31 Ekim 2024 Perşembe

Hayattan lezzet almak bir lüks müdür?

"Yılmazlık neden önemli biliyor musunuz? Kim olursanız olun, bazen işler iyi gitmez. Böyle zamanlarda insanın kendini toparlayıp ağaya kalkması gerekir. Ama hayatta cam gibi kırılmak da vardır. Kesif bir dairenin içine düşmek, kötü düşüncelere kapılmak, o kötü düşünceler sonucu yanlış kararlar almak, daha da yanlış yapınca iyice dibe vurmak da vardır. İşte bazı insanlar döne döne dibe vurur, bazıları da döne döne yükselir. İkinci gruptakiler sebatkâr kimselerdir. Israrcıdırlar. Yılmazdırlar. Her zekâ düzeyinde bu böyledir. Herkes için geçerlidir."
- Vedat Milor, Yeni Dünya Yeni Kurallar

Çocukluğumdan beri yemekle aram hep iyi oldu. Bu, her tabağına konanı yemek manasında değil elbette. Çok seçen, sebzeyle arası açık, etle, hamur işiyle, kızartmayla -gerçekten çok şaşırtıcı- arası iyi bir çocuktum. Yemek denen şeyin besleyici, doyurucu, sağlıklı tarafı tarih boyunca konuşuldu, konuşulmaya da devam edebilir, bunda bir beis yok. Ama ben keyif aldığım yemekten bir zarar göreceğime hiç inanmak istemedim. Batıl mı? Neden olmasın. Lise yıllarımda, Fındıkzade'nin güzel lokantaları eşliğinde damak tadı denen meseleyle karşı karşıya kaldım. Samatya'nın balıkçıları ve daha sonra Fatih'in etçileriyle birlikte zevklerim iyice yerine oturmuştu. Şurası kesindi: yemek yemek, lezzet almak, muhteşem bir şey. Bunu tek başına yapmak kadar sevdiğin birkaç arkadaşınla paylaşmak da o lezzeti artıran bir şey.

Damak tadı sonradan geliştirilebilir bir kabiliyet mi değil mi, hâlâ merak ettiğim konulardan biri. İyi yemek yapan, güzel sofralar kuran, lokantanın ya da restoranın iyisinden anlayan herkese kulak vermişimdir. Onlardan öğrendiğim, damak tadı elbette geliştirilebilir bir şey. Bunun için çaba, bilhassa kıyas yapabilme meziyeti gerekiyor. Diğer yandan, yemek yapımında nelerin doğru, nelerin yanlış olduğunu da öğrenmek lâzım. Aksi hâlde herkesin güzel dediğine güzel, kötü dediğine kötü demiş oluyoruz. Sonra bakıyoruz, sofra kültürünü sahiplenmiş, güzel yemeklerin ve içeceklerin izini sürmüş kimselerden bazıları, yaşamdan da zevk almasını gayet iyi biliyorlar. Bir yaşam görgüleri var. Konuşmaları, oturup kalkmaları, gezmeleri, paylaşmaları lezzetli bu insanların. Bir entelektüelin hiç yitmeyen merak duygusu gibi, bir iştah duyguları var. O duyguyla birlikte yürüyorlar, yaşıyorlar. Vedat Milor gibi.

Benim için anlatıcılık çok önemli bir hadise. Entelektüel birikiminiz, kemale ermişliğiniz, çevreniz, kartvizitiniz sizin için değerli olabilir. Ama benim için, bu görgünüzü ne kadar, ne derece aktardığınız daha önemli. Vedat Bey, hem televizyon ekranında hem de köşe yazılarında bu anlatıcılığın hakkını vermiş zihinlerimizden. Fevkalade donanımını, kendi yaşam pratikleri ve ilkeleri doğrultusunda bir çerçeve içine yerleştirmiş, bu çerçeveyi yaşadıkça genişletmiş, geliştirmiş. Hesap Lütfen'i okuduğumda bunu iyice fark etmiş, daha çok yazması gerektiğini düşünmüştüm. Çünkü bu tip insanlara hep bir bakiye gözüyle bakarım. Bu tip insanlar kolay yetişmiyor. Üstelik anlatmaya, paylaşmaya meraklılar.

Vedat Milor'un özellikle İstanbul'a dair yeme-içme tavsiyeleriyle bir dönem kafayı bozmuştum. Gidebildiğim yerlerin lezzetlerini keşfettim, gidemediklerim hakkında bilgi topladım. Sonra büyüdük ve kirlendi dünya. Sevdiğimiz lokantalar elden ele geçtikçe değişti, kimileri kapandı, bazıları iktisadî gerekçelerle hayal kırıklığına uğrattı. 2000'li yıllardan sonra yaşanan her hadisenin insan ömründen alışı, karamsar bir psikolojinin dünya ahvali oluşu, insanımızın söğüşlenecek bir fırsat gibi görülmesi, besinlerin hijyen konusunda sürekli sınıfta kalması, ambalajlı ürünlerde karşılaşılan korkunç tezgahlar derken, yemek-içmek bir işkenceye dönüştü. Tıpkı yaşamak gibi. Vedat Milor'un yeme-içme ile ilişkisi, hayatla kurduğu ilişkinin bir özü aslında. Yemek yemeyi sevmekle yaşamayı sevmek arasında bir irtibat var. Bunu yazmalı, bunu konuşmalı diye düşünürken pek güzel bir çalışma okuyucuya sunuldu Kronik Kitap tarafından: Yeni Dünya, Yeni Kurallar. Kitabın alt başlığı: Yaşam Zevkine Ulaşmanın Bugünkü Yolları. Yenal Bilgici'nin çok klas, çok yerinde sorular sorarak yönlendirdiği Milor, yaşam görgüsünü, entelektüel birikimini gayet lezzetli biçimde aktarıyor meraklılara. Hayatı nasıl tatlandırdığımızın, yemekleri nasıl tatlandırdığımızdan daha önemli olduğunu fısıldıyor. Ya da ben böyle anlamak istedim, hoşuma da gitti, içtenlikle söyleyebilirim.

Kitapta okuru bekleyen konuların sıralaması da gayet özenli: Bugünün dünyasıyla baş etmek, insan ne için yaşar, yaşam sevgisi bir kültürdür, ilham kimlerden alınır, en zayıf halkaysak nasıl ayakta kalacağız, komplo teorilerinden nasıl kaçacağız, yüz yılı deviren cumhuriyetimiz içinde neleri doğru neleri yanlış yaptık, geleceğin meslekleri, insan ufkunu nasıl genişletir... Vedat Bey, sorulara cevap verirken kendi analiz yöntemlerinden de bahsediyor. Nelere özellikle dikkat ettiğinden, yorum yaparken nelerden beslendiğinden. Bunlar için de Dünya Bankası Raporları da var, filmler de, kitaplar da, makaleler de. Bir okurun söyleşi kitaplarından mutlaka beklediği şeyler bunlar. Kitap bittikten başka hamleler yapabilmek, cesur davranabilmek, fikirlerini gözden geçirmek, yeni değerlendirmeler inşa edebilmek için elzem enstrümanlar. Milor'un iş ve insan ilişkilerine dair gözlemleri de bizim nesil için oldukça kıymetli. Çünkü kıramadığımız döngüleri kader olarak değerlendirip, yolumuzu karartmaya devam ediyoruz çoğu zaman. Mesela, bir 'freelance' metin yazarı olarak, birkaç yıldır seçtiğim çalışma tipinde ne kadar haklı olduğumu şu satırlarda görmek beni ziyadesiyle keyiflendirdi: "Çok uzun zaman önce 'Ben bir şirkette çalışamam' diyebildim mesela. Çünkü ben bir konudan hoşnut olmadığım zaman karşımdakinin ekonomik durumunu, statüsünü, bana zarar verme potansiyelini hiç düşünmeden aklımdakini pat pat söylerim. Tahmin edersiniz ki bu da modern dünyada, hele de hiyerarşinin hâkim olduğu şirketlerde pek işe yarar bir karakter özelliği sayılmaz. Kolay değil. Hele hele biri bana çok faydacı yaklaşırsa, 'Başkaları yapıyor, sen de yap' derse bende kontak atar. Bunun örneğini çok defa yaşadım. Bu yüzden bağımsızlığımın üzerine titrerim."

Milor, yurt dışındaki uzun yıllara dayanan iş ve ilişki tecrübelerini, toplum gözlemlerini, oldukça realist bakış açılarıyla okura sunuyor. Demokrasinin, güven toplumunun, orta sınıfın öneminden bahsediyor. Yerel kültürlerden ABD'nin loser dediği kesimlere, sosyal medyadan yapay zekaya, çok geniş bir alanda benimsediği fikirleri ve hatta filtreleri aktarıyor. Şu paragraf, memleketimizin güncel vaziyeti açısından da kayda değer: "Yadsınamayan bir gerçek var. Sağlam bir demokrasiyle sağlam bir orta sınıf arasında dolaysız bir ilişki bulunuyor. Daha mutlu toplumlar, insanların birbirine güven duyduğu; birbirlerine yapmacıklığa kaçmadan daha iyi davrandığı; yardımseverlik oranının yüksek olduğu; fertlerinin çok fazla tedirginlik, kızgınlık ve öfke hissetmediği toplumlar güçlü bir orta sınıfa dayanan toplumlar oluyor. Elbette demokrasi de buna paralel şekilde gelişiyor."

Rüştünü ispat etmiş, şöhretli, çevresinin ilgisine ve sevgisine mazhar olmuş, dolayısıyla epeyce alkışlanmış kimselerin yaşamda takındığı tavır hep dikkatimi çekmiştir. Erdemler, ilkeler, taviz verilmeyen hayat hassasiyetleri... Vedat Milor bu anlamda kayıtsızlığın da yeri geldiğinde önemli bir duruş olduğunu söylüyor. Her şeye hemen atlamanın, hemen her konuda yorum yapmanın ne gibi tehlikeler içerdiğini, sadece alkışlanmak için yaşamanın manasızlığını anlatıyor. Kişi kendini bilirse, neye karşı nasıl bir tavır alacağını da bilir elbette. Milor tam burada, Nobel ödüllü Fransız şair ve yazar Anatole France'un sözünü hatırlatılıyor: "Huzurlu bir kayıtsızlık erdemlerin en bilgesidir.

Hayattan lezzet almak, yaşam zevkini hissetmek, paylaşmak, bunları artırmak için ille de maddi güçlerin zirvede olması gerekmiyor. Birilerinin bunları da anlatması lazım. Çünkü rezilyans (psikolojik sağlamlık) meselesinde, yaşamdan tat almak en önemli yeri tutuyor. Zira depresyon zaten hareket kabiliyetini bitirdiği için, psikolojik düşüklükte yaşam giderek sönükleşiyor. Tüm dünyada insanlığın maruz kaldığı tablo ortada. Bu tablonun içinden anlamlı, coşkulu, huzurlu ve zevkli bir hayat çıkarmak imkânsız değil. Kitaplar da bu yüzden hayatî, bu yüzden başucumuzda, yanı başımızda bize destekçi. Yeni Dünya Yeni Kurallar da tüm bu konular üzerine gayet tatmin edici bir söyleşi...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Ekim 2024 Çarşamba

Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları'na küçük bir çıkma

“…Bu zevki o kadar kaybettik ki meselâ Abdülhak Şinasi gibi büyük muharrir daüssılaları anlatmakta emsalsiz olan üslubuyla daha dünkü hayatımızın manzaralarını ve çoğu aramızda yaşayan çehrelerini hatırlamaya başladığı zaman çoğumuz bu yazıları garipsedi. Abdülhak Şinasi Boğaziçi’ne ait çocukluk hatıra ve hülyalarını olgun yaşının tecrübeleriyle karıştırarak asil bir terkip yapıyordu. Bu suretle Frenk edebiyatlarının hemen her merhalesinde tesadüf edilen ve geçmiş zamanı uzaklığının ilave ettiği bir şiiriyetle geriye çağıran bir yazı nevi bizde güzel nümunelerini veriyordu. Fakat etrafımıza hiçbir hülyanın ısıtmadığı soğuk bir “vazgeçtim”le bakmaya alışmış olduğumuz için bunu anlamadık. Bütün Boğaziçi’ni mevsim ve saatlerinin hususî renkleri içinde ve ancak bazı rüyalar sona ererken duyulan garip bir melâl ile beraber veren bu yazılar bize neler öğretmiyordu? Onlardan sonra biz ihtiyar yalılara, sazsız, nağmesiz koylara, bugünün gürültücü Yahudi kalabalığını yadırgayan eski bahçelere büsbütün başka gözle baktık.”
- Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı

Tanpınar, Şinasi Hisar için “hatıraların ağacını kendi içinde büyütmesini o kadar iyi biliyor” demiş. Sanırım bu, Abdülhak Şinasi Hisar’ı en iyi tanımlayan cümle olabilir. Geçmişte yaşar Şinasi Hisar. Bir hayal âleminde, geçmişin getirdiği maddi delillere aklında kalan, aklının güzelleştirdiği cümleler ekler. Geçmişi bu kadar berrak nasıl hatırlıyor, diyebiliriz ama Hisar hatırladıklarını muhayyilesinde zenginleştirip öyle kâğıda döker. Öyle ki Boğaziçi Mehtapları onun çocukluk ve ilk gençlik dönemlerinin hatıralarıdır. Ama Proust gibi zaman zaman bilinç akışı ve hayalle öyle bir süsler ki bu anıları, sanki bu anılar birkaç yıl önce yaşanmış sanabilir okur. Bu açıdan çok özel bir yazardır. Fakat Şinasi Hisar -bence- her okura hitap etmeyebilir. Hem anlatımı zaman zaman yorar çünkü çok uzun cümleler kullanır. Hem de Hisar’ın anlattığı anılar sıradan, normal halkın yaşadığı veya çok da yaşama imkânı olan şeyler değildir. En azından her zaman değildir. Mehtaplarda bahsettiği yüksek tabakanın (maddi yönden) saz sefasıdır. Elbette bu saz sefasının hanendeleri, sazendeleri, yemeği, içkisi, harçlıkları, yol paraları vs. bütün ücretleri bu sazı düzenleyene aittir (Örneğin Sait Halim Paşa). Ama su sazlı sözlü mehtap gecelerine katılmak bile belli bir maddi güç ve statü gerektirir. Eski İstanbul’daki ulaşımı da göz önünde bulundurursak, bazen gün doğumuna kadar süren bu eğlencelere katılmak için en azından bir yalıda oturup bir kayığa sahip olmak gerekir. Biraz daha uzakta oturanlar için de bir kayığa sahip olmak veya bunu kiralayabilecek güce sahip olmak önemlidir.

Hisar, benim için en iyi İstanbul yazarı olabilir ama en “bizden” değildir. Ömrü konaklarda, yalılarda veya yüksek memuriyetlerde geçmiş biridir. Buna rağmen mazisinin hakkını kalemiyle vermiş, çalışkan bir yazardır. Şöyle der Geçmiş Zaman Köşkleri'nde: “ … Aynı zamanda Büyükada’da geçirdiğim günleri hep gizliden gizliye, benim için ehemmiyeti daha büyük olan, Rumelihisarı’na dönmek intizarıyla geçirdiğimi de bilirim. Beni dünyaya gelmiş olduğuma memnun eden bu uzun günleri hatırlıyorum. Bu ilahî zamanlardan gönlümde yakıcı bir toz kalmış. Ve içimi çektiğim zamanlar Rumelihisarı’yla birlikte Büyükada’yı duyuyorum. Güya ruhumun temelleri bu yerler, bu günler olmuş gibi!

Hisar, hatırladığı, hayaline taşıdığı Boğaziçi’ndeki mehtapları bütün detaylarıyla anlatır. Katılanları, yapılanları, gezilerin düzenlenme şeklini vs. hiçbir detayı atlamaz. Hatta bazen biraz fazla detay verir ve anlatımı boğabilir. Üstelik bu anılar onun çocuklukla ilk gençlik döneminin anılarıdır ve bu gezintilere çok da olumlu bakmayan bir ruh ve düşünce halindedir o zamanlar: “Ben de, kendi yaşımdaki, o zaman için alafranga bir terbiye alan bütün gençler gibi istifade ettiğim kolaylıklara muarız bir ruhla yaşardım. Duyduğum ahengi tasvip etmezdim. Çok Şarklı ve Asyalı bulduğum bu âdetleri, bu usulleri, fikrimle ve hissimle reddeder; kıymetlerini, faydalarını kabul etmezdim. Zira bunu takdir edebilmek de bir düşünce ve tecrübe, yani bir yaşlılık ve olgunluk mahsulüdür. Bütün bu meseleleri yatıştırmak ve hayatı uysal bir tarzda yaşamak ancak bir hayli zaman sonra mümkün olur” der, hâlbuki kitabın başından beri öyle bir tablo çizer ki biz Hisar’ı o zamanlar müthiş bir istekle bu mehtap gezintilerine katılmış sanırız.

Hisar, Boğaziçi Mehtapları'nda bir canlının gençlikten ölümüne kadar olan zamanını anlatır gibi bir çizgi çizer. Aslında yazara ondan yaşlılarca söylenen, mehtap gezilerinin sonuna yetiştiği, o cafcaflı zamanların geride kaldığıdır. Siyasi durumla bir görülür belki de bu dönemler çünkü Hisar’ın anlattığı yıllar, devletin de en zor zamanları, 1900’lerin başlarıdır. Buna rağmen canlı bir portreyle başlar kitap ve en son bittiğinde bizler, belki de bu gezintilerle en az bağ kurabilme olanağı olanlar, bir yakınımızı kaybetmiş gibi üzülürüz. Çünkü “şenlik dağılmış ve bir acı yel kalmıştır” geride. Artık boğaz, o muhteşem seslerden ve görüntülerden mahrumdur. Devlet gibi, bu gezintiler de ölmeye yatmıştır.

Peki, Hisar bu deneme/anı karışımı eser(ler)ini neden yazmıştır? Yazar, geçmişe çok önem verir ve geçmişte yaşar demiştim. Hisar için geçmiş, herhangi bir detayıyla (giyim-kuşam, yeme-içme, eğlence-hüzün vs.) çok önemlidir ve mutlaka kayıt altına alınmalıdır. Türk Milleti’nin maalesef yazılı kaynak bırakma huyu yoktur ve yazar bunun acısını çok çekmiştir. Bu çok renkli, cümbüşlü mehtap gezintileri, ona göre dönemin önemli olaylarındandır ve bu gezintilerin başka pek çok tarihi, kültürel olaylar gibi yazılması gerekir(di). Sitemle ve eleştiriyle karışık Türk yazar ve şairlerine yüklenir Hisar. Çünkü yabancılar mağlup Napolyon’u bile, yazılarıyla yüceltmiş, yenilmez bir imparator gibi dünyaya ilan etmişlerdir. Waterloo Savaşı’nı Fransızlar kaybetmiş ancak Hugo’nun L’expiation manzumesi basılınca Fransızlar “Waterloo ordumuz için bir mağlubiyet, fakat şiirimiz için bir muzafferiyet oldu!” demişlerdir. Yazı, sanat bu kadar önemlidir Hisar’ın gözünde. Hatta bazen savaşlardan da önemlidir. İskender’in, Homeros gibi bir şairi olmadığı için hayıflanması boşuna değildir. Bu açıdan, Hisar’ın kitabının XXIV. bölümünde, “Unutuluş” başlığı altında cevap aradığı “Sanat Neden Önemlidir” sorusu okullarda ders olarak okutulabilecek bir bölüm olmuştur. Tarih/mazi sadece savaşlardan ibaret değildir. Yazarın dediği gibi nice kahramanlık, galibiyet onu anlatacak bir şair/yazar olmadığı için yok olmuştur, unutulmuştur.

Şinasi Hisar’ın kitaplarını okurken kendimizi her zerresine vâkıf olmamız gereken bir kitap okur gibi hissediyor olabiliriz. Hisar’ın detaycılığı ve zaman zaman anlatımını uzatması aslında onu bir şiir gibi okumayı kolaylaştırır. Evet, şiirsel bir dile sahiptir Hisar. Onu okurken daha çok keyif alabilmek için bazen bilincimizi kapatmamız gerekir.

Boğaziçi Mehtapları o dönemi yaşamayan hatta o dönemde bile bu imkânları bulamayanlar için çok bir şey ifade etmeyebilir demiştim ancak sanatın ve musikinin önemi açısından da çok şey söyler. Çünkü mehtap gezintisi demek musiki demektir ve zaman zaman Hisar’ın bu musiki üzerinden dahi politik ve sosyolojik tespitleri vardır. Fakat yazar bunu asla kör göze parmak şeklinde yapmaz. Onun amacı politik veya sosyolojik tespit/eleştiri yapmak değil kültürel bir miras bırakmaktır. Onun klasik (yani muhteşem) üslûbuyla bu anı/denemeleri okumak Türkçenin en güzel hallerinden birini görmek demektir. Çünkü Abdülhak Şinasi Hisar biraz da anlatılan şey değil, o şeyin nasıl anlatıldığıdır.

Mehmet Akif Öztürk

Aşka, sessizliğe, varoluşa ağıt

Saat ustalarında ve terzilerde rastladığımız bir hâl vardır. Onlar, sürecin talebeleridir. Dükkâna giren kimseyi doğrudan müşteri gibi görmeyen, kendisine teslim edilen malzemeyi bir tecelli olarak kabul eden, istenenle verilebilecek olan arasındaki dengeyi kısa sürede kurabilecek idraki olan kimselerdir bunlar. Hâlâ varlar, burası bir gerçek. İlle de hepsini sanki bir ârif gibi kabul etmeyebiliriz, bu da bir gerçek. Her şeye rağmen yaşama katılma aşkı, sessizliğin haşyeti, varoluşun nur ve zulmet arasındaki sancıları bazı kimselerde cem oluyor ve ortaya ârifleri hatırlatan bir karakter çıkıveriyor. Belki de biz böyle kabul etmek istiyoruz. Gözlerimiz, sakladığı bu isteği kahvehane köşelerine de çevirebiliyor kimi zaman. Oradan da bir ârif çıkıverir elbet diye düşünüyoruz, zannediyoruz.

Mihail Nuayme, 19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte Amerika’ya göç eden Araplarca geliştirilen mehcer edebiyatının (edebü’l-mehcer) en önemli isimlerinden biri. Hayatına kısaca göz atıldığında zahirde ve batında göçle meşgul olduğu apaçık. Çocukluğunu geride bırakırken meşguliyet sahasını varlık ve yokluk sorunları, insanın metafizik gerilimi ve nihayet vahdet-i vücud sistemi oluşturmuş. Böylece mizacını da görebiliyoruz: kendi iç dünyasıyla meşgul, dış dünyaya karşı sessiz. Bu tip bir mizacın yegâne mesaisi Allah-âlem-insan meselesi üzerinedir şüphesiz. İşte böylesi bir mesai neticesinde ortaya çıkan kitaplarından biri de Kendini Arayan Adam. Yazıya başlarken gözlerimizi zaman zaman “acaba oralardan bir ârif çıkar mı?” diye çevirdiğimiz kahvehane köşelerinden bahsetmiştim. Arkaş’ın hikâyesi bu soruya bir cevap olarak doğuyor. Mihail Nuayme kendi iç yolculuğunu ve sorgulamalarını Arkaş üzerinden sunuyor okura. Okurun kitabın başından itibaren yazarı da karakteri de unutup kendini hikâyenin merkezine oturtması hiç de şaşırtıcı olmuyor. Tıpkı bazı romanlarda, filmlerde ve şarkılarda olduğu gibi: anlatılan “bazılarımızın” hikâyesi.

Arkaş, New York’taki bir Arap kahvehanesinde çalışıyor. İlk başta hayata küsmüşçesine sessiz, alıngan ve kırılgan bir karaktere sahipmiş gibi insanlardan uzak, kopkoyu bir yalnızlığı hırka diye giymiş biri. İşi gereğince insanlarla ne kadar iç içeyse, tabiatı gereği de o kadar uzak. Bu uzaklık bize bir kendini beğenme olarak yansımıyor. Aksine, sufilerin her şeyin sadece çalışmayla olmayacağını anlatmak için kullandıkları “bidayeti parlak olanın nihayeti de parlak olur” sözünü hatırlatıyor. Ona doğuştan verilen bu iç hazine, aslında bütün insanlığın taşıdığı bir hazine. Sandığın kapağını açmak için gerekli olanlar tasavvuf tarihi boyunca kavramlaşmış meseleler üstelik: aşk, sükûnet, hüzün. Sufilerin düşünceyi daima varlık âleminin zirvesine çevirmeleri, her şeyin geçici oluşunu idrak etmeye özellikle çaba göstermeleri, daima “gözetilen” bir konumda olduğunu unutmama gayretleri, davranışlarını her zaman ve aksatmadan kul süzgecinden geçirmeleri… Arkaş’ın hikâyesinde tüm bunları en doğal biçimde görüyoruz. O, susmanın tadını çok erken denebilecek yaşlarda almış ve kavramış, hilenin ve yalanın olmadığı bu diyardan kendine en büyük yoldaş olarak da sabrı seçmiş. Gökyüzünden, topraktan, yaşamdan bir anlam çıkacaksa eğer, bunun ancak sessizlikle, derin düşünceyle olacağını bilmiş. Bu bilgi onu evvela kendine, saniyen Hakk’ı bilmeye götürüyor: “Çok konuşmak fikri dağıtır. İnsanlar sessizlikten ve düşünmekten kaçarlar. Bu durumda Allah’ı nasıl idrak edecekler? Allah’ın adını derin düşünme ve sessizlik içinde idrak etmeden, içlerinde onu bulamadan ananlar, ancak isimsiz bir şeye seslenmiş olurlar.

Sessizlik bahsinin içini farklı kavramlarla dolduruyor Arkaş. Böylece miskinliğe ve keşişliğe davetiye çıkarmadan, derviş olmadan ama dervişmeşrep olarak bir yaşam öneriyor. Bu yaşamda alışveriş bir tuzak, aldığını vermek ise bir kurtuluş anahtarı. Başkasını kınamak musibetin kendisi, kendini kınamak hakikat bilgisi. Âlemde ve insan vücudunda her şeyin mükemmel, yani merkezinde olduğunu görememek büyük cehalet. Sürekli başkalarıyla itişip kakışmak, her şeyden şikâyet etmek, arzulara boyun eğmek nefsin yakıtları. Arkaş’a göre tüm bunları takva sahibi gibi ortalıkta boy gösterenler üzerinde görmek de yeni zamanların bir garabeti: “Bu dünyada takva sahibi olduklarını iddia edip başlarına bir musibet geldiği vakit, ‘O, Allah’ın bir sınamasıdır’ diyenler de var. Oysa bütün insanlar gibi onlar da Allah’ın sınamacı değil de öğretici olduğunu unutmuşlardır. O, ancak sınamanın neticesini bilmeyenleri sınar.

Arkaş, Allah’ın bazen elemle bazen lütufla bazen de mahrum bırakarak irşad ettiğini fısıldıyor. Hakk katında sevilen, sevilmeyen, iyi, kötü, güzel, çirkin gibi bir sınıflandırma yok. Ehil ya da ehil olmayan, asil ya da asil olmayan yok. Dolayısıyla Hakk’ın ‘her an yeni bir işte’ oluşu, insan hayatında farklı anlatım biçimleriyle yer alıyor. Tecellide örnekler, çeşitler, zamanlar ve mekanlar sonsuz. Bilgi basamaklarını yavaş yavaş tırmanmak için bu sonsuzluk bilincini edeple, şükürle, sabırla ve en önemlisi de sessizlikle süslemek gerekiyor. Süs demişken, konuşmanın bütün niyetleri gölgelediğinin farkında Arkaş. Bütün güzel ve iyi niyetlerin ifadesizlikte kıymet kazandığını söylüyor. Bu da Fahr-i Kâinat Efendimizin “Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar” hadis-i şerifini akıllara getiriyor. Arkaş, tüm bu hâliyle insanlar içinde nasıl mevki alıyor? Hiçbir mevkiye göz koymuyor. Melami gibi bir tavır takınıyor, melametten bahis açmadan. Sadece çalıştığı kahvehanede değil, başına her ne gelirse gelsin düşünceyi bir omzuna, sessizliği diğer omzuna konduruyor. Haksızlığa, çaresizliğe ve hatta zulme uğradığı zamanlarda bile. Bunlar da akla başka bir hadis-i şerifi getiriyor: "Haklı olduğu hâlde münakaşayı terk eden kimsenin cennetine kefilim."

Arkaş, hayatı kendi akışında kabul etmenin ardındaki sırrı da paylaşıyor bizlerle. Bu sırrın içinde hüznün ve mutluluğun geçiciliği var, üzülmenin ve sevilmenin sabit kalmayacağı gerçeği var. O, hayatı bütünüyle kabul etmenin insana huzur getireceğini, bu huzurla yaşamanın tüm kavgalardan, yarışlardan, nefs oyunlarından insanı koruyacağını söylüyor. Zaten Arkaş’ın en ârif yanı da bu. İdrak ettiklerini kendine saklamıyor, herkese açıyor. Bizi Fettah ve Rezzak isimlerini yeniden düşünmeye çağırıyor böylece. İnsana, kendi azizliğini fısıldıyor: “Büyük bir kral, ülkeyi ziyarete gelmişti. Biraz sonra da konvoyuyla oradan geçecekti. İşte bütün mesele buydu. İnsanları bir an bile olsa bir kralı görmek için evlerinden çıkaran, hayatlarının akışını durduran buydu. Oysa onların her biri birer kral değil miydi? İlahi tacı başlarının üstünde, ilahi izleri bedenlerinde, ilahi sırları kalplerinde ve içlerinde taşıyan onlar değil miydi? Bir kralı, kahramanı, pehlivanı seyretmeden önce, gece gündüz kendilerini seyretmeleri daha uygun değil miydi? Fakat bu akıllarına bile gelmez.

Arkaş’ın Günlüğü’nü bitirirken, kişinin kendi kıyametini koparmasına tanıklık ediyoruz. Hemen akabinde Nuayme’nin Arkaş’a yazdığı bir mektup var, kendisine yazdığı bir mektup gibi. Nuayme’nin tercümanı olan Arkaş, kitap bittikten sonra bizim de “uzağımızdaki yakın” oluveriyor. Onun aşka, sessizliğe, varoluşa yaktığı ağıtı kırık bir tebessümle kabul ediyoruz. Kitabı rafa yerleştirirken kendi kendimize söylüyoruz: “Ey olgunluk! Tökezleyişlerimi başıma kakma!

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

26 Ekim 2024 Cumartesi

Anadolu’nun işgalinde eski eserlere ne oldu?

Mondros Mütarekesi’nin ardından işgale uğrayan Anadolu topraklarındaki binlerce yıllık tarihi ve kültürel zenginliklere Batılı devletler göz dikmişti. Anadolu’nun işgali esnasında Yunanlılar, Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar ve Amerikalılar yoğun bir şekilde tarihi eser kaçakçılığı faaliyetinde bulunmuş ele geçirdikleri eserleri ait oldukları topraklardan kopararak yurt dışına götürmüşlerdi.

İşgal kuvvetlerinin Anadolu’da gerçekleştirdikleri kaçak kazılar ile kaçırdıkları eski eserlerin akıbetini Yahya Coşkun Esir Şehirlerin Eserleri isimli Kronik Kitap’tan çıkan kitabında tüm boyutlarıyla ortaya koyuyor. 2020-2023 yılları arasında Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdür Yardımcısı olarak yurtdışına kaçırılan eserlerin Türkiye’ye getirilmesi konusunda görev almış olan Yahya Coşkun, doktora tezi olan bu çalışmasında Anadolu’dan kaçırılan eserleri ve yapılan kaçak kazıları Cumhurbaşkanlığı Osmanlı ve Cumhuriyet Arşivleriyle, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Arşivi’den ilk kez yayınlanan belgelerle gözler önüne seriyor.

Osmanlı Devleti’nin son döneminde müzeciliği, Müze-i Hümayun’un tesisini, arkeolojik kazıları, eski eserlerin hukukunun doğuşu ve gelişimini irdeleyen kitap esasında Anadolu’nun farklı bölgelerini işgal eden Yunanlılar, İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler ve Amerikalıların eski eser kaçakçılığına odaklanıyor.

30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra Osmanlı topraklarının dört bir yanında yaşanan işgallerde İtalyanlar, Fransızlar, Yunanlılar, İngilizler ve Amerikalılar eski eserlerle yakından ilgilenmiş, kazılarda tarihi eserler aramış veya mevcut eserleri kendi ülkelerine nakletmeye çalışmışlardı. Anadolu’da eski eser kaçakçılığı yapan işgal güçleri arkeolojiyi politik bir enstrüman olarak görmüş ve sahaya gönderdiği arkeologları bir nevi ajan olarak kullanmışlardır.

Yunanlıların işgal sahası içindeki eski eser bulunabilecek hemen her yeri kazdığı ve bu kazılarda çıkardıkları eserleri ülkelerine kaçırdıklarını ortaya koyan kitap, işgalcilerin Anadolu topraklarının yalnız üstüne değil, altına da göz diktiklerini vurguluyor. Yunanların işgal dönemindeki kaçak kazıları ve eski eserlere verdikleri zararların Osmanlı raporlarına açıkça yansıdığı ifade ediliyor.

Yunan kuvvetleri aynı zamanda işgal ettikleri bölgeler içinde Fransızların ve Amerikalıların arkeolojik kazı yapmalarına müsaade etmiş kimi zaman bu ülkelerin eser kaçırmasına izin vermişlerdir. Batı Anadolu’da gerçekleştirdikleri kaçak kazılarda ele geçirdikleri eski eserleri Yunanlılar Atina’daki Ulusal Müze’ye taşınmışlardır. Yunan işgal güçleri başta İzmir ve çevresi olmak üzere hem işgal esnasında hem de şehirleri terk ederken müzelerde, depolarda ve arazideki eski eserleri tahrip etmiş, saldırdıkları evlerde, camilerde yükte hafif pahada ağır ne varsa yağmalamışlardır.

İtalyanlar daha işgal öncesinde Roma’nın varisi oldukları iddiasıyla başlattıkları arkeolojik faaliyetlerini işgalle birlikte arttırmıştır. Bodrum Kalesi, Gökçallar Nekropolisi, Milyos Antik Kenti ve Antalya’da kaçak kazılar yaptıkları, İtalya’nın Antalya konsolosunun evinde ve konsoloshanede tarihi eserlerin yakalandığı belgelere yansımıştır. Isparta, Burdur, Elmalı, Fenike, Konya’da da İtalyanlar arkeolojik araştırma yapmışlardır. İtalyanların ordu ve konsolosluk eliyle gerçekleştirdikleri faaliyetler Osmanlı makamlarının tüm uyarılarına rağmen devam etmiş bazı eserler kaçırılarak Roma’daki Milli Müze’ye götürülmüştür.

Fransızlar Napolyon’un Mısır Seferi’nden itibaren geliştirdikleri sömürgeci arkeoloji geleneklerinin bir tezahürü olarak işgal devresinde başta İstanbul, Çanakkale, İzmir, Antalya ve Adana’daki birden çok yerde kaçak kazılar yaptıkları ve kimi eserleri de Fransa’ya taşıdıkları kitapta ele alınıyor. Fransızlar İstanbul’da özellikle Bakırköy ile Topkapı Sarayı’nda, Çanakkale’de Elaious Antik Kenti ve Karaağaçtepe’de, Antalya, İzmir ve Adana civarında eski eser kaçakçılığında faaliyet göstermişlerdir. Gelibolu’daki Elaious antik kentindeki kazılarda bulunan eserlerin büyük bir grubu Louvre Müzesi’ne götürülmüş çok az bir kısmı ise Müze-i Hümayun bırakıldığı belgelerde konu edilmiştir.

Ayrıca Fransızlarca Antep, Adana, Maraş gibi tarihi şehirler tahrip edilmiş, eski eserlere, cami, türbe ve benzeri dini yapılarla sivil mimarlık örneklerine yıkım ve yağmalarla ciddi zarar verilmiştir.

İngilizlerin Truva ve Karkamış’ta Amerikalıların ise Sardes’te izinsiz kazılar yaparak buldukları eserleri kendi kıtalarına taşıdıkları, Manisa’daki Bintepeler ve Alyat Tepe’de sondaj faaliyetleri gerçekleştirdikleri de tarihi vesikalardan hareketle kitapta etraflıca anlatılırken dönemin Amerikan konsolosu George Horton, Sardes’te bulunan elli sekiz sandık eserin ülkelerine götürülmesinde etkin şekilde rol oynadığının altı çiziliyor.

İşgal döneminde bulunan eski eserlerden yurt dışına kaçırılanlar kadar yurt dışına götürülmese bile ait olduğu yerden sökülen, bağlamından koparılan ve kayıt tutulmadan depolarda ve benzeri mekanlarda saklanan eserler de kayıp hükmündedir. Bu bağlamda işgal güçleri birçok eseri yerinden etmiş ve bilimsel bilgiye zarar vermişlerdir. Söz konusu buluntular Anadolu’da kalmış olsalar da hangi medeniyete, hangi döneme ait olduğu anlaşılamamakta ve tarihi katmanları takip etmeyi zorlaştırmıştır.

İşgal yıllarında hem Osmanlı idaresi ve hem de Büyük Millet Meclisi zorlu işgal koşullarına rağmen eski eserleri korumak için büyük mücadele vermişti. Osmanlı Devleti eserlerin yağmalanmasına direnmeye çalışmış başta Müze-i Hümayun olmak üzere taşra yöneticilerine kadar bürokrasinin birçok kademesi eski eser kaçakçılığını engellemek için gayret sarf etmiş ancak çok az netice almıştır. Ankara Hükümeti de 23 Nisan 1920’den itibaren Maarif Vekâleti ve Hars Müdüriyetiyle eski eserlerin talan edilmesini durdurmaya çalıştığı konuyu ciddiyetle ele aldığı anlaşılıyor. Hars Müdüriyeti ve Âsar-ı Atika Müzesi işgal bittikten, Cumhuriyet ilan edildikten sonra bile eski eserlerini izini sürmeye devam etmişti. Örneğin Amerikalıların Sardes’ten götürdükleri eserleri geri alabilmek için Müze Müdürü Halil Edhem Bey ciddi bir uğraş vermiştir. 27 Mart 1927’de Hars Müdüriyeti ve Maarif Vekaleti’nin desteğiyle çıkartılan bir kararla söz konusu eserler geri verilmedikçe hiçbir Amerikalıya kazı izni verilmeyeceği Amerikalılara bildirilmiştir. Nihayet 19 Temmuz 1924’de eserlerin büyük çoğunluğu yurda dönmüştür.

Anadolu’nun işgal yıllarındaki kültürel talanı belgeleyen kitap, yurt dışına kaçırılan eski eserlerin yasal yollara baş vurarak iade edilmesine sürecine katkı sunmakta ve eserlerin ait oldukları topraklara dönmesini sağlamak için bilimsel bir dayanak oluşturmaktadır.

Rüveyda Okumuş
x.com/ruveyda_okumus

Kor gibi yanan yürek

Hecenin beş şairi, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy ve Enis Behiç Koryürek, Anadolu ve Asya Türk varlığının şiirde temsilcileri, Millî Edebiyat akımının baş aktörleri olarak karşımıza çıkar. Faruk Nafız Çamlıbel, Han Duvarları ile ünlense de dilden dile dolaşan, “Kıskanç” şiiridir. Biz fanilerin bildiğince, Zeki Müren ve birçok sanatçıdan dinlediğimiz , “İntizar” şarkısıdır. Beni en çok şaşırtanı ise Suat Sayın’ın söylediği "Yolcu ile Arabacı” şarkısı olmuştur. Arabesk diye küçümsediğimiz parçanın, sözlerinin Faruk Nafiz Çamlıbel’e ait olduğunu duyduğumuz an, sukuta uğrarız. Yine “Ah eden kim bu saat kuytuda?” bestesini Alâeddin Yavaşça’dan, "Keklik" bestesini Müzeyyen Senar’dan dinleyip ruhumuzu besleyebiliriz. Orhan Seyfi Orhon’un “Veda Busesi” şiirini kim bilmez ki, dudaklarımızdan yıllardır bıkıp usanmadan nesilden nesile “Alnına koyarken veda busesi” söylemeye devam ederiz. Radyoda Zeki Müren’in dudaklarından dökülen, “Sen gözlerimde bir renk / kulaklarımda bir ses / ve içimde bir nefes olarak kalacaksın” şarkısını (Geçsin günler haftalar) mırıldanarak, erguvanlar içinde yol alırken, Kime yazılmış bu şarkı, kim yazmış? Suallerini yöneltiyorum. Ve bir yanan yüreğin ismi kulaklarımdan, hafızama gidiyor. Beş Hececilerden, Enis Behiç Koryürek adı dudaklardan dökülüyor. Hiç soruyor muyuz? Bir insan neden Koryürek soyadını alır? Milli şiirin temsilcisi Enis Behiç’i yakan dert, yüreğini kor içinde bırakan hasret ne olabilir?

Türk şiiri, Türk musikisi ile içiçe geçmiş bir bütünün parçasıdır. Aşkın dile gelişidir. Aşk hasret demektir aşk adamı yakar geçer.. “Hamdım yandım piştim elhamdülillah”. Pişmezsek yitip gideriz kuytu köşelerde. Arayan bulmaz ama bulan arayanlardır. Mecnun arayandı çöllere düştü, Ferhat arayandı dağları deldi. Aradığımız kendimizdir, gizli hazinenin içimizde olduğunu bildikten sonra pişeriz. Bizi bize hatırlatan, ayna görevi gören, dünyada bir nüve vardır. Evlat. Evet, evlat babanın sırrıdır. Onun ile pişer insan, olgunlaşır. Enis Behiç için hayat imtihanı tam buradan gelmiştir. Milli şiirin beşlisinden olan şairin hayatında, yüreğinin kor gibi yanmasına neden olan şey, çocuğunun hasretidir. Bir kez öpüp kokladığı oğlu Hasan’ı, ömrünün sonuna kadar bir daha göremez. Şairin hayat hikâyesi insanın içini burkan cinsten. Bir melodram filmin içinde, bu kadar olmaz dediğimiz, senaryo akışında sürüp giden bir ömür.

Enis Behiç Koryürek, 27 şubat 1893 yılında İstanbul Aksaray’da dünyaya gözlerini açar. Babası İsmail Behiç son sultan Vahdettin’in doktorudur. Çocukluğu, Makedonya’da, Selanik’te geçmiştir.1910 yılında girdiği mülkiyeyi derece ile bitirir. Yabancı dillere özellikle Fransızca olan ilgisiyle dikkatleri üstüne çeker.1910 yılında ilk şiirini yazar. Unutulmaması gereken bir felaket olarak adlandırdığı Balkan savaşları, onda derin izler bırakır. Ziya Gökalp’in desteği ile heceyi kullanır ve milli akım şairleri arasına girer. Şiirlerini, vatana sevdalı bir yüreğin derinliklerinden gelen epik tarzda yazar. En yakın arkadaşı Fethi Tevetoğlu’dur. Saray çevresinde büyüyen Enis Behiç, 1914 Hariciye nezaretinde kâtiplik vazifesine başlar. Çanakkale savaşının sonuna doğru Bükreş’e görevli gider. İşte hayatının dönüm noktası tam burada başlar. Vatanın bağrına saplanan süngülerin yanı sıra özelindeki sıkıntılarda yüreğini burada yakacaktır. Macaristan onu Koryürek yapacaktır. Fransız öğretmen Gabrielle Guillemet (Gabi) hanımla 1919 tarihinde evlenir. Nikâh, Anadolu’da emparyalist güçlere karşı milli mücadelenin başladığı zamana denk gelir. Vatana dönmek için çırpınan Behiç Koryürek’in cebinde beş parası yoktur. Macar başvekilinin keskin zekâsının ürünü bir yardımla, yurda döner ve Milli hükümetin yanında yer alır. Bu dönüş evliliğindeki ilk çatlaklığı verir, eşi onunla gelmek istemez. Bükreş’te korkusuz, rahat hayatını sürdürmek ister, ama milli duyguları yüksek olan Enis Behiç için bu mevzu bahis değildir. Ülkesine dönecektir.

Ben bir Türk’üm. Sen benimle bilerek evlendin. Ben Anadolu’ya geçmeye mecburum. Vatanım tehlikede!” cevabıyla kararından dönmez. Evlilikleri Gabinin aşırıya kaçan kıskançlıkları, bencilliği, Türk kültürüne olan yabancılığı ile çıkmaza girer. Evlendikten üç yıl sonra, Gabi iki aylık gebe iken boşanırlar. Antlaşmaya göre çocuk altı yaşına kadar annesinde kalacak, sonra babaya teslim edilecektir. Enis Behiç, doğacak çocuğa Hasan Argon ismin verilmesini şart koşar. 1923 yılında oğlu dünyaya gözlerini açar ama babası orada değildir. Altı yaşına kadar babasını hiç görmez, annesi Katolik kilisesinde onu Rogerius adıyla vaftiz ettirir.

“Benim değerli hazinem, Sevgili Hasan”

Macaristan’ın Kisvarda kentinde büyüyen Hasan Koryürek, babasını sadece bir kez görebilir. Annesi Gabinin akıl almaz engellemeleriyle, baba oğul birbirine hasret bir hayat sürerler. Birbirlerine yazdıkları mektuplarda oğlun öfkesi, babanın ise yanan yüreğinin izleri görülür. Aslında mektuplar iki hasret gönlün çarpışması ve konuşmasından ibarettir. Yönlendirilmiş Hasan babasına kırgındır, ama büyüdükten sonra tüm gerçekler gün yüzüne çıktığında, buna sebebin annesi olduğunu öğrenir. Öyle ki babasının vefatını üstünden beş yıl geçtikten sonra haber alabilir. İkinci dünya savaşında hiçbir şeyleri kalmadığında, babasının gönderdiği giysileri saklandığı yerden çıkaran, annesinin yalanları da gün yüzüne çıkar. Annesinin mektuplaşmaya izin vermesinin nedeni tamamen maddiyat içindir. Enis Behiç, ilk mektuplarda oğlunun değil annenin cümleleri olduğunu yakalar. Hasan’a kendi kelimeleriyle yazmasını söyler, Türkçeyi öğrenmesini öğütler. “Üslup konusunda, yazdığım sözlerden biraz alındığını görüyorum. Fakat biraz anlayış genç delikanlı, dürüstlüğüne karşı nasıl şüphe ve kuşku duyabilirim? Seninle gurur duyan kendime karşı bir hareket olur.

Oğul Hasan, hakîkatler gün yüzüne çıkınca, babasının soyadını bir şeref madalyası gibi taşımaya karar verir, Türklüğünü inkâr etmez ama bir Katolik Macar vatandaşı olmaktan da gururludur. İbolya hanımla evlenir, dört çocuğu olur. Onlarda, Koryürek soyadını taşımaya devam ederler. Macaristan’da çok iyi bir gazeteci, yazar, tiyatrocu ve çevirmen olur. Yaşar Kemal'in İnce Memed’ini Macarcaya çevirir. 1956 Sovyetlere karşı başlatılan devrimci hareketin önemli figürlerinden biridir, Ruslar tarafından yargılanır, mesleğinden olur ama ilkelerinden taviz vermez. Fransa’ya kaçmayı reddeder.

“Şimdiye kadar hiçbir zaman bu kadar kendimi insan ve Macar hissetmemiştim.”

Enis Behiç Koryürek oğlunun Müslüman olmasını, bir Türk vatandaşı olarak hayat sürmesini çok ister ama bunu başaramaz. Oğluna hasret kor yüreğiyle, gözlerini bu dünyaya kapayarak gider.

Hasan Argon, Türk asıllı Macar vatandaşlığını devam ettirir. Baba oğul koşullardan bir araya gelemez. Hasan Türkiye’ye babasını ziyaret için çırpınır ama başaramaz. Behiç Koryürek’te elinde olmayana sebeplerle gidemez. Babasının ikinci eşi, üvey annesi Müfide hanımla mektuplaşır. Babasına ait eşyaları kendisine yollanır. Hasan Argon bunları saklar, albümler hazırlar. Evet, onlar bedenen bir araya gelmemiştir ama ruhları bir araya gelmeyi başarmış, aynı ilkelere sâhip olmuştur. Doç. Dr. Melek Çolak’ın, Budapeşte’ye Mektuplar adlı kitabında, birbirinin hasretiyle yanan babanın mektuplarına yer verilmiştir. Sadece yazışmalar değil, yazarın torunları ile olan konuşmaları, fotoğraflar, hayat hikâyeleri ile ayrıntılı bir çalışma bize takdim edilmiştir.

Şiirlerini yazarken, yüreğinin içinde Hasan diyen sesi gökyüzünü doldurmuş, dizelere dökülmüştür.

“Dünyayı iki şeyden
İbâret bilirim ben;
Biri, herşey olan: Sen!
Biri sen olmayanlar.”

Son zamanlarında tasavvufa yönelir. 1948 yılında Sâmiha Ayverdi ile yaptığı konuşmada “Yaşayan Ölü” eseri için mütefekkiri bir ummana, benzeri olmayan bir insana benzetir. İçindeki derunî boşlukları, Hem Sâmiha Ayverdi’ye, hem Kenan Rıfâî'ye açar. Aslında Enis Behiç Koryürek’in, Mehmet Ali Ayni ile olan dostluğundan sebep son zamanlarında tasavvufa yönelmesini, ruh çağırma seanslarını, açıklayacak tek kelime bir cümle vardır… Hasan Argon Koryürek. Evlat hasreti onu, yaşayan bir ölüye çevirmiş, pişirip şuuraltından Varidat-ı Süleyman Çelebi olarak tezahür ettirmiştir.

Kenan Büyükaksoy (Rıfâî) şöyle bir cevap vermiştir kendilerine; "Oğlum şem’i gör kim yanmadan yandırmadı pervaneyi." (Sâmiha Ayverdi, Mülakatlar).

Onun hakkında ne yazsak az gelecektir. Hangi şairin hayatı film olsa deseler hiç düşünmeden Enis Behiç Koryürek cevabı verilir.

“Geleceğinden ve mutluluğundan başka düşüncesi olmayan babanı sev, olur mu oğlum.”

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

Dâvûd Kayserî'nin Fusûsu'l-Hikem şerhi

Vahdeti vücut olarak bilinen tasavvuf metafiziğini kuran isim İbn Arabi’dir. Ona kadar böyle bir metafizik sistem tasavvuf dünyasında kurulamamıştır. Yine de Chittick’in de deyişiyle İbn Arabi’yi Füsus üzerinden tanımak, tanımaya çalışmak yanlış olacaktır.

İbn Arabi esasında bütün düşüncelerini Fütuhat kitabında açıklamıştır. Fütuhat İbn Arabi’nin eksiksiz, boşluksuz her meseleyi açıkladığı, her mertebeden insana hitap ettiği devasa eseridir.

Ancak belki de bugüne kadar süren sansasyonel tartışmalardan olsa gerek herkesin dikkatini Füsus çekmiş, İbn Arabi okumak isteyen birçok insan ilk önce Füsus’a yönelmiştir. Oysa İbn Arabi’nin Füsus’un henüz daha başındayken “bu kitabı kendisinin yazmadığı, rüyasında Peygamberimiz (sav) tarafından verildiğini” söylemesi bile bizi düşündürtmeli, temkin ehli kılmalıydı.

Füsus, farklı bir makamdan kaleme alınmıştır. Kurduğu metafizik sisteme de tam anlamıyla yaklaşabilmek, temas edebilmek ancak bir “makam” ile mümkün olacaktır. Kaldı ki tüm Füsus şarihleri, velidir.

Arifler şerhi olan eserlerin şerhsiz okunmasını asla tavsiye etmemektedirler.

İşte Ketebe Yayınları tarafından yayımlanan Davud Kayserî’nin Füsus şerhi bu nedenle ayrı bir önem taşımaktadır. Her ne şekilde olursa olsun Füsus okumak isteyen birinin faydalanacağı, okuyabileceği engin derinlikli bir Füsus şerhi daha artık elimizde mevcut.

Tarikatlarda, tasavvufun yaşanılan kısmında, Füsus okunması müride tavsiye edilmez genelde. Füsus daha çok üst düzey kişilerin veya alanında çalışma yapmak isteyen kişilerin okuduğu, müracaat ettiği bir eserdir günümüzde.

Kitabı edinmeden önce Kayserî’nin eseri hakkında bilmemiz gereken bazı şeyler vardır. Öncelikle Kayserî, eserin İbn Arabi’ye Peygamberimiz (sav) tarafından verildiğine şüphesiz inanmaktadır. O nedenle, örneğin, Hz. İbrahim’in kurban etmek üzere götürdüğü oğlunun İsmail değil, İshak olduğunu hakikat olarak görür. Müfessirlerin çoğunun İsmail dediğine, azının İshak dediğine değinir ama nihayette İbn Arabi’nin mazur olduğunu çünkü eserin ona o şekilde “emredildiğini” belirtir. Ayrıca Kayserî, İbn Arabi’nin bütün eserlerine hâkimdir. Fusus’u şerh ederken başta Fütuhat olmak üzere Şeyh’in eserlerinden istifade eder.

İbn Arabi, Füsus ne kadar belli kesimler tarafından eleştirilse, hatta kötülense de tasavvuf dünyası için de Anadolu için de genel olarak benimsenmiş, hürmet gösterilmiş, hatta Şeyh’ül Ekber şeklinde anılmış büyük bir zattır. Onun kurduğu vahdeti vücut düşüncesi özellikle Anadolu tasavvufunu derinden etkilemiş, Osmanlı zamanları olmak üzere genel eğitimin Ekberi usulle olmasını sağlamıştır.

O nedenle belli bir makamdan ve emirle yazıldığını unutmadan, tartışmalı konulara takılmadan, polemiklerden etkilenmeden okunması, istifade edilmesi faydalı olabilecek bir eserdir. Böyle olması için de şerhinin okunması elzemdir. Tahir Uluç’un yetkin çevirisiyle Davud Kayserî şerhi her kütüphaneye, kitaplığa mutlaka uğramalıdır.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

25 Ekim 2024 Cuma

Kulluk direncini güçlendirmek ya da manevi yükseliş

Mecit Ömür Öztürk, yazdığı tüm kitaplarında okuruyla sohbet eden, dertleşen, sahici çözümler sunan bir yazar. Her kitabında fark edilen ilk şey, onun sakin kimliğinin eserlerine de yansıması. Hırsın, öfkenin insana getirdiği şerrin farkındayız. Seslerin yükselmesi, tehditlerin havada uçuşması ve cinayetler, insanın yegane kuvveti ve hakimiyeti kendinde görmesinden kaynaklanmıyor mu? Adaletsizlik ve merhametsizlik insanların yaşam çemberini kırıp, ruh bütünlüklerini kırmıyor mu her geçen gün? Tüm bunlar olup biterken elbette insanın manevi bütünlüğünü koruması, hâlini sürdürmesi hiç kolay değil. Ama elimizdeki enstrümanlara odaklanırsak, geçmişin ve geleceğin dertlerinden, endişelerinden bir nebze uzak durabilirsek, yolun açılmaması mümkün değil. Üstelik yol orada. Bizden istenen birkaç adım.

Ruhu Onaran Sohbetler serisinin ilk kitabı Sen Derviş Olamazsın'dı. Bu kitapta kişinin kendini çalışması ve manevi ilerleme üzerinde durmuştu Öztürk. İkinci kitap, Huzura Varınca. İsminden de anlaşılabileceği gibi kitabın bütününü kapsayan mesele namaz. Hikmetini anlamak için önemli çabalar göstermemiz gereken, hakikatini idrak edersek hem kendimizi hem de çevremizi etkileyebileceğimiz, yüzeysel meselelerden bizi koruyacak olan namaz. Hakkında sorularımızın ve sorgulamalarımızın hiç bitmediği, kimi zaman mazeretlerimiz kimi zaman da üşengeçliğimiz, yılgınlığımız yüzünden hakkını veremediğimiz namaz. Tam burada, bir büyüğümüzün sözü geldi aklıma. Hiçbir şey hak etmediğimiz hâlde, varlığımız için hiçbir bedel ödemediğimiz hâlde, sadece bir nefes alışverişimizin bile şükründen kaçındığımız hâlde, her namazdan sonra sayısız şeyler istiyoruz. Acaba bunda da bir hikmet aramak gerekmez mi?

"Bütün kâinat sistemini ve özellikle yeryüzünün bütün olanaklarını menfaatleri doğrultusunda kullanan insan, öncelikle ona bu büyük hizmeti ikram edenle irtibata geçmenin yoluna bakmalıdır. Şükran ve minnet duygularını ancak O'na takdim etmelidir. Bütün kâinattan istifade edebiliyor olmanın şükrü manasını taşıyan ibadetleri O'na yönelik olarak yerine getirmelidir. Şükür duygusunu en yüksek seviyelerde taşıyan ibadet, namazdır. Namazda kalp, nimetleri kendisine, sevdiklerine ve bütün insanlara ihsan edeni bulur. Nimetlerin gerçek kaynağının huzuruna çıktığını idrak edince de şükranın en kuvvetlisini sunma pozisyonuna yükselmiş olur. İşte, namaz, 'Beni yaratan, yaşatan ve besleyen yalnızca Allah'tır' manasının insanın hem kendine hem çevresine (meleklere, cinlere ve diğer insanlara) ilanıdır."

Namaz... Bir sığınma olarak düşünürsek, bizi dünyadan, kötülükten korur. Bir onarım olarak düşünürsek hem kendimizin hem de sevdiğimiz insanların ruhunu gönendirmeye vesile olur. Bir sakinlik imkânı olarak düşünürsek var olan manevi hastalıkları giderir ve karşılaşılabilecek manevi sorunlardan da uzak tutar. Bir ilerleyiş ve yükseliş yolu olduğunu anlayabilirsek, cebimizdeki kartvizitin, sahip olduğumuz malların ve uğrunda çaba gösterdiğimiz dünyevi şeylerin gelip geçici olduğunu idrak ettirir, asıl kazancın Hakk katında nerede durduğumuzla ilgili olduğunu öğretir. Tüm bunların önüne koymamız gereken bir başka sırrı da hatırlama ve hatırlatmadır. Kişiye, bir Sahibi'nin olduğunu hatırlatır namaz. Bugün insanların en büyük sorunları ait hissedememe, bağ kuramama, varoluşu anlamlandıramama olarak kabul ediliyor. Namaz, kişiyi varoluşsal vakumun içine çekerek ona kim olduğunu hatırlatır. Yaratıcın belli der. Sen, O'nun rızasını kazanmak ve O'nu yaşamının her anında hissetmek, O'nu yaşamak, O'nun ilminden nasip almak için neler yapıyorsun, yapmalısın, işte bunları hatırlatır. Bu hatırlama ve hatırlayış, insanı çok boyutlu bir alana, metafiziğe götürür. Pek çok insan, işte bu farkındalıktan sonra tasavvufla karşılaşmış, ondan beslenmeye başlamıştır, bunu da hatırlatmış olalım.

İbn Arabî'nin Namazın Sırları olarak tercüme edilmiş kitabını okuyanlar bilirler. İnsanı namaza götüren sebepler, o insanın yaratılış maksadıyla ilgilidir. Herkes kendi mizacına göre yaşar, ibadet eder, vazife görür. Herkesin namaza gidiş, namazı eda ediş biçimleri de bu sebeple farklıdır. Ancak namazla beraber pek çok hayrın, pek çok güzelliğin kaynağına yönelme de başlar. İbn Arabî, "Namaz da nurdur Allah, şeytanı nurlarla taşlamıştır. Öyleyse namaz, şeytanın kuldan uzaklaşmasını sağlayan şeydir. Allah şöyle buyurur: Namaz kötülükten ve ahlaksızlıktan alıkoyar. (Ankebut, 45)" der. Kulun şeytanından uzaklaşması, kendine yaklaşması için en büyük imkân, namazdır. Öztürk, kitabında "Kâmil bir namazda insanın bütün iç yapıları, hep birlikte aynı anda kendilerini yaratan Rabbimize yönelme hedefine kilitlenir. Kişinin iç dünyasındaki güç ve yetenekler, tam kapasite ve organize bir şekilde Allah'a yaklaşma eylemine yönelir. Allah'a yaklaşmak, O'nunla -hâşâ- fiziksel ya da maddî bakımdan değil, manevî olarak yakınlık kurmaktır. Bu yakınlaşma, bir yandan da kişinin Allah indinde itibar ve değerinin yükseliyor olmasının da ifadesidir. İnsanın, ilahi huzurda olma duygusunu yakalayabilmesi için öncelikle perdesini aşması lazımdır. Bu da en iyi namazla mümkün olabilir." derken İbn Arabî'nin Fütuhat'ından bir inceliğe işaret eder:

"Allahu Teâlâ, secdedeki kuluyla iftihar eder ve bunun sebebini mukarreb meleklere şöyle izah eder: Ben sizi bir amelinizi vesile etmeksizin kendime yaklaştırdım ve sizi meleklerimin seçkinlerinden yaptım. Şu secdedeki kuluma gelince onunla yakınlık makamı arasında nefsin arzuları, maddi istekler, geçim sıkıntıları, mal idaresi, aile ve arkadaşlar gibi pek çok engeller vardır. O, bunların hepsini aşarak secdeye kadar geldi ve yakınlaştı. Ey meleklerim! Bu kulumun kıyametini bilin ve benim uğrumda katlandığı sıkıntılar sebebiyle onun hakkını gözetin!"

Tefekkürün, samimiyetin, hakkaniyetin, teslimiyetin, ferahlığın, tasdik edişin, manevi kazancın merkezi olan namaz; her an bize açtığı sırlarıyla hem hediye hem de şifa olma vasfını anlamamız için bizi bekliyor. Mecit Ömür Öztürk'ün Huzura Varınca'sı, namazın kulluk direnci kazanmadaki önemini vurgulama noktasında zoru kolaylaştıran nitelikte bir başucu kitabı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf