Byung-Chul Han etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Byung-Chul Han etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ağustos 2024 Çarşamba

Hepimiz birer "hiperkültür turisti" haline geldik

Bir ülkenin kültürü o ülke insanının ırkına mı bağlıdır sadece? Kültür söz konusu olduğunda ırk ile bağdaştırmak zordur. Kültür, başka ırkların kültürlerini kendi potasında eritmesiyle meşhurdur. Onları alır, kendine dahil eder, özümser ve dönüştürür. Dönüştürme kısmı önemli. Dönüştürme sayesinde kendisini kaybetmemiş olur, ayrıca sömürülmemiş de. Böylece ortaya bir zenginlik çıkar. Çeşitlilik ve zenginlik ise kültürel gelişimi hızlandırır, ilerilere taşır.

Johann Gottfried Herder, Ideen zur Philosophie der Geschte der Menschheit adlı eserinde “Tüm Kuzey, Doğu ve Batı Avrupa uygarlığı Roma-Yunan-Arap tohumuyla yetişmiş bir bitkidir” diye yazar. Bir başka eserinde iyiliğin, yeryüzüne bin farklı şekilde serpildiğini yazar. Böyle bakıldığında Herder’e göre saf bir Avrupa uygarlığı diye bir şey yoktur. Karışım vardır.

Karışım olması doğaldır. Fakat her kültür, Byung-Chul Han’a göre kendi izafi perspektifini mutlaklaştırmaya meyillidir. Bundan ötürü kendi üstünden, kendisini aşarak dışarıya bakmayı beceremez. Yabancıya küçümseme ve tiksinmeyle bakar. Oysa onun oluşumu, o yabancıdan da alınmış donelerle var olmuştur.

Hiperkültürde ise özümseme veya karışım yoktur. İçselleşme hiçbir zaman gerçekleşmez. Farklı sesler bir bütün oluşturmaz, mesafe olmaksızın bir yan yanalığa tıkışmıştır. Her şeyden bir şey vardır ama bir şey olamamıştır. Ahenk değil, tınlama çıkmıştır ortaya. Böyle olunca da yersizleştiren, bir öz ortaya koyamayan bir uygarlık peyda olmuştur.

Byung-Chul Han, Hiperkültürellik adlı eserinde mevcut global şartlarda kültürün ne tür bir değişim geçirdiğini, nasıl ve neden evrildiğini, evrilmenin kültürü ne hale getirdiğini irdeliyor. Küreselleşme ile kültür denen kavramın yozlaşması, kültürün sahadan dışarı itilmesi ve böylece yerli ile yabancı, uzak ile yakın, tanıdık ile egzotik kavramları arasında bir farkın kalmamasını, sınırsız ve yersiz, anlamsız ve karmaşık bir hiper-kültürün geliştiğini öne sürüyor.

Elbette bizler de, yaşayan insanlar da bundan nasibimizi alıyoruz. Bizler de “hiperkültür turisti” oluyoruz.

Chul-Han eserin girişinde Hawai Gömlekli Turist başlıklı mini yazı ile durumu özetliyor aslında:

Britanyalı etnolog Nigel Barley bir defasında şu tahmini dile getirir: “Geleceğin gerçek anahtarı, kültür gibi temel kavramların var olmayı kesmesidir.” Barley’ye göre, “hepimiz öyle veya böyle Hawai gömlekli turistlermişiz”. Kültür bittikten sonraki yeni insana “turist” mi denecek? Yoksa bize şen turistler olarak koca dünyaya doğru gezintiye çıkma özgürlüğü tanıyan bir kültürde mi yaşıyoruz nihayet? Peki bu yeni kültürü nasıl anlatmalı?”

Günümüz filozofu Byung Chul-Han’ın Ketebe tarafından yayımlanan yeni kitabı Hiper-Kültürellik çağı anlamak için okunmasının faydalı olacağı eserlerden. 

Yasin Taçar

23 Mayıs 2024 Perşembe

Anlatının krizi, deneyimin yokluğu

Baba ölüm döşeğindedir. Oğullarını yanına çağırır ve onlara üzüm bağında gömülü bir define olduğunu söyler. Oğullar heyecanlanır, hemen işe koyulurlar, kazarlar, defineyi aramaya başlarlar. Fakat defineyi bulamazlar. Hazinenin olmadığını görürler. Üzülürler ama sonbahar geldiğinde babalarının onlara başka bir hazine bıraktığını fark ederler. “Bereket altında değil, emektedir.” Çünkü bağdan kaldırdıkları hasat tüm ülkedeki bağlarla karşılaştırılamayacak kadar çoktur.

Byung- Chul Han, Anlatının Krizi’nde Walter Benjamin’den bu fablı aktardıktan sonra Benjamin’in sözlerini alıntılıyor: “Nereye gitti bütün bunlar? Hâlâ adamakıllı bir şeyler anlatacak insanlara rastlanabiliyor mu? Ölüm döşeğindeki insanlardan, bir aile yüzüğü gibi kuşaktan kuşağa geçen böylesine dayanıklı sözler bugün nerede var? Bir atasözü bugün kimin yardımına koşuyor? Deneyimine dayanarak gençlerle baş etmeyi kim deneyecek?” Fablda babanın oğullarına aktardığı hazine, deneyimdir. Deneyim, anlatı suretiyle varlık kazanmıştır. Chul Han’ın deyimiyle deneyime karakterini anlatı verir.

Deneyim sürekliliğe bağlıdır. Modern insan kendisini süreklilikten soyutlamıştır, böyle olunca da deneyim yoksulluğuna düşmüştür. Anlatıda deneyim eksik olduğunda veya hiç olmadığında ise anlatı, anlatı olmaktan çıkmıştır. Chul Han’a göre bugün anlatı yerini enformasyona bırakmıştır.

Fransız günlük gazetesi Le Figaro’nun kurucusu Hippolyte de Villemessant Okurlarım açısından Paris’in Latin Mahallesindeki bir tavan arası yangını Madrid’deki bir devrimden daha önemlidir” diyerek enformasyonu özetlemiştir. Çünkü okurun güdüsü sadece meraktır, okur acelecidir. Sosyal medya aceleciliği daha da pekiştirmiştir. Belli sayıda harften oluşan haberleri saniyeler içerisinde daldan atlayarak kat eder, merakı giderilir ve yazıyla işi biter.

Anlatı yoğunlaşmayı, oyalanmayı gerekli kılar. Aceleci bir okurun anlatıdan alacağı bir pay yoktur. Anlatı okuru, dinleyicisi veya muhatabı yavaş olmak zorundadır. O dikkatini vermeli, zihninde muhatap olduğu cümleleri iyice pekiştirmeli, öze ulaşmalı ve alacağını almalıdır. Alacağı, geçici olmayacaktır, onunla birlikte yaşayacaktır.

Enformasyon devrinde ise okur alacağını alarak merak duygusunu giderir, aldığını unutur. Alacağı onunla birlikte yaşamaz, her an yeni bir habere maruz kalacaktır o, anlık tatminlerle hayatını sürdürecektir.

Dolayısıyla enformasyon hayatta kalmaz, kaydedildiği an okura ulaşmalıdır. Modern zamanda mesafesizlik yerini boşluğa bırakmıştır. Belli bir mesafeden belli bir dikkat ve çabayla ulaşılan bilgi, kişinin tarihle ve kaderle bir yerde buluşması gibidir. O bilgi, hayatidir. Anlık kayıtlarla sunulan haber ise, enformasyon formuyla hayati değil, zevkî bir tecrübedir.

Benjamin örnek olarak Heredotos’u verir. Heredotos sadece hikayeyi anlatmıştır, hikaye üzerine hiçbir çıkarım yapmamıştır. Ancak hikayesi/hikayeleri bugün hala varlığını korumaktadır. İnsanlar, bilginler üzerine yorumlar sunmakta, çıkarımlar yapmaktadır. Çünkü hikaye tükenmez ve okuyanla yaşar. Enformasyon çağında işte bu kaybolmuştur. Her an havada onlarca yüzlerce haberler uçuşmaktadır ve okur yakalayabildiğini yakalamakta, sonra yenisini yakalamak için elindekini tekrar fırlatmaktadır.

Anlatı Krizi, modern zamanın kaybettirdiklerinin pekişmesi ve hatırlanması adına önemli bir eser.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

12 Eylül 2023 Salı

Hep aynı olana maruz kalmak

Byung-Chul Han, Ötekini Kovmak’ta modern zamanların ürettiği sahte biriciklikten dem vuruyor. Chul Han, metinlerinde insanı merkeze alarak eleştirel bir düşünce üreten nadir çağımız yazarlarından. Belki de filozoflarından. Chul Han’ı önemli kılan ürettiği düşünceyi tek bir izlekte ele almaması, modern zamanlara dair neredeyse her olguyu birbirine bağlamakta ve bağlantı kurmaktaki ustalığı.

Modern zamanların öznesi olan insan, kendisini farklı kılmanın peşindedir Chul Han’a göre. Farklı kılma eylemini ise ötekiyi kovarak, kendisini her anlamda ötekinin varlığından soyutlayarak başarmak ister. Öteki ortadan kaldırıldığında ise kişi, yapay bir dünya kurmuş olur kendisine. Kendisini şekillendirdiği örneklemeler, modern zamanın ve kapitalizmin teknoloji vasıtasıyla ona dayattığı modellerdir çünkü. Böyle olunca da ortaya birbirinin aynısı, farklı kişiler çıkmaktadır. Herkes kendisini marjinal bulurken, aslında koca bir insanlık sürü konumuna düşmüştür.

Aynının terörü” diye tanımlar bu çıkmaz sokağı yazarımız. Dünya yapaydır çünkü sanal bir yaşam sürdürülmektedir. İnsanlar seyahat etmektedir ama hiçbir deneyim yaşamamaktadır. Takdir kendisini like’a bırakmıştır. Bilgi yığını vardır ama kavrayış yoktur. Ciltler dolusu kitaplardan bilgiye erişme çabası, çalışma yerini yüz kırk karakterlik tweetlerden ham bilgi almaya bırakmıştır. Bilge vardır ama onda olan aslında sadece kabuktur, hiçbir mevzuyu derinlemesine kavramamıştır o, sadece o mevzuya dair birkaç cümle söz söyleyebilmektedir. Tweet atmasına yetecek kadar. Gelen like’lar da kendisini tatmin etmesi için yeterlidir. Birçok takipçisi vardır ama tek bir dostu yoktur. Yeni bir kişiyle karşılaşmıyor, tanışmıyordur ama binlerce kişiyle etkileşim halindedir. Hal böyle olunca insanın yaşadığı dünya “sanal”, “yapay” bir dünyadır. Gerçekliğin olmadığı bir dünyada da kendine haslık kaybolmuş, her yeri “aynı”lar kaplamıştır.

Teknoloji bir oto-propaganda aygıtı olmuştur. Ötekine, farklılığa ihtiyacımız yoktur. Önümüze halihazırdaki profilimizden yola çıkarak ilgimizi çekecek şeyleri çıkarır. Sınırsız tercih özgürlüğünün olduğu bu sanal dünyada hoşumuza gideceğinden emin olduğumuz videoları izler, programları takip eder ve hesaplarla takipleşiriz. Hep aynıya maruz kalırız. Farklı biriyle karşılaşıp da tanışmaz, onun bize katacağından habersiz hep aynının içinde bir ilüzyona maruz şekilde yaşamımızı sürdürürüz. Dijital ağlar, etrafımızı kuşatmıştır. “Dijital ekran hayrete müsaade etmez.” Dünya bir reklam sahnesine dönmüştür, insanlar da dahil olmak üzere her canlı ve her eşya, her duygu ve her değer bir üründür, tanıtılmalıdır, beğeni toplamalıdır, ilgi çekmelidir. Beğeni toplamayan ürün, (insan da olsa!) kendisine sahnede yer bulamaz. Dolayısıyla kişiyi hayrete düşürecek bir ötekiye bu sahnede yer ayrılmamıştır. Öteki yoksa, hayret de yoktur. Hayret yoksa bir insanın kendine özel bir yolculuktan bahsedilemeyecektir. Ancak kendi yolculuğunu gerçekleştirebilen insanlar, biriciklik konumuna erebilir. Kendi yolculuğuna çıkamayıp ona sunulan yola girenler ise, yolun içindekilere de uyacak böylece taklit bir yaşama sahip olacaklardır.

Her şeyin ve herkesin aynılaşması, anlamı da ortadan kaldırır. Anlam ortadan kalktığında yaşam kadar ölüm de anlamsızlığa bürünür. Oysa yaşam kadar ölüm de insanın kendisine, kendisini gösterir. Kendilik, biriciklik kendine ait bir yolculuğu, bir yaşamı olanların sahip olduğu bir şeyse, ölüm de elbette kişinin kendisine aittir. Günümüz toplumu ise acıya, eksikliğe, olumsuzluğa karşı bir zırh kuşanmıştır. O daima pozitifliğin peşindedir. Oysa daimi pozitifliğin kendisi negatif bir sonuca gebedir. Salt pozitiflik, aslında aynı zamanda salt negatiflik demektir. Çünkü anlam, pozitiflik ile negatifliğin birlikte olmasından doğar. Pozitiflik kadar negatiflik de insanı geliştirir, diri tutar, olgunlaştırır. Modern insan önce ölümü çıkarmıştır hayatından, sonra da tüm negatiflikleri. Hastalık kötüdür, başarısızlık kötüdür, aksilik kötüdür. Ondan kaçmalıyız, daima mutlu ve neşeli olmalıyız. Bütün bunlar haksızlıktır. Bu düşünce de insanı daimi mutsuzluğa sürükler. Sadece kişi veya eylem değil, duyguda da öteki dışlanmıştır.

Chul-Han, Ötekini Kovmak’ta “öteki”nin içine giren tüm meseleleri tek tek ela alıyor. Derinlemesine inceliyor ve insan yaşamıyla bağdaştırarak eksikliklerini, bu eksikliğin açtığı gedikleri tespit ediyor. Böylece modern insanın düştüğü çıkmaz sokağı bir kez daha tüm çıplaklığıyla tarif ediyor. Çıkmaz sokak dememizin nedeni ise modern insanın bu sokağı kendi eliyle var etmesi. Yoksa sokağın bir çıkışı var. O da eserde.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

8 Eylül 2022 Perşembe

Acıdan kaçanın hikâyesi olmaz

Keyifle gülümsüyoruz, neşeyle yemek yiyoruz, çılgınca dans ediyoruz, ölesiye geziyoruz, konforlu tatiller yapıyoruz, lüks araçlar kullanıyoruz ve tüm bunları muhakkak gösteriyoruz. Üstelik yalnız de değiliz asla, fotoğraflarda her ne kadar yalnız olsak da. Kalabalık bir çevremiz var. Seviliyoruz, koruyup kollanıyoruz, etrafımıza sözümüzü geçiriyoruz. Herkes bize özeniyor, bizi hayatında bambaşka bir yere koyuyor, gıpta ediyor, çoğu zaman da vay be ne kadar mutlu diyor. Vay be, hasta bile olmuyor. Ölmez bile bu.

Sahiden öyle mi? Sahi kelimesi bile ne kadar basit kalıyor artık. Gerçekten öyle mi? Hakikaten öyle mi? Acınız, derdiniz, yasınız olmuyor mu hiç? Yardıma ihtiyaç duyduğunuz anlarda ne hissediyorsunuz peki? Yeni takipler ve like’lar bir nebze hafifletiyor mu sıkıntılarınızı? Mümkün değil. Aslında yakarmak, imdat diye bağırmak istiyorsunuz. Ama ayıp. Çünkü size ta çocukluktan itibaren asla başkalarına hastayım, güçsüzüm, işsizim deme diye öğütlendi. Sonra günler geçti, seneler devrildi, pandemi diye bir şey oldu. Tıpkı savaşlardaki gibi ölü sayıları yansıdı ekranlara. Her gün takip ettik. Vay be dedik, bugün de bin kişi ölmüş. Biraz daha kolonya, biraz daha temiz maske. Ölüm ve acı bize çarpmamalı, başka kime ne olursa olsun.

Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han’ın pek çok kitabı dilimize kazandırılıyor. Bunlardan biri de Haziran 2022’de Metis Kitap tarafından Haluk Barışcan çevirisiyle okurlara sunulan Palyatif Toplum: Günümüzde Acı. Han, kitabına algofobi kavramını irdeleyerek başlıyor. İnsanların acıdan korkar hâle gelmesinin sebeplerini yorumlarken siyasetten psikolojiye geçişler yapıyor, sağlık sisteminden dem vurup kişisel gelişime dokunduruyor: “Günümüzde her yerde algofobi, genel bir acı korkusu hâkim. Acı yaratacak her durumdan kaçınılıyor. Aşk acılarına bile şüpheyle bakılmaya başlanmıştır artık. Acı verici tartışmalara yol açabilecek çatışma ve fikir ayrılıklarına ve çatışmalarına giderek daha az yer verilmektedir. Uyum ve uyuşma baskısı artar. Siyaset palyatif bir alana yerleşerek her türlü canlılığını yitirir. Alternatifsizlik siyasi bir ağrı kesicidir. Muğlak orta yol palyatif bir etki gösterir.

Palyatif ne anlama geliyor? Grip olduğumuzda eczaneye gidip aldığımız ilaçları hatırlayalım. Semptomlar hafifliyor ama tam manasıyla bir tedavi mümkün olmuyor. İşte günümüzde de pek çok şeyin üzerini örtmekle meşgul olduğumuza değiniyor Han. Üstelik buna giderek daha çok alışıyoruz. Sosyal medya, televizyon, gazeteler ve dergiler; hiç öyle “farkında olmadan” diyerek kaçmayalım, bizi uyuşturuyor. Bunun farkındayız. Büyük sıkıntı, uyuşmaktan memnun olmamız. Oysa filozofların da mutasavvıfların da birleştiği noktalardan biri insanların acılarından dersler çıkarmasıdır. Acılar hem uyarır hem de uyandırır. Acısı olmayanın anlatacak hikâyesi olmaz.

Acının hakikatini, Kemal Varol’un dizeleriyle yeniden hatırlatıp yazımı sonlandırmak isterim: “Acı geçiyor / acı geçiyor / acı elbette geçiyor / acı çekmiş olmak geçmiyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

11 Mart 2022 Cuma

Byung-Chul Han’ın melamet hırkası

Yeryüzüne Övgü’ye kadar; en azından dilimize kazandırılmış tüm kitaplarında bu çağın dinamiklerini teferruatıyla izah ve hatta tersyüz etmeye çalışan bir zihne sahip olduğunu görmüştük Byung-Chul Han’ın. İlgilendiği ve üzerine düşündüğü konular genel olarak tansiyonu en yüksek meseleleri oluşturuyor. Aşk, güzellik, iktidar, kapitalizm, ölüm, psikopolitika, şeffaflık, şiddet, yorgunluk ve zaman gibi ateş hattının içinde yer alan kavramları hırpaladığı, bu kavramları en azından şimdilik bir kenara bıraktığı bambaşka bir kitabı var artık dilimizde: Yeryüzüne Övgü. Han bu kez dairede, merkezde, tribünde ya da sahada değil, bahçelerde. Böceklerin, çiçeklerin ve tabiatın kendisine sunduklarını büyük bir şükürle kabul ederek, olabildiğince sade biçimde yorumluyor zihnindeki kâinatı. O ne kadar şaşırıyorsa, okur da o kadar şaşırıyor. Tüm dünyayı etkileyen bir salgın sebebiyle hepimizdeki ölüm dürtüsünün hararetlendiği şu zamanlarda, üstelik bu dürtüye dair yazdığı kitapla sinemize ciddi bir metafizik gerilim zerkeden Han, şimdi ne yapmak istemektedir de bize begonyadan, keçi söğüdünden, kedi fındığından, anemonlardan bahsetmektedir?

İnsanın tabiatla yüzleşir yüzleşmez farkına varacağı şey, bu dünyada sadece kendisinin olmadığıdır hiç şüphesiz. Han, “Yeryüzü, kendini mutlak kabul eden öznenin karşı kutbudur. Özneyi kendi tutsaklığından kurtarır.” diyor. Çünkü yeryüzü aynı zamanda bir özgürlük alanıdır. Özgürlük, insanın kesinliklerinden ve yanılgılarından kurtulmasıyla mümkün oluyorsa şayet; güvenliği ve huzuru aynı anda arama cesaretini göstermesi gereken insan için yeryüzü, dev bir savaş meydanıdır. Han, duyguların ve düşüncelerin modern mekanizmalar tarafından şekillendiği bu çağda esas savaşın insanın kendisinden kendine doğru seyrettiğini işaret ederek aslında bu kitabında bizi kendi seyr u sülûk’una tanık kılıyor. Zira şu ifadeler, okurlarının zihnini daima hırpalamış bir düşünür için fevkalade manevi: “Çiçekleri açmış bir bahçede bulunmak/eğleşmek beni yeniden inançlı biri yaptı. Cennet Bahçesi'nin var olduğuna ve olmaya devam edeceğine inanıyorum. Tanrıya inanıyorum, Yaradan'a, sürekli baştan başlayan ve böylece her şeyin yenilenmesini sağlayan bu Oyuncu'ya inanıyorum. İnsan da onun yarattığı bir varlık olarak bu oyuna katılmakla yükümlüdür. Biyolojik bir evrim yok. Her şey varlığını tanrısal bir devrime borçlu. Ben bunu tecrübe ettim.

Yeryüzü denince akıllara ilk gelen şeyler ciddi bir dönüşüm geçiriyor. Anlamı itibariyle devasa bir alanı ifade eden, insanın ufkunu genişleten, ona görgü kazandıran bir ifade yeryüzü. Bizim onu anlamlandırma çabamız ise akamete uğradı. Alışveriş merkezleri, plazalar, rezidanslar, tatil köyleri, gökdelenler derken geçici dünya hayatımız nihayete erdiğinde yeniden buluşacağımız toprakla ciddi bir kavgamız var. Mağlubu çoktan belli olan bu kavganın durdurulup, bir an evvel toprağın tüm teferruatıyla (bereketi, dokusu, haşmeti, kokusu) yeniden hatırlanması gerektiğine dair olabildiğince nazik konuşmaya çabalıyor Han: “Toprak ölü, cansız, suskun bir öz değildir, aksine, konuşkan bir özdür, yaşayan bir organizmadır. Taş bile yaşar. Yeryüzüne özen göstermek insanlığın acilen yerine getirmesi gereken bir ödev, bir sorumluluktur, çünkü o güzeldir, hatta harikuladedir. Özen, övgü talep eder. Bizler yeryüzüne karşı bütün saygımızı kaybetmiş durumdayız. Artık onu görmüyoruz ve işitmiyoruz.

Byung-Chul Han’ın hiçbir kitabı, bittikten sonra okura huzur, merhamet ve sükûnet vermez. İçindeki çiçek çizimlerine bakarken mırıldandığım Bahçada Mor Meni türküsü eşliğinde bir oturuşta bitirdiğim Yeryüzüne Övgü bittiğinde kendimi Emirgan Korusu’na atmayı, biraz etrafı koklayıp yürüyüş yaptıktan sonra İstinye sahilinde balık ekmek yemeyi, akabinde şekerimi makul bir seviyeye yükseltmek için Kireçburnu Fırını’na uzanmayı istedim. Yapamadım çünkü Küçükçekmece’deyim. Han’ın sadık bir okurunu böyle bir krize sokacağını asla tahmin etmezdim. Böylece ve nihayet, bizi durulmaya sevk edecek zihinlerin munis bir yaşam sürenler kadar çağı koklayanlar arasından da çıkabildiğine tanık oluyoruz aslında. 20 Kasım 2017’de günlüğüne yazdığı bir notta, toprağın büyük bir sanatçı ve romantik olduğunu, içinde şükran duygusu doğurduğunu, bu duygu sebebiyle düşünecek çok şeye ulaştığını ve düşünmenin esasında şükran duymak anlamına geldiğini söyleyerek el frenini çekiyor Han. Geleceğin yeryüzünü hayal etmek için tuttuğu notlarda umudu asla elinden bırakmıyor. Bunu yüzeysel biçimde tabiattan süzülen romantizm olarak değerlendirmek hafiflik olur. Neticede bu tip insanları hamakta sallanarak ve yârinin önüne koyduğu meyve tabağından atıştırarak fikir üretenlerden ayırmak gerekiyor. Acıyı ve ıstırabı göze aldığı besbelli ki “Bahçeler bana Varlık ve Zaman’ı geri verdi” diyor.

Tabiatla yüzleşen -belki de ona tekrar kavuşan demeliyiz- insanların algılarının, sezgilerinin kuvvetlendiğine dair pek çok anı okumuşuzdur. Han da bir anısından bahsediyor. Bahçesinde, çok sevdiği bir söğüt varmış. Bir gün onu devrilmiş görünce üzülmüş. Yaprakları da iyice kurumuş. Ağacın gövdesinin iç tarafında kırmızı bir şey gözüne çarpmış ve bundan ağacın kanadığını hissetmiş. Nihayet, bu küçük söğüdün kendini toprağa bırakmasıyla birlikte bahçesinde kendini açığa vurmuş bir ölümle yüzleşmiş. Yas tutmuş ve bahçedeki anemonlarla birlikte onun arkasından ağlamış. Bahçelerin, çiçeklerin ve tabiatın gönlünü açan ışığına kendini iyice bırakmış. Bu arada Byung-Chul’un “parlak ışık” anlamına geldiğini de belirtelim.

Bir derviş mütevaziliği ve zarifliği var Byung-Chul Han’da kitap boyunca. Hölderlin ve Rilke atıflarıyla şairane bir yaşayışa da özlem duyuyor gibi. Gelecek dönemde insanın anlam arayışına ve bu arayışta maneviyatın yerine dair şedit oklar fırlatıp fırlatmayacağını bilemeyiz ancak şu yorumları yazsa yazsa bir Melami yazabilirdi diyebiliriz: “Ben hiç kimse olarak uykuya dalmak isterdim, isimsiz biri olarak. Bu bir kurtuluş olurdu. Bugün bizler sadece egoyla meşgul oluyoruz. Herkes birileri olmak istiyor, herkes otantik olmak istiyor, diğerinden daha farklı olmak istiyor. Böylece birbirlerinin aynısı oluyorlar. Ben isimsizleri özlüyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Okur dergisinin 23. sayısında yayınlanmıştır.

30 Eylül 2021 Perşembe

Çin malı

Koşullanmış zihinlerimiz ‘Çin Malı’ ibaresini görünce doğrudan kalitesizlikle ilişkilendiriyor. Günlük hayatta karşılaştığımız örnekleri görünce pek de haksız olduğumuz söylenemez. Diğer yandan meselenin özgünlük, estetik, etik ve telif (mülkiyet) gibi birçok yönü bulunuyor. Yalnız meseleyi çok daha ilginç hâle getiren ve pek göz önüne getirmediğimiz önemli bir durum var. Küresel anlamda marka olan ve kalitesiyle bilinen çoğu firmanın üretim ya da malzeme temin yeri Çin. Onu ekonomik anlamda dünyanın en büyük aktörlerden biri yapan bu özelliğinin tek nedeninin ucuz iş gücü olmadığı muhakkak. Türkiye’de artık bir kitlesi oluşmuş olan Byung-Chul Han’ın Çakma adlı eseri korunun bu yönünü anlamaya yardımcı oluyor. “Çince Yapıbozum” alt başlığıyla Telemak Kitap tarafından neşredilen eser Sibel Atam tarafından çevrilmiş. Seksen altı sayfa olmasına rağmen içeriğinin yoğunluğu göz dolduruyor.

Çin kültürü ve sanat tarihiyle ilgili beş kavramı ele alan Han, taklit/kopya/çakma anlayışının Batı ve Uzak Doğu düşüncesinde nasıl algılandığını ortaya koyuyor. Han’ın analiz ettiği beş kavram düstur (quan), orijinal (zhen ji), eğlence mühürleri (xian span), kopya (fuzhi) ve çakma (shanzhai) şeklinde sıralanmış. Ayrıca kitapta ele alınan konularla ilgili görsellere yer verilmiş. Uzak Doğu düşüncesi ile Batı’nın kopya/taklit anlayışı ve resim alanındaki sanat sahteciliği konularında örnek olarak verilen görseller hem içeriği zenginleştiriyor hem de konunun anlaşılmasına katkı sunuyor.

Yazar kitaba Çin toplumu ve düşüncesinin Batı’da nasıl algılandığına değinerek başlıyor. Bu durum George Wilhelm Friedrich Hegel’in (1770-1831) etnosentrik görüşüyle özetlenmiş. Buna göre Batı düşüncesinin temelinde var olan töz’e dair anlayışın ahlaki açıdan onu üstün kıldığına yönelik ön kabulü ortaya çıkıyor. Diğer yandan Çin’de olduğu gibi Doğu felsefelerinin temelinde var olan Budizm veya Taoizm’in varlık, yokluk ve hiçliğe dair esnek tutumu o toplum veya kültürdeki aldatma ve yalancılığı doğallaştırmanın ötesinde (yalancılık, ahlaksızlık ve şeref yoksunluğunu) meşrulaştırdığı düşünülüyor.

Han, Batı ve Çin düşüncesi üzerine karşılaştırmalı felsefi çözümlemeler yapıyor. Çin düşüncesinin esnek, değişim ve dönüşüme açık, sabitesiz, tözsüz, pragmatik oluşu gibi nitelemeler kadar karşılaştırması yapılan Batı düşüncesinin kendini bunun tam tersiymiş gibi konumlandırması da tartışmaya açık bir konu.

Diğer yandan yazar aradaki temel farkın varlık konusundaki anlayış olduğunu belirtiyor. Batı düşüncesinde Varlık sadece kendine benzeyendir ve kopyasının olması istenmez. Monomorfiktir. Özgünlüğü ve saf kimliği bozmaya yönelik her türlü teşebbüs şeytanidir. Bu yüzden taklit edilmesinin, çoğaltılmasının önüne geçilmek istenir.

Han’a göre Uzak Doğu düşüncesinde varlık monomorfik değildir, süreç içinde çok biçimli ve katmanlı şekilde oluşur. Çin’de yapılan bir eser hiçbir zaman tamamlanmamıştır. Üzerine her zaman eklemeler yapılarak değişime uğratılır. Her ekleyici bir iz bırakır. Eser ne kadar çok iz taşırsa o kadar değerlidir. Dolayısıyla Uzak Doğu düşüncesi yapıbozumcudur. Çin düşüncesine göre bir eser ne kadar fazla yapıbozuma uğratılır, ilk hâlinden ne kadar çok başkalaşır ve yeni anlamlar yüklenirse değeri o kadar artar.

Yazar konuyu daha çok sanat (felsefesi) anlayışı üzerinden ele alarak öz ve özgünlük konusundaki düşünce ve eylem farklılığını vurguluyor. Bu bağlamda Çin’de sanat eserinin gerçeklikten ve ruhtan yoksun olduğu çıkarımı yapıyor. Çin’de sanat eseri durmadan farklı ve ilgisiz bağlamlardan eklemelere uğratılarak değiştirilir. Bu durum onun gerçek ile bağını kopararak sahteliğe açık hâle getirir. Özgün ve sahte olan önemsizleşir ve kolaylıkla yer değiştirir. Han’a göre bunun nedeni Antik Çin’de öğrenmenin özellikle kopyalama pratiği üzerinden yapılmasıdır. Bu işlem sadece öğrenme değil aynı zamanda eser sahibine duyulan saygıyı belirtme ve övme için yapılır. Fakat pratik öğrenme biçimi olarak kullanılan kopyalama yöntemi sahtekarlığın önünü açmıştır. Çünkü bu anlayışta bir kopya ne kadar başarılı ise kopyalayanın yeteneği o kadar büyüktür. Kopyanın benzerliği değerini artırır ve bu durum eser sahibi ve kopyacının eşit iki usta olduğunun kanıtıdır. Batı’da kopya ya da taklit eserler yapılsa bile bunun belirli ilkeleri vardır. Öncelikle özgün bir sanat eseri sayılamazlar ve telif kesinlikle orijinal olanındır. Yazar iki anlayış arasındaki farkı “Çin’de sanat sahteciliği hiçbir zaman Batı’da olduğu gibi karanlık anlamlar çağrıştırmadı.” (s. 19) şeklinde özetliyor.

Han, Çin’de iki tür kopya anlayışı olduğunu söylüyor. Bunlardan ilki, doğrudan sahteliği kabul edilen türdür ve belirli yerlerde satın alınabilen küçüklü büyüklü modellemelerdir. İkincisi ise özgün olanla birebir ölçülerde üretilir ve aslı kadar değerli addedilen türüdür. Bu açıdan Batı ile temelden bir ayrılma söz konusudur. Batılı düşüncede kopya ürünün orijinal olanın yerine kullanılması söz konusu edilemez.

İki düşünce arasındaki bir başka farklılık tarihi eserlere bakıştır. Batı’da tarihi eserler onarılırken eski olan izler özellikle vurgulanacak şekilde yapılır. Özgün parçalara kutsal gibi özen gösterilerek korumaya alınır. Uzak Doğu düşüncesinde ise koruma yeniden yapma ve çoğaltma ile sağlanır. Gerektiğinde tamamen yıkılarak yeniden yapmak söz konusudur. Bu anlayışın temeli doğa ve canlılıktır. Çünkü doğa ve canlılık her an yenilenmektedir. Bu açıdan özgün ve kopya olan sorgulaması yapılmaz. Uzak Doğu düşüncesindeki eskiyi yıkarak yeniden yapmak ölümü de içeren bir canlılık anlayışının karşılığıdır. Bu bir döngüdür ve ancak bu sayede ölümün ötesine geçerek var olmaya devam edilir: “Sadece tekrarlar ve kopyalar vardır.” (s. 75)

Han, “Çin üretim teknolojilerini yapma değil tekrar, devrim değil yineleme, arketipler değil modüller”in (s. 75) belirlediğini ifade ediyor. Modüler üretimde söz konusu olan biriciklik-özgünlük değil standart-kalıplardır. Amaç yeniden üretilebilirlik odaklı çeşitleme ve değiştirme olanağı sağlayan seri üretimdir. Üretilen şey değişen, dönüşen doğanın bir parçası gibi düşünülür.

Yazar son bölümde kitaba adını veren ve metnin yazılış amacını içeren kopya/taklit/çakma anlamına gelen ‘shanzhai’ kelimesini analiz ediyor. Yazılanlardan bu kelimenin siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve teknolojik açıdan Çin’de çok etkin olduğunu anlıyoruz. Çincede yeni bir kelime olan ‘shanzhai’ hayatın her alanını kuşatmış, shanzhaizm, shanzhai kültürü, shanzhai ruhu gibi ifadeler oluşturulmuştur. Yazar bu durumun ilk olarak cep telefonları ile başladığını belirtiyor. Evvela küresel markaların shanzhai ürünleri piyasaya sürülmüştür.

Han, shanzhai ürünlerin özelliklerini sıralarken özgünleriyle kıyaslandığında onlardan aşağı kalmadıklarının, çabuk uyum sağladıklarının, son derece gelişmiş ve işlevsel olduklarının altını çiziyor. Hatta shanzhai ürünlerin özgünlerine nazaran fazladan özelliklere, ekstra fonksiyonlara sahip olması beklenmektedir.

Han’a göre shanzhai ürünlerin isimleri özgün marka isminin kombinasyonlarından veya küçük değişimlerinden oluşturulur. Ekonomik tekellerin tekerine çomak sokan bu üretim alaycı, tahripkar ve Dadaist bir başkaldırıdır. Bu başkaldırı sisteme karşı bir yapıbozumdur ve isimlendirme açısından da nüktedanlık içerir. Bu yolla eskinin üzerinde değişiklik yaparak, başkalaştırarak, dönüştürerek yeni bir form kazandırılır. En önemlisi ise “Shanzhai ürünler kasıtlı olarak kadırma girişiminde bulunmaz.” (s. 81) Özgün olmadıklarını açıkça belli ederler fakat özgün kadar gerçektirler.

Üründen öte tarihi sosyo-kültürel bir anlayışı içeren shanzhai olgusu melezleme yoluyla işler. Örneğin Maoizm, bir tür Marksizm’in shanzhai üretimidir. Han, Çin düşüncesinde komünizm ile kapitalizm arasında bir çelişki aranmadığını, çünkü Çincede çelişki kavramının bulunmadığını belirtiyor. Sürekli değişim ve dönüşümüyle Çin komünizmi shanzhai bir model olarak melezliği barındırır ve ileride shanzhai bir demokrasinin çıkmayacağının garantisi yoktur. Bu durumun Çin için hiçbir sorun teşkil etmeyeceği anlaşılıyor.

Han son sayfalarda Batılı zihne uyarı niteliğinde bir yol açıyor. Ona göre shanzhai Çin ruhunun dışavurumudur. Bu anlayışta “ileri teknoloji ürünleri doğanın shanzhai modelleridir.” (s. 82) Doğa sürekli, çeşitlemeli ve uyumlu bir dönüşüm içindedir. Shanzhai düşüncesinin özünde bu vardır. Batı, shanzhai’yi “sadece düzenbazlık, intihal ve fikri mülkiyet ihlali olarak gördüğü takdirde, onun özünde var olan ‘creativite’yi gözden kaçıracaktır.” (s. 82) diyor.

Dünyanın genelinde anlamsal uzamı olumsuz olan çakma/kopya/taklit olgusunun Çin kültüründeki olumlu karşılığı şaşırtıcı. Fakat asıl şaşırtıcı olan, bu anlayışın ürünlerinin küresel ekonominin en önemli aktörlerinden birisi hâline gelmesi ve sözde çakma/taklit/kopya anlayışına uzak toplumların bu ürünleri kullanıyor olması diye düşünüyorum. Byung-Chul Han, Batı’da olumsuz kabul edilen çakma/kopya/taklit olgusunu sanatsal, kültürel ve felsefi kökenlerini tarihsel açıdan ele alarak Çin düşüncesi ve toplumunda nasıl normalize edildiğini açıklamaya çalışıyor. Çin düşüncesindeki koşulsuz değişim ve dönüşüme dayalı melez anlayışı, her ne kadar bizim de zihin haritamızı şekillendiren Batı düşüncesi kabul etmese bile kendi içinde tutarlılık taşıdığı söylenebilir. Bugünün küresel dünyasının neden Çin malı ile mobilize olduğu bunun açık kanıtı.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

12 Ocak 2020 Pazar

Başka'yla kurulan bağlantı ve aşk kavramı üzerine

“Saklayayım, yok söyleyeyim derken
Birden aşka düşmek ne ise.
Her neyse…”
- Özdemir Asaf, Diyek

“Eyy.. kolay değil; aşktı o, aşk. İçiniz tamtakır kurumamış ise iyi bilirsiniz bunu.. veya hiç tatmadınızsa, dünya bir defacık olsun sizin için dönmedi demektir, yazık.”
- Tarık Buğra, Heyyi Hey

Eros deyince çoğumuzun aklına sanırım aşk kavramı gelir. Antik Yunan’ın aşk tanrısı Eros, filmlerde veya gösterilerde elinde okuyla birçok kez karşımıza çıkmıştır. Peki, Eros’un ıstırabı ne demektir? Istırap mı çekmektedir Eros? Yoksa ıstırap çeken aşk kavramı mıdır? Daha geniş ele alacak olursak, modern dünyadaki insan ilişkileri midir ıstırap çeken?

Koreli filozof Byung-Chul Han’ın dilimizde yayımlanan son kitabı Eros’un Istırabı geçtiğimiz yılın son ayında Metis Yayınları’ndan neşredildi. Notlarıyla beraber sadece 62 sayfadan oluşan bu kitap, Han’ın önemli metinlerinden oluşuyor. Yedi bölüm içeriyor kitap: Melancholia, Becerememeyi Becermek, Çıplak Yaşam, Porno, Fantezi, Eros’un Siyaseti, Teorinin Sonu.

Han’ın Eros tanımı aslında sadece aşk için değil ilişkiler için genel bir tabir içeriyor. Fakat aşk ağırlıklı olduğunu söylemek mümkün. Ancak modern dünyayı iyi çözümleyen filozofun aşk anlayışı da, modern dünya sisteminden, neoliberal ekonomilerden, hızlı yaşamın götürülerinden ayrılmıyor. Hatta sık sık Eros kavramından sıyrılıp daha üst bir seviyeye geçebiliyor yazar.

Başka ve bozulmuş başka kavramlarıyla başlıyor Han, kitabının ilk denemesine. Yani aynılaşmayı irdeliyor. Bu durumu önceki birçok kitabında da incelemişti; ancak bu kez aşk ve erotizm üzerinden fikirlerinin izini sürüyor. Han da birçok düşünür gibi aşkın sonunun geldiğini kabul ediyor fakat sebebi farklı: Ona göre aşkın sonunun gelmesi insanların önündeki tercih bolluğundan değil başkanın aşınmasından kaynaklanıyor (Başka’yı kişinin negatifi şeklinde tanımlamak mümkün. Yani birebir bizim gibi olmayan, durağandan ziyade daha dinamik, ölgün değil canlı). Aynının cehenneminin eşlik ettiği depresyon ve narsisizm de bozulmanın farklı bir sonucu. Kısaca ‘önce başka bozuldu’ diyebiliriz. Çünkü narsist-depresif özne başka tarafından terk edildi. Eros da depresyon karşıtı olduğu için özne depresyona doğru harekete geçti. Eros özneyi kendinden çıkarıp Başka’ya yönlendirir. Depresyon ise onu kendine doğru fırlatır. Denemesinin yarısında yaşam içindeki Eros-başka-insan ilişkisini inceleyen Han, kalan kısımda bu kavramlarla Lars Von Trier’in Melancholia filminden yaptığı çıkarımları birbiri içinde eritiyor. Bunu denemelerinin birçoğunda yapıyor. Bazen bir kitabı bazen bir filmi bazen de bir düşünürü karşısına alıyor Han ve ringe çıktığı şeyleri nakavt etmeye çalışıyor, konudan çok sapmadan.

Becerememeyi Becermek’te yazar, ilk olarak daha önceki kitaplarında da incelediği disiplin toplumu ve başarı toplumları arasındaki farklara değinip şimdinin performans öznesinin kendi kendini köle haline getirdiği çıkarımını yapıyor. Genel olarak yaptığı gibi bir filozofu karşısına alıyor. Bu bölümün rakibi Foucault. Ona göre, yani Foucault’ya göre neoliberal homo economicus özgürdür. Kendi kendini yönetir, kendi kendisinin girişimcisidir. Fakat Han’a göre Foucault neoliberal ekonomik özgürlüğün şiddetli ve zorba yapısını gözden kaçırmıştır. Başarı ve disiplin toplumlarını aynı olumsuzluğun iki tarafı olarak gören Han, bunun karşısına Başka’nın merciini koyar. Ve Eros’u da Başka’yla başarının ve becerebiliyor olmanın dışında kurulan ilişki olarak tanımlar. Çünkü becerememeyi becermek, yani yap(a)mamak ilişkilerin negatif yardımcısıdır. İnsanîdir. Makineleşmemiş bir dünyaya aittir. Aşk, pozitif değildir. Negatifiyle vardır. Bu yüzden yazar Aşk’a düşmek der, tıpkı biz Türkler gibi:

Günümüzde aşk bir haz problemine dönüştürülerek pozitifleştiriliyor. Her şeyden önce hoş duygular uyandırması bekleniyor. O artık bir olay örgüsü, bir anlatı, bir drama değil, herhangi bir sonuca yol açmayan bir coşku ve uyarım sadece. Yaralanmanın, aniden gelişin veya düşüşün negatifliğinden bağımsız. Aşka düşmek fazlasıyla negatif sayılıyor. Oysa aşk tam da bu negatiflikten oluşur.

Han’ın aşk ve Eros konusunda fikirleriyle savaştığı diğer filozoflardan ikisi Hegel ve Ficino’dur (Hegel’le zaten hemen her kitabında savaşır). Hegel, köle-efendi diyalektiğinde bir ölüm kalım savaşı betimler. Ölümü göze almadan Başka’ya tâbi olan kişi, ona göre köleliği ölüme tercih eder. Çıplak Yaşam’a sarılır. Bunu belirleyen ise ölme becerisidir. Başka’ya tâbi olarak ölümün içinde, sürekli ölümün içinde kalanlarla, kendiyle birlikte ölüme gidenler farklı kişilerden oluşur. Eros, bu çıplak yaşamı reddeder Han’a göre (Kapitalizm ise mutlaklaştırır). Bugünün performans öznesi de Eros’tan uzaklaşmış şekildedir. Hegel’in kölesinden tek farkı başkası tarafından sömürülmemekte fakat kendi kendini sömürmektedir.

YunusAşkın aldı benden beni / bana seni gerek seni” demişti yüzyıllar önce. Bu İlahi bir aşktır ancak Ficino’nun Başka’da ölmek anlamına gelen Aşk’ıyla bağdaştırmak mümkündür. Ficino’nun Başka, aşk ve Eros tanımı da bu ‘kendini başka benlikte kaybetmek’le ilgilidir. Han’a daha yakındır Ficino’nun görüşleri:

…Bir tahakküm ilişkisi olarak güç ilişkisinde kendimi Başka’ya tâbi kılarak kendimi onun karşısında öne sürer ve konumlandırırım. Eros’un gücü ise, benim kedimi öne sürmek yerine, Başka’nın içinde veya onun için kaybettiğim ve onun beni tekrar ayağa kaldırdığı bir güçsüzlük (Ohn-Macht) durumudur.

Fantezi, kitabın en iyi denemelerinden biri. Çünkü bu denemede yazar konuyu kabuğundan çıkarıp genele yayıyor. Görece daha rahat anlaşılan bu bölümde bu kez karşısına Eva Illouz’la beraber örnek olarak Flaubert’in Madam Bovary’sini alıyor Han. Tüketim kültürüyle fantezi kavramının bağıntısını Madam Bovary üzerinden süren yazarın ulaştığı son noktada, Şeffaflık Toplumu kitabında da incelediği gibi görünür olma arzusudur. Ve bunun tetiklediği enformasyona bağlı dünyadır. Enformasyonun hayali öldürdüğünü savunan Han buna kanıt olarak fantezi yokluğunu, bir bakıma, bir önceki bölümde incelediği pornonun her şeyi harap ettiğini gösteriyor. Tabii ki enformasyon bolluğu, tüketim çılgınlığı, görünür olmayı mutlaklaştırma bizi tek bir yere götürür: Hızlı yaşam. Hızlı ama hiçbir şey anlamadığımız; hatta kendi iç sesimizi bile duymadığımız yaşam:

Şeylerin iç müziği ancak, gözlerimizi kapatıp onlarda oyalanmaya kapı aralandığında işitilebilir. Barthes, Kafka’yı şu şekilde alıntılar: ‘Şeylerin fotoğrafını çekmenin amacı, onları düşüncelerden uzaklaştırmaktır. Benim öykülerim de gözleri kapamanın bir çeşididir.’ Bugün ise, hiper-görünürlük sahibi imgeler yığınına gözleri kapatmak mümkün değildir. İmgelerin hızla değişmesi zaten buna zaman tanımaz. Gözleri kapatmak bugünün hızlanma toplumunun pozitifliği ve hiperaktivitesiyle uyumsuz kaçan bir negatifliktir. Hiper uyanık olma zorlaması gözleri kapatmayı güçleştirmektedir. Bu zorlama, performans öznesinin tükenmiş sinirlerinin de sorumlusudur. Tefekkür ederek oyalanmak, bir kapanış biçimidir. Gözleri kapatmak tam da kapanışın görsel göstergesidir. Algı ancak tefekkürlü bir sakinlik ortamında tamamlanabilir” diyor Han ve bugünün sanat ve edebiyatının içinde bulunduğu krizin izini fantezinin ve Başka’nın ortadan kaldırılmasına, yani Eros’un ıstırabına yoruyor. Yani Kemal Sayar’dan mülhem söyleyecek olursak Han bize kısaca YA-VAŞ-LA diyor. Aşk için, ilişkilerimiz için, insan kalabilmek için. Yazar hep bu yukarıda alıntıladığım kısımdaki sınırlar içinde dönüp duruyor. İnsanın yok olduğunu, geriye kalanın et ve kemik yığınından ibaret özneler olduğunu belirtiyor.

Byung-Chul Han’ın bu kitabında anlatmak istediklerinin benzerini Bauman, Akışkan Aşk kitabında anlatmıştı. Fakat Han’ın da söyleyecekleri var bu konuda biraz daha farklı olarak. Bu iki kitabın mezkur konu üzerinde en yetkin kaynakların başında geldiğine inanıyorum. İçinde bulunduğumuz çağı anlayabilmek için Bauman’ı okumak nasıl şartsa, Han’ı da okumak şarttır. Bazen aynı fikirlerin etrafında dönüp dursa da aralardan ayıklayabildiklerimiz bile bizi rahatsız edecektir, bu çağdan rahatsızsak elbet.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

27 Kasım 2019 Çarşamba

Neoliberal dünyada insan kalmak mümkün mü?

Kore asıllı Alman filozof Byun-Chul Han’ın kitapları yavaş yavaş dilimize çevrilmeye devam ediyor. Bu duruma da Metis Yayınları öncülük ediyor. 2018 yılında, biri Metis’ten biri de İnsan Yayınları’ndan olmak üzere iki Han kitabından sonra geçtiğimiz Ekim ayında dilimize çevrilen son Han kitabı Psikopolitika oldu. Kitap "Neoliberalizm Ve Yeni İktidar Teknikleri" alt başlığına sahip aynı zamanda.

Kısa bir kitap Psikopolitika. Yazarın en kısa kitabı değil ama sonundaki notlarıyla beraber 98 sayfa ve 13 bölüme sahip: Özgürlüğün Krizi, Akıllı İktidar, Köstebek ve Yılan, Biyopolitika, Foucault’un İkilemi, Öldürerek Tedavi, Şok, Dost Big Brother, Heyecan Kapitalizmi, Oyunlaştırma, Big Data, Öznenin Ötesinde, Budalalık (Yazarı okurken tamamen karamsar bir ruh haline bürünüp kendimizi Black Mirror dizisinin içinde gibi hissetmemiz çok mümkün).

Yukarıdaki başlıklara baktığımızda ve Han’ı da biraz tanıyorsak, başlıkların içeriklerini tahmin edebiliriz aslında. Han’ın hemen her kitabı zaten sıkı bir kapitalizm ve modern zamanlar eleştirisine sahip denemelerden oluşuyor. Bu kitapta da farklı bir şey yapmamış yazar. Daha çok üslûp ve dil açısından farklılıklar var. Diğer eserlerine göre bu kitap çok daha rahat okunuyor ve çok daha kolay anlaşılabiliyor.

Han, keskin bir giriş yapıyor kitaba. Hegel ve Karl Marx’ın görüşlerini ele alarak ve bu ikilinin görüşlerine sermaye hakkındaki görüşlerini de ekleyerek özgürlük kavramını inceliyor. Özgürlüğün, yani bildiğimiz özgürlüğün, kapitalizmin mutasyona uğramış hali olan neoliberalizmin bir oyuncağı olduğunu savunuyor. Hatta bu sistemin, birey tekinin özgürlüğünü, kendi kendinin üremesini sağlama aracıyla kullanıldığını belirtiyor. Ona göre bireysel özgürlük aracılığıyla sermayenin özgürlüğü gerçekleşir. Böylelikle özgür birey sermayenin cinsel organı durumuna indirgenir. Bireysel özgürlük sermayeye, onu aktif üremeye yönelten ‘otomatik’ bir öznellik kazandırır. Böylelikle de sermaye sürekli olarak ‘canlı yavrular’ doğurur.

Han’a göre bugün artık Marx’ın öngördüğü sömüren-sömürülen, işçi-patron ilişkisi çok geride kalmıştır. Çünkü birey, kendi özgürlüğü sayesinde sermayeye hizmet eder. Marx’tan ziyade Benjamin’in tanımıyla konuşuyor yazar: Kapitalizm artık yeni Tanrı’dır. Aslında çok da farklı şeyler söylemiyor Han; ancak görüşlerini derli toplu halde verdiğinde etkileyiciliği yükseliyor. Örnekler ve kelimelere verdiği yeni tanımlarla da yazısının canlılığını artırıyor.

Yazar, komünizm ve kapitalizm arasındaki farkı ortadan kaldırıyor. Hayalet bir sınır çekiyor bu iki kavramın arasına. Bir gün olur da komünizm gelirse, bunun sadece patronların değişmesi anlamına geleceğini savunuyor. Han’ın belki de en doğru görüşlerini bu bölüm ve bu cümleler içeriyor. Daha geniş bir perspektiften bakan yazarın bu kavramları açıklarken sığındığı bir liman da insanın getirildiği nokta ve insanın psikolojisidir. Komünizm, kapitalizm, sosyalizm fark etmez, insan sermayeye teslim olmuştur. Sömürülmeye dayanmasının sebebi bir gün patron olarak aynı sömürmeyi gerçekleştirmek istiyor olmasıdır. İsmet Özel’in deyimine yakın söylersek, birileri hükmeder birileri de hükmetmeyi bekler. Aralarındaki tek fark budur. Yani insan çıkmazdadır.

Kitabın en önemli bölümlerinden biri olan ilk bölümü kısaca özetleyecek olursak şunu diyebiliriz: Özgür olduğunu sanan bireyin aslında sadece ipi uzun tutulmuştur ve belirli daire içinde, iç organlarına kadar izlenerek, hâkim sermayeye hizmet etmek zorunda bırakılmıştır. İşin ilginç tarafı, birey bundan memnundur. Sermayeye eklemlenecek üretim için birey mekanik bir şekilde çalışır. Mantalite, “Evet bunlar gizlice örgütlenerek alnımıza / verem Olmak Üretimi Düşürür ibaresini çizer” anlayışıdır. Bu konuyu yüksek rezidanslardaki yaşamlara kadar götürmek mümkündür. Hatta buradan Sadettin Ökten’e veya Semih Akşeker’e bile bağlanabilir konu.

Byung-Chul Han bu kitabında anlatmak istediklerini birkaç kelime üzerinde yükseltmiş: Ruh, sermaye, tahakküm, optimizasyon vb. Han yukarıdaki görüşlerinin diğer tarafına geçer, neoliberal psikopolitikanın temeldeki amacının insan ruhunu öldürmek olduğunu savunur. Ona göre insan ruhu da birçok şey gibi sömürülmesi gereken şeylerin başında gelir. Bunu da çok farklı şekillerde sağlamaya çalışır: Atölyeler, yaşam koçluğu, hafta sonu etkinlikleri… Amaç insanı tektipleştirmektir. Amaç duyguları köreltmek değil kesip atmaktır. Amaç sadece sermaye düzenine hizmet eden robotlar üretmektir. Özellikle şehir insanı için söyleyecek olursak, sadece bir avuç insan dışında amacına da ulaşmıştır bu konuda neoliberal politika. Artık hafta sonlarının dahi planlanıp saatlere ayrıldığı, ani kararların yok olmaya yüz tuttuğu, duanın insan hayatından çıkarılıp kişisel gelişime, kendini sağlatma tekniklerine yer verilen bir dünyanın tam da ortasındayız. Sistem için hazır ve nazır, optimizasyonunun zirvesinde, kusursuz iş görmeye odaklı insan-robotlar yetiştirmiştir bu sistem. Ruh’la oynayarak, ruh’u bozarak:

Günümüz finans kapitalizminde değerler radikal biçimde yok edilmektedir. Neoliberal rejim tükenme çağını başlatmıştır. Şimdi sömürülecek olan ruhtur. Bu yüzdendir ki bu çağa depresyon ya da tükeniş (burnout) gibi ruhsal rahatsızlıklar eşlik ediyor.”.  Fakat bence, insanın depresyon ya da tükeniş belirtileri göstermesi bile ufak bir ruh kalıntısının kaldığını gösterir.

Kim olduğumuzu yüzyıllar boyunca felsefeciler, tasavvufçular, psikologlar kendi bilgi veya gönül genişliğince sorgulamışlardır. Bu sorgu bitmedi, bitmeyecek de. Benlik söz konusu olduğunda -sayamadığımız, tartamadığımız, ölçemediğimiz benliğimiz söz konusu olduğunda- ‘kimim’ sorusuna cevap bulmak oldukça zordur hatta imkânsızdır. Benliğimiz ‘quentified self’ nicelikleştirildiğinde bu soru yine cevap bulamayacak ancak en azından ortadan kalkacaktır. Han, dijital çağın ‘özne’ üzerindeki etkilerini ve potansiyel etkilerini inceleyerek bu çağın benlik kavramını da sorgular. Dijital çağın bütününe hayatın ölçülebilir ve nicelik olarak ifade edilebilir olduğu inancı hâkimdir diyen Han, kitabın en uzun denemesi olan ‘Big Data’ bölümünde insan bedeni-ruhu ve dijitalleşme ilişkisini inceler. Veri’nin yüceltildiği, istatistik biliminden dataizme geçişin gerçekleştirildiği bu çağda birer sayıdan ibaret olan insan tekini bir kurban olarak görüyor diyebilirim. Anlamın ve anlatımın bitirilip yok edildiği bu dönemde etrafta nicelik-insan’dan başka bir şey kalmayacaktır zaten:

Nicelikleştirilmiş Benlik’in sloganı ‘Self knowledge through Numbers’dır- sayılar üzerinden kendini tanıma, bilme. Sadece veriler ve sayılardan, bunlar ne denli kapsamlı olurlarsa olsun, kendini tanımaya varılamaz. Sayılar kendilik hakkında hiçbir şey anlatmaz. Sayma (Zahlung) anlatma (Erzahlung) değildir. Hâlbuki kendilik dediğimiz şey varlığını anlatıya borçludur. Saymak değil, anlatmaktır kişinin kendini bulmasını ya da kendini tanımasını sağlayan.

Modern zamanlar insanı bir yere ittirdi. Han, insanın ittirildiği noktayı en iyi yakalayabilen filozoflardan biri. Ancak bana göre Han’ın iki tane sorunlu noktası bulunuyor: Bunlardan biri anlattığı şeyleri sürekli tekrarlaması. Bu hem kitaplarının bölümleri için hem de kitapları için geçerli. Yani Han aslında iki üç kitapla anlatabileceği şeyleri tek kitapla, iki üç bölümle anlatabileceği şeyleri tek bölümle anlatabilirdi. Türkçeye çevrilen külliyatı içerisinde bir Güzeli Kurtarmak bir de Metis’ten çıkan son kitabı Zamanın Kokusu biraz daha spesifik konuları içeriyor. Bu durum dediklerinin kıymetini asla azaltmıyor ancak bir tekrara girdiği de kaçınılmaz bir gerçek. İkinci nokta ise, Han muhteşem bir patolog fakat asla bir cerrah değil. Yani muhteşem tespit ve teşhisi var ancak bir çıkış yolu, bir öneri getirmiyor incelediği, gözlemlediği topluma veya insana. Fakat her şeye rağmen Han’ın her kitabını okumaya devam edeceğiz çevrildiği müddetçe.

Bulunduğu çağı ve bulunduğu konumu sosyolojik ve biraz da psikolojik açıdan merak eden herkesin yolu Han’dan geçecektir. Üstelik bu kitabın, yazarın en rahat okunan ve anlaşılabilen kitabı olduğunu söyleyebilirim.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

4 Ocak 2019 Cuma

Pürüzsüzlük çağımızın alametidir

Byung-Chul Han’ın kitapları dilimize bir bir çevrilmeye devam ediyor. Bunlardan en sonuncusu İnsan Sanat Yayınları’ndan neşredilen Güzeli Kurtarmak. Çoğu Han kitabı gibi ince, fakat yoğun bir kitap olan Güzeli Kurtarmak, 87 sayfadan ve 14 bölümden oluşuyor.

Güzel veya estetik kavramı üzerine kafa yoran birçok filozof veya yazar var olageldi dünya üzerinde. Antik çağlardan modern çağlara kadar, düşünceler değişse de ya da ifade ediliş şekilleri değişse de bu kavramlar genel bir çerçeve içine sokulabilir. Kore asıllı Alman filozof Han da bu kavrama geçmiş düşüncelerin ışığında yeni bir bakış açısı getirmek için, bu konudaki denemelerini Güzeli Kurtarmak’ta toplayarak, bu alana bir katkı sunuyor.

Pürüzsüzlük çağımızın alametidir diyerek ilk denemesine başlıyor Han. Daha önceki kitaplarında incelediği konuları bu kez estetik ve sanat başlığı altında, bu kavramlarla ve bu alandan örnekler vererek değerlendiriyor. Modern dünyanın geldiği/getirildiği noktada, mükemmel olma zorunluluğunun tahakküm kurduğu toplumlarda ‘güzellik’ olgusunu, ilk denemesinde pürüzsüzlük üzerinden ele alıyor. Televizyon reklamlarından sınav sistemlerine kadar dayatılan, her yerde pürüzsüzlüğe/mükemmelliğe ulaşmaya çalıştığımız bu zamanda Han’ın sözleri bize destek olmanın da ötesinde bir bakış açısı sunuyor. Pürüzsüzlüğü pozitif toplumun buyruğu olarak yorumluyor Han. Bunu daha önceki kitaplarında da hem pozitiflik hem de olumluluk adı altında incelemişti. Bu sefer yaptığı ise, bu kavramları ‘güzel’ başlığına taşımak olmuş. Yazar, pürüzsüzlüğü bir nevi hareketsizlik kavramıyla bağdaştırıyor. Olumlu veya olumsuz, iyi veya kötü hiçbir yaşam belirtisi göstermeme hâli, yani tepkisizlik durumu. Bunu da Jeff Koons ve Andy Warhol’un eserleri üzerinden inceliyor. Han’a göre, iki sanatçı da sanat perspektifinden baktığımızda son derece önemli kişiler. Fakat Koons’un eserlerinde bir pürüzsüzlük görüyor yazar. Uysallık ve dirençsizlik kelimeleriyle tanımlıyor bu pürüzsüzlük halini. Bu durumu bağladığı yer ise Roland Barthes’ten mülhem, görme ve dokunma arasındaki karşıtlık. Han, görme haliyle pürüzlü olma halini eş değer sayarken dokunma işin içine girdiğinde bir pürüzsüzlük, negatifliğin ortadan kaldırılma çabası, sekülerleşme gibi kavramların tahakkümüne girildiğini belirtiyor.

İlk deneme ‘Pürüzsüz’ kitabın en uzun denemesi. Bu yüzden daha çok örnekle konuyu genişletmiş yazar. Verdiği örnekler de somut, düşüncede rahatça yer bulacak şeyler. Anlattıklarını birkaç cümleyle özetlediği ara duraklarla da yazıyı daha okunaklı hale getiriyor:

Günümüzde sadece güzel değil, çirkin de pürüzsüz hâle geldi. Çirkin de şeytani, tekinsiz veya dehşetli olanın negatifliğini kaybetti ve tüketim-eğlence kalıpları için pürüzsüzleştirildi. Her şeyi dondurabilen korkutucu ve dehşet verici Medusa bakışından tamamiyle yoksundur.

‘Pürüzsüz Beden’de fotoğraf, daha doğrusu yüz fotoğrafı üzerinden insanların ‘boşluk’ta, manasız bir hayat içinde sürüklendiklerini ele alan yazar, yüz fotoğraflarını selfie’yle bağdaştırıyor ve ‘Selfie bağımlılığı Ben’in iç boşluğuna işaret eder’ diyor. Burada Han’ın değindiği ilginç nokta, selfie’yi narsisizmin sonucu değil, iç boşluğun ürettiği bir şey olarak görmesidir. Fotoğraf sanatı üzerinden ‘güzel’e değinmeye çalışan Han, paragraflar arasında bazen bağlantı kurmakta zorlansa da konuyu toparlamayı başarmış.

Yüce ve güzel kavramları üzerinden Platon ve Edmund Burke’nin bu kavramlar için yaptıkları tanımlara değinen Han, aslında bu iki kavramın ayrılmaması gerektiğini, güzeli yüceliğe irca ettirmemiz gerektiğini belirtir. Platon’da bu kavramlar ayrılmamıştır fakat Burke’de ‘yüce’ saf dışı bırakılmıştır. Çünkü yüce pürüzlüdür, marazidir. Güzel ise pürüzsüzdür. Yüce negatiftir güzel ise pozitiftir. Bununla birlikte örtme kavramı üzerinden de bilgi ve enformasyon kavramlarına değinen Han, aslında aynı olan, daha doğrusu eş anlamlı kelimeler kabul edilen bu iki kavramla ilgili farklı bir bakış sunar. Han’a göre enformasyon örtük olamaz. Çünkü örtük olan, yazara göre güzeldir. Örtüsüz olan ise pornografiktir. Enformasyon, bilgiye göre her türlü metaforu, örtücü elbiseyi geri çevirir. Bilgi ise kendisini sırra geri çekebilir. Güzel, bilgi, görünmekten tereddüt eder. Han, bu durumu sanat eserlerinde Walter Benjamin’in fikirlerini baz alarak savunur:

Gerçek bir sanat eseri, kendisini kaçınılmaz şekilde bir sır olarak temsil etmesinden başka bir şey olarak hiçbir zaman kavranamaz. Son kertede, örtünün asli bir unsur olduğu bu nesne başka türlü tanımlanamaz.

Yaralanmaya görmenin hakikat anı denilebilir diyen Han, ‘Yaralanmanın Estetiği’ bölümünde bizi iki kavramla karşılıyor: studium ve punctum. Bu kavramları çok fazla kullanıyor yazar. Hem bu kitabında hem de diğer kitaplarında bu tür ikili kelimelerle bir zıtlık oluşturuyor ve anlatısını/fikirlerini seçtiği iki kavram üzerinden genişletiyor. Hakikat ve yaralanma arasındaki ilişkiye dikkat çekerek, ‘aynı’nın olduğu yerde sanat olamayacağını, kazasız hiçbir şiir yazılamayacağını, ‘negatiflik’ olmadan düşünme dahi olamayacağını savunan yazar, bu konuda Roland Barthes’in fotoğraf teorisini baz alarak düşüncelerini ilerletiyor. Studium’u, ‘kaygısız arzuları amaçsız ilgilerin, tutarsız tatların’ alanı olarak gören yazar, punctum’u ise izleyiciyi yaralayıp sarsan bir unsur olarak tanımlıyor. Tıpkı diğer yazı ve kitaplarındaki gibi ‘olumluluk’, ‘pozitiflik’, ‘tekdüzelik’, kısacası ‘aynı’nın istikametinden, düşündüğü konuların izinden ilerliyor.

Yazar birçok denemede güzel kavramıyla başka bir kavramı yan yana getirerek metnini oluşturuyor. Bunlardan biri de politika. Kitabın ilgi çeken denemelerinden biri ‘Güzelin Politikası’. Adalet-etik-güzel üçgeninde ve Platon ve Aristoteles’in fikirleriyle genişleyen bu yazıda Han, günümüzün politik düzenini ‘güzel’le olan ilgisizliği düzeyinde inceliyor. Güzellik eyleminin her türlü kısıtlamadan azade olduğunu savunan yazar, buradan, günümüzün politikasının sistematik kısıtlamalara tâbi olduğu ve güzel olamayacağı sonucuna varıyor. Günümüzün politikasını özgür bir insan olarak değil bir köle olarak tanımlıyor:

Aristoteles’in edamonik (mutluluk) etiği, kendine özgü iyi-güzel anlamına gelen kalokagathia kavramını ortaya çıkarır. İyi, burada güzele tâbidir veya ikincilleştirilmiştir. İyi olan, güzelin ihtişamıyla tamamlanır. İdeal politika, güzelin politikasıdır.

Çağımızda güzelin politikası mümkün değildir çünkü günümüzün politiği tamamen sistematik kısıtlamalara tâbidir. Günümüzün politiği özgür bir alana bile sahip değildir. Güzelin politikası, özgürlüğün politikasıdır. Günümüzün politiğinin boyunduruğu altında çalışan alternatifsizlik, sahici bir politik eylemi imkânsız kılmaktadır. Politika eylememekte, fakat çalışmaktadır. Politika bir alternatif, gerçek bir seçim sunmalıdır. Yoksa bir diktatörlüğe dönüşerek çöker. Sistemin yardakçısı olarak politikacı, Aristotelesçi anlamıyla özgür bir insan değildir, daha ziyade bir köledir.

Kitapta tekrarlar oldukça mevcut, Han’ın bütün kitaplarında olduğu gibi. Yazar birkaç denemeyle anlatacağı şeyleri 14 denemeye çıkartmış. Bölüm başlarında incelediği, Kant’ın, Hegel’in veya başka filozofların estetik ve güzel hakkındaki fikirleri farklı fikirler; fakat sonunda kendi düşünceleriyle vardığı nokta aynı. Denemelerin sonunda sık sık aynı anlamlara gelen, aforizma tarzı cümleler okuyoruz. Örneğin “Tüketim ve güzellik birbirini dışlar. Güzel kendisini reklam etmez” veya “Sanatın özgürlüğü, sermayenin özgürlüğüne boyun eğmektedir” gibi. Evet, kendi kendiyle çelişmez Han, tespitleri muazzamdır, yerindedir fakat bir çözüm yolu da sunmaz okura. Şahsen çözüm yolu için okumuyorum Han’ı; ancak bunun için okuyacaklar için doğru adres olduğunu düşünmüyorum.

Hakikat Olarak Güzel” kitabın en ağır denemesi belki de. Çünkü Hegel’in estetik anlayışından yola çıkarak ‘güzel’i inceleyen Han, burada felsefenin dilsel anlamda sınırlarını zorlamış. Aslında bu kitap, Türkçeye çevrilmiş bütün Han kitapları içinde (Şiddetin Topolojisi hariç, onu okumadım) en ağır dille yazılmış olanı. Felsefi terimler, konuların buralardan çıkış yolu alması ve dilin o noktaya evrilmesi okuru oldukça zorluyor.

Yazar, kitabın ismindeki gibi aslında güzeli kurtarmaya çabalıyor metinlerinde. Güzelin; tüketim toplumunun, kapitalist toplumun nesnesi haline geldiğini ve buradan çıkması gerektiğini birçok filozofu karşısına alarak veya kendine destekçi yaparak anlatmaya çabalıyor. Fakat hissi olarak fark ediliyor ki bir karamsarlığı da mevcut. Yine de böyle bir kitabı yazmak bile yazar için atılmış olumlu bir adım bence:

Radikal olumsallığın karşısında, bağlayıcı olana özlem duymak gündelik olanın ötesine uyanmaktır. Bugün güzelin pürüzsüzleşerek beğeni, like objelerine, keyfî ve rahatlatıcı şeylere dönüşmesi sonucunda güzelin krizi ile karşı karşıyayız. Güzeli kurtarmak bağlayıcı olanı kurtarmaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

26 Kasım 2018 Pazartesi

Gündelik hayattaki tefekkürün kaybı yahut zaman krizi

Byung-Chul Han’ın kitaplarının ülkemizde yayımlanmaya başlaması Türk okurlar için oldukça önemli bir şey. 2015’te dilimize çevrilen ilk kitabından sonraki her yıl birer kitabı daha dilimize kazandırıldı bu değerli yazarın. Bu kitapların en tazesi ‘yeni çıkan’ Zamanın Kokusu.

Metis Yayınları’ndan neşredilen kitap “Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi Bir Deneme” alt başlığına sahip.

Bir önsöz ve on iki bölümden oluşan kitap notlarıyla beraber 132 sayfayı içeriyor. Önsözler her kitap için önemlidir fakat Han’ın kitapları için daha da önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü Han önsözde, kitabıyla ilgili özet halinde ne yaptığından ve nasıl yaptığından bahsediyor. Bu kitapta da durum değişmemiş. Önsözde kitabın yazılış amacını belirten yazar kitap için bir de özet geçmiş:

Günümüz zaman krizinin önemli nedenlerinden biri, vita activa’nın, eylemlilik yaşamının mutlaklaştırılması. Bu mutlaklaştırma, insanı bir animal laborans, ‘çalışan hayvan’ derekesine indiren bir çalışma buyruğuna yol açıyor. Gündelik hayattaki hiperkinezi, aşırı hareketlilik, insan yaşamındaki tefekkür unsurunu, durma becerisini ortadan kaldırıyor. Dünyanın ve zamanın kaybına yol açıyor. … Zaman krizi, vita activa kendi krizinin tam ortasında vita contemplativa’yla tekrar birleştiğinde aşılabilir ancak.

Yazar bu paragraftaki hemen her cümlesiyle bölümlerini özetlemiş ve okura da kitapta ne ile karşılaşacağı konusunda bir ön okuma sunmuş.

Kitapla ilgili önde gördüğüm birkaç bölüme dikkat çekmek istiyorum. Bunlardan biri kitabın ilk denemesi olan “Uygunsuz Zaman”. Bu bölümde ideal zamanla beraber ideal yaşama ulaşmanın açıklaması üzerinde duran yazar, konuyu kavramlarla irdeliyor. Üzerinde durduğu iki filozof ise Nietzsche ve Heidegger. Bu iki filozofun, Nietzsche’nin ‘son insan’ıyla Heidegger’in ‘herkes’ini kendine yakın görür Han. Böyle olmasının sebebi ise ona göre yerleşmiş yaygın ve yanlış bir düşüncedir: Zamanın hızlanması düşüncesi. Biz uzun süredir hız çağından bahsediyoruz. Fakat Han, önsözde de ilk bölümde de bahsettiği gibi, hız yerine ‘zamanın yayılması’ kavramından bahsediyor. Zamanın dağılması anlamında da kullanıyor bu kavramı ve zamansal kopukluklara değiniyor. Şimdiyle, geçmişi ve geleceği bağlayamayan modern insanın şimdiki zamanı bir ‘sürem’den ziyade bir noktaya indirgediği yazarın en önemli eleştirilerinden. Ona göre, şimdiki zaman güncelin içinde boğulabilecek bir şey değil. Şimdiki zamanı gelecek zamana bağlayamamanın en büyük sebebi ise vaatsiz bir yaşam. (Burada da Heidegger’in ve Nietzsche’nin ‘miras ve gelenek’ kavramlarına başvurmuş yazar.)

Nietzsche’ye göre hedonist olan ‘son insan’ın; modern zaman insanının ölümünü ve bu kavrama karşı duruşunu da zamanın dağılmış olmasıyla ilişkilendirir Han. ‘Bitim’i olmayan bir hayatta ölmenin bile zor olduğu, Han’ın ilk denemesinde üzerinde durduğu şey. Ölmenin zorluğu kavramını, günümüz kent insanının telaşıyla birlikte ele almamız gerekecektir burada. Sonu olmayan, dairesel bir hayatta, farklı tünellere girip çıkarak varoluşsal bir anlama kavuşamadan telef olmaya gitmek diyebiliriz zamansız ölüme. Han, hızlanan değil de dağılan zaman kavramını bu tür insan için kullanıyor. İnsan hızlanmadı, dağıldı ona göre ve toplanması da imkânsız.

Burada aslında açıkça olmasa da yazar, ‘yavaş hayat’ sürmenin önemine değiniyor. Bunu ‘seküler hayatın sahip olma azgınlığı’nın karşıtı olarak da görebiliriz. ‘Ne kadar imkân o kadar anlamlı hayat ve zamanlı ölüm’ değildir mesele. Az ama öz hayat da ideal bir hayattır, sonunda ideal bir ölüme götürebilir insanı. Hedonist insanın uygunsuz zamanda yok olup gitmesiyle ölmesi arasındaki farkı şu paradoksla anlayabiliriz:

… Uzun, sağlıklı ama olaysız bir yaşamı nihayetinde dayanılmaz bulur. Böylece uyuşturucu kullanmaya başlar ve uyuşturucudan ölür. ‘Ara sıra biraz zehir: güzel rüyalar gördürür. Ve nihayetinde, rahat bir ölüm için çok zehir.’ Katı bir sağlık politikası güderek sonsuza dek uzatmaya çalıştığı yaşamı, paradoksal biçimde, zamanından önce sonlanır. Ölmek yerine uygunsuz zamanda yok olup gider.

Han, hemen her bölümde zamanla ilgili gördüğü bir problemi irdeliyor. İkinci bölüm olan “Kokusuz Zaman”da tarih öncesi devirlerle tarihsel zamanı baz alıyor. Bu dönemler üzerinden zaman kavramını inceliyor. Han’ın tarih öncesi diyerek bahsettiği dönem ise mitolojik dönemler. Kısaca; mitolojik dönemlerdeki düzenin sahibinin Tanrı olduğundan, tarihsel dönemde bu kavramın ortadan kalktığından ve kaos oluştuğundan bahsediyor. Ona göre tarihsel dünya döngüsel değil doğrusal bir zamana sahiptir. Zaman, kendi kendini bu konuma getirmiştir. Buradaki kritik dönem ise ‘Aydınlanma Dönemi’dir. Yani bu dönemde, eskatolojik zamandan ziyade ucu açık bir zaman baskındır. İlk bölümde bahsettiği ‘bitim’sizliğin yerini, tarihsel dönemde hiçbir sabit unsurun olmayışı almıştır.

Her şeyin düzenleyicisi Tanrı, Aydınlanma Dönemi’nde artık yoktur, zaman dağılmıştır fakat yokuş aşağı da gitmeye devam eder. İnsan sonsuz özgürdür. Belli bir daire içinde hareket etmek zorunda değildir artık yazara göre: “İnsanın zamanla ilişkisini belirleyen şey özgürlüktür artık. İnsan ne zamanın sonuna fırlatılmıştır ne de şeylerin doğal döngüsüne. Tarihi canlandıran şey özgürlük fikridir, ‘insan aklının ilerlemesi’ fikridir. Zamanın öznesi artık düzen veren bir Tanrı değil kendini geleceğe yönelerek tasarlayan insandır.” Ve akıl kutsanır. Han, bu durumun bir süre sonra yanlış olduğunun düşünüldüğünü ise Hıristiyan teolojisinden örnekle, ‘Danton’un Ölümü’ndeki Camille’nin seslenmesiyle açıklar: “Akıl sağlığı denen şu sıradan sabit fikirlerin hepsi dayanılmaz derece can sıkıcı. Baba, Oğul, Kutsal Ruh olduğunu hayal edebilen kişi yeryüzündeki en mutlu insandı.

Hem mitolojik hem de tarihsel zamanın kısa bir karşılaştırmasını yaparak bölümü tamamlar Han. Zamanın kopukluğundan oluşan sorunlardır aslında genelde anlatmak istediği. Bu bağsızlık ise zamanda kokuyu, belki de çeşniyi yok eder:

Mitolojik zamanın da tarihsel zamanın da anlatısal bir gerilimi vardır. Zaman olayları özgül bir şekilde birbiriyle bağlantılandırır. Anlatı zamana bir koku verir. Nokta-zaman ise kokusu olmayan zamandır. Zaman, sürem kazandığında, bir anlatı gerilimi veya bir derinlik gerilimi elde ettiğinde, derinlik ve enginlik, yani bir uzam kazandığında bir koku yaymaya başlar. Zaman bütün derin yapısından veya anlamından koparıldığında, atomlaştığında, düzleştiğinde, cılızlaştığında veya kısaldığında kokusunu kaybeder.

Byung-Chul Han, önemli filozofların ve yazarların düşüncelerini kitabında bol bol inceliyor. Fakat bunu bir kompleks göstererek yapmıyor. Ele aldığı görüşlere zıt görüşlerinin yanında filozoflara katıldığı noktaları da belirtiyor. Karşı çıkışlarını ise kendi fikirlerine göre temellendiriyor. Bauman’ın özgürlük kavramına yaptığı tanımda da olduğu gibi. Özgürlük kavramının bağlı olmamak, bağlarından kopmak olarak algılandığına karşı çıkan Han, özgürlüğün bağlarından kopmak değil, ‘iliştirilmek’ ve ‘içerilmek’ olduğunu söylüyor. Kelimenin kökeninden yola çıkan yazar, bu kavramın ‘sevmek’ anlamına geldiğini ve özgürlüğün esas anlamının ‘arkadaşlara veya seçilen insanlara bağlı olmak’ olduğunu belirtiyor. Burada aklıma İsmet Özel’in özgürlük tanımı geldi. Elbette Han’ın görüşünden farklı fakat Özel’in de Han’la aynı noktadan kavrama baktığını söyleyebiliriz. Özel, Taşları Yemek Yasak kitabında şöyle der: “Özgürlük, insan olarak aslımızda, bizim halis cevherimizde, fıtratımızda bulunan şeyin fışkırması, serpilip hayat bulmasıdır” der ve bunun da Allah’a bağlılık olduğunu vurgular. Han’ın dayanağı arkadaşlar veya sevilen kişilerken, Özel’in dayanağı ise Allah oluyor bu kavramda.

Han, zaman kavramını incelerken konuyu olabildiğince geniş ele alıyor. Hatta okur bazen ‘bunun konuyla ne alakası var’ diye düşünebilir ama yazar bir şekilde ana konuyu ele aldığı bölümle bağlıyor, “Şimdiki zamanın Paradoksu” bölümünde olduğu gibi.

Han, ‘Yolda Olmak’ kavramını, zıttı olan ‘şimdi ve burada’ kavramıyla ele alıyor. Bu, aslında Han’ın ilk bölümde bahsettiği zamanın güncelliği ile de bağlanabilir. ‘Şimdi’nin tamamen sıkıştırılmış bir an’a dönüşmesini ve günümüze etkisini inceliyor yazar. Sürekli ‘şimdi’de yaşamanın hem enformasyon hem teknolojik hem de ‘orada’ olmayla ilgili ilişkisine değiniyor. Mutlaklaştırılan bir ‘şimdi ve burada’ insanı çevreleyen her şeyi olumsuza çeviriyor. Hızlı yaşam, burada yaşam, şimdi hemen yaşam için Cioran’dan mülhem ‘çürümenin yaşamı’ diyebiliriz. Ne koku kalmıştır ne anlam:

Olayların, bilginin ve imgelerin sıkıştırılması bulunmayı imkânsızlaştırır. İmgelerin dur durak tanımadan art arda gelmesi bulunan bir düşünmeye izin vermez. Retinaya sadece bir anlığına temas eden imgeler dikkati sürekli üzerinde tutamaz. Görsel uyaranlarını hızla boca ettikten sonra sönüp giderler. Vurgulu anlatımıyla bilgi ve deneyimden farklı olarak, enformasyon ve yaşantılar kalıcı veya derin bir etki bırakmaz. Hakikat ve bilgi mefhumları arkaik bir tını edinmiştir artık. Süremi temel alırlar. Hakikatin kalıcı olması zorunludur. Oysa giderek daha da kısalan bir şimdide silinip giderler.

Kitabın son bölümü, yazarın en geniş incelediği bölüm olmuş. Bunu ve daha birçok bölümü okurlara bırakmak daha doğru olacaktır ama ilk bölüm ve son bölümlerin özellikle dikkatli okunması, kitabı anlamlandırmada kritik öneme sahiptir bana göre.

Byung-Chul Han, her kitabıyla okuyana bir bakış açısı sunuyor. Bu kitapta da bunu fazlasıyla gerçekleştirmiş. Fakat Han’ın özelliğinin kısa ve sade yazmasında olduğunu düşünüyorum. Bazı bölümler normalden uzun tutulmuş. Aynı ifadelerle uzatılan konudan ziyade konular daha kısa incelenseydi, daha öz bir konu ortaya çıkardı. Dil açısından ise baktığımızda Han’ın diğer kitapları gibi olduğunu söylemek mümkün. Bazı felsefi kavramları araştırmak gerekiyor kitabı okurken. Fakat yoğun olsa da ağır bir dile sahip diyemeyiz her bölüm için. Yine de 60. ve 90. sayfalar arası kitabın ağır dille yazılmış bölümlerini oluşturuyor.

Kitabı eline alanlar için bir de müjde var ilk sayfalarda. Metis Yayınları’nın yayım planında önümüzdeki yıl yayımlanacak iki tane daha Byung-Chul Han kitabı bulunuyor. Sanırım yazarın on altı kitabı var. Hızlı bir şekilde diğer kitapların da çevrilmesi felsefe okumalarımıza oldukça katkı sağlayacaktır.

Şeyda Öztürk’ün iyi bir çevirisiyle okunabilen Zamanın Kokusu felsefeyle ilgilenmek için önemli bir kitap. Han’ın diğer kitapları gibi…

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

6 Nisan 2018 Cuma

Görünüyorum, o halde yokum

İnternet çağı, teknoloji çağı, bilgi çağı… Yaşadığımız çağı ifade etmeye çalışırken en çok kullandığımız kelime öbeklerinden birkaçı. Tabii ki her çağın kendine has özellikleri olduğunu kabul ediyor olsak da, özellikle sanayileşmenin başladığı zamanlardan bu yana durumun ‘insanlar’ için hayra gittiğini pek söyleyemeyiz. Tabii salt kalıplaşmış şekilde teknoloji çok kötü, en iyisi eski zamanlar, gibi cümleler kuracak değilim; ancak çağın götürdüklerini hesaplayıp insanların bu durumlara karşı nasıl tavır aldıklarını/almadıklarını eleştirebilirim. Sadece insanların değil, aynı zamanda devletlerin, sistemin, kapitalizmin, adına her ne dersek. Bu eleştirilecek özelliklerin en başta gelenlerinden biri şeffaflık arzusu. Şeffaf olma arzusu. Kendini gösterme uğraşı, hatta giderek büyüyen bir narsisizm. İnternet ve sonrasında da sosyal medyanın bu kadar büyümesiyle daha da artan bu istek, yaş farkı göstermeden herkesin üzerine çökmüş durumda. Yaptığımız en basit işten en komplike işlere kadar kendimizi tamamen şeffaflaştırıp, üzerimizdekileri soyup meydana çıkmadan ‘var olduğumuzu’ sanki kanıtlayamıyoruz artık. Cep telefonu kullanmayan insanlara, sosyal medyalarda görünmeyenlere birer meczup gözüyle bakılıyor. Bir telaş var ortada, kendimizi göstermek, şeffaf olmak telaşı. Tabii ki bunu sadece kişiler bazında ele almak meseleyi tamamen derinleştirmeye yaramaz. Çünkü kimse kendi kendine bu duruma gelmedi. Ortada, kabul edilsin veya edilmesin bir sistem var ve insanları gerek algısal olarak manipüle ederek, gerekse sosyal açıdan zorlayarak buraya kadar itti. Direnenlerin sayısı çok az. Fakat onlar da nereye kadar direnecek ya da görünmemenin bir nimet olduğunu bakalım ne zamana kadar koruyabilecek?

Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byulg-Chun Han’ın Şeffaflık Toplumu kitabı tam da yukarıdaki girişe uygun bir kitap. Metis Yayınları’ndan Mayıs 2017’de neşredilen eser, incecik, fakat buna mukabil ağır bir kitap. Sondaki notlarla birlikte 78 sayfadan oluşan Şeffaflık Toplumu, önsöz hariç dokuz bölüm içeriyor: Olumluluk Toplumu, Teşhircilik Toplumu, Apaçıklık Toplumu, Porno Toplumu, İvme Toplumu, Teklifsizlik Toplumu, Enformasyon Toplumu, İfşa Toplumu, Kontrol Toplumu. Bölümlerin hepsi birbiriyle bir yönden bağlantılı olsa da tek tek okunduklarında da bir sorun teşkil etmiyor. Hatta bölümler kendi içlerinde bir anlama sahip olmasına rağmen paragraf paragraf okunduğunda dahi okur birçok şey anlayabilir. Bir bütün içinde fakat tek tek de anlamı olan aforizmalar şeklinde yazılmış diyebiliriz eser için. Ancak kesinlikle tek bir okunmayı değil birçok kez okunmayı hak eden ve belki de başucumuzda durması gereken eserlerden Şeffaflık Toplumu.

Şeffaflık kelimesinin ne anlama geldiğinden bunun birçok kavram ve olguyla ilişkisine değinen yazar, Korece baskıya yazdığı önsözde şeffaflığın toplum nezdinde hangi yanlış anlamlara geldiğine, şeffaflığın olumsuz anlamda neler getirebileceğine, şeffaflık-enformasyon-verimlilik arasındaki ilişkiye değiniyor ve okuru şeffaflığın şiddetini açılayarak kitaba adeta itiyor: “Şeffaflık insanı camlaştırır. Şiddeti de buradadır. Sınırsız özgürlük ve iletişim topyekûn kontrol ve gözetime dönüşüyor. Sosyal medya da giderek toplumsallığı disiplin altına alan ve sömüren dijital panoptikonlara1 benziyor daha çok.

Bu şekilde yazılmış kitapların özellikle ilk bölümlerine her zaman dikkat ederim. Çünkü yazarın düşüncelerini, ne anlatmak istediğini bu bölümlerde çözebiliriz. Bu kitap özelinde de baktığımızda, kitabın en ilgi çekici bölümünün bu ilk bölüm olan “Olumluluk Toplumu” olduğunu söyleyebilirim. Olumluluk, kelime itibariyle insanların aklına güzel şeyler getiren bir kavram. Olumlu düşün deriz bir şey olduğunda, ya da hayata ne kadar olumlu bakıyor dediğimiz insanlar vardır. Fakat Han, bu kavramı insanların çoğunun düşündüğünün aksine bir yerden ele alıyor ve tam tersi bir anlatımla, “olumluluğun” şeffaflıkla ilgisine değiniyor. Olumsuzluğa karşı olumlu olma halinin üzerimize deyim yerindeyse karabasan gibi çöktüğünü savunan Han, olumlu olmaya zorlanma halimizi şeffaflık ve enformasyon ile birlikte ele alıyor. Şeffaflık toplumumun kendini öncelikle bir olumluluk toplumu olarak gösterdiğine değinen yazar, kitabın genelinde de ele aldığı gibi bu kavramı totaliter bir durumda olduğu için eleştiriyor. Kitabında genel anlamda “herkesi aynı olmaya zorlama” ile özdeş tuttuğu şeffaflığı geniş bir açıdan ele alan yazar, şeffaflık-hız ilişkisini, şeffaflığın totaliter bir unsur olduğunu, şeffaflığın şiddet içeren bir şey olduğunu her bölümde inceliyor. Kapitalist sistemin bizi getirdiği yerde görünme ve şeffaf olma halini yer yer psikolojik bir anlatımla da destekleyen Han, kitabında birçok sosyolog, psikolog veya başka yazarlardan da dayanak getirmiş yazılarına. Bu açıdan okura geniş bir okuma imkânı sunuyor.

Ruh, yalnızlık ister. İnzivaya çekilmeye benzer bir yalnızlığa sık sık ihtiyaç duyar insan ruhu. Modern hayatın dayattığı her zaman aktif olma hâli, hayata olumlu bakma hâli, paraya endeksli bir yaşam, güç gösterileri, her zaman her şeyi bilmeye çalışmak, kibir, insan ruhunu tüketir. Özellikle şehrin içinde ruhumuzu kaçıracak yer bulamazsak tükeniriz. Şeffaflık iyidir, diye düşünebilir birçok kişi. Görünür olma hâli, belki de unutulmayacağımızı hissettirir. Sosyal medyada veya hayatın herhangi bir anında her an şeffaf olmaya çalışmak insanın insan olma hâliyle ilgili değildir. Han, uzak doğulu bir yazar. Alman vatandaşı olmasına rağmen bu kitabında bir Avrupa insanından ziyade bir Asya insanı gibi yazmış yazılarını. Özellikle Avrupai bir hayatın özelliklerini sunduğu kitabına bir uzak doğulu bakışıyla bakabilmek önemli. Belki de bir Avrupa insanının ömrü boyunca düşünmeyeceği şeyler söylüyor. Biz de şu an Han’ın kitabında bahsettiği durumda olsak da bir Avrupalı gibi olmadığımızı düşünüyorum bu konularda. En azından bazen, ruhumuzun yorulduğunu hissediyor olmamız gerekir: “İnsan ruhu, görüldüğü kadarıyla, ötekinin bakışından uzak, kendi başına kalabileceği alanlara ihtiyaç duyar. Geçirgenlikten yoksun olma gibi bir özelliği vardır. Bütünüyle ışıklandırılması yanmasına ve ruhsal tükenişe (burnout) yol açacaktır. Sadece makineler şeffaftır. Hayatı hayat yapan kendiliğindenlik, olay doluluk ve özgürlük şeffaflığa izin vermez.

Han, kitabında sadece durum tespitinde bulunmuyor, aynı zamanda önerilerini de söylüyor fakat her yerde değil. Örneğin mesafe kavramı önerisi bunlardan biri. Ayrıca bütün kitabında şeffaflığı anlatırken bunu bir paradoksa bağlaması da ilginç. Hiçbir zaman tamamen şeffaf olunamayacağını savunan Koreli yazar, şeffaflığa ne kadar zorlanılırsa o kadar bundan uzaklaşılacağını savunuyor. Aslında bu ifadenin anlattıklarıyla bir çelişki oluşturduğu düşünülse de detaylı okunduğunda bunun böyle olmadığı görülüyor. Ancak Han, her halükarda sistemin kendi işini gördüğünü, işini hallettiğini de ekliyor.

Modern insan, bilgi sağanağı altında yaşıyor. Enformasyon kirliliği her yere sıçradı, ne kadar bilgiye sahipsek o kadar bilgin sayıyoruz kendimizi. İçselleştirilmemiş bilgilerin hamallığını yapıyoruz. Sanki okumadığımız kitapları sırtımızda taşır gibi. O kitapları taşıyınca nasıl bilgin olamıyorsak, bilgi sahibi olmakla da bilgin olunmuyor, hakikate giden yol açılmıyor. Han, şeffaflık-hakikat ilişkisinde anlamın eksikliğine dikkat çekiyor ve kitabının ilk bölümünde bahsettiği olumluluk ilkesinin bilgileri sadece bir yığın haline getirdiğini belirtiyor: “Şeffaflık ile hakikat özdeş değildir. Hakikat, diğer her şeyi yanlış ilan ederek kendini ortaya koyar ve kabul ettirir. Daha fazla enformasyon ya da enformasyon yığınından ortaya hakikat çıkmaz. Bunlarda yön, yani anlam eksiktir. Tam da hakiki olanın barındırdığı olumsuzluğun eksikliğinden ötürü olumlunun urlaşması, yığınlaşması söz konusudur. Aşırı-enformasyon ve aşırı-iletişim hakikat eksikliğinin, dahası varlık eksikliğinin belirtisidir. Daha fazla enformasyon, daha fazla iletişim bütünün temel belirsizliğini ortadan kaldırmaz. Hatta daha da artırır."

Kitabın sonraki bölümlerinde yine şeffaflığa temas eden noktaları değerlendirmeye çalışan yazar, ‘Teşhircilik Toplumu’ bölümünde ‘görünme’ ve ‘sergilenme’ durumunu inceliyor. Sergilenme ve insan siması üzerinden bir bağ kuran Han, fotoğrafçılık üzerinden fikirlerini genişletiyor. Kapitalist düzenin bir şiddeti görüyor yazar, teşhircilik ve reklamcılığı.

Kitapta, kavramlar çok önemli. Yazar, kitabının başında kullandığı bir kavramı yeri geliyor sonuna kadar kullanmaya devam ediyor. Bu yüzden okurun yüksek dikkatini istiyor kitap kendini okutmak için. Olumluluk, olumsuzluk, boşluk, kesintisizlik gibi kavramların yazar nezdinde ne şekilde kullanıldığını bilmek kitabı okumayı kolaylaştıracaktır.

Kitabın son bölümü ‘Kontrol Toplumu’ adına sahip. Yazar burada şeffaflık ve güven arasındaki bağı inceliyor fakat bu bölümün son paragrafı bütün kitabın özeti niteliğinde. Dünyanın, insanların, toplumların gittiği, daha doğrusu sürüklendiği yer açısından nerelere yol aldığını kısaca özetliyor Han ve kitabına noktayı koyuyor. İnsanların kayıtsızlığı ve dijital dünyanın geldiği noktada gözetlenme durumunu şöyle savunuyor: “Günümüzde yerkürenin bütünü bir panoptikon durumuna doğru gelişme gösteriyor. Panoptikonun dışı diye bir şey mevcut değil. Bir topyekûnlük söz konusu. İçerisini dışarıdan ayıran bir duvar yok. Kendilerini özgürlük alanları olarak sunan Google ve sosyal ağlar panoptik biçimlere bürünüyorlar. Bugün gözetleme, genelde sanıldığı şekliyle özgürlüğe saldırı şeklinde gerçekleşmiyor. İnsanlar kendilerini daha ziyade gönüllü olarak teslim ediyor panoptik bakışa. Kendilerini soyarak ve teşhir ederek dijital panoptikonun oluşuna bilerek katkıda bulunuyorlar. Dijital panoptikondaki mahkûm aynı zamanda hem kurban hem faildir. Özgürlüğün diyalektiği işte budur. Özgürlüğün kontrol olduğu ortaya çıkıyor.

Sorgulayıcı bir kitap Şeffaflık Toplumu. Bu dünyadan rahatsız olan herkes içinde kendine yakın birçok fikir bulacak ve bir bakış açısına sahip olacaktır. Bilinen felsefe kitapları gibi dili ağır olsa da başka filozof veya psikologlardan yapılan alıntılarla ağır dilini sadeleştirmiş Han. Her bölüm aynı zorlukta okunmasa da bazı bölümleri anlamak ciddi çaba gerektirebiliyor. Han, bu çağın panoptik açıdan bir özetini sunuyor okura. Gerisi okurun sorgulamasına kalmış.

*Panoptikon: İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham'ın 1785 yılında tasarlamış olduğu hapishane inşa modelidir. Tasarımın konsepti gözetlemeye izin verir. Şöyle ki; bütünü (pan-) gözlemlemek (-opticon) anlamına gelen bu tasarım birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

16 Ağustos 2016 Salı

Performans toplumunun şiddeti

Yirminci yüzyılın son çeyreğinde Deng Xiaoping'in Çin devletinin çıkarlarını koruyup geliştirmek adına merkezi planlama yerine ekonomiyi liberalleştirerek piyasa sosyalizmini devreye sokması, içinde bulunduğumuz toplumu şekillendiren belki de en önemli adımdı. Bu adım Amerikan Merkez Bankası'nın finans kapitali serbestleştiren yeni para politikaları ile karşılık buldu ve Reagan & Thatcher yönetimlerinin etkisiyle de bütün dünyaya yayıldı. İstihdam yönlü düzenleyici politikalarının aksine enflasyonla mücadeleye yönelik politikaların ağırlık kazanması, piyasaların ve ticaretin serbestleştirilmesini de beraberinde getirdi. Neoliberal olarak adlandırılan bu politikaların hayata geçirilmesi, mevcut kurumların yanı sıra iş bölümünden sosyal ilişkilere yaşam biçimlerinden alışkanlıklarına toplumun her alanında bir dizi değişimi beraberinde getirdi ve 21. yüzyılın dünyasını biçimlendirdi.

Almanya'da yaşayan Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han da çalışmalarında kapitalist dünya ekonomisinin bu son döneminde ekonomik-politik pratikler bütünü ile ortaya çıkan yeni yaşam biçimlerini gözlemliyor.

Byung-Chul Han'ın Türk okuyucusu ile tanıştığı ilk kitabı “Yorgunluk Toplumu” geçen yıl Haziran ayında neşrolmuştu. Kısa bir zaman zarfı içerisinde de ikinci kitabı “Şiddetin TopolojisiMetis Yayınları tarafından Dilek Zaptçıoğlu'nun çevirisi ile Türkçe'ye kazandırıldı. İki bölümden oluşan yeni kitabında Han, farklı bakış açısıyla günümüzde yerini tasviri mümkün olmayan bir belirsizliğe bırakarak yaygınlaşan şiddetin tarihsel uğraklarını tespit etmeye çalışıyor. Birinci bölümde şiddetin olumsuzluk kılığında tezahür eden makrofiziksel görünümlerini; ikinci bölümde de şiddetin olumlandığı mikrofiziksel görünümlerini Freud, Schmitt, Bourdieu, Foucault, Deleuze, Agamben gibi isimler üzerinden ve geç modernitenin gözünden tartışarak izini sürüyor.

Yazara göre yirmi birinci yüzyıl toplumu, özne üzerinde kurulan tahakküm ilişkilerinin ortadan kaldırıldığı, performans adı altında işletilen sahte bir özgürlük anlayışı ile kişiyi kendi boyunduruğu altına sokarak sömüreni sömürülen konumuna indirgeyen bir toplumdur. Dolayısıyla günümüz toplumlarını, insan bedenini emirler ve yasaklar sistemiyle disipline etmeye, denetim altına almaya ve bu şekliyle hayatı gerçekleştirmeye çalışan modeller açıklayamamakta, psikolojik ve topolojik değişimleri tasvir etmekten yoksun kalmaktadır. Zira hiçbir şeyi dışarıda bırakmayacak bir bütünlük ilkesi, refahın işlev bozukluğu gösterdiği günümüz toplumlarında parçalanarak atomize edilmekte, yasak ve emirlerin yerini de proje ve girişimler almaktadır.

Böylesi bir toplumda şiddet de, deformasyona dayalı disipline edici modern toplumların olumsuzlanan şiddetinden farklılık arz eder. Hakeza vasıtası kan olan modern öncesi toplumların şiddet anlayışından da. Özgürlükle mecburiyet arasında ayrım yapmayan, patalojik tezahürü depresyon olan, geç modern başarı ve performansa dayalı günümüz toplumunda, olumluluğun şiddeti egemendir. Sınırları ve farklılıkları ortadan kaldırmaya çalışarak ötekini ve yabancıyı olumlayan küreselleşmenin de yoğun etkisiyle şekillenen günümüz toplumunda şiddet, her türlü düşmandan ve iktidardan bağımsızlaşarak kendini gerçekleştiriyor. Aşırı performans, üretim ve iletişim ile kitleselleşerek yıkıcı bir görünüm alıyor. Bu aşamada şiddetin ağırlık noktası içeri kaymıştır. Byung-Chul Han'a göre “egemenlik toplumundaki kelle alıcı güç, yani dekapitasyon, disiplin toplumundaki deformasyon ve başarı ve performans toplumundaki depresyon, şiddetin topolojik dönüşümünün birer aşamasıdır.”. Her bir aşamada şiddet daha da içselleştirilerek görünmez bir hale bürünür ve insanın kendisine yönelir.

Byung-Chul Han'ın kitabı, soyut süreçlerden uzak sunduğu yeni bakış açısı ile şiddeti ve içinde şekillendiği toplumu, kurumları ve ilişki ağları üzerinden somut bir şekilde tahlil ederek güncelliyor. Her ne kadar “Şiddetin Topolojisi” Batılı diyebileceğimiz bir toplum tasavvuruna dayandırılıyor olsa da, Türkiye'ye etkisi ve benimsendiği ölçüde neyle karşı karşıya kaldığımız sorusuna cevaben havaya atılmış bir uyarı fişeği görevi de üstlenmekte.

Son bir not düşmek gerekirse Byung-Cul Han'ın kitaplarının bu kadar kısa süre içerisinde gerek kültürel gerek siyasal olarak birbirinden farklılık arz eden yayınevlerince çevirilerinin yapılması da bizleri şaşırtmamalı. Aksine yeni toplumsalın farklı kesimlerce okunması ve anlaşılması çabası şeklinde değerlendirilmelidir. Lâkin hızla değişen toplumsallıkları okuma ve Türkiye'ye etkilerinin anlaşılma çabasının sahiciliği için de ciddi bir eleştirel kültürü gerekli kılmaktadır. Yoksa bu tip çeviriler bavul ticaretini andırır bir şekilde yeni düşünce rüzgârlarını arkasına alan sınırlı bir çevrenin suyu bulandırmasından öteye gitmez, gitmiyor da.

Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs

11 Şubat 2016 Perşembe

Disiplin toplumunun ötesinde yorgunluk toplumu

Byung-Chul Han, günümüz toplumunun Foucault’nun disiplin toplumu ile bahsettiği hastanelerden, tımarhanelerden, hapishanelerden, kışlalardan ve fabrikalardan oluşmadığını; bunların yerini fitness salonlarının, bürolardan oluşan gökdelenlerin, bankaların, havaalanlarının, alışveriş merkezlerinin ve gen labaratuvarlarının aldığını söyler: “21. Yüzyıl toplumu artık bir disiplin toplumu değil, performans toplumudur. Sakinleri de “itaatkâr özne” değil, performans öznesidir.

Buna göre mekânları normal ve anormal şeklinde birbirinden ayıran disiplin kurumlarının duvarları günümüz toplumlarını açıklayamamakta, performans toplumunun psikolojik ve topolojik değişimlerini tasvir etmekten yoksun kalmaktadır. Yasak ve emirlerin yerini projelerin ve girişimlerin aldığı performans toplumuna değinmeden önce, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için toplumun ve Foucault’un ona kattığı disiplinci yapının ne anlama geldiğine kısaca da olsa değinmek gerekmektedir.

İnsan gruplarının karşılıklı ilişkiler ağıyla bir bütünlük oluşturduğu toplum, kavram olarak da özgül bir tarihsel sürecin ürünüdür. Toplum, ilahi olanın yerine ikame edilerek Aydınlanma dönemi ile dünyevileştirilmiş, kendi kimliğine kavuşturulmuş ve bir birliktelik olarak ele alınmıştır. Tarihi düzçizgisel bir ilerleme şeklinde algılayan Marquis de Condorcet gibi Aydınlanmacılar, toplumu da buna göre tanımlayarak bireylerin yetenek ve kazanımlarını ortaya koydukları toplam gelişme şeklinde görmüşlerdir. Immanuel Kant ile ilerleme, tarihsel süreci tekeli altına alan bir süreç şeklinde görülmeyip bir hedefe yönelme şeklinde algılanmış, Auguste Comte da bu anlayışla endüstriyel toplumu tanımlamıştır. Toplumu organik ve uyumlu bir bütün olarak gören Comte, işbölümünü biyolojik vasıflarından çıkararak toplumsallaştırmış, bireylerin farklılıkları ve yetenekleri üzerinden tekrar tanımlamıştır. Devrimler Çağının çocuğu olan Comte, dönemin siyasi ve entelektüel gelişmelerinin yanında modern olanı özellikle endüstride görmekteydi ve modern toplum da bunun bir ürünü olmalıydı. Karl Marx da toplumu belirli bir üretim ve tarihsel süreçlerin ürünü olarak görmüş; fakat Comte gibi bütün insanların tabi olduğu bütünleşik ve yalın bir yapı şeklinde algılamamıştır. Aksine Marx, toplumu üretim tarzına bağlı iktisadi sınıfların teşkil ettiği bir yapı şeklinde analiz ederek, hâkim toplumsal yapının da egemen sınıfın özel çıkarlarına hizmet ettiğini dile getirmiştir. Dolayısıyla toplum, iktidarı elinde bulunduran egemen sınıfın kitle üzerinde kurduğu kültürel, entelektüel bir tür hegemonya alanıdır ve ağırlıklı olarak da üretim ilişkileri üzerinden şekillendirilir. Michel Foucault da hapishanelerin doğuşunu incelerken tespit ettiği disiplin toplumunun mekanizmaları ile Marx’a itiraz eder. Foucault’a göre Marx, iktidarı klasik egemenlik paradigması üzerinden okumaktadır. Bu egemenlik anlayışı iktidar ile toplumsal alanı birbirinden ayırarak iktidar olanı görünür kılarak zor yolu ile toplumsala hâkim kılmaya çalışır. Oysaki 19. Yüzyıl toplumlarında bakış açısı iktidardan iktidara tabi olanlar yönünde değişmiş; mekânsal ayrıştırma üzerinden gözetim ve buna bağlı kontrol teknikleri ile belirli normlar topluma hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Foucault, disiplin mekanizmalarını teşhir ederken İngiliz hukukçusu Jeremy Bentham’ın Panoptikon’undan büyük ölçüde faydalanmıştır. Mükemmel toplum hayallerinin kurulduğu 18. yüzyılın sonunda Bentham tarafından ortaya atılan panoptikon, bir kişinin herkesi görünmeden izleyebileceği ve iktidarın da kendisine uygulama alanı bulduğu bir mekân şeklinde tasavvur edilmiştir. Gerçekten de, 18. Yüzyılın son çeyreği ile 19. Yüzyılın ilk yarısında Foucault, hapishanelerin yeniden düzenlenmesinde bu temanın esas alındığını belirtir. Bentham’ın bir mimari düşünce olarak sunduğu panoptikon, hiçbir şeyi dışarda bırakmayacak bir bütünlük ilkesi ile okul, yetimhane, hapishane, ıslahevi, ordu, fabrika, vs. kapalı sistemleri disiplin toplumunun aygıtlarına dönüştürmüştür.

Velhasıl günümüz toplumları Foucault’un 19. yüzyıl anlatısı üzerinden işlediği disiplin teknikleriyle açıklanabilecek özelliklere sahip değildir. Jean Baudrillard’ın çok yerinde bir tespitiyle Foucault, iş işten geçtikten sonra konuştuğu için iş işten geçmeden konuşmaya çalışanlar, 21. yüzyıl toplumlarına isim biçme yarışına girdi. Artık panoptikondaki gibi bireyin gözetiminden ziyade yeni durum bütün bir toplumun gözetimine kaymakta ve buna dair teknikler geliştirilmektedir. Zygmunt Bauman, küreselleşmenin de etkisiyle geliştirilen kitle iletişim teknolojileri yoluyla toplum üzerinde kurulan yeni iktidar mekanizmalarını tanımlamak için Thomas Mathiesen’in “Synopticon” terimine başvururken, Gilles Deleuze da, William Burroughs’un ele aldığı “Denetim Toplumu” kavramına içeriğini vererek bütünleşmiş dünya kapitalizminin beden ve arzuları kontrol altına aldığından bahseder. Bu örnekler Jean Baudrillard’ın “Tüketim Toplumu”, Stjepan G. Mestrovic’in “Duyguötesi Toplum”u, Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” değerlendirmeleri ile çoğaltılabilir.

Byung-Chul Han’ın da disiplin toplumunun ötesinde tanımlamaya çalıştığı “Yorgunluk Toplumu” bu türlü bir kaygının ürünüdür. Han’a göre artık performans adı altında özne üzerinde kurulan tahakküm ortadan kaldırılmış; fakat kişi kendi boyunduruğu altına sokulmuştur. Bir başka deyişle sömüren aynı zamanda sömürülendir ve yaratılan bu sahte özgürlük ortamı ile gelen verimlilik ise kontrol edilemez şiddetli bir yorgunluğu da açığa çıkarmaktadır. Yorgunluk, sanayileşme öncesi toplumlarının en önemli sorunu olan kıtlık ve açlığın sanayileşmeyle aşılmasından sonra performansa dayalı yapılar ile refahın işlev bozukluğu gösterdiği sanayi sonrası toplumlarının ortak sendromu haline gelmiştir. Performansa dayalı bu yorgunluk hali fiziksel olmaktan ziyade sinirseldir; depresyon, dikkat eksikliği, hiperaktivite, kişilik bozukluğu ve tükenmişlik sendromu ile gelen patolojik bir manzarayı tayin eder. Bu haliyle de yorgunluk toplumu, deliler ve caniler doğuran disiplin toplumuna nazaran depresif ve mağluplar yaratır.

Her ne kadar bir terim olarak toplum, ilkin 1640’lı yıllarda düzenli bir cemaat içerisinde bulunan insan birlikteliğini tanımlasa da, aradan geçen dört yüzyıla yakın zaman zarfında bu birliktelikler içerisindeki ilişkileri niteleyecek şekilde birçok farklı anlamda kullanılmıştır. Bunların çoğu, toplumsal olanı soyut süreçler üzerinden tahayyül ederken yukarıda kısaca da olsa değinildiği gibi bir kısmı da dönemin güncel kurumları ve ilişki ağları üzerinden topluma somut bir anlam verme çabası içerisine girmişlerdir. Byung-Chul Han’ın çabası da bu minvalde önemli bir değerlendirmedir; şayet toplum diye bir şey varsa.

Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs