"Benim kanaatime göre her yaratık, tam anlamıyla, bütün insanlığın ağırlığını taşır. Yalnızca onların tek tek işin ucunu ortasını bulma tarzlarıdır onları ayıran."
- Thomas Bernhard, Hakikatin İzinde
İnsan için hem son derece vazgeçilmez hem de oldukça korkutucu bir meseledir hayatın anlamı. Yaşamın girdabı içinde, akşamın nasıl geldiğini dahi anlamadığımız şu zamanlarda bir de "şu hayatın bana göre ne anlamı var mı?" diye sormak, kişiye çok büyük kapılar açabileceği gibi -şimdiye kadar hiç sormadıysa eğer- acı gerçekleri de yüzüne çarpabilir. Kapıları açmak da kapılara çarpmak da insanın elinde. Demek ki burada bir irade meselesi var, bu burada dursun.
Hayatın anlamı meselesine dair raflarda dolanan birçok kitap var. Zamanla, önüne gelenin kitap yazdığı bir konu olup çıktı ki insanlara da gına geldi. Meseleyi derinlemesine irdelemek isteyenlerin önünde birkaç "yiğit" kitap duruyor. Okuduklarımdan birkaçını sayacak olursam: Viktor E. Frankl - İnsanın Anlam Arayışı, Paul Tillich - Olmak Cesareti, Alfred Adler - Yaşamın Anlam ve Amacı, Erich Fromm - Sahip Olmak ya da Olmak, Rollo May - Kendini Arayan İnsan... Görüldüğü gibi saydıklarımın hepsi yabancı kaynaklar. Ülkemizde bu meseleye giren yazarların ve düşünürlerin iki farklı dünyaya saplanıp kaldığını görüyoruz. Bu da düşünce taassubunu ortaya çıkarıyor. Nedir bu iki dünya? İlki ilahiyat. İkincisi felsefe. Ne biri ne diğeri, meseleye herkesin anlayabileceği ve herkesin özümseyebileceği bir cevap sunamıyor. Çünkü biri diğerine, diğeri de birine uyamıyor. Yazarın dünyası çoğu zaman üste çıkıyor. Objektiflik kayboluyor ve dolayısıyla kitaplar da 'okunup geçilenler' arasında yerini alıyor. Son zamanlarda ülkemizin kalemlerinden hayatın anlamına dair hangi kitaplar çıktığıyla pek ilgilenmemiştim. Ta ki Erol Göka'nın Twitter hesabından yeni kitap duyurusunu görene kadar. "Hayatın Anlamı Var Mı?" adlı kitap, Ağustos 2019'da Kapı Yayınları tarafından neşredildi. Bazı kitapçıların psikoloji, bazı kitapçıların da kişisel gelişim raflarında yerini aldı. Sessiz sakin bir yer alıştı bu zira 'çok satanlar' hep 'çok gözükenler' arasından oluyor. Çoğu zaman rafları iyi karıştırmak gerekiyor. Bu teknik meselelere dair son bir kelam daha edeyim. Çok net bir isim, kapak ve renk seçmiş Erol Göka. Devir değişti, insan önce gözüne hitap etsin istiyor bir şeyler, sonra gönlüne. Gelelim kitabın gönle hitap eden tarafına dair konuşmaya...
Erol hoca kitabı üç bölüme ayırmış. Bölümler kitabın sorduğu soruya nasıl cevap verileceği konusunda da bir ipucu sunuyor. Çünkü hayatın anlamına dair konuşulması gereken ilk şey belki de irade. Dolayısıyla kitabın ilk bölümü de Hayat ve İrade başlığını taşıyor. Bu bölümde Göka, modern zamanların en büyük problematiği olan iradeyi masaya yatırıyor. Bir rüyada gibi yaşayan ve dolayısıyla iradesinden bihaber insanların hayatın anlamını arama konusunda 'çoktan kaybetmişler' arasında yerlerini aldıklarını söylüyor. Yine bu zamanların şeytan üçgeni olan ihtiyaç, talep, arzu konularında iradenin saptığı yerleri tespit ediyor. "Bize verilmiş en mühim emanet 'kendimiz'iz. Kendini ihmal eden, gerçekten kahramanlığın gerektiği çok istisnai haller dışında, kendini taşıyamayan kimselerin aslında başkalarında da bir faydaları olmaz. Bu nedenle varoluşsal suçluluk duygusuna batmak istemiyorsak ilk yapmamız gereken kendi sorumluluğumuzu üstlenmek, kendi potansiyellerimizi hayata geçirmeye gayret etmektir. İrade, her şeyden önce hayatın önümüze koyduğu yollardan birini tercih etmek, bu uğurda çaba göstermektir; onun ilk işi istemek, çabanın tetiğini çekmektir" diyerek okuyucuyu bölümün son konusu duygu-mantık karşıtlığına hazırlıyor. Çünkü irade söz konusu olduğunda akılla kalp arasında gidip geliyor insan fakat Göka teknolojik bir tabir kullanacak olursam 'kullanıcı dostu' bir edayla noktayı hedefin tam ortasına koyuyor: "Anlamını arayacağımız âlemde bir eksik yoktur; sadece âlem de insan da ziyadesiyle karışıktır."
Kitabın ikinci bölümü Hayat ve Anlam başlığını taşıyor. Anlamsız bir hayata sövmelerine rağmen kendilerini 'elli ton' içinde gerçekleştiren(?) kimseler hocayı da zıvanadan çıkartmış olmalı ki bölümün ilk konusu bu. Akabinde hayat derken neyin kastedildiği, inanç ve hayatın anlamı arasındaki ilişki, insanın anlam üretme noktasındaki vaziyeti, hayatın anlamını dert edinen psikoterapistler -ki şahane faydalı bir yazı-, anlam-amaç-amaçlılık arasındaki irtibat, insan ve endişe(si) birlikteliği, 'sıkı can'ın ne olup ne olmadığı, her şeye rağmen anlamsızlık duygusu çıkıp geldiğinde neler yapılabileceği gibi meseleler bu bölümü oluşturuyor. Kitabın en yoğun, en sert ve etkileyici bölümü. Ayrıca farklı okumalar yapmak isteyenler için dipnotlarda harikulade kitaplar olduğunu da zevkle belirtmeliyim. Bu bölümün bana kalırsa en güzel yanı, 'tek bir cevap arama-bulma' illüzyonuna tokat sallaması. Hani Dostoyevski, "Her şeyi fazlasıyla anlamak, hastalıktır" diyor ya, işte Erol Göka da bu pencereden bakıyor meseleye: "İnsan varoluşsal olarak, böylesine kaygan, sürprizler ve mucizelerle, umutlar ve hayal kırıklıklarıyla dolu bu dünya hayatında, anlam olmadan yapamaz ama anlamsızlığa da çok yakındır. Bütün her şeyin, olup bitenin anlamına vakıf olamamak nasıl tabii ise anlamsızlık yaşamak da öyledir. 'İnsan-ı kâmil' makamında değilsek, hayat bizim için muamma olma özelliğini koruyacaktır. Her bilgisizlik, karanlığı; her karanlık, ayağımızın kayma, tökezleme ihtimalini haber verir. Anlam varsa anlayamamak da, anlamsızlık da şöyle ya da böyle olacaktır."
İyi hayat nedir, diye soruyor kitabın son bölümünde Göka. Bu sorunun peşinden bir insanın ömrünü neye vermesi gerektiğini, otantik insan olmanın tanımı, sorumluluk ve ödev ahlakı, mücadele ve teslimiyet gibi önemli konular geliyor. Zaten hoca kitabının bütününde hem mücadelenin hem de teslimiyetin insanın vazgeçilmez yaşam kaynakları olması gerektiğini telkin ediyor. 'Şimdi ve burada' olmanın, popüler söylemin aksine sahiden an'da olmanın, ve an'ı yaşamanın en sağlıklı formülü bu. Hayalimizdeki her şeye kavuşmanın son derece tehlikeli olduğunu söylüyor Göka. Büyük İskender'in fethedecek başka bir yer bulamayınca ağladığını hatırlatıyor. Bu da akıllara Fromm'un, işkolik bir adamın hedefine -tekne almak- ulaştıktan sonra "şimdi ne yapacağım?" diye büyük bir boşluğa düştüğü hikâyesini hatırlatıyor. Tek bir hayal olmamalı, tek bir amaç da olmamalı demek doğru olsa gerek. Belki birkaç meşgale, birkaç hobi, birkaç tutku; insanın bilhassa ruh sağlığını koruma altına alması için büyük vasıtalar: "Hakikat arayıcısı için zirve yoktur, tırmanış hep sürer ve sağlıklı insanlar için hayat, sürekli mücadele gerektiren bir etik gerilim hattı olmayı sürdürür. Can sıkıntısına çare olsun diye uydurma bir anlam aramak yerine, önüne açılan bir işi yapmaya başlayan kimse daha şanslıdır. Gün boyunca karşılaştığı işlere hiç üşenmeden koyulan insan, can sıkıntısına karşı gerçek panzehri yakalamıştır."
Eseri sayısız altı çizili paragraf ve alınmış notla bitirdikten sonra memnuniyetimi gizleyemezdim. Çünkü böylesine ciddi bir konuda etraf 'edebiyat parçalayan' sözde diplomalı kimselerle doluyken, yetkin bir kalem ve mühim bir zihinden aldığım dersler karşısında vefakar olmalıydım. İşte tam da böyle düşünürken aklıma vefa bahsi geldi. Abdurrahman Câmî'nin Nefehâtü’l-üns'ünde önemli bir hikâye vardır. Büyük sufilerden Ebu Hasan Urmevî'ye "Vefa nedir?" diye sorarlar. Hazret şöyle cevap verir: "Bu dünyaya niçin geldiğini bilmendir."
Herkesin kendince peşine düştüğü bir yahut birkaç anlam var, bu hayatı üzerine inşa ettiği, etmeye çalıştığı. Kimi abid olmak için, kimi zahid, kimi alim, kimi gönül ehli, kimi de tacir... Herkes dert edindiğini sahiden dert edinirse, herhalde anlam boşluğu da kalmayacaktır. Zira "kainat boşluk kaldırmaz" der erenler. Her şeyin yeri dolar. İnsan da şu içindeki boşluk hissini doldurup, kaynağa dönmeli yüzünü, gönlünü. "Hayatın Anlamı Var Mı?" en çok da bunu hatırlatan bir kitap...
Hamiş: Kitabın hemen başında yer alan, Sünbül Sinan ve Mûsâ Muslihuddin arasında geçen hikâyeyi daha önceden bilseniz dahi koparıp cebinize, cüzdanınıza koyun. Canınız sıkıldıkça açıp okuyun. Gönül teraziniz 'merkez'ini bulsun!
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf