"Okumak, yüzünü kapamaktır, yazmaksa yüzünü göstermek."
- Alejandro Zambra
Bazen darbelerin olmadığı bir tarih düşünür, bir dış müdahalenin olmadığı tarihin doğal seyri içinde filizlenmiş ülkeler düşünürüm. Sonra gerçek dünyanın sertliğiyle yüzleşmek zorundayken bulurum kendimi.
Yoksulların babası olarak anılan Şili’nin sosyalist lideri kendi topraklarındaki madenleri Amerikan şirketlerinin işletmesine karşı çıkıp millileştirme hareketine giriştiğinde bir CIA darbesiyle hem koltuğundan hem de pek önemsemediği hayatından ve en önemlisi de Şili’sinden ayrı kalmak durumunda kalmasaydı bu Güney Amerika ülkesinin ahvali nice olurdu acaba?
Roberto Bolano’nun Uzak Yıldız romanından sonra Pinochet darbesiyle Şili’de yaşanan toplumsal yıkıma dair ikinci bir romanla hemhal olunca aklıma takılan soru şu? Bu dünya düzeninde gücü yetenin yumruğunu ensemizde her daim hissedeceksek bu onursuz yaşamak, yaşamak mıdır?
Alejandro Zambra’nın “Eve Dönmenin Yolları” romanı bir hesaplaşma romanı. Roman şöyle başlıyor ve başlar başlamaz okuyucu kendini bir metaforun içinde buluyor.
“Bir keresinde kayboldum. Altı ya da yedi yaşındaydım. Aklım başka yere gitmişti, birden annemle babamı kaybettim. Korktum ama sonra yolumu buldum ve eve onlardan önce vardım-ümitsizlik içinde beni arıyorlardı. Ama bence o akşamüstü onlar kaybolmuştu. Çünkü ben eve dönmeyi biliyordum ama onlar bilmiyordu.”
Romanın ikinci bölümüne başlarken ise bizi pek de alışık olmadığımız bir giriş karşılıyor.
“Roman yavaş yavaş ilerliyor. Sanki varmış ya da bir zamanlar var olmuş gibi Claudia’yı düşünüyorum.”
Tam burada bir dumur olma durumuyla karşılaşıyorsunuz. Bir çocuğun zihniyle aktarılan birinci bölüm aslında anlatıcının yazmaya çalıştığı bir romanmış ve Claudia diye biri yokmuş. Böylece kurgu içinde kurgu, roman içinde roman gibi bir durumla karşı kaşıya kalıyoruz ve şunu belirtmekte fayda var; ilk bölüm bir çocuk zihni aktarımı olarak oldukça berrak, son derece başarılı bir çocuk dili hissi uyandırıyor. Akıllara Faulkner’ın Ses ve Öfke’si geliyor elbet. Ve bu katmanlı hal devam ediyor. Anlatıcının romanını bir yandan okurken bir yandan da bu romanı yazma serüvenini okuyoruz. Darbeden bozgun olarak bahsedilen ve o dönemin toplumsal yıkımını hiç de ajitasyona düşmeden oldukça yüzeysel anlatıp darbenin bir çocuk zihnindeki yansımalarını okuyoruz.
Oldukça dağınık bir roman aynı zamanda. Kısa bölümlerden oluşuyor. Zihinsel dalgalanmalar, konudan konuya geçmeler derken romanın tarzı biraz da bu oluyor ki yazar bunu köşeleri aydınlatmak olarak ifade ediyor. Tüm bu yönleriyle yani tekniğiyle öne çıkıyor roman. Tam da bir kurmaca dersinin konusu olabilecek bir kitap.
Çiğdem Öztürk’ün metnin İspanyolca aslından yaptığı çeviri de oldukça başarılı.
Kitaptan aklımda kalacak hiç unutmayacağım cümle ise şu: “Çünkü her ne kadar yabancının hikayesini anlatmak istesek de eninde sonunda hep kendi hikayemizi anlatırız."
Darbenin geride bıraktığı toplumsal hayat ve yansımasıyla, romanın bir depremle açılıp bir depremle kapanmasıyla, insan ilişkileriyle oldukça tanıdık ve bizden bir hikâye. Ayrıca berrak üslubuyla damakta tat bırakıyor.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder