28 Aralık 2018 Cuma

Kültürel yalanlarla arası iyi olmayanlara

Kadınların tamamını kendine ayıran, büyüyen oğlunu ihraç eden babayı toplanıp öldüren oğlanlar cesedi yemiş. Bu metaforik tüketme ile gücünü ve kimliğini de edinmiş. Ölümünden sonra özlem, sevgi, pişmanlık zamana yayıldıkça aşırı övgülere dönüşmüş. Kör ölmüş şehla olmuş. Tanrı doğmuş. “Temelde,” diye bağlar Sigmund Freud, “Tanrı yüceltilmiş bir babadan başka bir şey değildir.

Tanrı’nın psikolojik ihtiyacı karşılamak için insan tarafından yaratılması durumu yine aynı ihtiyacı temel alan ters bir okumada; bunun, psikolojik ihtiyacı insan fıtratı ile beraber yaratan tarafından içimize üflenene karşılık geldiğini de ispatlar pek tabi.

Ama derdimiz Freud’u çürütmek değil ondan faydalanmak olmalı! Ve inancın kökenine ilişkin ilk kapsamlı bilgiyi ortaya koyan Sigmund Freud’un 1913 yılında yayımladığı Totem ve Tabu adlı bu eserini de daha çok antropolojik bir inceleme olarak değerlendirmeliyiz.

Zira, “kitle” okuması yapıp, ışığından aydınlanabileceğimiz satırları almadan, “sapık” ya da “dinsiz” gibi bir yargı ile ötelenemeyecek kadar kıymetlidir Freud.

Ayrıca kitabı antropoloji tarihi içinde değerlendirirken, kültürel antropoloji kıyaslamasına girmek, 1913’te yazılmış bir kitap için kronolojik bir cehalet olur. Kendisine kadar olan saha çalışmaları ile değerlendirilmeli ki kendisine kadar olan antropologların görüşlerini karşı argümanları ile beraber kendi fikrini dikte etmeden bilimsel bir tavır ile kullanmıştır. Morgan, Westermarek, Spencer, Darwin, bunlardan bazılarıdır.

"Totemizmin teorik açıklanışı konusunda fikir ayrılıkları bulunduğu gibi, bunu meydana getiren olayları (…) genel hükümler halinde ifade etmenin asla mümkün olmadığı da söylenebilir. Hiç bir yorum yoktur ki, bir takım istisnalara ve itirazlara yol açmasın. Ama şunu unutmamak gerekir ki, en ilkel ve en tutucu kavimler bile, belli bir anlamda, eski ve arkalarında uzun bir geçmiş bulunan kavimlerdir ve bu uzun geçmiş esnasında, onlarda ilkel olan şey büyük ölçüde gelişmeye ve bozulmaya uğramıştır. Nitekim bugün bile kendilerinde totemizme rastladığımız kavimlerde, bu totemizm son derece çeşitli bir dağılış, parçalanış ve başka sosyal ve dinsel kurumlara geçiş halinde bulunur ya da durağan şekiller altında bulunsa bile, ilkel halinden büyük ölçüde ayrılmış durumdadır. Bu nedenle, şimdiki durum içinde neyin canlı bir geçmişin sadık bir imajını temsil edip, neyin bu geçmişin ikincil bir deformasyonundan ibaret olduğunu söylemek kolay bir iş değildir." diyebilmek için zihin platolarında ferahlık şarttır…

Pek tabii totem, tabu, ensest, egzogami, büyü, sihir gibi konuları barındıran eser bir psikanaliste ait değilmiş gibi geliyor. Fakat burada "büyü/sihir/cin gibi kavramların ya da bir topluluktaki ‘krala dokunmama tabusu’ gibi tabu davranışların, aslen zihinde kurulan ilişkilere gerçek muamelesi etmekten ileri geldiğini; hayal edilen ilişkilenmelere gerçeklik atfetmekten ibaret olduğunu" dert edinirken asıl aydınlatmak istediği; hala bu özellikleri barındırarak yaşayan insan topluluklarına dikkat çekmektir. İlkel insanı anlamak için 1900’lerin başında Afrika’ya bakmayı tavsiye eder. Yaşayan bir örneklem sunar.

Bu konuya eğiliminde şunu bilerek ilerlemek gerekir ki; kimsenin totemi büyüsü derdinde değil Freud.

Bir bilim insanı bakışı ile yetişkin insanın ilkel formu olan çocukla; uygarlığın ilkel formu olan ilkel topluluklar arasında enfes bir analoji kuruyor.

Çocuktaki anlamsız inançları, ilkel toplulukların inançlarına benzetiyor.

Nevroz, büyüyememiş bir çocuk!

Nevrozdaki akıl yanılsamaları ilkel insanın tabuları oluyor böylece.

Ama!

Ama çocuk büyürken yok olan totemlere karşılık; klandaki, sebebi açıklanamayan ensest yasağının modern topluluklarda da sürdüğünü fark ettiğinde, cinselliği, nevroz yanılgıların başrol oyuncusu yapıyor. Bugün ensest konusunda şairlerin yüzyıllardır biriken özlem ve övgüleri de belki bu değişmeyen yasağa verilmiş tepki olarak algılanmalıdır.

Bu geçiş ve sebep-sonuç ilişkisi çok değerli bir izlektir!

Freud, Nietzsche'nin Platon'dan bu yana gelen felsefedeki ahlakçı putları yıkması gibi; cinsellik mefhumunun etrafındaki putları yıkmış ve onu bir araştırma nesnesi haline getirebilmiştir.

Totem ve Tabu, fikir belirtmez. Nietzsche'nin “Ahlakın Soykütüğü Üzerine” eserinde ahlakı kökenbilim araştırmasına tabi tutması gibi; cinselliğin, kökenbilim araştırmasına tabi tutulduğu, bu konuda milat sayılabilecek eserdir.

Bu yüzden, "Freud bu, işi gücü cinsellik” deyip, okudukları üç yazar ile bilim tarihini çürütmeye çalışanlara şunu hatırlatmakta da fayda var; Freud'un libido kuramını cinsellik üzerinden temellendirdiği doğrudur. Fakat canı öyle istediği için bunu yapmamıştır, görüldüğü üzere kaçınılmaz sonuçlar onu kuramını bu şekilde biçimlendirmeye itmiştir. Yani “insan ırkının işi gücü” her ne ise ortaya çıkan odur. Mesnevi’de de bulursunuz bunu, Kuran’da da, Tevrat’ta da, Das Capital’de de, “aşk”ta da… Görülen o ki; kutsalınız her ne olursa olsun, alanı “insan”ı içeriyorsa, “üremek” motivasyonu bu içeriğin yön oklarını oluşturmaktadır.

Kültürel yalanlarla arası iyi olmayanların pek seveceğini düşündüğüm bu kitabı geride bırakıp, Freud çağından Jung’a yükselmek gibi bir özlemim benim de var! Ama bu; “bir, iki, üç, zıpla!” demekle olmuyor maalesef! Mesela, Nakşî Şeyh’i olan, 86’da ABD’nin uzaya yolladığı Challenger uzay mekiğinin cıvatalarını gevşettiklerini iddia eden adam(lar) tımarhaneye atılmazken; totemi kutsanıp, tabusu makbul görülürken; eğitim bakanının Ziya Selçuk olması ile isminden mülhem aydınlanacağız zannedenlerin beklentileri, üzülerek söylüyorum ki beyhudedir!

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

Tanzimat'tan II. Meşrutiyet'e taşradaki Osmanlı

Kemal Tahir’in külliyatına baktığımızda birçok iki veya üç kitaptan oluşmuş seriler görmek mümkündür. Bunların en önemlisi elbette Esir Şehir Üçlemesi dediğimiz Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu ve Yol Ayrımı’dır. Fakat bu üç kitaba baktığımızda hepsinin kendi başına kült birer eser olduğunu görebiliriz. Yani tek tek de bu eserleri okusak, birçok şey alabiliriz bu kitaplardan. Özellikle Yol Ayrımı tek başına, çok partili hayata geçiş denemelerini anlama açısından önemlidir ve serinin ilk iki cildini okumadan da bu kitap okunabilir. Fakat Yediçınar Yaylası, serinin diğer kitaplarını okumadan tek başına çok da bir anlam ifade etmez. Daha doğrusu mânâsı eksik kalır. Köyün Kamburu ve Büyük Mal ile beraber okuyup tek bir değerlendirme yapmak daha doğru olabilirdi ancak ayrı ayrı değerlendirmeyi tercih ettim.

1958 yılında ilk baskısını yapan Yediçınar Yaylası Tanzimat Fermanı’ndan II. Meşrutiyet’in ilanından üç yıl sonrasına uzanıyor. Bu üçleme ise Atatürk’ün ölümüne kadar uzanıyor. Fakat 1911 yılında sonlanan Yediçınar Yaylası’yla devam etmek bu değerlendirmeyi biraz daha kapsamlı hâle getirecektir.

Mülkiyet kavramının yanlış yönü, toprak ağalığı, eşkıyalık gibi toplumsal sorunlar işleniyor Yediçınar Yaylası’nda. Kemal Tahir, nasıl ki mütareke dönemi romanlarında içinde bulunulan sosyal ve siyasal hayatı şehir içinden şehirli karakterlerle okura yansıttıysa, Yediçınar Yaylası’nda Osmanlı Devleti’nin son zamanlarını, bazı kritik olayları (Tanzimat Fermanı’nın ilânı, İkinci Meşrutiyet’in ilânı vb.) Çorum ilinden ve dolaylarından ve orada yaşayan karakterlerin gözünden okura yansıtıyor. Yani kırsaldan payitahta bakıyor.

Toplam beş bölümden oluşur Yediçınar Yaylası. “Başlangıç” bölümüyle okur için ön bir okuma sunan Kemal Tahir, birinci bölümün ismini “Ağalık Vermekle…”, ikinci bölümün ismini “…yiğitlik vurmakla…” koymuş. Üçüncü ve dördüncü bölümleri isimsiz bırakmış. Zaten son iki bölüm oldukça kısa. En uzun bölümü ise ikinci bölüm oluşturuyor. Başlangıç bölümü, Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği tarihlerde başlar. En kestirmeden gidecek olursak, Başıbozuk Ağası, Çorum Âyanı Dilâver Ağa ile Çakır Kâhyaların Hüseyin Efendi arasındaki çekişmeleri konu ediyor demek mümkündür. Uzun sayılabilecek bir zaman diliminde geçen Başlangıç bölümünde, dikkat çeken bir diğer karakter Kambur Kadı’dır. Kitabın sadece bu bölümünde bulunan Kambur Kadı’nın kitabın ilerleyişine etkisi vardır. Dilâver Ağa’nın nasıl âyan olduğundan, Hüseyin Efendi’nin bunu içine sindirememesinden ve aralarındaki düşmanlığın boyutlarından bahsedilir bu bölümde. Çakır Kâhyalar bu bölümden sonra da kitapta ana karakterlerin bulunduğu ailedir. Önce Hüseyin Ağa’nın oğlu Ömer, daha sonra da Ömer Ağa’nın oğlu Kenan kitaptaki asli karakterleri oluşturur.

Evet, vaktin birinde, Çakır Kâhyalardan Halil Efendi’nin Ömer oğlan, Başıbozuk paşası Dilâver Ağa’yı katiyen adam hesabına almayıp, herifin kahpesini güpegündüz atına hoplatarak Yediçınar Yaylası’na çıkarmıştı da, dünyanın yüzüne ‘yiğit-erkek’ diye nam salmıştı.” şeklinde başlayan roman aslında geriye yönelik bir süreci takip eder. Yani, Ömer’in, Dilâver Ağa’nın Cemile’sini kaçırmasına hangi olaylar sonucu varıldığı anlatılır. Bir köy kahvesinde etrafına topladığı insanlara halk hikâyesi anlatır şeklinde yazılmıştır bu bölüm. Kemal Tahir bu olaydan yola çıkarak birçok olayın iç yüzünü anlatmayı sürdürür. Âyanlık müessesi, Kambur Kadı’nın alicengiz oyunları, Çorum ve çevre insanlarının sosyal hayatı bu süreçte işlenirken aynı zamanda Osmanlı’nın son dönemleri de satırlara yansıtılır. Tanzimat Fermanı’nın ilanına Çorum ahalisi şöyle bakar örneğin:

…Durmaya kalmadı, koca Sultan Mahmut bu işleri kibrine yediremedi de dertlenip öldü. Yerine büyük oğlu, Sultan Mecit geçip oturdu. Aklı erenler, ‘Eh, belki bunda bir uğur vardır,’ dediler.

Millet soluğunu kesip beklerken, yeni padişahın, gündüz gözüne ortaya çıkıp bir ferman okuduğu duyuldu. Bu fermana göre, bildiğimiz gâvur tayfası hâşa sümme hâşa Müslümanla bir oluyor. Sanki âhir zaman peygamberi hiç gelmemiş de Müslümanlık bunca zamandır dünyayı tutmamış gibisine…

Hey oğul! ‘Gayrı, gâvura domuz gâvur, Yahudiye, rezil çıfıt, Ermeniye din düşmanı diye bağırmak yok! diyeyim de sen anla!

Kişileri başarılı ve net işlemiştir Kemal Tahir. Kim kimdir, kitap kimin üzerinden dönecek, fark edilir. Örneğin Dilâver Ağa kötüdür. Biraz da İnce Memed’deki Abdi Ağa’yı anımsatır bize. Fark şudur; Tahir, somut bir zulüm göstermez okura Dilâver Ağa tarafından gerçekleştirilen. Fakat Çorum halkına âyanlığının verdiği güçle bir tahakküm kurduğunu da hissettirir. Dilâver Ağa’nın ölüp Ömer’in soluğunu Cemile’nin yanında almasıyla başlangıç bölümü sona erer. Ağalık, mülkiyet, eşkıyalık, Osmanlı son dönem siyasi ve sosyal düzeni kısa kısa işlenir kitapta. Adı gibi kitaba bir başlangıç olmuştur.

Birinci ve ikinci bölümleri, yani asıl hikâyeyi tütün kaçakçısı Gâvur Ali’nin, Avukat Celal ve Cöntürk sürgünü Seyfettin’e, Celal’in bahçesindeki anlatımından takip ediyoruz. (Cöntürk sürgünü Seyfettin bu bölümde aktif değildir ancak kitabın sonlarına doğru, yani İkinci Meşrutiyet ilan edilince aktif bir kahraman hâline gelir fakat ilk kitabın sonuna gelinmiştir.)

Gâvur Ali’nin sofrada Avukat Celal’e ve Cöntürk sürgünü Seyfettin Bey’e geçmişi anlattığı zaman, meşrutiyetten iki ay öncesine dayanır. Fakat anlattığı tarihler yaklaşık 1898, 1900 yıllarıdır. Çoban Abuzer (daha sonra Abuzer Ağa olacak) üzerinden anlatılır bu bölüm. Ana karakterler Çakır Kâhyaların Ömer, oğlu Kenan, Abuzer ve genç karısı Emey’dir. Özellikle Emey ve Kenan ön plana çıkar bu bölümde. Öncesinde Abuzer’in ailesiyle birlikte Çorum’a nasıl geldiği, insanları dil bilmediği gerekçesiyle nasıl aldatma planları yaptığı, birinci karısı Fati ile birlikte Emey’i kullanarak nasıl güç ve para elde etmeye çalıştıkları işlenir. Bu bölümde diyaloglar çok fazladır. Yazarın hapishane romanlarını okuyanlar bu bölümün diyaloglarına yabancı kalmayacaktır; çünkü Tahir’in hapishane romanları da bu çevrelerde geçer. (Namuscular, Kelleci Memet, Karılar Koğuşu).

Birinci ve ikinci bölümde Çorum çevresinden çok uzaklaşmamış yazar, yani Osmanlı’ya ve son dönemlerine çok değinmemiş. Fakat Çorumlu olan Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın adı arada karakterler tarafından kullanılır. Tıpkı şimdiki gibi, devlet kademesinde bir hemşehrileri olduğu için her zaman gurur duyar Çorumlular. (Ve devlette önemli bir tanıdıkları olduğu için de devlet Çorum’a pek karışmaz.)

Birinci ve ikinci bölümlerde Kemal Tahir cinselliği çok fazla ön plana çıkarır. Hatta okurken bir ara düşündüm, siyasi olaylara ne zaman değinecek diye. Kemal Tahir asıl işlemesi gereken konuları kitabın sonlarına bırakır ve bize ikinci kitabı da merak ettirir. Fakat Kenan ve Emey üzerinden, daha doğrusu Kenan’ın Emey’i elde etmek istemesi ve bütün Çorumlu erkeklerin Emey hakkındaki düşünceleri üzerinden cinselliğin bu kadar öne çıkarılmasını gereksiz buldum. Çünkü bende beklenti farklıydı. Evet, sürükleyiciydi fakat taşradan Osmanlı’yı görmek istediğim için bu bölümler bana ‘nereye bağlanacak acaba’ sorusunu sordurdu. Ancak Kemal Tahir gerçekten önemli bir yere bağladı.

Üçüncü bölümde de anlatılan yıl ve olayın gerçekleştiği yıl, birinci ve ikinci bölümlerle aynı fakat mekân farklıdır: Çorum Zaptiye Dairesi. Gâvur Ali’nin burada gerçek görevi ortaya çıkar ve okur bir ters köşe olur. Dördüncü bölümde ise artık İkinci Meşrutiyet ilan edilmiştir ve zaman olarak da 1911 yılına gelinmiştir. Biraz hızlı bir geçiş olduğunu söylemek lazım.

Kemal Tahir tıpkı hapishane romanlarındaki gibi ahlâk kavramını detaylı bir şekilde ancak okurun gözüne sokmadan işlemiştir. Kenan’ın Emey’i elde etmek istemesi üzerinden ahlâki hassasiyetin nerelere kadar düşeceğini Kenan’ın dilinden ve düşüncelerinden net şekilde ortaya koyar Kemal Tahir:

’Herifin karısına gideceğiz. Hacı Hasan Paşa gibi sopayı çekip bizi kötületir mi?’ Tabancasını yokladı. ‘Karnına dayarım da gümletirim! Yabanın dil bilmez garibi kendi evimizde kafamızı mı ezecek?’ Silah sesine bütün Çorum’un toplanacağı aklına geldi. ‘Kısrağa hırsız geldi sandım da körlemeden korkutmaya çıktım’, derim! diye dişlerini göstererek sırtardı.

Yediçınar Yaylası bize bir serinin ilk kitabı olduğunu çok net şekilde gösteriyor. Kemal Tahir bence bu seriyi zaten baştan planlamış çünkü hem ikinci kitap hemen bir sonraki yıl basılıyor hem de bu kitabın bir devamı olacak şekilde bazı olaylar ayrıntılı inceleniyor. İnsanların acımasızlığı, taşranın sosyal hayatı, kadın-erkek ilişkileri kitabın büyük bölümünü oluştururken, Tahir olayları Osmanlı’nın yıkılışına yaklaştırarak romanı tamamlıyor. Üçlemenin ilk ayağının olması hasebiyle önemli bir yer edinir kitap, Türk Edebiyatı’nda.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

27 Aralık 2018 Perşembe

Bu coğrafyanın fırçası ve şefkati bol psikoloji kitabı

Uzun bir alıntıyla başlamam gerekiyor. Müsaadenizle: "Bir mısra yazabilmek için insan, birçok şehir görmeli, insanları, nesneleri görmeli, hayvanları tanımalı, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmeli, küçük çiçeklerin sabahları açarken nasıl titreştiğini bilmeli. İnsan, bilinmeyen yerlerdeki yolları, beklenmedik rastlantıları ve uzun zamandır yaklaşmakta olduğunu sezdiği ayrılıkları düşünebilmeli, hâlâ anlaşılmamış çocukluk günlerini; sevindirici bir şey söylediklerinde anlamayıp kırdığımız anne babaları; o kadar çok, derin ve ağır değişimlerle garip, tuhaf başlayan çocukluk hastalıklarını; sessiz ve kapanık odalarda geçen günleri; deniz kıyısındaki sabahları; denizi, denizleri; yukarılarda çağıldayan, yıldızlarla uçuşan yolculuk gecelerini düşünebilmeli."

Rainer Maria Rilke, dillere destan kitabı Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda yazmış bu satırları. Her bir cümlesi ne kadar anlamlı. Görmeyi, tanımayı, hissetmeyi, bilmeyi, düşünmeyi ve önemsemeyi yeniden hatırlatıyor. Diğer yandan da rastlantıları, ayrılıkları, çocukluk günlerini, anne ve babaları, çocukluk hastalıklarını, geçen günleri, sabahları, geceleri anımsatıyor. Rilke sakin bu cümlelerinde, her şeyin çocuklukta başladığını ve çocuklukta sürdüğünü dile getirmek istemiş gibi. Bir şeye dikkat çekmek istiyor ama bunu bir telkinle değil de yeniden düşündürerek yapma peşinde. Şairdir, hatırlatma görevi evvela ondadır. Kabul etmeli. Zaten bu uzun alıntının hemen öncesinde yazdığı "Mısralar sanıldığı gibi duyguların değil, yaşamış olmanın verimidir." cümlesi de vardır ki her şeyi daha da anlamlandırır. Yaşamış olmanın, tam manasıyla yaşadım diyebilmenin kökünde çocukluk vardır, çocukluğun hatıraları, çocuk olmanın acıları, sancıları, neşeleri, yaraları. Nietzsche'nin şu sözü damarlarımızdan kalplerimize ulaşmalı: "Hayatımızın dramı bir zamanlar çocuk olamamızda yatar."

Kendini "Ben iki çocuğu, anası babası, iki kardeşi, sahici dostları, sevdiği adamı olan bir kadınım. Terapistim... Yıllardır kadife bir koltukta oturup, dinliyorum. Bazen çok, bazen az konuşurum." diye tanıtıyor bizlere Gülcan Özer. Ne kadar iyi bir dinleyici olduğunu, yazılarıyla belli ediyor. Kitap boyunca, insan ilişkilerinin en çok konuşulması gereken ama en çok kaçınılan konularına el atıyor. Bunu bir bilgiçlikle değil, bilgin gibi yapıyor. Çünkü ilişkilerden, aşklardan, evliliklerden bahsetmek için bilmek ne kadar mühimse onu yukarıdan değil tam da insanın kalbine dokunacak o yerden söylemek de o kadar mühim.

Son yıllarda gittikçe artan 'aile hikâyesi' meselesi kitapta fazla 'köpürtülmeden' yer ediniyor. Burada hassas bir damar var. Çünkü bu hikâyeye fazla kaptırmak neticede 'benim kaderim bu' miskinliğine kapı aralıyor. Oysa takip ettiğimiz izi iyi yakalamamız lâzım. Ciddi bir yüzleşme, hikâyedeki döngüyü kırmak için önemli bir adım olabilir: "Kendi tarihimiz iyi okumaya çalışmalıyız, hayat tercihlerimiz için de hayat öykümüzün tamamı için de bu çok kıymetlidir... Hepimiz ailemizin izlerini taşıyoruz, bu bazen arkada bırakacağımız yük bazen ise yolumuzu aydınlatan ışık oluyor. Hayal kırıklıklarımız, kırgınlıklarımız, güçlü yanlarımız var. Kendimizi tanımaya, evrilmeye, hayat öykümüzü tekrar ve tekrar yazaya muhtacız. Yoksa kendi hayatımızın esas oyuncusu olmanın özel ve biricik yanını kaçırırız."

Dr. Gülcan Özer'in en çok üzerinde durduğu konu samimiyet. Yani bir şeyi yapmış olmak için yapmamak. Gerçekten, gönülden geldiği için yapmak. Mecburiyetten ya da zorunluluktan değil. Çünkü kalpten çıkmayınca bir şey stratejiye dönüşüyor. Stratejide söz sahibi yalnız akıl oluyor. Kalp devre dışı kalıyor. Oysa bir insanın kendinden başlaması için kalbinden başlaması gerekiyor: "Önce, en önce kendimizle iletişmeyi, dünyayla iletişebileceğimize itimat etmeyi ve fakat iletişim becerilerimizin evrilmesine müsaade etmeyi, dinlemeyi, söz sırası gelme hevesi olmadan da sahici dinlemeyi, ikna olmayı-olmamayı, itiraz etmeyi, anlamayı, anlayışlı olmayı, istemenin derinliğini ve önemini, kendini yok sayanın iflah olmayacağını, insanın insana iyi geldiğini fark etmemizi dilerim."

Evliliğin tüm krizleri için tecrübelerinden ve danışanlarından yararlanarak yorumlar sunuyor Gülcan Özer. "Almak istediğinizi alın, işinize gelmeyeni almayın" diyor gayet net biçimde. Neler var konular arasında? Evliliğe hazır olup olmama, eş seçimi, kimliğini evliliğe satma, mutlu evlilik nedir ne değildir, evlilik aşkı öldürür mü, insan neden aldatır, boşanmanın öncesi ve sonrası, çocuklu boşanmanın ne derece zor olduğu... En kilit mevzu evliliğin bir 'puzzle' olduğunu bilmek. Bin parçalı puzzle. Bazı parçalar arızalanabilir, hangileri kim tarafından arızalanmış belli olabilir. Kişinin yapabileceği ilk şey kendi parçalarını tamir etmek, elden geçirmektir. Finalde "evliliğe verebileceklerim bunlardır" denir. Sonrası: "Cebindeki malzemeyi iyi kullanmış, mücadele etmiş, kendini elden geçirmiş insanın iyi hissedişidir. Evliliğiniz devam eder yahut etmez, ancak siz sağlam çıkarsınız, kederli ancak sağlam."

Kişisel gelişimin tipik bir pazarlama etiketi olduğundan bahsediyor. Esas olanın tekamül olduğunu söylüyor. İnsanın fıtratında tekamül varken, kişisel gelişimden büyük umutlar bekleyip depresyondan melankoliye, hüzünden kedere koşturan nice insan olduğunu hatırlatıyor. Her yandan dayatılan "geliş, geride kalma, koş, acele et, kaçırma!" talimatlarına karşın "biz öyle, sıradan insanlarız, sıradan kalasımız var diyebilme konforu" diliyor. Bir mola hakkı, bir aylaklık hakkı, Kant'ın hayatın güçlüklerine karşı teklif ettiği üç hediye olan ümit etme, uyuma ve gülme hakkı daima çıkınımızda olmalı. Her istenen anda kullanılmalı. Aksi hâlde kişisel gelişimciler eşliğinde bol illüzyonlu bir yaşama merhaba denir ve bu merhabanın vedası genellikle çok geç olur. Özer'in şu cümlesi de cebimizde dursun: "Ömür dediğimiz, kendinden insan yaratma macerasıdır ve samimiyetsizlik sevmez."

Anne ve baba olmak üzerine çok kritik noktalara temas ediyor Gülcan Özer. Özellikle coğrafyamızda geçmişten gelen bazı davranışların ne derece tehlikeli olabildiğine dair örnekler veriyor. Tek çocukluk tamam ama 'anasının oğlu' olmak fena. Özellikle erkek çocuklar bunun yükünü taşırken çok zorlanıyor. Annesi, özellikle belirli bir yaştan sonra iyice ona sarılıyor fakat çocuk vakti geldiğinde evden ayrılıyor, evleniyor ve hatta baba oluyor. Ama annesi yine kontrolünü onda tutmak istiyor. Olmadığını fark ettiğinde bunalım kapıda. Sonraki süreçteyse elbette kayınvalide-gelin stresi, yani asırlık gerilim. Özer bu sonuca varılınca oğlanın önünde iki seçenek kalacağını söylüyor. Biri taraf olup kimliğini kaybetmek, diğeriyse herkese eyvallahsız bir adam tadında dolaşmak. Burada oğlana çok mühim tavsiyeler var: "Hikâyeyi doğru okuyacak, kırmadan dökmeden yeni hikâye yazacak, ne anasını ne karısını heba edecek, hakkaniyetli olacak ve iki kadının arasından çekilecek, ötesi yoktur."

"Babalar, evin yalnız adamları" kitabın en hassas konusu olabilir. Bir kadın terapistin gözünden bu kadar gerçekçi okuyabileceğimi zannetmiyordum bu problemi. Zira öyle ya da böyle kadınlar bu meseleye yeterince hassas yaklaşmıyor, geçmişi iyi okuyamıyor ve şimdiyi o planda sorgulayamıyor diye düşünüyordum. Okur okumaz da nakavt oldum. Zaten Gülcan Özer'i ayrı bir yere koyma sebebim de bu oldu. İlmini doğup büyüdüğü coğrafyanın gerçekleriyle, gelenekleriyle, hikâyesiyle öyle güzel harmanlamış ki hiçbir yorumu hayalperest ya da ütopik durmuyor. Tam tersine, ciğere saplanıyor. Babalık herkesin malumu, öğrenilen bir şey. Anne evlat tarafında mutlak iktidar. Burada terazi doğru biçimde kurulmazsa babalar ürkek, kızgın ve yalnız bir adam olarak kalıyor evde. Hâliyle sürekli daha da kızgınlaşıyor. Halbuki çocuğun 2-3 yaşlarına geldikten sonra anneden ufak ufak ayrılmasıyla birlikte babanın görevi tam manasıyla ortaya çıkıyor. Bu süreçte evden uzaklaşmak, çocuktan uzaklaşmak hem ev için hem çocuk için geri dönülmez boşluklara kapı aralıyor. Özer'in önerisi şöyle: "Pek sevgili babalar, çocuklar siz olmadan tamamlanamıyor, lütfen bunu aklınızdan ve gönlünüzden çıkarmayın. Çokça sevip kucaklamak, arkasından değil yüzüne övgü aktarmak, iktidar alanından vakti gelince geri çekilmek mühimdir. Muhabbeti yaşamak için dedeliği beklemeyin. Ve pek sevgili anneler, söylemeden geçilmez, babaların çocuklarıyla kurdukları ilişkiden elinizi eteğinizi çekin lütfen."

Neden babalık çok önemli? Bu konu hakkında çok önemli bir paragraf var ki es geçmek olmaz: "Babalık dış dünyayı, iktidarı, koruyup kollamayı temsil eder ve kıymetlidir. Babaları tarafından sakatlanmış çocuklar üzgün olur, kızgın olur ama en çok ve neredeyse daima endişeli olur. Bitmeyen ve niye olduğu anlaşılmayan endişe, elbise gibi giyilir ve her an kötü bir şey olabilir tonlamasında yaşanır."

Herkes Kendi Hayatının Kahramanı, Haziran 2016'da Doğan Kitap tarafından yayınlandı. Okumak 2018'de kısmet oldu. Doğru zamanda okumak, bu tip konularda her şeyden önemli. Dolayısıyla kitap, bu yıl içinde okuduğum en önemli kitaplardan biri oldu. Bir baba, bir eş, bir erkek olarak çokça satırın altını çizdim, üzerinde düşündüm, kendime dersler çıkardım ve elbette bazı yükleri de attım. Tekamüle yeniden inandım. Kitabı özellikle gerçek bir psikoloji kitabı arayanlara öneriyorum. Her şeyi olduğu gibi konuşan, zaman zaman acıyla sarsan, zaman zaman şefkatle kucaklayan bir kitap arayanlara. Hayalden çok gerçeğe odaklananlara.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Borges hafiye olursa

“Her zaman hakikati hatırlamak için yazarız. Hakikati tam olarak hatırlayabilmek içinse uydururuz.”
- Luis Fernando Verissimo, Borges ve Sonsuz Orangutanlar

Monokl Yayınları’nın bir solukta okunan incecik kitapları var. Dıştan incecik görünen fakat içerikte edebi incelik yüklü bu kitaplar gerçek bir okuma şöleni sunuyor. Luis Fernando Verissimo’nun (1936) kaleminden çıkan Borges ve Sonsuz Orangutanlar onlardan biri. Yasemin Ertuğrul tarafından çevrilen eser yüz dört sayfadan oluşuyor. Latin Amerika edebiyatı içinde özgün bir yere konumlandırabileceğimiz kitap kendine has kurgusuyla dikkat çekiyor. Eserde, ‘ben’, ‘sen’ ve yer yer ‘o’ anlatıcı tekniğini bir arada kullanmış yazar. Dolayısıyla alışılmışın dışında bir anlatıma sahip. Bu yapısıyla kurguda iki ana karaktere yer verilmiş diyebiliriz. Metinde ‘ben’ anlatıcı kişi çevirmenlik ve yazarlık yapan Vogelstein karakteriyle, ‘sen’ anlatıcı kişi ise Jorge Luis Borges (1899-1986) üzerinden oluşturulan karakterle işlenmiş. Vogelstein, II. Dünya Savaşı öncesi Almanya’dan ‘kaçabilen’ Yahudiler’dendir. Babası bir Alman’dır ve koruyacağını söylediği annesi onun yanında, Nazi Almanyası’nda kalmıştır. İki teyzesiyle birlikte Latin Amerika’ya geldiklerinde henüz çocuktur. Vogelstein teyzelerinden biriyle Porto Alegre’de (Brezilya) kalmış, diğer teyzesi Buenos Aires’e (Arjantin) gitmiştir.

Batı menşeili ‘kurgu’ eserlerde (mağdur) Yahudi vurgusuyla çok fazla karşılaşırız. Bu vurguyu Yahudi olsun ya da olmasın bir çok yazar yapar. Benzer durumlarla her karşılaşmamda Holokost Endüstrisi adlı kitabı hatırlarım. Holokost Endüstrisi, ebeveynleri II. Dünya Savaşı’nın bütün acımasızlığını yaşamış olan Yahudi kökenli Norman Finkelstein’a (1953) ait bir kitap. Finkelstein eserinde “Yahudilerin savaşta yaşadığı acıların sermayeye çevrilmesine yaptığı itirazı” dillendirir. Edebi açıdan nitelikli olmasına rağmen ne yazık ki Borges ve Sonsuz Orangutanlar da bu acılardan kotarılan eserlerden.

Borges ve Sonsuz Orangutanlar’da anlatılan hikâyeye baktığımızda, sene 1985’i göstermektedir ve olay Arjantin’de geçmektedir. İsrafil Cemiyeti adlı gizli bir yapılanma Amerikalı yazar Edgar Allan Poe’yu (1809-1849) anmak ve anlamak için bir dizi kongre düzenlemektedir. Kongreye Poe’nun eserleri üzerine entelektüel çalışmalar yapan uzmanlar davet edilmektedir. İlk üç kongre kuzey yarım kürede yer alan Stockholm, Prag ve Baltimore’da düzenlenmiştir. Dördüncüsünün güney yarım kürede düzenlenmesi kararlaştırılmış ve yer olarak Buenos Aires seçilmiştir. Vogelstein ile birlikte Borges da davetliler arasındadır. Davetlilerden biri otel odasında ölü olarak bulunmuştur. Maktulle daha önce sorun yaşayan üç kişi de davetliler arasındadır ve aynı otelde kalmaktadır. Katilin kim olduğu saptanamamıştır. Entelektüel hikâye orta yerinden bir polisiyeye dönüşmüştür. Borges ve Vogelstein eldeki verilerden yola çıkarak cinayeti çözmeye girişmişlerdir. Onlara Poe uzmanı ve kriminolog olan Cuervo eşlik etmektedir.

Gizemli dil, kelime oyunları, gösterişli cümleler, alegoriler, alıntılar, atıflar… Buna Borges’ın (ya da yazarın) parlak zekası da eklenince keyifli bir metin çıkmış ortaya. Açıkçası entelektüel tartışma metni, polisiye romanı derken okuru bambaşka bir âlemde dolaştırıyor yazar. Metnin çok yönlü, çok katmanlı ve çok çağrışımlı yapısında kaybolup gidiyorsunuz.

Eserde fantastik öğelere oldukça fazla yer verilmiş fakat fantastik öğelerin hayatın soyut bir uzamı olarak ele alınması eseri gerçeklikten koparmamış. Metnin tamamına keder yayan kaderci bir bakış hâkim olmakla birlikte hikâyenin kendine has ‘matrak’ bir havası da var. Ara ara vurgulanan ve metindeki kederi unutturmayan “coğrafya kaderdir” ibaresi ‘leitmotive’ olarak değerlendirilebilir. Coğrafya demişken, eserin zaman ve mekân düzeyi ayrıca tarih ve coğrafya şeklinde de yorumlanabilir. Dahası, işaret edilen coğrafik bölgeler arasında ezoterik/metafizik bir bağ kurulmaya çalışılmış. Kuzey-Güney karşıtlığı ve/veya gerilimi manyetizmanın ötesine geçerek metafizik bağlamda değerlendirilmiş.

Borges ve Sonsuz Orangutanlar için tam anlamıyla evrensel bir atıflar kitabı diyebiliriz. Kötücül düşüncenin faaliyetlerini metafizik bir düzeyde metne taşıyan yazar şeytani bir gücün hayata yaptığı etkiye dikkat çekiyor. Bu bağlamda Avrupa’daki tarihsel ve gizli kabalistik yapılanmaya değiniyor. Yapılan atıflarda ağır İngiliz etkisi görülen işgalci Amerikan düşüncesinin yanında Antik Mısır ve Antik Yunan felsefesi de nasibini alıyor. Fiziki işgalin ötesinde kültürel işgale göndermeler bulunuyor. Yahudilik ve Hıristiyanlık teolojisinden aralarındaki çatışmaya, yerel inançlardan mitolojiye, ezoterizmden okültizme, mistisizmden kabalaya, antik toplumlardan modern toplumlara, siyaset ve sanata kadar çok geniş bir değini evreni var. Hatta İslam’dan izler bile görülüyor. Başka yazarlar ve eserlere yapılan atıflar da cabası… Bütün bu ‘karmaşaya’ Borges ve Vogelstein’ın bir cinayeti çözümleyen zeka gösterisi eşlik ediyor. Borges ve Sonsuz Orangutanlar’da entelektüel bir atmosferde gerçekleşen gecikmiş bir ‘hesaplaşmaya’ tanık oluyor okuyucu.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

25 Aralık 2018 Salı

Suç ve Ceza ya da suçlar ve cezalar

Tek bir hayatın alınması karşılığında binlercesi kurtulacaksa cinayet mazur görülebilir mi? Cinayetin sonrasında vicdan ile savaşından insan aklı galip çıkar mı? Peki, toplumu oluşturan bütün fertler bu fikirle hareket ederse düzen ne olur? Dostoyevski Suç ve Ceza’da Raskolnikov’a taammüden kasten bir tefeci kadını öldürtmek suretiyle bu üç sorunun cevabını arar. Kahramanın bu cinayeti işlemesinde yoksulluk, yarıda kalan eğitiminin verdiği huzursuzluk hissi, anne ve kız kardeşinin beklentilerini boşa çıkarma durumu gibi zahirî sebepler olmakla birlikte esas sebep Raskolnikov’un kendini sıradan insanların üzerinde, kuralların ötesine geçebilecek kararları alıp uygulayabilecek yetkinlikte görmesidir. Lakin Raskolnikov her ne kadar kendi doğrusuna iman etmiş olsa da cinayetten sonra aklı ile vicdanı arasında gerçekleşen savaş vicdanı adına neticelenir. Kitap bu yönüyle seçkin bireycilik ve rasyonalizmin bir hicvidir. Bununla birlikte Dostoyevski Suç ve Ceza’da suçun toplum hayatında bir gerçek olduğu kadar her suça isabet eden bir takım cezaların olduğunu ortaya koyduğu birçok karakterle gösterir. Suçun hukuk, ahlak ve din kurallarında haddi aşma olduğunu kabul edersek Raskolnikov ile birlikte romanın kahramanları olan diğer karakterlerinin de birtakım ahlaki düşkünlükleri -suçları- ve bu düşkünlüklerinin -ister dış etkilerden ister kişiliklerinin marazi yapısından kaynaklı olsun- birer çeşit cezaya denk gelen sonuçlarının olduğu görülür.

Suç ve Ceza’nın ana iskeletini oluşturan karakterlerin tahlilini daha kolay yapabilmek adına kitabın önemli isimlerini Raskolnikov ile olan münasebetleri bağlamında bir araya toplamak faydalı olacaktır. Böyle bir gruplandırma işine girişildiğinde dört ana grubun teşekkül ettiği görülür. Bunlardan birincisi Raskolnikov, annesi, kız kardeşi, kız kardeşinin nişanlısı, kız kardeşinin yanında çalıştığı zengin kadın ve bu kadının kocasının oluşturduğu gruptur. Raskolnikov’un annesi olan Pulheriya Aleksandrovna, Raskolnikov’un kız kardeşini (Dunya) zengin ve hukuk bürosu sahibi olan Luzhin ile evlendirme niyetindedir. Yalnız Luzhin öncelikle cimriliği daha sonrasında ise evliliğe ve kadınlara olan marazi bakış açısı ile dikkat çeken bir karakterdir. Pulheriya Aleksandrovna’nın bu evliliği istemesinin nedeni Raskolnikov başta olmak üzere diğer aile fertlerinin geleceğini garanti altına almaktır. Bu temelsiz evliliğe karşı durma refleksini gösteremeyen anne, Raskolnikov’un hapis hayatının başlangıcından sonra bir nevi buhran geçirerek ölür. Dunya’nın nişanlısı olan Luzhin’in cimri ve evlilik hakkında patalojik düşünceleri olan bir oportünist olduğunu söylemiştik. Yine Luzhin sırf Raskolnikov’dan intikam almak için Sonya’nın cebine para koyarak onu hırsızlıkla suçlayacak bir müfteridir. Onun tuzak kurduğunu gören ve itirafta bulunan oda arkadaşı sayesinde hem itibarını hem de nişanlısını kaybeder. Marfa Petrovna, Dunya’nın zengin ev sahibesidir. Bu kadın kocası olan Svidrigaylov -kumar yüzünden hapse düşmüş bir hilekâr- ile bir nevi evlilik sözleşmesi yaparak onu şehirden taşraya getirtmiştir. Bu yaptıkları anlaşmayla Svidrigaylov’un ufak tefek çapkınlıklarına göz yumacaktır. Fakat Svidrigaylov muhtemeldir ki bu hayata katlanamayarak Marfa Petrovna’yı zehirleyerek öldürür. Aynı zamanda bir başka cinayetin de şüphelisi olan Svidrigaylov’un Raskolnikov ile olan konuşmalarından anlaşılacağı üzere birtakım patalojik cinsel eğilimleri vardır. Svidrigaylov Dunya’ya duyduğu kuvvetli hislerin karşılık bulmayacağını gördükten sonra intihar eder.

İkinci grupta ise Raskolnikov’un tefeci kadını öldürmek için keşif yapmasının ertesinde meyhanede karşılaştığı ve hayat hikâyesini bu sahnede dinlediğimiz Marmeladov, eşi ve kızı vardır. Marmeladov kendini alkolle küçük düşürmüş eski bir devlet memurudur. Bağımlılığı yüzünden hem işini hem karısı (Katerina İvanovna) ve çevresinin saygısını yitirmekle kalmayıp kızını (Sonya) ailesini geçindirmek için bedenini satması noktasına getirmiş bir babadır. Marmeladov yine sarhoş olduğu bir zamanda atların altında kalarak ağır yaralanır ve sonrasında ölür. Katerina İvanovna ise içinde bulundukları sefaletten kurtulma adına kızına fahişeliği telkin eden kişidir. Bunu yanında geçmiş günlerde kalmış bir hayalperesttir. Zaten veremin pençesinde olan Katerina önce delirir sonra vereminde etkisi ile ölür. Yukarıda suçunu zikredilen Sonya ise Raskolnikov ile birlikte sürgüne gider ve burada kendini bir nevi hayır işlerine adayarak cezasını çeker.

Üçüncü grup ise Alena İvanovna (tefeci kadın) ve kız kardeşi Lizeveta’dır. Lizevetta çekingen, uysal neredeyse aptal bir kadındır. Alena İvanovna’nın her türlü hakaretine maruz kalan Livezeta da Raskolnikov’un planında olmamasına rağmen cinayet mahalline zamansız gelmesinden dolayı öldürülür.

Stefan Zweig, “Dostoyevski’de İnsan” serlevhalı yazısında “Dostoyevski’nin insanları yetkinlikten sonrasız uzaktırlar… O insanları ancak kendi içlerinde parçalanmış ve sorunlu oldukları sürece roman kahramanı ve sanatsal açıdan işlemeye değer görür. Yetkinleri; olgunluğa erişmişleri ise bir ağacın yemişlerini silkip atması gibi atar.” diyerek Dostoyevski’nin roman kahramanı seçme biçimini eleştirse de Suç ve Ceza’da yukarıda zikredilen ilk üç gruba ilaveten bir dördüncü grup diyebileceğimiz karakter topluluğu vardır ki -Raskolnikov’un arkadaşı olan Razumihin, hizmetçi kız Nastasya ve Razumihin’in arkadaşları (Zosimov, Zametov, Porfiri) bu gruba dâhil edilebilir- Zweig’ın nitelendirdiği gibi yetkinlikten uzak ya da yukarıda bahsedilen ahlaki düşkünlüklerden berî kimselerdir.

Nihayette Suç ve Ceza’da roman karakterlerini Raskolnikov ile ilişkileri bağlamından başka normatif bir hayat çizgisine sahip olanlar, suçlular ve bu suçlar karşısında pasif bir tavır takınarak suçlu konuma düşenler olmak üzere üç grupta toplamak mümkündür. Dostoyevski’ye göre cinayet, tefecilik, cinsel sapkınlık, alkol ve kumar bağımlılığı, fahişelik, cimrilik ve birçok suçun varlığı reddedilemez gerçeklerdir. Bunun yanında bu suçların failleri ile birlikte onları azmettiren ya da bu kural dışılıklarına ses çıkarmayanlarda suçludurlar. Ve eninde sonunda sınırı aşmış bütün bu davranışlar vicdan, otorite ya da ilahi bir yazgı ile cezalandırılır.

Taha Selçuk
twitter.com/ecztaha

Tanıdık bir hikâye

"Okumak, yüzünü kapamaktır, yazmaksa yüzünü göstermek."
- Alejandro Zambra

Bazen darbelerin olmadığı bir tarih düşünür, bir dış müdahalenin olmadığı tarihin doğal seyri içinde filizlenmiş ülkeler düşünürüm. Sonra gerçek dünyanın sertliğiyle yüzleşmek zorundayken bulurum kendimi.

Yoksulların babası olarak anılan Şili’nin sosyalist lideri kendi topraklarındaki madenleri Amerikan şirketlerinin işletmesine karşı çıkıp millileştirme hareketine giriştiğinde bir CIA darbesiyle hem koltuğundan hem de pek önemsemediği hayatından ve en önemlisi de Şili’sinden ayrı kalmak durumunda kalmasaydı bu Güney Amerika ülkesinin ahvali nice olurdu acaba?

Roberto Bolano’nun Uzak Yıldız romanından sonra Pinochet darbesiyle Şili’de yaşanan toplumsal yıkıma dair ikinci bir romanla hemhal olunca aklıma takılan soru şu? Bu dünya düzeninde gücü yetenin yumruğunu ensemizde her daim hissedeceksek bu onursuz yaşamak, yaşamak mıdır?

Alejandro Zambra’nın “Eve Dönmenin Yolları” romanı bir hesaplaşma romanı. Roman şöyle başlıyor ve başlar başlamaz okuyucu kendini bir metaforun içinde buluyor.

Bir keresinde kayboldum. Altı ya da yedi yaşındaydım. Aklım başka yere gitmişti, birden annemle babamı kaybettim. Korktum ama sonra yolumu buldum ve eve onlardan önce vardım-ümitsizlik içinde beni arıyorlardı. Ama bence o akşamüstü onlar kaybolmuştu. Çünkü ben eve dönmeyi biliyordum ama onlar bilmiyordu.

Romanın ikinci bölümüne başlarken ise bizi pek de alışık olmadığımız bir giriş karşılıyor.

Roman yavaş yavaş ilerliyor. Sanki varmış ya da bir zamanlar var olmuş gibi Claudia’yı düşünüyorum.

Tam burada bir dumur olma durumuyla karşılaşıyorsunuz. Bir çocuğun zihniyle aktarılan birinci bölüm aslında anlatıcının yazmaya çalıştığı bir romanmış ve Claudia diye biri yokmuş. Böylece kurgu içinde kurgu, roman içinde roman gibi bir durumla karşı kaşıya kalıyoruz ve şunu belirtmekte fayda var; ilk bölüm bir çocuk zihni aktarımı olarak oldukça berrak, son derece başarılı bir çocuk dili hissi uyandırıyor. Akıllara Faulkner’ın Ses ve Öfke’si geliyor elbet. Ve bu katmanlı hal devam ediyor. Anlatıcının romanını bir yandan okurken bir yandan da bu romanı yazma serüvenini okuyoruz. Darbeden bozgun olarak bahsedilen ve o dönemin toplumsal yıkımını hiç de ajitasyona düşmeden oldukça yüzeysel anlatıp darbenin bir çocuk zihnindeki yansımalarını okuyoruz.

Oldukça dağınık bir roman aynı zamanda. Kısa bölümlerden oluşuyor. Zihinsel dalgalanmalar, konudan konuya geçmeler derken romanın tarzı biraz da bu oluyor ki yazar bunu köşeleri aydınlatmak olarak ifade ediyor. Tüm bu yönleriyle yani tekniğiyle öne çıkıyor roman. Tam da bir kurmaca dersinin konusu olabilecek bir kitap.

Çiğdem Öztürk’ün metnin İspanyolca aslından yaptığı çeviri de oldukça başarılı.

Kitaptan aklımda kalacak hiç unutmayacağım cümle ise şu: “Çünkü her ne kadar yabancının hikayesini anlatmak istesek de eninde sonunda hep kendi hikayemizi anlatırız."

Darbenin geride bıraktığı toplumsal hayat ve yansımasıyla, romanın bir depremle açılıp bir depremle kapanmasıyla, insan ilişkileriyle oldukça tanıdık ve bizden bir hikâye. Ayrıca berrak üslubuyla damakta tat bırakıyor.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf

19 Aralık 2018 Çarşamba

Sembolleriyle ve duygularıyla Yeni Osmanlıcılık

Bir fotoğraf. Üsküdar'da bir gıda marketi zincirinin açılışı. Bir taraftan tek sıra hâlinde ilerleyen mehter takımı. Sancağıyla, bayrağıyla, kılık kıyafet ve sazlarıyla tam tekmil. Mehter takımının hemen yanında bir palyaço. O, mehter takımına nazaran kaldırımdan yürüyor. Çünkü akşam oradan evine dönecek, araba almayacak onu. Rengârenk kostümüyle, makyajıyla, sıkılmış yumrukları ve bakışlarıyla adımlarını uydurmaya çalışıyor mehter takımına. Tam bir Yeni Osmanlıcılık fotoğrafı. Her hava ve zemin koşuluna uygun, bazen kaygan bazen ciddi, kucaklayıcı kapsayıcı kuşatıcı, alayına gider ve tıpış tıpış döner, iki ileri üç geri bir "Yeni Türkiye" ürünü. Kımıl kımıl, yanarlı dönerli. Bir semazeni eksik bu fotoğrafın sadece. Belki açılışın akşamına gelecektir o da. Meşaleli, mangallı bir 'kokteyl'i süsleyecektir. Hatta yıl sonu münasebetiyle bir de Noel Baba olsa, hani medeniyetlerin kesiştiği yer hesabı. Neden olmasın? Yeni Osmanlıcılık'ta 'her şeye' yer var.

Nagehan Tokdoğan ismini daha önce dilimize kazandırdığı Susan Neiman eserleriyle biliyordum. Hatta bu eserlerden "Niçin Büyüyelim?" için bir yazı da yazmıştım. Tokdoğan bu kez bir 'Yeni Türkiye' resmi çizmek için kolları sıvamış ve akademik anlamda da yer edecek bir kitaba imza atmış. Önsözün epigrafı olarak kullandığı, Psikiyatr Erdoğan Özmen'e ait "Sembolize edilmemiş her kayıp, sonraki kuşaklara musallat olmak üzere daima geri döner" cümlesi, Yeni Osmanlıcılık denen kavramın gündelik hayatımızın her yerine nasıl ve neden bu kadar sert biçimde girdiğini anlatıyor gibi. Sonraki sayfalarda görüyoruz ki Yeni Osmanlıcılık kavramının çıkış sebeplerinden biri aslında psikolojik: Hiçbir zaman Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışıyla tam manasıyla helalleşilemedi. Gerçekten bir vedalaşma olamadı. Hep bir hesaplaşma aracı olarak siyaset sahnesinde çoğu zaman yüksek perdeden, bazen de daha hafif bir tonda karşımıza çıktı. Tokdoğan, bu sürecin sanılanın aksine Adnan Menderes'le değil Turgut Özal'la başladığını ancak Tayyip Erdoğan'la birlikte zirveye taşındığını güçlü bir gözlem gücü eşliğinde okuyucuya anlatıyor. Zaman zaman bu anlatıma fotoğraflar ve sosyal mecralardan çeşitli görseller de eşlik ediyor. Meselenin özü şu cümlelerde: "Osmanlıcılık fikrinin, doğumu ve ölümü yeni rejim tarafından hiçbir zaman net olarak ortaya konulamamış bir hayalet olarak her daim ortalıkta dolaştığı yönünde bir anlatı ortaya çıkar... Yeni rejimin kurucuları, 1918 yılı itibariyle "Osmanlı'nın ölmesine ve defnedilmesine müsaade etmemişlerdir." Kurtuluş Savaşı esnasında Osmanlı'nın ruhunu Anadolu'ya çağırarak, savaş sonrasından saltanatın kaldırılmasına kadar geçen süreçte onu çepere itip marjinalleştirerek, inkılaplar döneminde ise Osmanlı'yı, yeni rejimin karşıtı hatta hasmı, radkikal değişimlerin icat ve inşasının meşruiyet zemini olarak bir şekilde hep var etmişlerdir."

AKP'nin duygu siyasetini ilk yıllarından itibaren inceleyen bir kitap Yeni Osmanlıcılık. Dolayısıyla hınç, nostalji, narsisizm gibi 'duygu'lar Yeni Osmanlıcılık kavramanına ne zaman, hangi hâllerde başvurulduğunu da doğrudan gösteriyor. Aksu Bora'nın kitabın sunuş yazısında belirttiği gibi sık sık fakir ama gururlu genç hikâyesi çıkıyor karşımıza. Böylece "Mağduriyetin zafere dönüştüğü kritik anlara, mağduriyet hikâyesinin iktidar hikâyesine evrilmesine" kitabın başından itibaren tanıklık ediyoruz.

Kitabın duygu haritası çıkarmak dışındaki ikinci ve belki de en kritik görevi, 'sembolik siyaset'in ne olduğuna dair çarpıcı bir kronoloji sunması. Zira 'Osmanlı'nın ihyası' sadece siyaset eliyle gerçekleşse de çeşitli semboller yoluyla hayatımızın her anına, hiç de öyle izin almadan gümbür gümbür girdi. Özellikle İstanbul başlı başına bir sembolik mekân hâlini aldı. Ayasofya, Çamlıca Camii, Atatürk Kültür Merkezi, Topçu Kışlası, Panorama 1453 Fetih Müzesi, Yenikapı Meydanı; Yeni Osmanlıcı anlatının birer sembolik mekânı. Bir de devreleri yakan çılgın projeler var. Bu projeler türlü biçimlerde eleştirilir, sevilmez yahut beğenilir burası ayrı. Ancak her biri "ecdadın hayallerini ve/veya projelerini gerçekleştirmek" türünden sloganlarla gerçekleştirilince işin rengi değişiyor elbette. Tüm bunlara, bitmek bilmez inşaatların birer gurur kaynağı olması hadisesi de eklenebilir. Şöyle diyor Tokdoğan: "AKP'nin inşaat sektörü aracılığıyla paylaşıma açtığı rant, tam da geniş toplum kesimlerine vaat ettiği zenginlikle meşruiyetini kazandı. Yeni Osmanlıcılık ise, bu ikna üreetim sürecinin belki de en temel duygusal motifini teşkil etti. İnşaat, her şeyden önce milli onurun/gururun inşası halini aldı."

Mağduriyet mirasının lider aracılığıyla aktarımı elbette Erdoğan'la birlikte zirve yaptı. Geçmişin yaraları karşılığında hesap çoğu zaman Batı'ya, bir de içimizdeki Batı'ya kesildi. "İçimizdeki Batı" söylemi bir silahtı ve bu silah "benim milletim" dışında kalan her tabakaya çevrilebilirdi. Öyle de oldu. "CHP ve zihniyeti" her yönüyle bu silahın ilk döndüğü yerdi. Davos çıkışından itibaren II. Abdülhamid'le birçok yönden bir tutuldu Erdoğan ve bu yönde ciddi bir edebiyat geliştirildi. Kitaplar, filmler, dizilerdeki işaretler, sosyal medyadaki Osmanlı gruplarının paylaşımları... Mağdurdan muktedire giden bu anlatıda intikam, tehdit ve hınç vazgeçilmez bir üçlü oldu. Zaten Yeni Osmanlıcılık denen kavram da AKP'nin jargonuna bir dış politika vizyonu olarak girmişti. Dışarıya yönelik gelişse de daima içeriye hitap etti. Kitlelerin duygusunu harekete geçirecek, milli kimliği yeniden restore edecek ("yeniden diriliş") politik bir anlatı haline geldi. Çok da sevildi, hem bu anlatıyı kullananlar hem de bu anlatıyı dinleyenler tarafından. Tokdoğan burada pek de görülmeyen bir konuyu da fısıldıyor: "Aslına bakılırsa Yeni Osmanlıcılık, Türkiye siyasi tarihi boyunca önceki iktidarlar tarafından da çağrılan, başvurulan, siyasal söylemin içine çekilmeye çalışılan bir anlatıydı. Gelgelelim AKP deneyimini öncekilerden ayrıksı kılan, Yeni Osmanlıcılığın ilk defa yalnızca iktidar seçkinleri tarafından ortaya atılmakla kalmayıp, gündelik hayatın pek çok unsurunun içine sızması, kitleler tarafından benimsenmesi ve mütemadiyen yeniden üretilmesi oldu. Başka deyişle Yeni Osmanlıcılık siyasal söylem alanında doğmuş olsa da, banalleşerek sıradan insanın milliyetçiliğinin yeni bir formu haline geldi."

Dışarıdan bakıldığında Yeni Türkiye'nin Yeni Osmanlıcılık anlatısı, "Türkler Osmanlı'yı yeniden hatırladı" şeklinde duruyor. Bu durum hem AKP'nin hem de seçmeninin hoşuna gidiyor. Bir korku yaratmanın, dışarıdan bir tehdit olarak görünmenin dayanılmaz hafifliği. Oysa dışarıdan yaşananın koca bir tebessüm olduğunu dış basın vesilesiyle öğrenebiliyoruz. Abartı, bir noktadan sonra tebessümü getirir. Aslında bu tebessüm, yine bu anlatının en çok başvurduğu eylem olan püskürtme motivasyonunun temel itici gücü. Batı karşısında hiç bitmeyen ve sürekli hortlayan ezikliği hınçla, intikamla, abartı haberlerle ve duygu kanırtan dizilerle püskürtme çabası.

'Karşı' yakada durum daha da hazin. 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde CHP mitinglerinde Kur'an-ı Kerim okunması, Muharrem İnce ve kurmaylarının toplu dualara katılması... Muhalefetin iktidar siyaseti içinde eriyişi, buharlaşıp yok oluşu. Yeni Osmanlıcı duygu ve sembol siyaseti, hem AKP'nin vizyonu anlamında hem de 'Modern Türkiye'nin kalıplarını bozup değiştirmesi anlamında gayet başarılı oldu. Tokdoğan'ın söylediği gibi AKP bu savaştan 'göreli bir galibiyetle' ayrıldı. Ayrıldı diyor çünkü şöyle bir teorisi var: "Diğer yandan bu durum, AKP'nin ve temsil ettiği kitlenin mağduriyet anlatısının ve ona eşlik eden duyguların mobilizasyonunun, cezbediciliğinin, büyüsünün miadının dolduğunu anlamına da gelebilir. Tüm bu varsayımların geçerliliği ve gerçekliğinin önümüzdeki birkaç yıl içinde sınanacağını düşünüyorum.". Yaklaşan seçimler, öncesiyle sonrasıyla yazarın bahsettiği sınanmayı görebileceğimiz bir imkân aynı zamanda.

Bastırılanın geri dönüşüne bir ispattır Yeni Osmanlıcılık anlatısı. Ne yasını tutmaya gönlü var siyasilerin ne vedalaşmaya. O her zaman başvurulacak bir takım çantası çünkü. Üstelik her ortaya çıkışında bizlere yeni, duygu yüklü fotoğraflar sunmaya da devam ediyor. Kitabın kapağı da buna bir örnek. Araba camlarındaki armalardan tuğralı yüzüklere, Osmanlı motifli çay bardaklarından müzik makam isimlerinden süzülüp gelen mekan isimlerine, ihya edilen Osmanlı...

Mesela Yeni Osmanlıcılık size Spor Toto katkılarıyla İslami İlimler Enstitüsü de inşa etmeye kalkar. Tipik bir Yeni Türkiye ürünü, şaşılacak bir şey yok. Ancak slogan şart. Bir adet 'eski' kelime, bir adet harekete geçirecek kelime, biraz da umut kafi: "Talihiniz bol olsun."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

10 Aralık 2018 Pazartesi

İlber Ortaylı'nın gözünden Türkiye'nin yakın tarihi

Türkiye'nin Yakın Tarihi, Mart 2018'de Kronik Kitap'tan çıktı. İlber Ortaylı hoca 5 ayrı başlıkta Türkiye'nin yakın tarihini ustalıkla mercek altına alıyor:

1- Anayasa Tarihimiz
‎2- Yakın Tarihimiz Üzerine Notlar
‎3- Türkiye'nin Dış Politikası
‎4- Tarihten Miraslar
‎5- Eğitim Sistemimiz

İlk bölümü bir hukuk tarihi incelemesi olarak da okuyabiliriz. Tanzimat ve Meşrutiyet döneminin toplumsal ve siyasal alandaki sancılarını ve arka planda sosyal reaksiyonlarını bu kitapta zihnimize kazıma imkanı buluyoruz. Batılı devletlerin, Rusya'nın ve Osmanlı'nın 19. yüzyıl ekseninde anayasal değişimleri mukayeseli olarak ele alınıp inceleniyor. İlk meşrutî idarenin oluşumu ve toplumsal karşılığı üzerine eğilip hiçbir yerde duymadığımız bir anekdotu da ayrıca paylaşıyor yazar.

"Reis Ahmet Vefik Paşa valiliklerinden edindiği hoyrat bir üslupla meclisi yönetiyordu. "Söyledik ya, bu böyle olacak." gibi cevaplarla söz kesiyordu, hatta bir Rum milletvekilini "Otur yerine eşek herif" diye haşladı."

I. Meşrutiyet'in oluştuğu dönemde milletvekillerinin içinde Türkçe bilmeyenlerin dahi olduğuna değinen İlber Ortaylı, bu manzaraları ortaya koyarak çağdaşlaşma başlangıcının zorluklarını ve bugün hayretle karşıladığımız acemiliklerini gözler önüne seriyor.

24, 61 ve 82 anayasalarının getirisi ve götürüsü ile de ele alındığı bu bölümde yazılanları kavrayabilmekte geniş okur kitleleri zannediyorum güçlük çekmeyecektir. Hukuk gibi teknik donanım gerektiren bir alanda, teknik detaylara boğulmadan yapılan aktarımlardaki dil işçiliğini de ayrıca takdir etmemiz gerekiyor.

Ortaylı'nın okuru yoran kuru tarih aktarımından oldukça uzakta kalan, yer yer tebessüm ettiren magazinsel bir üslubu da var. Fakat bu magazinsel oluşun altında dayanağı olmayan ifadeleri değil tarihsel realite ile uyumlu yaklaşımları görüyoruz.

"Aslında çok partili siyasi hayata DP'den evvel Nuri Demirağ'ın kurduğu Milli Kalkınma Partisi ile girdik. Bu parti Demirağ Korusu'ndaki halka açık kuzu ziyafetleri ile birlikte düzenlenen propaganda toplantıları dolayısıyla "kuzu partisi" diye adlandırıldı."

İçerde yaşanan bazı siyasi hadiselerin bir başka ülkede de benzerlerinin yaşandığı ifade edilerek, okura geniş perspektiften bir tarih okuması yapma imkanı da tanınıyor aynı zamanda.

"Daha birkaç hafta evvel birbirleriyle meydan muharebesi yapan liderler, birlikte durum muhakemesi yaptılar. Bu tip siyasi hapishane arkadaşlıkları geleceğin inşasında olumlu rol oynar. Nitekim benzetmek gibi olmasın, Avusturya'nın sosyalistleri ve merkez muhafazakarları, Nazi döneminde geçirdikleri hapishane yıllarında; geleceği daha kolay inşa edebilecek hareket tarzını benimsemişlerdi."

Gündemimizi yer yer işgal eden, üzerinde çokça kalem oynatılan güncel tartışmalara ise yazar, romantik değil teknik, rasyonel veriler ve konjonktürel gerçekler ışığında bir yerinden dahil oluyor.

"Hilafetin bu asırda restore edilmesi mümkün mü? Şüphesiz hayır. Bu kadar çok milli devletin, liderlik iddiasının ve maalesef mezhep çatışmalarının dorukta olduğu İslam dünyasında bu kurumun ihya edilmesi mümkün değildir. Bir yerde herkes kendinin halifesidir. Hilafetin kime nasıl geçeceği konusunda da sarih hüküm yoktur. Hilafet iktidar ister. Cihanşümul iktidar Osmanlı ile tarihe karışmıştır."

Okur yer yer milliyetçi reflekslerle dile getirilmiş kısımlarla karşılaşsa da, bunun kuru fanatizme yaslanan bir milliyetçi tavır olmadığını hemen fark edecektir. Gerçeklikle kurulan ilgi ve ciddiyet düşünüldüğünde, oldukça kıymetli değerlendirmelerdir bunlar. Çeşitli toplum kesimlerinin günden güne aşağılık kompleksine kapıldığı günümüzde, kendi devlet ve millet geleneğine özgüvenle yaklaşan entelektüellere ihtiyacımız var elbette.

"Bu ülkede 60 yıllık kesintisiz seçim yapıldı. Hatta darbelere, anayasa değişikliklerine rağmen seçim dönemleri pek aşılmadı ve Türk halkı usulüne uygun rey vermeyi alışkanlık edindi. Adil seçimin çoğu ülkede bir problem olduğu ve seçimlerin beynelmilel gözlem konusu haline geldiğini unutmayalım."

"Ne olursa olsun, bugünkü dünyanın büyük çoğunluğu için başlıca sorun olan kanuni ve sağlıklı seçim icrası Türk demokrasisi için büyük bir sorun değildir. Türkiye bazılarının küçümsediği sandık demokrasisini başından beri götürebilmiştir."

İlber Ortaylı'nın 1947'de doğmuş olması aynı zamanda kendisini yakın tarihimizin tanığı haline de getiriyor. O kadar ki 6-7 Eylül olaylarını, bizzat o günleri yaşamış olan yazardan dinleme imkanı buluyoruz. Eser bir anda anı niteliğini de kazanmaya başlıyor burada.

"Hatırladığım ilk olay Yeşilköy'deki şarküterinin encamıydı. Dükkan darmadağındı, havyarlar saçılmıştı; yağmacılar garip peynirleri tatmadan dağıtmışlardı, anlaşılan tahin helvası ile beyaz peynir aramışlardı."

Eserin ilerleyen bölümlerinde, İtalya ile olan diplomatik ilişkilerimizin tarihi ele alınırken birdenbire kendimizi etimolojik tespitlerin içinde buluyoruz. Bu durumu Ortaylı'nın entelektüel yelpazesinin genişliğiyle açıklıyorum ben.

"Gemicilik terimleri dışında, İstanbul ve İzmir argosu da İtalyanca deyimlerle doludur; "mantenuta" (kapatma-metres) karşılığı olarak "montinata" veya "manita" diye geçer. "Alırım façanı aşağı" diyen adamların bu kelimenin "faccia"den geldiğini bildiklerini sanmayız. "Bu işin raconu böyledir" diyenler, "racon" kelimesinin İtalyanca "raggione"den geldiğini belki bilmezler."

Son olarak Hoca'nın mimariye ve imara dönük eleştiri ve yaklaşımlarını görüyoruz.

"Şam ve Halep'in nüfusu da Ankara ve İstanbul gibi 10 misli artmasına rağmen ne gökdelenler şehri boğuyor, ne eski yapıların yerini briket binalar istila etmiş, ne de yeşillik alanlara kaçak yapılar dikiliyor. Zaten yeşillik alan Suriye'de bütün Ortadoğu şehirleri gibi en son düşünülen şey ama İstanbul'un hele Bahreyn'in imar gaddarlığı buralara çok uzak."

Aslında toplumun her ferdinin neoliberal mimariye duyduğu öfkenin dile getirilmesi bu. Metropollerdeki yapılaşmanın çarpıklığı, son dönemde Türk aydınını halkla uzlaştırdı bir bakıma.

Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu

7 Aralık 2018 Cuma

Şehir konusunda ihmal edilen kavram: ahlâk

Şehir ve şehirleşme üzerine son dönemde ortaya çıkan düşünsel yöndeki anlaşmazlıklar, insanları ikiye böldü. Bir tarafta geleneksel şehri savunan, kapitalizmin müdahale edemeyeceği bir şehir kurma ideali olanlar var. Diğer tarafta ise çağın getirdiklerine karşı koymanın imkânsız olacağını düşünüp modern şehir savunusu yapanlar var. Derin bir kuyu olan bu konuda her kesimin haklı olabilecek fikirleri -ya da en azından ilk bakışta doğruymuş gibi görünen fikirleri- olsa da durumu medeniyet açısından inceleyen insan çok az. Salt pragmatist bir bakışla şehrin, şehirleşmenin ne demek olduğu ve nasıl olması gerektiğini söylemek bizi yanıltacaktır. Aslında daha önceden Turgut Cansever hoca bizlere kitaplarıyla bu konuda oldukça geniş malumat vermiş olsa da ne kadar okunduğu ya da dikkate alındığı günümüzün şehirlerine bakınca ortaya çıkıyor: Maalesef hiç. Zaten dikkate alınmış olsaydı Sadettin Ökten hoca İçimde AVM Var kitabını sanıyorum ki yazmazdı.

İçimde AVM Var, 2015 yılında Tuti Kitap etiketiyle neşredilmiş bir Sadettin Ökten kitabıdır. Deneme türünde birçok yazı bulunan kitap, 203 sayfadan oluşuyor. İlk denemeden son denemeye kadar şehir ve şehir tasavvuru hakkında fikirlerini okuyucuyu zorlamadan aktarmaya çalışan Ökten hoca, düşüncelerini sağa sola sapmadan net bir biçimde yazmış. Mesleği gereği de şehir konusunda sözü dinlenmesi gereken Sadettin Ökten, konuyu bir de estetik görüş ve sanat felsefesi içinde ele alınca ortaya dikkat çekici denemeler çıkmış.

Kitaptaki yazılarını adım adım kurgulayan ve okuru önce insan, medeniyet, tasavvur, ahlâk, değer gibi kavramlarla konuya hazırlayan hoca, daha sonra bizdeki ve dünyadaki şehirleşme ve şehir olgusu hakkındaki fikirlerine yumuşak bir geçiş yapıyor: “…Değer dediğimiz şey de hayatımıza mana katan, hayatı anlamlandıran, yaşanır kılan ve dış dünyada-maddi dünyada karşılığı olmayan ama iç dünyamızda bizim için çok kıymetli olan kavramlardır. Mesela ilim de estetik de sanat da böyle kavramlardır. Dış dünyada karşılıkları yok bunların. İnsanın davranış biçimleri her zaman değerle bir uyum içerisinde olur mu? Eski tabirle; bir mutabakat söz konusu mudur? Hayır. Bazen olur, bazen olmaz. O halde değer sisteminin davranışa geçtiğinde uygunluğunu denetleyecek bir sistem lazım. Bu sistem; genel manada ahlak, daha özel manada ise hukuktur.

Ülkemizde çok uzun yılardır özellikle şehir konusunda ihmal edilen en genel kavram, ahlâk. Sadece insan ilişkilerine veya davranışlarına hasrettiğimiz bu kavramın, aslında insanların birincil derecede muhatap olmak zorunda olduğu şehre bakış açımızı da belirlemesi gerekiyordu. Köprünün altından çok sular aktı. Bir şehri kurmak, dönüştürmek ya da muhafaza etmek ahlâkî bir problemdir, ahlâktan bağımsız değildir diyen Ökten hoca, kitabın başından sonuna kadar birçok denemesinde bu kavrama çok geniş yer veriyor. Ahlâkı hukuktan ayırmadan; fakat hukuktan da aşağıya koymadan bu iki kavram çerçevesinde şehir kurmanın temellerinden bahsediyor hoca.

Ahlâk, inanç, değerler sistemi vb. kavramların oluşturduğu medeniyet tasavvurunun bir şehir için olmazsa olmaz olduğunu bu denemelerden açık bir şekilde çıkarmak mümkün. Buna rağmen “ama bu çağda…” diye başlayan cümleler kurmanın ne kadar gereksiz ve yersiz olduğunu da Sadettin Ökten’in bu kitabı veya diğer kitaplarıyla anlayabiliyoruz: “Şehirde yaşamak, o şehri inşa etmek ve o şehirde inşa edilmek, yani şehrin fiziğiyle ilgili bizatihi bir eylem ve bu eylemin insanı etkilemesi de bir ahlâk ve hukuk sorunudur. İnsanlar umumiyetle olayın hukukî boyutunu çok net görürler. Neden? Çünkü hukukî boyutu ihlal ettiğiniz zaman canınız acır. Müeyyidesi vardır, yaptırımı söz konusudur. Ama şehir hukuktan daha geniş bir kapsamda bir ahlâk meselesidir. Hem kurmak hem dönüştürmek hem şehirde yaşamak… Neden? Çünkü bir davranış biçimidir ve o davranışın arkasında sizin inandığınız değerler sistemi vardır. Yani davranışlarınız değerlerinize uyuyorsa orada ahlâkî bir uyum ortaya çıkar. Özellikle çağımızda ve özellikle ülkemizde şehri kurmanın, şehirde yaşamanın, şehri kullanmanın ve şehri dönüştürmenin ahlâkî boyutu göz ardı ediliyor.

Sadettin Ökten, hem şehir kurmanın önemine hem de hayatın akışına yönelik tespitlerine “nispet” ve “iktifa” prensipleri tarafından da değiniyor. Nispeti kısaca bir şeye göre oran, iktifayı ise yetinme, yeterlik olarak tanımlayabiliriz. Anlatımını örneklerle zenginleştiren, zaten açık olan üslûbunu daha da anlaşılır kılan Sadettin Ökten hoca, nispet ve iktifayı kitabının temeline oturtup bu konuyu da örnekleriyle okura anlatıyor: “Yani bir evliya türbesinin yanına bir gökdelen -hatta sekiz katlı bir gökdelencik deyin- dikerseniz, o evliya türbesine muhtemelen önem vermiyorsunuz demektir. Bu meseleyi isterseniz alın, Kâbe’ye kadar götürün. Hiç fark etmez! İnsan nispetle yaşar hayatta…

İkinci prensip olarak iktifa ise şöyledir: Her fiziksel veri size belli bir imkân sunar. Bunun en anlaşılırı, mesela otomobil alıyorsunuz, prospektüsünde dört kişiliktir yazıyor. ‘Bagajı şu kadar yük alır, şu kadar benzin alır.’ diyor. Bu demektir ki o otomobili kullanırken o şartlara uyarsanız belli bir limit içinde güvenli kullanırsınız. Ama öyle yapmadığınız zaman, dört kişilik arabaya sekiz kişi koyduğunuzda o güvenlik ihlal edilir. Aynı şey şehirde var.

Sadece Kâbe örneği bile hocanın derdini anlamaya yeterli aslında. Çok katlı gökdelenlerle, Zemzem Tower’larla Kâbe’yi küçücük bırakanları ciddiye alanlar maalesef ki çevremizde de bolca mevcut. Bahaneleri ise, “O kadar insan nerede kalacak?” İslâm’a düşman birini getirip “Kâbe’yi itibarsızlaştırıp önemsizleştirin” desek, şu anki duruma getiremezdi. Öyle ki Kâbe fotoğraflarına bakarken etrafındaki gökdelenlerden görebilmemiz için büyüteç kullanmamız gerekiyor artık. İşin tuhaf tarafı bu, kimseye önemli bir sorun gibi görünmüyor. Kâbe’yi bir gökdelenden seyretmek veya herhangi bir yerdeki mübarek mekânlara tepeden bakmak insanların hoşuna gidiyor. Sadettin hoca bunun mücadelesini veriyor. Anlayan kaç kişi?

Sadettin Ökten hoca, bir tasavvurdan bahsederken sadece Osmanlı veya Türk tasavvurundan değil, Amerikan, Roma veya başka tasavvurlardan da bahsediyor. Daha önce de bahsettiğim gibi, düşünce ile yapılan şey - inanç ile yapılan şey arasında bir bağıntı olursa orada ahlâktan bahsedebileceğimizi söyleyen hoca, örneğin New York’un tam bir Amerikan şehri olduğunu, onların düşünce yapılarıyla yaptıkları arasında bir bağıntı olduğunu söylüyor. Bunun doğruluğunu veya yanlışlığını savunmaktan ziyade inanç-eylem arasındaki bağıntıya dikkat çekiyor Ökten. Çünkü asıl önemli olanın bu olduğunu, bu bağlantıyı yakalayamadığımız takdirde yaptıklarımızın önemli şeyler olmadığını yazılardan yakalayabiliyoruz.

Birçok yazısında toplumun şehir yapısını yönlendirdiğini savunan Sadettin Ökten, halk istemediği takdirde şehrin halkın istemediği bir yönde kurulmasının, değişmesinin veya yenilenmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Sadece demokrasilerde değil monarşide dahi bu durumun böyle olduğunu savunuyor ve yine açık, anlaşılır örnekleriyle bunu vurguluyor. Burada aklıma Turgut Cansever’in verdiği bir örnek geldi: İnsanların mahallelerine yapılan bir çeşmenin dahi estetik yapıyı bozduğu gerekçesiyle yürüyüş, eylem yaptığı zamanlardan koca koca binalara tepki gösterilmeyen zamanlara geldiğimizi söylüyordu Cansever hoca. Sadettin Ökten’in de dediğini bu minvalde alabiliriz.

Osmanlı’yı sevip sevmemek ayrı bir konu. Ancak şehir konusunda asla yabana atılamaz Osmanlı ve halkı. Sadettin Ökten’in de Osmanlı’yı (Osmanlı insanını) öne çıkarması bu yüzdendir: “Bir Müslüman, hele Osmanlı Müslümanı üç şey peşinde koşar:

1.Rıza-yı İlahi. Seküler dille ifadesi; Allah’ı hoşnut etmek. “Ben senin bu dünyada halifensem senin hoşnutluğunu kazanmam lazım.” diyor.

2.Kendi cinsinden bir beşer olan İslam Peygamberi’nin şefaatini kazanmak.

3.İslam Peygamberi’nin vârislerinin, yani ricâlullahın himmetini üzerinde hissetmek.

Bu üç umde üzerinde yürüyor hadise. Şehirde de buna göre inşa ediyor mekânları. Dolayısıyla bugün bizim anlayışımızla; vazgeçilmez gibi görünen imar yasası, yönetmelikler, şunlar bunlar o zaman yok. Çünkü bunlara ihtiyaç yok. Adam zaten ister istemez insana ve çevreye saygılı ve riâyetkâr bir hayat yaşıyor, mekân yapısını da buna göre kuruyor. Ama bu saygı ve riayet hayatın her safhasında var: Kazancında, ölümünde, doğumunda, beşerî ilişkilerinde, her şeyinde… Pax Ottomana bu işte!

Her yerde biz Osmanlı’yız, şu’nun torunuyuz bu’nun evladıyız deyip de koca koca gökdelenlere yatırım yapanlara, o gökdelenlerin veya şehrin yapısını bozan her yapıya son derece kayıtsız kalıp yanından geçip gidenlere duyurulur!

Şehir demek, sadece bina demek değildir. Zaten Sadettin Ökten şehrin yapısı, gelişmesi vs. derken sadece müşahhas şeylerden değil mücerret kavramlardan da bahsediyor. Mekânın yapısının insan ilişkilerine etkisini kimse yok sayamaz. Tek katlı yan yana iki evdeki komşuluk ilişkisiyle bir apartmanın bilmem kaçıncı katındaki iki konutun komşuluk ilişkisi bir değildir, olmayacaktır. (Hoca apartmanı ‘komşuluk bitsin diye yapılmış bir mekân’ olarak tanımlıyor) Her zaman her yerde bahsedilen, artık bir klişeye dönüşmüş olan, ancak bunun düzeltilmesi için de kimsenin kılını kıpırdatmadığı bir durum: Artık karşı evdeki insanı tanımıyoruz. Komşuluk görevlerinden veya komşuluk hakkından geçtim, tanımıyoruz. Görsek bir yabancı zannediyoruz. Bunu gökdelene de yıkamayız. Üç dört katlı yapılarda dahi bu durum bu şekilde artık.

Sadettin hoca, yine Osmanlı’dan örnek vererek komşuluk kavramını irdeliyor ve o zamanlar şehrin bu gibi kavramları dışarıda bırakmayacak şekilde kurulduğunu vurguluyor. Çok yabancı geliyor artık bize bu kavramlar. Ancak bir zamanlar şehirler bu şekildeydi. Ve huzur vardı. Mutluluk ayrı konu: “…Osmanlı’nın yaptığı bu… Şehri yaşayan bir yer haline getiriyor. Bu hale getirirken de üst otorite aşkın otorite olduğu için o otoritenin rızasını kazanmak -itaat değil, rızasını kazanmak- için kendisine ne kadar hürmet ediyorsa komşusuna daha fazla hürmet ediyor. Çünkü Peygamber’i hadis-i şerifte buyurmuş ki: ‘Cebrâil bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.’

Bu çok mühim! Türkçe’de bunun karşılığı ne? ‘Ev alma, komşu al.’ Peki, kapitalizmde karşılığı ne? ‘I don’t care who your neighbor is. (Komşunun kim olduğu hiç umurumda değil, hiç mühim değil.)’ çünkü herkesinki gibi bir ev orada, yalnız ve izole… Ve istenen tercih bu… Komşuluk yok onun için. Adam yapamaz, zaten istemez de.

Yüksek katlı evlerimize, sitelerin verdiği güvenlik duygusuyla rahatça girip keyfimize bakıyoruz. Fakat huzurlu muyuz? Sadettin Ökten hoca, medeniyet tasavvurumuzla değerler sistemimizin uyuşmadığı takdirde hayatımızda kaos olacağını söylüyor ve şu anda yaşadığımız durumu buna yakıştırıyor. Medeniyet tasavvuruyla değerler sisteminin uyuştuğu zamanda ise artık, yeni ve modern görülen şehirleşmede huzurumuzun alındığını savunuyor. Evet, birçok kolaylık (iyilik değil) sağlıyor yeni evler, binalar vs. Fakat neleri götürüyor bizden: Huzur, iç dinginlik, iç rahatlığı… Avrupalı’nın ya da Amerikalı’nın ödediği bedelin bu olduğunu söylese de artık bizim ödediğimiz bedel de budur.

Bunlara rağmen çıkış yolunun da ipucunu veriyor hoca. Ne kadar kulak veriyoruz acaba?

İnsan kendi gücüyle, yani doğayı, toplumu ve kendini değiştirme, kullanma, tasarruf etme gücüyle hangi istikamette yürüyecek? Hizmet ve merhamet istikametinde mi yürüyecek, yoksa tahakküm istikametinde mi yürüyecek?

Tahakküm istikametinde yürürse yaptığı gökdelendir. Hizmet ve merhamet istikametinde yürürse yaptığı şey bugün yok, orası boş… Onun için gökdelen orayı çok kolay dolduruyor, site orayı çok kolay dolduruyor. İsminde şehir olan ama kendisi şehir olmayan yerleri yalnız binalardaki yalnız insanlar dolduruyor.

Peki, hizmet ve merhamete dönük bir yerleşim kurulabilir mi? Tabii kurulabilir, üzerinde düşünmemiz lazım: Temel talebimiz ne? Bu temel talepleri bugün icra edebilir miyiz? Kapitalizm ‘Edemezsiniz, biz sizi yok ederiz’ diyor. O zaman kapitalist felsefe bir Tanrısal felsefe midir ki Tanrı sonsuz gücüyle bizi tehdit ediyor? Temel çatışma burada.

Yoksa Cenab-ı Allah bize bir kapı açıp yol gösterdi, biz farkında değil miyiz? Bunları düşünmemiz lazım…

Ökten hoca, derdini, tasasını ve düşüncelerini bize çok açık bir dille, sağa sola sapmadan, kimseye özellikle laf atmadan, durumu, yapılanları genel hatlarıyla değerlendirmiş ve çıkış yollarını anlatmış. Kitabın son yazısı ‘Modern Zaman Strüktürlü Medeniyet ve Günümüz’ yazısı her şeyi kapsayıcı bir yazı olmuş ve hoca, kitapta o ân’a kadar dediklerini özetlemiş sanki.

Bu kitabı bir farkındalık oluşturmak için (belki artık iş işten geçti diyenler olabilir) bütün siyasilere, mühendislere, mimarlara ve hocanın da hep üstünde durduğu topluma okutmak gereklidir diye düşünüyorum. Önce bir tasavvurda karar kılıp daha sonra da işe koyulmanın vakti geçeli çok oluyor. Herkes iyi ve düzgün bir şehirde yaşamayı hak ediyor çünkü.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Her biri başka birileri için fener olmuş 60 ışık

Bir belgesel isteği ile çıkılan yolculukta, geri dönerken, evi, memleketi, kendini bulmak için atılmış 60 çakıl taşı.

Sevgili Avni Özgürel’in, özenle, haz ettiğini/etmediğini aynı keyif ve titizlikle renklendirdiği; her biri, başka birileri için fener işlevi üstlenmiş 60 ışık…

Portreler, Ketebe yayınları ile ezberleri bozan ve çıkarımım o ki bilinçli hazırlanmış, “farklardaki bir dava” üzerinden detaylar üstlenmiş. Bir şey söylemek istiyor. Değerli bir şey. Kulaktan dolma bilgiler ile yolunda öldüklerin, ya da yolda görsen öldüreceklerinin hepsinin, senin görmediğin zaafları, ya da o çıtaya varacak kadar okumadan erişemeyeceğin derinlikleri olabilir diyor. Oku diyor, kendini, kendinde olanı ve kendinden olanları. Merdivenleri çıktıkça inilen bir öz var diyor, bir töz…

Okudukça; siyasal alanda, Marx, Engels, Lenin, Durkheim, Proudhon derken optimum bir alanda yakaladığın ve pek sevdiğin Max Weber, Sabri Ülgener ile karşılık bulur. Prens Sabahattin’in entelektüel kimliğine saygı duyarsın hatta Sabahattin Ali’den hallice. Eksik, de dahi hatalı bilgilerin yüklenicisi ettiklerinin hepsi, zamanının olmazsa olmazı, “kutup” adamları olur. Bu topraklardan bir kök soğan kırdı isen, bir tas su içti isen, adının altını doldurmakta geç kaldıkların, okudukça can olur.

Okudukça; daha çeyreğine ulaşamadan sayfaların, ne zor seçmek, ne çok sürpriz, ne çok keyif.

Melamiliğin genel ve dönem algısını edinmek için Abdülbaki Gölpınarlı.

Yerel değil global edebiyatın en iyi yazı ustalarından biri ile tanışmak ve Boğaziçi’ni “müstakil medeniyet” betimleyen ruh ile kaleme aldığı İstanbul’u okumak için Abdülhak Şinasi Hisar.

Softalığa karşı bir dindar. Köksüzlüğü kabul etmeyen bir modernleşmeci”, Mecelle’nin hazırlayıcısı, yüzyılın gereği olarak yıkılan imparatorlukları ayakta tutmaya çalışanın değil; yeni oluşumu, hukuk ve adalet temeline yerleştirmenin mücadelesini verenlerin ancak o dönemin “vatanseveri” olacağına mücadelesi ile sizi ikna eden, Ahmet Cevdet Paşa.

Ülkesinin ve Türklüğün geleceğinden başka derdi olmayan, Padişah’a muhalif ama ittihatçılarla da barışamamış şair, Aka Gündüz.

Dil beşiğinde doğup, şiir soluyanAli Ekrem Bolayır.

Hiciv yetisi ve karikatürde dünya markası olup, bizim kulaklara yazık ki pek çalınamamış Ali Ulvi.

İlk mecliste, sıfırcı öğretmen edası ile vekilleri azarlayan başkan; Ahmet Vefik; Fuat Paşa’nın tanımı ile “kaldırım taşı büyüklüğünde bir pırlanta, ne sokağa döşenir ne yüzüğe takılırAhmet Vefik! Can olur!

Varoluşçu sancıları Sartre’den kopyalayıp ruhuna ikame edenleri görmekten, bize benzer sancılar çektiği için belki dikkatimizi çekmeyen Asaf Halet Çelebi… Avrupa’nın antidepresan ile tanıştıran bunaltılarından daha yüksek soruların cevabı. Senden habersiz senin topraklarında şiir ile derinleşen “arkhe” kuyusu. Yusuf’un kuyusu olduğunu bilerek kuyuyu sevenlerin kuyusu. “Evrensel bilgi” yolunda şiirin Yusuf’u; Asaf Halet Çelebi.

Benim için Dünya Harbi saman ekmeği demekti. Misafirliğe giderken herkesin kendi ekmeğini yanında götürdüğü kimsenin kimseye ikramda bulunma lüksünün olmadığı devirdi. Maharet gerekirdi o ekmeği yemek için. Ağızda usturuplu şekilde döndürmek sonra çiğnemek lazımdı. Aksi halde saman damağına saplanırdı”. Ben mesela, bu betimleme ile o yavaşça çevirerek koparamadığım lokmayı, ağzıma batan saman çöpünün acısını, kan tadını ve yeryüzüne inmiş o mahşer anını ilk kez bu kadar iyi anladığım; Cevdet Kudret!

İki Fransız filozof ile kaleme aldığı “Felsefe Meseleleri” kitabındaki derinliği, “din alimi” sıfatından olanlarla arasına ayraç olan; Atatürk ve Mehmet Akif’in hayranlıkla takip ettikleri; Elmalılı Hamdi Yazır. (Ve aklımın tenhalarında yine; rakı masasının, Hüseyin’in, “Alevi” geleneğinin, laikliğin, modernliğin, Atatürkçülüğün, Allah’sızlığın; nasıl ve ne edilip bir araya getirildiğini hala anlayamadığım birliğin şer dilemması! Çünkü; Elmalılı’nın Kuran Tefsirine 4. Madde olarak Atatürk’ün şart koştuğu ön şart; “Ehl-i Sünnet ve amelde Hanefi mezhebine bağlı kalınacaktır” olmuş. Ardından ise Diyanet’in bütçe sorunu dolayısı ile çekingen kaldığı, hala daha iyisi yazılamadığı kabul edilen tefsirin baskısını Atatürk kendi cebinden karşılamıştır. Sadece az düşünmüyor az da bildiğimizi öğrene öğrene ilerliyoruz böylece Portreler’de.)

Okudukça; eğer ki İnönü’süz bir Cumhuriyet’te Atatürk ile baş başa kalabilse, daha güzel daha pozitif senaryoların içinden bakıyor olacağımızın teminatı; Fethi Okyar! “Ben Cumhuriyeti tesis ettim ama bugün şekli idare Cumhuriyet midir, diktatörlük müdür, şahsi hükümet midir belli değil. Ben fani insanım. Ölmeden evvel isterim ki millet hürriyete alışsın, bunun için bir muhalif fırka tesis ediyorum. Ve bu işi Fethi Bey’de başka hiç kimseye teslim edemem…” M. K. Atatürk. İltifatının marifeti Fethi Okyar!

İlim ve bilgelik yolundan alıkoymaması için şiirden uzak kaldım deyip, geri çekilmiş hali ile “Fuzuli” olmuş adam, Fuzuli!

Yıkamam, iftira edemem, yalan söyleyemem, zulmedemem. İşte bendeki bu muhteşem aczin ilahi adı hürriyettir”. Zincirlerini, tutsaklıklarını, kaybettiklerini, kazanamadıklarını, kucaklayıp kucaklayıp öpersin. Nurettin Topçu külliyatı… Yol olur!

Okudukça; dostlarını omuzlarından öperek selamlayan adam, Necip Fazıl’ın “fikir sakasıFethi Gemuhluoğlu. Aşk olur!

Sonlu kelime ile sonsuz 60 adam…

Uykunuzdan ödünç saatler isteyin. Telefonunuzdan, sevdiğinizden, gününüzden… Can olur!

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

5 Aralık 2018 Çarşamba

Suç ve ölüm şehrine yolculuk

Latin Amerika edebiyatının en belirgin özelliği aykırılıktır sanıyorum. Söz konusu aykırılık büyülü gerçeklik ile yeraltı edebiyatı arasında gezinir. Hayal gücünün sınırlarını zorlayan fantastik veya grotesk anlatı bazen insanın içinin almadığı bir ucubeye dönüşür. Farklı milletlerin farklı edebiyat tarzları var kuşkusuz lakin edebiyat akımlarının yanında efsane, mitoloji, fantezi, ütopya ya da bilim-kurgu gibi başlıklarda kesiştiği noktalar mutlaka oluyor. Benzeşen yönlere farklı hikâyeler içinde yer veren bu anlatılar arasında evrensel bir paralellik kurmak mümkün. Ancak Latin Amerika edebiyatı için bunu söylemek zor. Zira tuhaflığı kendi içinde absorbe eden karamsar ve aykırı üslup diğer toplumların edebiyatlarından farklı konumlanmasına yol açıyor. Açıkçası bu durum Latin Amerika edebiyatına ilgi duymayan bir okur için zor bir okuma deneyimi teşkil ediyor.

Bedenlerin Göçü bu minvalde değerlendirilebilecek bir roman. Notos Kitap’tan çıkan eser Meksikalı yazar Yuri Herrera tarafından kaleme alınmış. Bülent Kale’nin çevirisiyle sunulan kitap yüz on sayfadan oluşuyor. ‘O’ anlatım tekniğini kullanan yazar kimi zaman gözlemci konumundayken kimi zaman da başkarakterin iç sesi oluyor. Dilinin akıcılığı okumayı kolaylaştırsa da etkileyicilik konusunda aynı şeyi söylemek zor. Karakterlerin amaçsızlığının bunun başlıca nedeni olduğunu düşünüyorum. Bu yanıyla hikâyenin nihilizme kapı aralayan bir yönü de var diyebiliriz. Roman toplumsal, siyasi, ekonomik bir anlatı gibi dursa da esasında yazarın içsel gerilimlerinin bir yansıması olarak yorumlamak mümkün.

Eserdeki dilin genel olarak yeraltı edebiyatına yakınlığı argo kullanımını ve cinselliği ön plana çıkarıyor. Yeraltı edebiyatını edebe mugayir bulan okur Bedenlerin Göçü’nden de rahatsızlık duyacaktır. Açıkçası bu tür metinlerle her karşılaşmamda hayatlarımızın ne kadar ‘steril’ olduğunu düşünürüm. İlginçtir ki, şahsımız adına kendiliğinden böyle bir kanaate sahibiz. Oysa kabul edelim ya da etmeyelim, yazıda (ya da hayatta) görüp tenkit ettiğimiz, hoşlanmadığımız, rahatsız olduğumuz bir çok şeye hayatımızın içinde fazlasıyla yer veriyoruz. İnsan bizatihi yaptığı şeyi başkasında görünce onaylamayan veya tutarsız ya da edebe mugayir bulan bir varlık. Bu tür metinlerin insanın kendisiyle karşılaşmasını sağladığını ve içine ayna tutarak gerçeği ortaya çıkardığını düşünüyorum. Yazdıklarımı tasvip değil de tespit bağlamında değerlendirmek mevzuyu anlamaya katkı sunacaktır.

Yuri Herrera okuyucuyu zaman ve mekân bağlamında net olarak belirtilmeyen karanlık, kasvetli, yoksul, isimsiz ve tekinsiz bir şehre götürüyor. Bir böceğin neden olduğu salgın hastalığın tehditi altındaki şehrin tek sorunu bu değildir. Suç işlemenin normalleştirildiği, uyuşturucu kullanımının, fuhuş ve mafya hesaplaşmalarının olağan hâle geldiği bir yerdir burası. İnsanlar şehrin sokaklarında her an ölümle karşı karşıyadır. Her şeyin kontrol altında olduğuna toplumu ikna etmeye çalışan devletin elinden sükunet çağrısından başka bir şey gelmemektedir. Başlarının çaresine bakmak zorunda kalan şehir sakinleri bir anlamda kendi sorunlarını kendileri çözmektedir. Bu yüzden suç olayları ve ölümler eksik olmamaktadır. Ölümlere ve suç eğilimlerine rağmen arabuluculuk denilen bir mekanizma oluşturulmuştur. Romanın başkarakteri burada devreye giriyor. O, sorunlu taraflar arasındaki iletişimi sağlayan ve problemleri çözen biridir. Nerede, nasıl konuşacağını bilmesi bu işte başarılı olmasında başlıca etkendir. Ayrıca eski bir avukattır ve adli kurumlarla bağlantıları vardır. İşini yaparken bağlantılarını da kullanmaktadır.

Kitabın isimlendirmesi ve tanıtım yazısı beklentiyi yukarılara çekiyor lakin içerik açısından aynı şeyi söylemek zor. Olayların nitelik açısından vuruculuğu kurguda yeterli görünürlüğü sağlayamadığı için beklenen etkiyi gösteremiyor. Metnin gizemli oluşu merak uyandırsa da hikâyenin kapalı-simgesel dili okuyucuyu sınırlandırıyor. Bu yüzden kitap bittiğinde akılda kalan pek bir şey olmuyor. Latin Amerika edebiyatının bir çok özelliğini taşıyan Bedenlerin Göçü’nde gerçekliğe yakın olaylar gerçeküstü bir üslupla kurgulanıyor. Buna karşın kahramanların amaçsızlığı, duygusuzluğu ve hikâyedeki muğlaklık insanı rahatsız edici cinsten. Bir detay olarak, az da olsa alt metin insanlıktan ümidi kesmemek gerektiği mesajını veriyor diyebiliriz.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

4 Aralık 2018 Salı

Türk destan dünyasına son zamanlarda kazandırılan en özel yapıt

Türk dünyası destan geleneği dediğimiz zaman; en eski Türk devirlerinden itibaren milletlerin hafızasında yer eden büyük olaylar, Cengiz istilası, Timur depremi, İslam dinine geçiş gibi büyük hadiseleri barındıran; göçler, istilalar, kıyımlar gibi olumsuz durumlarda dahi yaşamaya devam etmiş ve her hadiseden beslenmeye devam eden anlatıların toplamı, iki bininin üzerinde metin ile karşılaşırız.

Farsça Dastan kelimesinin bozulmuş şeklini kullanarak Destan adını verdiğimiz bu anlatılar ilk Türk devirlerinde mitoloji ve kozmogoni barındıran yapıtlar halindeyken İslamlığa geçiş ile menkıbevi, tarihi ve bazı destanlarda görüleceği gibi zamanla halk hikayelerine dönüşmüş anlatılardır.

Türk destanları zaman içerisinde kolları, varyantları, motif yapıları çeşitli araştırmalar ile incelenmiş içlerinden bazıları tam metin olarak yayın hayatına kazandırılmıştır, ancak bu destanların başka kavim, komşu veya uzak ülkelerin destanları ile karşılaştırılmasına dayanan araştırmalar emekleme seviyesindedir.

Bu karşılaştırma ve incelemelerden biri yıl içinde yayımlanmış ve okuyucuya sunulmuştur. Türk Destanlarından Kalevala Destanına isimli kitap, Ural-Altay dil ailesine mensup Fin’lerin Destanı Kalevala ile Güney, Kuzey, Orta Sibirya sahasındaki Türk topluluklarına ait destanların incelendiği bir yapıttır ve Türk dünyası destanlarının çeşitli alanlarında yapılan araştırmaları kapsama almıştır.

Fin edebiyatının yapı taşı olan ve Fin folklorunun en önemli destanı durumundaki Kalevala ile Türk destan dünyasına ait yapıtlardan elde edilen sosyo-kültürel verilerin oldukça şaşırtıcı benzerlikleri, kitabın en özel yanlarından.

Bu destanın nasıl milli bir kimlik oluşturmada kullanıldığı, Fin sanatı ve edebiyatını oluşturmada nasıl bir rol üstlendiği üzerine incelenilen bölümlerin ardından gelen sayfalar çalışmanın en yoğun kısmını oluşturuyor.

Türk dünyasının, Altay, Hakas, Şor, Başkurt, Kırgız sahalarına ait destanları karşılaştırılıyor. İslam dini etkisine giren Dede Korkut, Manas gibi destanlardan örnekler verilerek mitolojik unsurların etkisi gösterilmeye çalışılıyor.

Destanların önemli özellikleri; örneğin kahramanın doğumu, halkların ortaya çıkışı, destanların içerisinde önemli yer tutan çeşitli kültlerin karşılaştırılması ile anlatılması, destan tiplerinin ve önemli figürlerin anlatılmasını kapsayan bölümler içeriğin ağırlıklı noktası. Motif analizlerinin yapıldığı, eski inanç tortularının izlenebildiği ve başka destanları nasıl etkileyebildiğinin anlatıları olan kitap aslında sadece bir karşılaştırma metni değil, adeta destan okuyucusu için kılavuz kitap mahiyetindedir.

Bugüne kadar hiç Türk destanı ile karşılamamış bir okuyucu bile, kitapla birlikte tarih ve edebiyatın en saf kültürel öğelerinden biri olan bazı destanları ve destan dünyamızın önemli figürlerini tanıma fırsatını elde edecektir, bu kitabı kuşkusuz çok önemli yapmaktadır.

Tolkien, Ursula K. Le Guin gibi isimlerin yapıtlarına bir şekilde giren Kalevala destanı, bu anlamıyla dünya edebiyatına ilham vermiş bir metindir, ancak diğer destanlar arasında sıkı bağlar ilk defa bu kitap ile incelenmiştir. Türk destan dünyası ile Fin’leri var eden bu yapıt arasında aynılıklar ve farklılıkların anlatıldığı kitap geçmişin o mistik, büyülü dünyasına okuyucuyu kısa bir yolculuğa çıkarıyor. Eski topluluklar ile özelinde Türk destan anlatmalarının tabiatın temel unsurlarına bağlı olarak oluşturdukları mitler, ritüeller ve kültler Fin anlatısının en önemli yapıtı Kalevala’ya eşlik ediyor.

Özkul Çobanoğlu gibi değerli bir edebiyat araştırmacısı ve akademisyenin takrîz’i ile başlayan kitap Türk Destan dünyasına son zamanlarda kazandırılan en özel yapıtlardan biri olarak okuyucu karşına çıkıyor.

Olgay Söyler
twitter.com/olgaysyler1

Âlem içinde bir âlem

"...bil ki senin kendin de bir hayalsin; idrak ettiğin her bir şey ve "bu ben değilim" dediğin her bir nesne de bir hayaldir. Şu halde bütün varlık alemi de hayal içinde hayaldir."
- İbnü'l-Arabî, Fusus'ül Hikem

Artık herkesin az çok bildiği, herkesin dilinde olan yazarların kitaplarını okumaktan sıkılmışken yeni bir şeylerin arayışına girmiştim. Böyle bir dönemde Arka Kapak'ın -ne yazıkki kapandı- 34. sayısında H. Handan Arıkan'ın bir yazısı ile tanıştım Hodbinler romanıyla. Dergideki o güzel yazının vesilesiyle, aynı zamanda Saruhan Doğan'ın ilk romanı olması hasebiyle ve elbette o dönem yeni çıkmış bir kitap olmasıyla cezbetti beni Hodbinler. İyiki de bu denk geliş oldu çünkü kitabı bitirdiğimde yüzümde ki yeni ve güzel bir şeyi keşfetmiş olmanın mutluluğunu hissedebiliyordum.

Hodbinler dili itibariyle hatta bazı karakterleriyle bize eski romanları hatırlatıyor ancak günümüzden bir zamanda geçmesiyle bu dönemi de es geçmiyor. Günümüzde yazılan bir çok romanın aksine lisana çok önem veren Saruhan Doğan, kurduğu uzun cümlelerle -gerçekten çok uzun- ve enfes betimlemeleriyle insanı hayrete düşürüyor. Bu konuda size bu iddiamı güçlendirecek bir alıntı sunabilirim.

"...Dimağı bu müphem idrakin vecd hal ile bulanıklaşırken ruhu karşısında duran güzelliğe doğru bir arzu ve vuslat çağıltısıyla akıyor, saadet hülyasıyla kamaşan gözleri elmastan birer cihan gibi parlıyor, mai gökyüzünün ve mai suların hiç son bulmayacak bir hazan mevsimini haber veren sükutlarının şefkat dolu tecellisiyle Taci o güne kadar hakikat bildiği alemden uzağa, bir rüya ülkesine uzanıyor, o güne kadar tahayyül edemeyeceği bir şekilde bir hissedişle hassas kalbinin pare pare titrediğini sadece aşıklara mahsus bir kabullenişle fark ediyordu."

Roman eski dönemlere bir nazire gibi Üstad Efgan'ın kendi tabiriyle ağdalı cümlelerle başlıyor ancak genç romancınında kendi dilini bulmasını istiyor. Zaten bu romanda Üstad Efgan ve genç romancı karakterleri üzerinden bir yandanda roman yazarlığını hicveden bir eser.

Genç romancı hayranı olduğu üstadı bulabilmek için arkadaşının tavsiyesi üzerine bir roman yazmaya başlıyor ancak üstadın ve gencin romanı birbirine girince iş çığrından çıkıyor, alay dozu yükseliyor ve roman sürreal bir kurguya geçiyor. Çocukluktan gelen bir aşk üzerinden şekillenen ve diğer aşk hikayeleriyle birlikte vücut bulan Hodbinler, bizi kendimizle yüzleştirmekten çekinmiyor ve hayata, gerçeklere dair düşündürmeye başlıyor.

Ayrıca kitapta en çok ilgimi çeken konulardan biri olan roman mı daha gerçektir yoksa gerçek mi tartışmasıysa üzerine epeyce düşünmeye değer.

"Peki o zaman üstad bu dünya gerçek mi? Bu dünyayı da beş duyumuzla anlıyoruz. Bu dünyanında aslında gerçek olmadığını, bir rüya olduğunu söyleyen büyük bilgeler oldu. Büyük mutasavvıf, Şeyh-ül Ekber İbn-ül Arabi aynen bunu söyledi, Eflatun "Burası gerçek değil, siz karanlıkta yaşayan körlersiniz" dedi. Ya haklılarsa ve asıl gerçek zaten burası değilse? Ya burası da bir romansa? Bizler de aslında gerçek insanlar değil de mesela şu anda masanın başında bu satırları yazmakta olan bir müellifin uydurmalarıysak?"

Hodbinler zengin lisanıyla, kurgusu ve çok katmanlı yapısıyla dikkatleri üzerine çekiyor. Yeni bir heyecan, yeni bir isim, özgün bir eser arıyorsanız yahut bu çağa ait hissetmeyip bu çağdan da kopamıyorsanız, Hodbinler okunmak için sizi bekliyor.

Hasan Köstek
twitter.com/nefesvebugday

3 Aralık 2018 Pazartesi

Ölüm, hayat ya da diğer şeylere dair

İlk öyküsünü 2013’te Hece Öykü Dergi’de gördüğümüz Selma Aksoy Türköz, bu kez İz Muhayyel serisinden çıkan ilk öykü kitabıyla karşımızda. En çok çeviri yazıları ile bilinen ve beğeni toplayan yazarımız Tokat-Zileli. Yine hatırlatalım iyi bir akademisyen olan yazar Türköz, öykü ve denemeleriyle çeşitli dergilerde okurun gözünü doldurmaya devam ediyor.

On dokuz öykü; hayat, ölüm, özgürlük çağrışımlarıyla bezeli. Okudukça öykülerin tınısı, rengi fark ediliyor. “Sadece kendine ait bir uyanışa daldı.”. O uykudan/hayattan bir şeyler söylüyor bize yazar. Mesela, bize bir uyanışa/hayata dair işaretleri veriyor. “Nedir bu çocuğu diğerlerinden eksik kılan?

Sorular, tablolar, çocuklar, “yorgun ve güvensiz” hatta tekinsiz gecelere, okuru taşıyan “duvar resmi” öyküsü farklı çağrışımlara açık.

Hem Arzu’lu hem Müjgan’lı hem de abi imgesi barındıran, sonu kanlı biten, içi kalabalık bir öykü, “acemi öykücü ya da müjgan”. Farklı bir tat, aykırı bir yorum peşinde olanları çağırıyor kitaba.

Şatafatlı hayatım var diyenlere, yürüdükleri yolda yazarın alımlı bir cümlesi çarpıyor ve dağılıyor nihayetinde: “Oysa ne kadar sadeydi ölüm, habersiz gelen bir sadelik.”. Ölüm için, tam da lazım olan tanımlama, diyecek okurlarını bekliyor.

Ölümü gergin kanatlı bir kuş” olarak deneyimleyen öykü kişisi, ölümü daha sonra da bir battaniye formunda anlatıyor: “Mezarın içine girdi, uzandı, ölümü üstüne çekti.”. Ölümü sıradan bir eylem gibi yaşayan, sağ tarafından defter almaya aday biri o. Korkunç bir gerçekliği yaşayanların aksine uykuya dalıp, Rahman’ a teslim oluş hali. Oysa öykü kişisinin dışındakiler, “ölmek için iyi bir gün değil” diye mırıldanıyor belki de.

Yine başka bir öyküde, sahipsiz çocuklara dair acımasız ve orijinal fikirleri olan öykü kişisiyle karşılaşıyoruz bu defa. Öykü kişisi, bir mültecinin ölümüne olan tepkisizliğiyle “yeniden mütevazı bir teklif”le geliyor okurun karşısına.

Dağlar ve “kaz dağı efsanesi”, abdest alan baba-kızın yeni baştan yorumlanan hikâyesi. Uçmayla yuvarlanma arasındaki eylemin masala dönüşmesi. Yeni, farklı bir Altar-Zeus-hasta kız imgeleriyle okuru şaşırtmaya devam ediyor Selma Aksoy Türköz.

Sonra “saraydan kız kaçırma” ya da “koca dünya” çaresiz çocuk, kadın ve tümüyle insanlık durumları. Pokemonlar ve çocuklar “piknik go” da. Günümüz çocuklarının hayatında var olan bilgisayar oyunlarına dalışı, pokemonun onlar için, piknikte bile peşlerini bırakmayan bir esarete dönüşmesi başarılı bir şekilde anlatılmış.

Bir diğer öykü, “iki mevsim arasında” baba-oğul-hapishane imge üçgeniyle örülmüş. “En küçük hayal kırıklıklarını felaket gibi yaşayan anneler”i üzen durumlar. Bir öykü ki, birinci sınıf mücevherler içinde boğulan bir kadına kulak veriyoruz. Kadın adım adım özgürlüğü seçiyor. Karanlık, yalnızlık, menekşe kokusu, uzayan deniz dalgaları, müthiş huzursuzluklar, intiharlar ve tabii son “özgürlük” Sırtını özgürlüğe dayamış bir diğer öykü de “iyi ki 'o' var” bitmez tükenmez dedikodulardan sıyrılıp, “özgürlüğe kanat açmış bir grup kuş”a kulak veren öykü kişisi nefis bir cümle kuruyor: “Kuşların yollarını kağıt üzerinde göstermek zordur.

Yine “tarçın tadı” ya da “fasulye ağacı” kaçırılmayacak öyküler. “İstanbul’da” ve hep unutmadan “sanrı” bile olsa “hepimiz kardeşiz” değil mi? Müjdeli haberin ölüme ulandığı, yeni hayatlara dair, “ölenle ölünmüyor” son öyküsü bu kitabın. Keyifli okumalar diliyorum elbette.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz