seslerinin yankıları olan sesleri duyacakları, kendi yüzlerinin yansıması olan yüzleri görecekleri bir konfor alanı yaratmak için kullanıyorlar. Sosyal medya çok kullanışlı ve keyifli bir tuzak."
- Zygmunt Bauman (El Pais, 25.01.2016)

Bilgiyle düzenli bir akış içinde karşılaştığımız zamanlar geride kaldı. Artık deprem olduğunda bile ilk yaptığımız iş, elimizi mouse'a uzatmak ve sosyal mecraları tıklamak. Geçtiğimiz günlerde yaşadığımız ve başta İzmir olmak üzere birçok şehrimizi etkileyen depremde bu durum net biçimde görüldü. Çalıştığım ofisteki hemen hemen herkes önce twitter'a bağlanıp depremin gerçekten olup olmadığını, etkileri-tepkileri ve hatta mümkünse şiddet derecesini öğrenip ondan sonra ailesini, eşini, dostunu aradı. Sosyal medyanın ve internetin, bedenimize yaptığı müdahale, ruhumuz söz konusu olduğunda bir taarruza dönüşüyor. Deprem mi oldu? Twitter'a bak!

Bu durum bekleme, dolayısıyla sabretme duygusunu yok etmiş durumda. Hemen, derhâl, acil bir beklenti içindeyiz. Meseleyi bir an evvel öğrenelim, olana bitene dair bir şeyler okuyalım da anksiyete, panikatak, taşikardi mühim değil. Nasıl olsa onların da belirtileri ve tedavi yöntemleri internette yazıyor! Kendimden misal: Yaklaşık 25 yıldır gözlük kullanıyorum ve 15 yıldır mide hastasıyım. Bu hastalıklar beni diplomasız bir göz ve gastroenteroloji mütehassısına çevirmiş durumda. Zaman zaman gittiğim doktorlarla şakalaşıyor, "yok hoca öyle değil o" diyorum, gülüşüyoruz. Hatta ne yalan söyleyeyim, bazı durumlarda içimden "Doktor daha yeni mezunmuş ya hu" diyor ve İbn-i Sînâ'nın "Tecrübe ilimden üstündür" sözünü hatırlıyorum.

Zygmunt Bauman için "Akışkan Modernite’de Zaman, Mekân, İnsan" değişti. Yeniden tanımlanıyor. Bu durumda duyguların da yeniden tanımlanıyor olmasından daha doğal bir şey yok. Tıpkı 'tecrübe' gibi. Tecrübenin de içi/dışı tamamen değişti. Onun yerine 'bildirimler' var artık, 'bildirim toplamak' var. Sürekli bildirimler geliyor. Yeni mail, yeni beğeni, yeni arkadaş, yeni paylaşım, yeni istek ve hatta oynadığımız oyunda bir üst kademeye (level) çıkabilmek için yeni bir sanal-para!

İnternet hiç şüphe yok ki bambaşka bir özgüven kavramı dayatıyor. Adeta özgüven tanımını değiştiriyor. Hani Goethe, “İnsanın başına gelebilecek en büyük kötülük kendi hakkındaki düşüncesinin kötü olmasıdır herhalde" diyor ya, zamanın internet insanı kendi hakkında düşünmek istemiyor, özeleştiriden çok uzak yaşıyor. Onun en çok sevdiği şey kıyaslama yapmak, kendini bir ürün hâline getirip daha fazla 'alıcı'ya ulaşmak. Dolayısıyla onu en çok mutlu eden şey de akıllı telefona gelen şu tip bildirimler: son paylaştığınız videoyu 5 dakikada 300'den fazla kişi izledi!

Erol Göka, ayağı 'evvela' kendi topraklarına bastığı için ülkesinin insanını gerçekçi biçimde tenkit edebiliyor. Zaten eleştiriyi ve sorgulamayı da muhakkak öneriyor. Özellikle günümüzde çığ gibi büyüyen 'felsefesizleşme' üzerine şu yorumu yapıyor: "Medya, bizatihi hakikat tasavvurlarımıza da karışıyor, etkiliyor, hatta onları karıştırıyor. Sunilik ve sanallık, otantik insan varoluşu üzerinde en büyük değişimi (isteyen bunu 'zararı' diye de okuyabilir) kavramların aracılık ettiği düşünce ve gerçeklik bağını haddinden fazla zayıflatarak yapıyor. Kavramlar, etkilerini giderek yitiriyor, imaj ve fantezi öne çıkıyor. Bir nevi 'felsefesizleşme' bu." [sf. 22]

'Teknomedyatik dünya' olarak tanımladığı yeni insan/yeni dünya hakkında özellikle biz Türklerin, yani duygu yoğunluğu yüksek karakterlerin belirli bir bilinç ve tartışma seviyesini mutlak surette sağlamamız gerek. Bundan sonra ise o seviyeyi hiç düşürmeden ve 'havf ile reca' arasında yaşamamız gerektiğinin farkında olarak sormamız, öğrenmemiz gerekiyor. Neyi? Teknomedyatik dünyanın önümüze sunduğu, gözümüze soktuğu her şeyi. Böylece Bauman'ın son derece haklı biçimde bir tuzak olarak gördüğü sosyal medyayı en az tehlike ile 'atlatma' imkânı doğabilir: "Tanımadığımız bir dünya çığ misali üzerimize gelirken algılarımızı açık tutma ve düşünme, şüphe ve eleştiriden daha güvenilir limanımız yok. Kaygıyı umuda dönüştürmek için en emin yol bu." [sf. 30]

Kapı Yayınları etiketiyle nisan 2017'de neşredilen İnternet ve Psikolojimiz, teknomedyatik dünyada insanı tartışmaya açıyor. Kitap altı bölüme ayrılıyor: Hunhar Yeni Dünya, İnternette Hayat Klonlanıyor, Gençlerimiz ve İnternet, Sosyal Medya ve Ahlâk, İnternet Bağımlılığı ve İki Söyleşi. Özellikle son sayfaları kapsayan iki söyleşi, ebeveynler için çok kritik çözümler öneriyor. Bu söyleşilerde Göka, internet bağımlılığı kavramı ve dijital medyada bireyin psikolojisi üzerine yöneltilen soruları cevaplandırıyor. Şu eleştiri hepimize geliyor: "Önceleri kuş uçuşundan bahsediyorduk; sonra ses, ardından da ışık hızından bahsetmeye başladık teknolojideki ilerlemeleri anlatabilmek için. Gittikçe hızımızı artırdık ya da hıza göre algılamalarımızı, düşünce ve değerlendirmelerimizi biçimlendirdik, biçimlendiriyoruz. Hakikat tasavvurlarımız da bu bağlamda değişiyor. Hızı o kadar önemsiyoruz ki teenninin ne demek olduğunu dahi unuttuk." [sf. 186]

Üzerimize bin bir türlü soruyu salıyor internet. Özellikle ailemiz ve çocuklarımız için korkuyoruz, endişeleniyoruz. Türlü yasaklarla onları koruma altına alabileceğimizi, daima iyiliklerini düşündüğümüz için katı davranışlarımızda haklı olduğumuzu düşünüyoruz. Erol Göka tam da burada şöyle bir tüyo veriyor kulağımıza, oldukça kritik ve belki de aile huzurunu, güvenliğini kurtarabilecek bir tüyo: "Teknomedyatik dünya, birebir dış dünyayı taklide doğru gidiyor. Buna karşı yapabileceğin tek şey, eleştirel bilinci yükseltmek. Tanılar koyarak bunu engellemeye çalışırsanız, komik duruma düşersiniz. Böylesine bir teknolojinin egemenliği altında yaşamayı uygun bulmuyorsan yapacağın şey, çocuğundan önce bu dünyayı öğrenmen ve ona rehberlik etmendir." [sf. 190]

Bizi endişelere gark edecek sorunlarla karşılaşmaktan yoruluyoruz, bıkıyoruz. Bu da ruhumuzu tahribata uğratıyor. Anormal ataklar gerçekleştiren internet, psikolojimizi bozuyor. Tüm bunların farkına ancak bir psikiyatrdan "evet ağır depresyondasınız siz aslında, 35 mg efexor ile başlayalım" sözlerini işitince varabiliyoruz. Göka hocanın gerçekçi bakış açısından ve önerilerinden bir baba olarak epey istifade ettiğimi ve hatta bir çoğu için derhâl uygulamaya geçtiğimi belirtmek isterim. Kitabı evvela ebeveynlere, sonra da 'internet delisi' olduğunu düşünen herkese, içtenlikle öneririm.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf