30 Haziran 2021 Çarşamba

Susamların ışığından zambakların gölgesine

Susam ve Zambaklar, John Ruskin’in 1864’te Manchester’da yaptığı konuşmalarını kapsar. Bu konuşmalar iki farklı başlık altında toplanmış; birinci kısma Susam, ikinci kısma Zambaklar adı verilmiştir. Ruskin’in sanatsal bakış açısının, eleştirmenliğinin, şairane tabiatının ve daima diri tuttuğu hayretinin kitaba kuvvetli bir şekilde sindiğini söyleyebiliriz. Topluma dair meseleleri sanatla ilişkilendirerek yorumlamış; özellikle kitaplar, kadınlar ve eğitim gibi mühim konular üzerinde gerçekçi tespitlerde bulunmuştur.

Kitabın ilk bölümü “Susam: Kralların Hazineleri” başlığıyla karşımıza çıkar. Ruskin bu başlığı kitaplara ve eğitime ayırmıştır. Doğru kitaplar okumayı doğru çevrelerle ve insanlarla karşılaşmak kadar değerli bulmuştur. “Niteliksiz kitaplar okuyarak cahil insanlarla mı bir arada olmak istersiniz yoksa klasik kitapları başucu kitabınız yaparak soylu bir çevrenin içinde mi yer almak istersiniz?” diye sormuştur çekinmeden. Klasik kitapların bir sarayın kapısını açabilecek anahtarlar olduğunu, insanın o kapıdan girdiğinde soylu bir duruş ve anlayışla kuşatılacağını savunmuştur. Ruskin’e göre bu soylu noktaya gelebilmek kolay değildir. Bunun için iyi kitaplarla çevrili odalarda durmadan okumak; okunanları özümsemek, kitaplardan yayılan ışığın zihne, ruha, hayata karışması için çaba harcamak gerekmektedir. Sözcüklerin anlamları üzerinde düşünmek, heceleri didik didik etmek, yazarın ruhunu kavramaya çalışmak bu yolda olmazsa olmazlardandır. İyi bir okur bence’leri bir kenara bırakmalı; yazarın heveslerini, tutkularını, yaşamını iyi tanıyıp onunla zihin ve ruh düzeyinde duygudaşlık kurmalıdır.

Ruskin’e göre iyi bir okur bir maden işçisi gibidir. Toprağın altındaki cevhere, yani yazarın anlam dünyasına ulaşmak için incecik oyuklar açmaya, didinmeye, ellerini kir içinde görmeye razıdır. Bunun için aletleri, gücü, ruhu, nefesi, sesi daima yanında ve hazır olmalıdır. Ruskin bu hazırlığın ve birikimin sağlanabilmesi için de özellikle eğitim unsuruna vurgu yapmıştır. Ailelerin çocuklarından beklediği makam mevki meselesine soğuk yaklaşmış, onun yerine hayatta ilerleme fikrini ailelerin içine bir kıvılcım olarak yerleştirmek istemiştir. Hayatta tek gayenin alkışa susayan, övgülere boğulan, görünmeyi seven insanlar yetiştirmek olmadığını; çocukların iç dünyalarını zenginleştiren, yeteneklerini açığa çıkaran ortamlara ihtiyaç duyulduğunu söylemiştir. Hayreti, gayreti, iyiliği, kalp güzelliğini diri tutmanın asıl hedefler olması gerektiğini vurgulamıştır. Yine bu noktada kitapları ve bilginin ışığını başköşeye koymuştur. Bu bölümün başlığının Susam olmasının manidar tarafı budur. Susam çiçekleri ışığı ve sıcaklığı çok sever. Ruskin’e göre insanlar bilgininin ışığında yetişmiş susamlardan yapılan ekmekleri yemelidir. Bir toplum ancak bu şekilde ilerleyebilir. Fakat Ruskin burada bazı şikâyetlerini de dile getirir. Duygularını ve düşüncelerini disipline edemeyen, bir yığın olmaktan öteye geçemeyen, tek amacı para kazanmak olan bir toplumun bu denli yanlış konumlanmış bir zihinle kitap okuması, bilgiye değer vermesi mümkün değildir. Harcamalarını kitaptan yana kullanmayan, bir tabloyu kömür madeni gibi satmaya kalkan, değerli çanak çömleklere demir muamelesi yapan insanların doğaya ve sanata yeterince özen göstermemesi de bu durumun tabii bir sonucudur. Ruskin bu bölümü her şehirde içinde harika kitapların yer alacağı devasa kütüphanelerin kurulması hayaliyle sonlandırır.

Kitabın ikinci kısmı ise kadınlara ayrılmış olan “Zambaklar: Kraliçelerin Bahçeleri” kısmıdır. Zambak çiçeği yapısı gereği nazik, hassas ve özen isteyen bir çiçektir. Bu bölümde Ruskin kadınları zambaklara benzetmiş, erkeklerin o zambakların gölgesinde dinlenerek huzura kavuşacaklarını söylemiştir. Yazarın konuşmalarını yaptığı yılları gözden geçirdiğimizde kadınlarla ilgili düşüncelerinin gayet ilerici bir bakış açısıyla yazıldığını görüyoruz. Ruskin toplumda kadınların varlık alanının sadece ev ortamından ibaret görülmesine karşı çıkar. Onların eş, çocuk, ev işleri eksenindeki bir hayattan daha fazlasıyla hemhâl olmaları gerektiğini savunur. Erkeklerin birer şövalye olmalarını, kapris yapsalar bile eşlerinin gönüllerini daima hoş tutmaları gerektiğini söyler. Erkek ve kadınlar için ayrı hak ve görevler belirlenmesine tepkilidir. Kadınlara atfedilen kalıplaşmış görevleri sorgular. Kadını erkeklerin içinden çıkamadıkları ya da başarısızlığa uğradıkları durumlarda onları derleyen, toplayan, yatıştıran bir güç olarak görür. Hatta bu görüşünü Shakespeare’in kitaplarındaki güçlü kadın ve zayıf erkek karakterlerden örnekler vererek sağlamlaştırır. Bu metinlerde erkek karakterler daima bir yanlışın pençesinde kıvranırlar. Güçlü kadınlar ise gerek akıl vererek gerek yol göstererek hiç olmazsa içlerindeki merhameti hissettirerek erkekleri o cendereden kurtarırlar. Ruskin kadınların bu noktada dalga dalga yayılan bu gücünü över, bunun olmazsa olmaz bir özellik olduğunu düşünür ve bunun için de bir kadının mükemmel olması gerektiğini savunur. Bölümün ilk sayfalarında zaman zaman feminizme yaklaşan satırları, sonrasında kusursuz bir kadın arayışına doğru evrilir. Kadın zeki olmalıdır ve zekâsını kendisi için değil kocası için kullanmalıdır. Daima sabırlı, anlayışlı, güzel, bakımlı, dinamik olmalı; evin huzurunu sağlayan ve kendini geliştiren bir çaba içinde hareket etmelidir. Ruskin kadınlara erkeklerin kusurlu hareketlerini engellemelerini, yanlışlarının nedeni olarak kendilerini sorgulamalarını tavsiye eder. Ona göre kadınlar her yönden eğitilmelidir. Klasik yapıtları okumalı, duygusal kitaplardan kaçınmalıdırlar. Duygusallığın, aşkın ve sevginin zayıflık olarak addedildiği bir zamanda yani Victoria döneminde yaşayan Ruskin’in kadınların duygusal dünyasının alevlendirilmemesini istemesi bu anlamda gayet manidardır. Kadın mükemmel olmalıdır ama duygu dünyasıyla değil. Sanatsal çabalarıyla, varlığıyla ve duruşuyla yapmalıdır bunu.

Ruskin’in hayatına ufak bir gezinti yaptığımızda ve Effie Gray adlı filmi izlediğimizde bazı boşlukları daha kolay doldururuz. Ruskin, ailesi tarafından mükemmel bir yetenek olarak görülmüş ve ona sürekli kusursuz olduğu hissettirilerek büyütülmüştür. Ailesine göre hiçbir güç hatta kadın, aşk, evlilik bile onun sanatsal dehasını gölgelememeli, başarısını düşürmemelidir. Ruskin’in bakışları doğada, heykellerde, tablolarda hayret ışıltısıyla gezinirken karısına yani Effie Gray’e bu şekilde hiç bakmamış, ona gereken özeni göstermemiştir. Kitabında kralların bahçelerinde açan ve sürekli ihtimam isteyen zambaklara benzettiği kadınlardan saymamıştır onu. Çünkü kadın kusursuz olmalıdır ve onun karısı bütün insanlar gibi kusurlu ve eksiktir. Ruskin’in bu gerçeği yakınında beliren bir kadınla daha net görmesi onun karısına soğuk davranmasına neden olmuştur. Dönemin baskıcı anlayışı, aile yapısı ve Ruskin’in kendini sanata abartılı şekilde adaması da bu düşüncelerini perçinlemiştir.

Zambaklar kısmındaki kadın egemen anlayışın yazarın yaşam öyküsündeki ‘kadını yok sayma’ durumuna evrilişinin okurda hayal kırıklığı yarattığını söyleyebiliriz. Düşünürüz ki Ruskin düşüncelerini baskıdan kurtarmaya çalışan ve bunları sadece konuşarak ve yazarak özgürleştiren bir yazardır. Söylediklerini hayatına uyarlayabilmek; çevresini, ailesini, dönemini geriye atıp yoluna devam edebilmek onun için pek mümkün olmamıştır. Fakat Ruskin’in parlayan yeteneklerini, sanata ve eleştiri dünyasına yaptığı katkıları es geçmemek gerekir. Susam ve Zambaklar bunun en güçlü kanıtlarından biridir. Ruskin’in 1800’lerin İngiltere’sinde yaptığı bu cesur konuşmalar bugüne ışık tutmuş, kitap toplumsal tespitleri ve günümüze uzanan haklı değerlendirmeleriyle klasikler arasında sıkıca tutunmuştur.

Esra Türedi
twitter.com/esraturedi_

29 Haziran 2021 Salı

Sevincini bulmak ama nasıl?

Mustafa Kutlu’nun son hikâyelerinden olan Sevincini Bulmak, esasında iki arkadaşı eksen alır. Onlar üzerinden geriye dönüş tekniği ile diğer karakterler tanıtılır. Hikâyemiz lisede kitaplar aracılığıyla tanışmış Suna ve Elif’in dostluklarını, hayal kırıklarını, acılarını, mutluluklarını ve iç yolculuklarını işler. Kitap iç içe geçmiş öyküleri bünyesinde barındırır. Kendi başlarına ele alındığında her karakter bir hikâyedir. Yazar ise, Suna dışında diğer karakterleri üstünkörü sunar okuyucuya. Farklı anlatım tarzlarını bünyesinde barındıran Sevincini Bulmak kesinlikle okuyucusundan entelektüel birikim ister. Edebiyattan ve yakın tarihi bilgiden yoksun olanların anlamakta zorlanacağı bir eserdir. Suna ve Elif üzerinden ilerleyen eserde geçmişe giderek aileleri tanıtılır.

Suna’nın dedesi Sefer ekonomik sıkıntılar sebebiyle köyden İstanbul’a göç eder. Askerlik arkadaşının yardımıyla maddi anlamda güçlenince eşini ve çocuklarını da getirtir. Fıstıkağacı’na yerleşirler. Yazar, Fıstıkağacı semti üzerinden Anadolu’dan gelen göçler ile büyük şehirlerin değişen çehresini sorgular ve değişimin kaçınılmaz olduğunu kabul ederken “hangi değişim” diyerek okuyucuyu düşündürür. Müteahhitlerin buldukları tüm ahşap evleri yıkıp yerine betonlar diktikleri değişim mi? Yoksa ilerleme ve ferahın olduğu değişim mi?

Kutlu, mahalle kültürünü “mahalle medeniyet ile kültürün, milletin asırlar içinde süzüp aldığı İlkelere, tecrübeye, acı ve sevince, ahlaka, mimari ve estetiğe, adalet ve merhamete, hizmet ve hürmete, devlet ile münasebete dayanan bağımsız bir birim idi.” diyerek açıklar. Bireyselliğin esas alındığı beton dünyasında mahalle kültürünün yerini AVM ve siteler, horozdan korkan çocuklar almıştır. Tüketim toplumunun sonucu doyumsuzluk ve onun da getirisi depresyondur der.

Harun, Sefer’in oğludur. Babasından kendisine kalan ahşap evde eşi Lamia ile yaşar. Harun’un vefatından sonra müteahhitlerin ısrarına dayanamayan Lamia, Harun apartmanın kurulmasına izin verir. Suna, tarih öğretmeni babası, edebiyat öğretmeni annesi, ninesi Kevser Hanım ve ablası Sevim ile bu apartmanda yaşar. Erken yaşta babası vefat eder. Dedesi Harun Efendi’nin adını alan Harun apartmanında dört kadın hayatlarına devam ederler.

Elif ise, küçük yaşta annesini kaybeder. Lisede Suna ile tanışırlar. Üniversitede Sanat Tarihi okur. 28 Şubat döneminde başörtülü kızların yanında yer alan Elif, Serdar ile evlenir. Serdar’ın iş hayatına atıldıktan sonraki değişimi sonucu boşanırlar. Elif kızı Nilüfer ile hayatına devam eder. Elif’in durumuna yazar fazla eğilmeden oldubitti şeklinde anlatır. Elif’in boşanma süreci, eşinin değişimi, kızı ile kuşak farkı başlı başına bir hikâyeyi bünyesinde barındırır esasen.

Suna, Yeni Türk edebiyatı alanında doçent olup Ahmet Hamdi Tanpınar hayranıdır. Tanpınar sempozyumunda tanıştığı Ali Balkan’la evlenir bu evlilik her ikisi içinde kendilerini arama sürecinin bir devamıdır. Ruhsal olarak boşlukta olan karakterlerimiz evlilikle beraber yoldaş olurlar. Bu yoldaşlık kendi doğal ortamından çıkmakta zorlanan Ali Balkan’ın Suna’dan ayrılması ile biter. Bu durum karşısında boşluğa düşen Suna üniversitenin yozlaşmış ortamında daha fazla barınamaz. Köye taşınır.

Hikâyedeki kadınlar erkekler tarafından yalnız bırakılmış ama güçlü kalmaya devam etmişlerdir. Suna, ablası Sevim, Elif ve Nilgün aldatılan ve yarı yolda bırakılmış kadınlardır. Yazar, Suna’nın ağzından ev kadını ve iş kadını olmayı sorgulatır. Ev kadınlığının küçümseniyor olması ve kamusal alanda var olmak için iş kadını vasfının alınmak zorunda olmasına üstü kapalı değinip geçer. Ev kadını olmak mı? İş kadını olmak mı? Kadının var olması için külfet altına mı girmesi gerek? Bu ve benzeri sorular hiç bitmeyecek. Belki de kadın ne olduğunu ve ne olması gerektiğini fıtratını göz önünde bulundurarak, kendini ispatlama zorunluluğundan sıyrılıp bulmalıdır. İşte o zaman yükleneceği misyon kendini tamamlayacaktır.

Elif’in kızı Nilüfer’in durumu günümüz gençliğinin küçük bir yansımasıdır. Nilüfer her gün bir istekle annesine gelir. Bir gün hafız olacaktır diğer gün başka bir şey. “Kemençe ister ama caz dinler.” Ne istediğini bilmeyen, izlediği Kore filmlerinin etkisinde kalan, düşünmeyi külfet gören, üniversitede dahi bilgi seviyesi yerlerde olan neslin bir parçasıdır Nilüfer.

Kitabın bir diğer önemli yanı Tanpınar’ı tanımayanlara bir nebze olsun tanıtabilecek potansiyelde olması. Tanpınar’ın günlüklerinden (Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa) okuyucuya pasajlar sunarak kitaba ayrı bir hava katar. Tabi Tanpınar’ı anlatırken eleştirisini de esirgemez. Tanpınar iki arada bir derede kalmıştır. Mesela camiyi mükemmel tasvir eder ama camide iki rekât namaz kılmaya yanaşmaz. Araftadır Tanpınar, bu durum Tanzimat’tan beri inancını kaybeden aydınımızın genel dramıdır.

Kitapta dört zaman dilimi karşımıza çıkar. Bunlar: Köyden kentte göç, 28 Şubat ile ardından gelen 2000’ler ve günümüz.

Bir diğer karakterimiz Cemil Efendi’dir. Aslında ilk okunduğunda önemsiz görülecek bir karakterdir Cemil Efendi. Şehirli insana bir alternatif olarak karşımızdadır. Cemil Efendi köylüdür. Şehir ve köy arasında gidip gelir. Üniversitede çalışır. Suna’nın her şeyden vazgeçtiği sırada köyüne davet eder. Suna’nın hayat seyri tam olarak bu noktada değişir. Yazar kitap boyunca modern hayatı eleştirir. Köy, modern dünyanın zayıf ama karşıt gücüdür. Şehir hayatına karşı köy hayatını öne sürmüş olur. Yazar hikâyesinde kendini gizlemez. Açıkça “sevgili okuyucu buradayım” der. Bu durum roman ve hikâye için kusurlu bir durum olsa da sanırım Kutlu, tam olarak bunu yapmak istiyor. Kitabın öğretici yanını öne çıkarıp sanatsallığını arka planda bırakıyor.

Mustafa Kutlu’nun birçok öyküsünde karşımıza çıkan kentteki insanın yorgunluğu bu eserde daha geniş açılımlarla yeniden karşımızdadır. Buradaki anlatım tarzı, Müslüman saatini sorgulaması, günümüz sorunlarının tarihsel evrimini okuyucuya sunması kitabı ayrı bir noktaya getirir. Kitap okuyucuda tamamlanmış hissiyatı uyandırmaz. Huzur ve huzursuzluk arasında bir yerde bırakır. Eserin sonunda Suna’nın deyimiyle “sanat bizi hakikatin eşiğine taşır. Ondan sonrası dua yani din.” Velhasıl yazar sevinci buldurmaz, sevince gidecek yola ışık tutar.

Kitap, şehir hayatına, gençliğe, aydınımıza, akademik camiaya, kadınlara birçok eleştiri getirir. Hikâye boyunca okuduklarınız ufkunuzu genişletebilir, karamsarlığa da düşürebilir ya da böyle geldi böyle gidecek diyebilirsiniz. Öte yandan çözüm sunmadan eleştiri yapmak kolay diyebilirsiniz. Yazarımız ise sorduğu sorulara karşılık “Ne Yapmalı?” sorusuyla okuyucuya “Bu memlekette yaşanmaz abi, bir an önce yurt dışına çıkmalı deyip, tabanları yağlayarak kaçanlardan olmayacaksın. Bilakis burada kalıp doğru bildiğin yolda yürüyecek, o karanlık tabloyu aydınlatacaksın.” diyerek yol gösterir.

Göçlerle başlayan hikâye Suna’nın kendini bulmak amacıyla köye dönmesiyle biter. Suna’nın sonu ne oldu? Kendini tamamen buldu mu? Köyde yaşayabildi mi? Sevincini buldu mu? Yazar bunların cevabını vermez. Bizim hayal dünyamıza bırakır. Neredeyse her taraftan teknolojiyle kuşatılmış olan biz şehirli insanını, yazar yeniden doğaya çağırır. Modern dünyada yaşıyoruz. Çağdan kaçamayız ama bu durum bizi tabiattan koparmamalı. Doğa evimize aldığımız birkaç çiçekte değil. Temiz hava evimizin minnacık balkonundan süzülüp gelmeyecek. Sevincini bulmak mı istiyorsun? Doğaya, özüne dönmelisin.

Son olarak kapanışı Cemil Efendi ile yapalım: “Anlamıyorum Hocam. Köylümüz şehre kaçmak için kırk takla atıyor. Şehirli şehirden bıkmış köye göçmek istiyor. Bu nasıl iş?

Edibe Hanım
edibehanim95@gmail.com

Ayşe Şasa'nın ruh macerası

"Hayat hikâyemi bir tek çizgiye indirgeyecek olursam: Hep bir arayışın, hakikat arayışının özeti olduğunu söyleyebilirim."
- Ayşe Şasa

"Talep eden herkes sahip olmadığı bir şeyi arar ve talep eder; elde bulunan aranmaz."
- Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye

Kırk yaş mübârek bir yaştır, peygamberlik yaşıdır. Şimdi siz bir ömür düşünün; kırkına kadar buhranlarla, çalkantılarla, depresyonlarla geçmiş olsun, sonraki otuz üç yıl ise keşfedilmişlerin ışığında bir bayram sabahı gibi süslensin. Alın size Ayşe Şasa’nın hayatı.

Ayşe Şasa da “iki perdeden oluşuyor” diyebileceğimiz kendi hayatını bu şekilde özetliyor kitabının sonunda: "Hayatımın ilk yarısı bir korku filmi gibi geçti… Varoluşuna sahih bir neden bulamayan insan; bilsin yahut bilmesin korku, endişe ve vehim içindedir. Ben bu marazî hali, bir imtihandan geçiyor gibi ve en ağır derecede yaşadım… Allah hepimizi ve özellikle yeni nesilleri böylesi azaplardan esirgesin..."

Peki Şasa, nasıl bir aileden geliyor, ne tür bir eğitim sisteminden geçiyor, iş hayatı nasıl başlayıp devam ediyor, kendi kurduğu aile yapısı nasıl, kısaca nasıl bir hayat yaşıyor ki hayatını bu şekilde iki döneme ayırıp ilk kırk yıl için korkunç betimlemelerde bulunurken, hayatının ikinci yarısı için bir mucize tanımını kullanıyor?

Ayşe Şasa, 1941 yılında İstanbul’da açıyor gözlerini hayata. Üç çocuklu bir ailenin en büyüğü, evin ablası. Annesi (kendisi öyle olmadığını ikrar ediyor kitabında) bir ressam, baba ise spor tutkunu bir kereste tüccarı. Daha da önemlisi her ikisi de bir Batı hayranı. Kitabı okurken Felâtun Bey ve Rakım Efendi geldi aklıma. Ahmet Mithat Efendi’nin anlatısında Felâtun’un şaşkınlıklarına, Batı aşkıyla düştüğü komik durumlara gülerken, Melike Hanım ve Avni Bey karakterlerinde, (Şasa’nın annesi ve babası) bu hayranlığın kızlarında yarattığı trajik etkilere tüylerim ürpererek şahit oldum. Doğduğu günden itibaren aile üyeleriyle arasında asla yakın bir ilişkisi olmuyor Şasa’nın. Modern pedagoglar, çocukların doğdukları andan itibaren anne kokusunu hissetmelerinin önemine vurgu yaparken, Melike Hanım çocuğunun beklediği gibi bir erkek evlat olmaması karşısında kızına süt vermekten bile geri duran bir anne.

Kitapta fark ettiğim bir nokta, Melike Hanım ne kadar başarısız bir anne olursa olsun, Ayşe Şasa ona kıyamıyor, bölümler arasında annesinin yaptıklarının geçerli nedenlerini sıralıyor zihninde, bu metne de yansıyor tabi ki. Objektif olarak sadece yazılanlar üzerinden bakacak olursak, Melike Hanım, bizim alışkın olduğumuz anne prototipiyle uzaktan yakından ilgili değil. Örneğin bunu Şasa söylüyor: "Annem, sayıyla hatırlıyorum, iki kere beni gezmeye götürdü.". Avni Bey de aslında Melike Hanım’ın üstlendiği bu tuhaf, güya modern annelik kavramına en büyük destekçi, belki de bu kavramın yaratıcısı, Avni Bey’in ta kendisi: "Babam annemle övünürdü: “Biz modern insanlarız; ben annenizle yemek pişirsin, çocuk baksın diye değil, arkadaşlık etsin diye evlendim.” derdi. Yani geleneksel ev hanımı ve annelik rolünü aşağı görürdü."

Düşünün, son derece varlıklı bir ailede, koskocaman bir evde hizmetlilerle birlikte lüks bir yaşam. O kocaman evde anne ve baba yerine muhatap olunan yegâne insan bir mürebbiye. Bildiğimiz dadı değil bu, eğitim işleriyle ilgilenen, Batılı, daha doğrusu gelenekle bağları tamamen kopmuş bir birey yetiştirmeye çalışan Avrupai (ve de şefkatsiz), bazen Yahudi, bazen dinsiz, bazen Hristiyan ama asla Müslüman olmayan ve İslam’la ilgili bir telkinde kat’i surette bulunamayacak olan bir mürebbiye. Herhangi bir dinle aradaki tek bağlantı, ne olduğu bilmeyen bir yaratıcıya “Lieber Gott” diye dua etmeyi tesadüfen öğrenmiş olmak. Çünkü bir değişim sürecinin günahsız mahsulü Ayşe Şasa. Sonu çok kötü bitmiş bir deneyin kurbanı olmuş bir denek belki de… Şasa kendini ve ailesini, bu perspektifte bize anlatıyor:

"Muhasebesi yapılmamış bir değişim. Hâlâ bu, zincirleme reaksiyon gibi sürüp gitmektedir. Anne ve babamın kuşağı, çift kimlikli veya parçalanmış kimliklerle dolaşıyorlar; işte annem bir tarafta geleneğe bağlı, bir tarafta Batıyı idealize ediyor; ama arkadan gelen bana, geleneğe ait hiçbir şey verilmiyor…" Dolayısıyla Ayşe Şasa ve onun gibiler serada yetişmiş bir bitki gibi Batı mahsulü özel aşılarla, özel ilaçlarla yetiştiriliyor.

"Görgü nedir? Görgü bir nakil işidir. Sen geçmişten aldığın bir şeyi geleceğe devredersin. Böyle bir devir yok. Çocuklarına bale dersi, piyano dersi aldırıyorlar, yabancı dil öğretiyorlar, “bonjur, bonsuvar” demeyi öğretiyorlar. Ziyafette hangi çatal, hangi bıçakla yemek yeneceğini öğretiyorlar. Ama hiçbir manevi, hiçbir dini telkin yok. Ben buna görgü, bu insanlara da görgülü demekte zorlanıyorum."

Ve yaşanamamış bir çocukluk, okul yıllarının başlamasıyla birlikte, hafızaya kazınmış son derece trajik hatıralarla birlikte geride kalıyor. Bir kadının hayatının her döneminden bu travmanın acısı nasıl çıkıyor, bir yaşam boyu görüyoruz Şasa’da. Elbette, Batılı bir çocuk yetiştirmeye çalışan her aile gibi Ayşe Hanım’ın ailesi de mürebbiye denetiminin ardından kızlarını dönemin gözde okullarından olan Amerikan Kız Koleji’ne kayıt ettiriyorlar.

Çocukluğunun asosyal, içe kapanık ve başarısız günlerinin aksine, okul yılları başarıyla, popülerlik içinde seyrediyor. İyileştiğini sanıyor bir dönem Şasa, dersleri, arkadaşlıkları derken düşünmeye çok da fırsatı olmuyor taşıdığı, ruhuna gedik açmış yaraları. Ancak, okuduğu okul da onun aklında asıl soruya, varoluşsal sorulara cevap olmuyor ve yine ontolojik birtakım sorunsallar başgösteriyor. "Kolej, Batılı hayat tarzının öğretildiği ve eğitim sisteminde Batı’nın aşırı biçimde idealize edildiği bir yer. Kolej; sanatı, bilimi ve felsefeyi putlaştırıyor, din haline getiriyor. Humanities, insan ve insanın ürettikleri dışında bir kutsal tanımıyor. Bunun nasıl bir çarpıklık olduğunu, yaptığı tahribatı nice sonra anladım ama bedeli ağır oldu." diye ifade ediyor bu durumu Şasa, zira onun aradığı şey insanüstü. Bir kaynak, varlığının kaynağı, amacı, sonu.

Derken ruhunun çalkantılarına çare gibi gördüğü bir idealle tanışıyor Ayşe Hanım: sosyalizm. Bu ideale inanması aslında biraz da ailesinin sosyalizmle uzaktan yakından ilgili olmayışı, sermayedar oluşları, yani bir inat. Önce hamidiye kahramanı olan ancak kendisinin içinde boğulduğu denizi fark edemeyen bir dayı profili olan Rauf Orbay’a gidiyor Şasa. Sırf dayımı rahatsız etmek ve “Bakın biz ne kadar ilericiyiz!” diye hava atmak için, bir gün “Dayıcığım, ben Karl Marks okuyorum!” diyorum, güya onu şoke etmek için. Dayım büyük bir rahatlıkla, kendine has bir incelikle gülümsüyor, “İyi yapıyorsun!” diyor, “Karl Marks’ı da oku, ama asıl Lenin okumalısın!”. Şaşırıyor Şasa elbette, “gerici” diye inandığı dayısı kendisine hiç beklemediği bir tepki veriyor. Ama Şasa durmuyor: "Kendime güven geldikçe, benliğim şekillendikçe anneme ve babama korkunç bir öfke, bana çocukluğumda reva gördükleri zulüm yüzünden büyük bir hınç duyuyorum. Bir gün aynanın karşısına geçtim, büyüyünce annemle babamdan intikam almaya and içtim..." diye ifade ettiği şekilde sosyalist çevrede tanıdığı, meslek hayatında da yeri olan ve ailesinin kesinlikle onay vermediği ilk evliliğini gerçekleştiriyor ve inat uğruna başlayan evliliği kısa bir süre içinde son buluyor.

1960 yılında Türk sinemasında senaristliğe başlayan Ayşe Şasa 1969 yılında sağlığı elvermeyince sinemadan uzaklaşmak zorunda kalıyor. Bu zorunda olma hâli, onu neredeyse yapayalnız bırakıyor. Bu yalnızlık ise kendini aramasına ve dolayısıyla Rabb’ini bulmasına vesile oluyor. Dervişlerin “Çilesiz olmaz” diye işaret ettikleri gizemli hava, Şasa’yı tam kalbinden vuruyor. Ekrem Demirli’nin çevirdiği İbnü’l-Arabî kitapları, kendi tabiriyle hastalığına şifa oluyor. Peki tıbbın bir sürü ilaçlarla, filmlerle, beyin ve ruh tırmalayan testleriyle bir yere ulaşamayan ve hatta daha yalnız, daha ıstıraplı bir ömür yaşayan Şasa’ya İbn Arabi nasıl şifa oluyor? Kendisi şöyle açıklıyor: “Hazreti Allah gençliğimde düştüğüm küfürden dolayı beni cehennemine batırdı batırdı çıkardı, şimdi de al sana cennete giden yol diyor. Zira Füsus’la birlikte önümde açılan gerçek bir cennet görüntüsü. Geçirdiğim hastalığın tam anlamıyla kahırdaki lütuf olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Bu hastalığın çöküntüsü ve acıları içimde batıla dair her şeyi yıkmasaydı ben hâlâ gençliğimdeki o yanlış ve zelil noktada olacaktım. Evet, işte kahurdaki lütuf…"

Şasa’yı diğer etkileyen kitap ise İsmet Özel'in Waldo Sen Neden Burada Değilsin adlı eseri. Zira o kitap Şaşa’yı kendi hayatından vuruyor. Kendindeki dönüşümü İsmet Özel’in daha önce yakalamış olması ona umut oluyor, tanışmak istiyor, tanışıyor ve her buluştuğunda yeni şeyler öğrenmenin, neredeyse doğumundan beri uzak durduğu, uzak tutulduğu Müslüman camiayı, Müslüman yaşamını anlamaya çalışıyor. Sonra Mustafa Kutlu, sonra Mahmud Erol Kılıç… Final ise harikulade oluyor: Muzaffer Ozak'ın Hakk’a yürümesiyle birlikte İstanbul Karagümrük'teki Nûreddin Cerrâhî Tekkesi postnişinliğini devralan Safer Dal ile tanışmak… Şöyle anlatıyor: "Mürşidle karşılaşmamla beraber adeta yeniden, sıfırdan başladım… Zaten kabul edilmek büyük bir lütuf, o kapıdan girmek lütufların en büyüğü." "O zaman sükûnetle baktı ve 'Onlara ne keder ne korku vardır…' ayetini okudu… Hayret verecek derecede derinden nüfuz etti bu söz bana; belleğimin, bilincimin en derinlerine kazındı. 'Onlara ne keder ne korku vardır…' Evliyaullah için nüzul olmuş bir ayet nihayetinde. O an beni etkiledi. Daha sonraları da her hatırlayışımda o an olduğu gibi binlerce ton ağırlık, karanlık ve yük kalktı üzerimden… Biz evliya değiliz ama evliyanın huzurunda bulunmak, eteğine yapışmak bizi korku ve kederken azat edebiliyor. O ayet, nasıl bir niyet ve himmetle okunduysa ruhuma işledi ve o şedit ölüm, hastalık vehimleri peyderpey üzerimden gitti…"

Tanzimat sonrası yaşanan ruhsal değişiklikler toplumumuzu, milletimizi neredeyse bin parçaya böldü. Merhume Ayşe Şasa Hanımefendi, bu bölünmüşlüğü en acı biçimde yaşayan bir derviş. Onun hayatı bugün İslamcılık, batıcılık, modernizm karmaşasının tam ortasında duruyor. Çözebilene aşk, Ayşe Hanım’a rahmet olsun...

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

25 Haziran 2021 Cuma

Her kapı aralanır niyeti salih olana

"Bütün bu yolculuk, kendimden kendime imiş."
- Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye

"Her şey Kendi'nden Kendi'ne seyr eder."
- Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu

Tasavvufun menşei ile ilgili çalışmalar devam ededursun, mananın peşine düşenlerin ortaya koyduğu eserler de kendi hakikatini arayanlar için ışıldamaya devam ediyor. Malumdur ki Kadızâdeliler ile Sivâsîler arasındaki kavga bitmiş değil. El'an devam ediyor. Tasavvuf nerede başlamış, nelerden etkilenmiş ve şu anda ne durumda biçiminde ilerleyen ve hiç şüphe yok ki eleştiri maksadıyla kaleme alınan makaleler ve kitaplar, bugünün bilhassa genç zihinleri için bir şey ifade etmiyor. Akademik dünyanın sergüzeşti içinde kaybolmak istemeyen ve tasavvufun zihin temizliğini ne kadar önemsediğini bilen ruhlar için manayı arayan ve onu bulup çıkaran eserler çok daha önemli bir yerde duruyor. Şurası çok açık ki tasavvuf, vaktiyle doğudan parlamış ve sonra sönmüş bir ışık değil. Bir şeyin sönmesi için kaynağının kopmuş, tükenmiş olması gerekir. Tasavvufun kopacak, tükenecek, kısacası bitecek bir kaynağı yoktur. Hakk'tan gelen bu kaynağın adı irfandır ve talipleri, alıcıları, meraklıları için daima ortadadır. Talip, alıcı ve meraklı eğer iyi niyetlere sahip değilse ve irfanı tüketilip bir kenarda bırakılacak 'şey' olarak görüyorsa, irfan elbette kendini setredecektir. Zira tasavvuf, günümüzde bir takım kimselerin elinde yahut çevresinde gelişen kozmetik, plastik ve turistik şovlarla alakası olmayan bir zenginliktir. Bu zenginlik Amerika'dan Japonya'ya kadar enstitüleriyle ve özel eğitim programlarıyla kendine talip bulmaktadır. Demek ki kopan şey, insanın kendi içiyle olan irtibatıdır. Bize, bu irtibatı hatırlatacak kitaplar lazımdır. Sadece kitapla yol alınamayacağı doğru olsa da aklın şifrelerini çözmek ve hakikat arayışında tökezlememek için okumak manevi bir yakıttır. Öyle olmasaydı bunca erenler, evliyalar kendilerinden geriye kitaplar bırakmazdı.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin "âşıkların önderi" dediği kitaplarını okumayı çok sevdiği Ferîdüddin Attâr ismi herkesin malumudur. Tezkiretü'l Evliyaİlâhînâme, Pendnâme, Esrârnâme ve Mantıku't-Tayr, Attâr'ın engin ruhunun birer yansımasıdır. Bilhassa Mantıku't-Tayr, günümüzün modern insanına kendi hakikatiyle temas kurması noktasında çok önemli mesajlar veren, tekrar tekrar okunduğu takdirde birçok dünyevi ve maddi perdenin çözülmesine imkân sağlayan bir eserdir. Burada daima unutulmaması gereken mesele şudur: salih bir niyetle okumak. Tıpkı ibadet gibi.

Niyâzî-i Mısrî sultan bir şiirinde "Kafeste tutiye sükker verirler hiç karar etmez / aceb niçün karar eder bu zindâna giren insan" der. Gurbet diyarı olan dünyayı kendine huzur ve saadet yeri olarak bellemiş ve dolayısıyla asla huzura ve saadete erişmemiş insanları uyarır bu dizeleriyle hazret. Tuti kuşuna şeker verseler bile kafesinde durmak istemez, sen kendini bile bile bu zindanda niye tutuyorsun der adeta. Peki bu zindandan nasıl çıkılır? Dünyada yaşarken dünyaya bulaşmamak mümkün müdür? Dünyanın kirinden pasından korunmak imkânı var mıdır? Attâr, "Ben ne yapayım?" diyen insana, "Ne yapayım demeyi bırak... Şimdiye kadar hep bunu söyledin, artık bunu söylemekten vazgeç!" diyerek ilk adımdan haber verir. Söylenmek de şikayet etmenin bir biçimidir. Şikayet edenin gayreti ve umudu azalır. Dünya hayatı gittikçe çekilmez olur. İşin garibi, böyle insanlar için mutluluk yolu ancak bir şeylere sahip olmaktır. Kendiyle alışverişi bir yana koyup dünya alışverişini sürdüren insan, vaziyetinden bihaber olduğu için uykusundan geç uyanır. Mantıku't-Tayr bu gerçekle en latif yoldan yüzleşme sağladığı için benzersiz bir kitaptır. Peki, böylesine kadim bir kitabı günümüzde nasıl okumalıyız ve ne yönde değerlendirmeliyiz? İşte tam da burada Kerim Güç'ün Yolda Bir Kuşa Rastladım adlı kitabının önemi ortaya çıkıyor.

Kadim anlatıları günümüz insanıyla buluşturma gayreti bir yönüyle zevkli, diğer yönüyle risklidir. Çünkü bir kısım okuyucu sayfalar arasında gezinirken kudretli bir elin omzuna değdiğini hisseder, kimileri de yeryüzüne kendinden başka her şeyi, herkesi eleştirme gözlüğüyle baktığı için kitaptaki manadan hiçbir şey alamaz. Dervişlik, varının yoğunun yağma edilmesine talip olmak demektir. Pek kıymetli Kerim Güç, dayanmış erenlerin omzuna, 1187’de kaleme alınan Mantıku't-Tayr'ı günümüze taşımış. İlahi aşkı, tevhidi, vahdet-i vücudu bugünün zihnine anlatmak için bir yola çıkmış. Attâr'ın anlam haritasını, şimdinin gürültülü ve kalabalık akılları ile çare arayan ruhlarının önüne sunmuş. Kim o haritanın bir köşesinden tutarsa kalbi kuş olup uçar, ümitsizlik örtüsü yırtılır, yerine güzelliklerle karşılaşma sabırsızlığı gelir. Öyle diyor Attâr sultan: "Ümitsiz değilim, aksine yüz binler içinden seçilir kabul edilirim umuduyla sabırsızım!"

Nefs, insana yol arkadaşı gibi görünmesiyle ayrı bir tehlikedir. Bir an dahi ölmediği için nefs olsa olsa bir yol kesicidir. Onu öldürmek mümkün olmadığından büyükler terbiye etmeyi önerirler. Bunun için izlenecek yol da kişinin her zaman kendini düşünmesi ve kendine hizmet etmesi-ettirmesi değil, gücünün yettiğinde başkalarına yardım için koşmasıdır. Bu iyilik kanalıyla kişi, içinde hapsolmuş, tozlanmış ve neredeyse unutulmuş duyguları yeniden ortaya çıkarır. Süreç elbette sancılıdır fakat bu meydandan çıkacak neticelerin her biri insan için yıldızın parladığı anlardır. İnsan, varoluşunun boyutlarını kavrayabilmek için kendi hikâyesini kazıya kazıya ortaya çıkarmalıdır. İşte, Kerim Güç de anneannesinden işittiği "Her hikâyede bir hakîkat gizli. Kendi hikâyeni bilirsen kendi hakîkatini de bulursun." sözünün kılavuzluğunda modern hikâyelerle kadim geleneği bir araya getirmiş. Ben, sen, biz, söz ve nihayet öz biçiminde şekillenen bu güzergâhta yolcu olmak tarifsiz hisler yaşatıyor.

"Ben içindeki 'b' ve 'en'den oluşuyormuşum. Ama ben her şeyde 'en' olamayacağımı anladığımda, 'en'i bırakıp 'b'nin 'iz'inden gitmeye başlayınca 'biz'i buldum. 'Biz' ile mutluyken birden 'siz' geldiniz. 'Biz', 'siz' bir araya gelince konuşmaya başladık. Aramızda 'söz' oldu. Sonra 'biz' de gittik 'siz' de gittiniz. Sadece 'söz' kaldı. Sonra 'söz' deyince, hatırlamadığımız kadar uzun bir zaman önce 'söz' verdiğimizi hatırladık. Ve o zaman verdiğimiz 'söz'ün kime olduğu aklımıza geldi. Böylece 'öz'ü gördük. İşte o zaman da 'O'nu bulduk."

Attâr'ın kadim kuşları, bu yolculuğun misafirleri. Hüdhüd'ün önderliğinde toplanıyorlar ve bir karara varıyorlar: yola çıkılacak. Yolun uzaklığı ve zorluğu karşısında bülbül, papağan, tavus, kaz, keklik, hümâ, doğan, balıkçıl, baykuş ve diğer bazı kuşlar çeşitli mazeretlerle vazgeçmek isteseler de hüdhüd onları ikna ediyor. İlk ateşi kaknüs yakıyor: “Her canlı sevgi üzerine doğmuştur. Binlerce yıldır yaşıyorum. Korkuyu, endişeyi, üzüntüyü, hasedi, ümidi, hepsini gördüm. Anladım ki gün sona erdiğinde hangi duygu öne çıkarsa çıksın sevgi hep kazanıyor. Ancak insanoğlu kendi tabiatındaki sevgiye karşı direniyor..."

Yolculuk boyunca benliklerini yırtarak hakikat kapısını aralamaya çalışıyorlar. Benliklerindeki her kötü hâlden sıyrılışları, tasavvuftaki nefs mertebelerini aşmayı hatırlatıyor. Kerim Güç bu noktada modern hikâyelere başvuruyor. Günlük hayatta karşılaştığımız; evde, işte, okulda ya da sokakta karşı karşıya kaldığımız meselelerin ardında yatanlara bakış atmamızı sağlıyor. Sebepler aleminde takılı kalınca hikmeti unuttuğumuz o mucizevi anlara temas ediyor. Sayfalar arasında ruh hâlimiz ne kadar gidip gelirse, kendimize de o kadar ayna tutmuş oluyoruz. Böylece gönül denen o herkeste mevcut bulunan hazine kendini gösteriyor. Sen beni parlat, ben de seni parlatayım dercesine. Bu esnada kuşlar da yol almayı sürdürüyor. O büyük sırra ulaşmak için her birinin, biz olması gerekiyor: “Sır, vahdet sırrıydı ki her biri kendini unutup hepsi bir olunca ortaya çıkacaktı.

Yolda Bir Kuşa Rastladım, kadim metinleri günümüz dünyasına aktarabilme noktasında örnek bir çalışma. Kerim Güç bu kitabıyla modern insanının hayatına gelenek aynasını yerleştiriyor. "Varlığınıza ve varoluşa bir de buradan bakın" diyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

24 Haziran 2021 Perşembe

Zaman, yaşamın kendisidir ve yaşamın yeri yürektir

Momo, Alman yazar Michael Ende’nin yazmış olduğu ödüllü bir çocuk kitabı. Ama büyükler arasında da hatırı sayılır bir okur kitlesi var. Neden derseniz bu kitap masalsı ve sürükleyici olduğu kadar düşündürücü de. Kitapta zaman konusu işlenirken modern yaşama dair birçok ince eleştiri yer alıyor. Küçük bir çocuğun başından geçen olaylar ekseninde okur, içinde bulunduğu yaşam biçimlerini sorgulamaya yönlendiriliyor.

Kitaba ismini veren Momo küçük bir kız çocuğudur. Kimi kimsesi olmayan bu küçük kız bir tiyatro harabesinde tek başına yaşar. Ama dostları onu yalnız bırakmaz. Momo sevilen hatta zamanla ihtiyaç duyulan biri olur. Onun en önemli özelliği iyi bir dinleyici olmasıdır. O hiç konuşmasa da insanlar ona sıkıntılarını anlatırken kendilerine dair bir şeyler fark edip onun yanından aydınlanmış bir şekilde ayrılırlar. Bu özelliğiyle Momo günümüzdeki psikologları anımsatmaktadır. Yazar Momo’ya böyle bir özellik atfederek birini tüm kalbinle dinleyebilmenin önemini okurlarına hatırlatır. Momo’nun bir başka sıra dışı özelliği daha vardır, insanlar onun yanındayken hayal güçleri açığa çıkar. Momo aralarında olunca çocuklar macera dolu oyunlar oynayıp yeteneklerini sergiler, arkadaşı Gigi turistlere daha önce anlatmadığı kadar şaşırtıcı efsaneler anlatır. Hayal kurmak insan olmanın önemli bir niteliği olarak görülürve kitap boyu bu fikir desteklenir. Momo’nun en yakın arkadaşlarının özellikleri de dikkate değer. Biri az önce bahsettiğimiz turist rehberi Gigi. Gigi çok konuşkan, hayalci, şakacı ve düzenli olarak yaptığı belli bir işi yok. Çeşitli işler yapıp geçinebilecek kadar para kazanıyor ama mutlu. Kitabın devamında televizyon şovlarına çıkıp zengin olan Gigi hayallerini ve eski mutluluğunu yitirir. Ve bunların farkında olsa da konfor alanından çıkıp eski hayatına dönemez, kendini bir kukla gibi hisseder. Burada yazar zenginliğin mutluluk kaynağı gibi algılanmasına karşın mutluluğun hayal kurabilmek, sevdiğin işi yapıyor olabilmekle olan bağını bize fısıldıyor. Momu’nun diğer en yakın arkadaşından bahsedecek olursak o da çöpçü Beppo. Beppo Gigi’nin tersine çok az konuşur. Derin düşüncelere dalmayı ve ağır hareket etmeyi seven, işini ciddiyetle yapan biri. Huzurlu, derinlikli bir ihtiyar. Yine Beppo’nun çöpçü olması ve halinden mutlu olmasıyla toplum tarafından özenilmeyen mesleklerin de insana mutluluk verebileceği vurgulanıyor.

Kitapta her şeyi altüst edecek olan, insanların zamanını çalmak isteyen duman adamlar sembolüyle yaşamı değerli kılan olgular üzerinde durulmaya devam ediliyor. Duman adamlar sözde insanlara daha uzun ömür vaat ederken onları adeta bir makineye çevirmek istiyor. İnsanlarla zaman tasarrufu adında bir anlaşma yapıyorlar. Yazar bunu berber Fusi karakteri üzerinden anlatıyor. Berber Fusi duman adamlarla anlaşma yaptıktan sonra vaktini boşa geçirmemek adına eskiden yaptığı şeyleri yapmaz oluyor. Örneğin kulakları işitmeyen annesiyle sohbet etmeyi, kötürüm olan arkadaşına çiçek götürmeyi, saç sakal keserken müşterileriyle sohbet etmeyi bırakıyor. Böylece artık daha çok yaşayacağına inanıyor. Ancak gittikçe mutsuzlaşıyor. Burada yaşadığımız zamanın uzunluğu mu yoksa niteliği mi önemli, sorusu akıllara bırakılıyor. “Oysa zaman yaşamın kendisiydi. Ve yaşamın yeri yürekti. İnsanlar zamandan tasarruf ettikçe zaman azalıyordu.

Kitapta ince ince eleştirilen bir başka mevzu ailelerin para kazanma ve daha fazla şeye sahip olma arzusuyla çocuklarına vakit ayırmamaya başlamasıdır. Şehri duman adamlar sarıp herkes zamanından tasarruf edip daha çok vakit kazanmak isterken kimse çocuklarla vakit kaybetmek istemez. Onları çocuk deposu adı verilen yerlere gönderirler. Artık çocuklar kendi hayallerine göre oyunlar değil önceden kuralları belli olan kurgulanmış oyunları oynamak zorundadır. Burada çocuklarıyla vakit geçirmek yerine kendilerine daha önemli(!) işler bulan aileler ve küçük yaştaki çocukların kreşlerde büyütülmesi eleştirisiyle karşı karşıyayız. Kitapta aileler çocuklarına yeni oyuncaklar alırken onlarla oynamayı bırakır, masal anlatmak yerine masal kasetleri alır. Çocuklar bu durumda artık sevilmediğini düşünürler. Bazılarıysa anne babasının kendisinden daha önemli işleri olduğuna ikna olmuştur. Kahredici bir kabulleniş içindedir. Burada şunu belirtmeliyiz ki yazar bunları yazarken teknoloji günümüzdeki kadar ilerlememişti. Anne babalar cep telefonuna sahip değildi, her çocuğun eline birer tablet tutuşturulmamıştı. Yazar şu anki durumumuzu görse ne düşünürdü acaba demekten kendini alamıyor insan.

Kitaba dönecek olursak diğer çocuklar oyuncaklarla oyalanmaya çalışırken duman adamlar Momo’yu da oyuncaklarla kandırmak isterler. Çünkü artık Momo’nun gücünün farkındadırlar. Onun yanına kendi boyunda, konuşabilen bir oyuncak bebek bırakırlar. Ancak bebeğin görüntüsü kadınsıdır. Kırmızı kısa etekli ve makyajlıdır. Momo ondan gözünü alamaz. Bebek düğmesine basıldığında “Günaydın. Ben harika bebek Bibikız’ım. Ben seninim, bana sahip olduğun için herkes seni kıskanacak. Ben daha başka şeyler istiyorum.” der. Momo ona sahip olduğu eşyalarını gösterir. Bunlar bir kuş tüyü, benekli bir taş, parlak bir düğme ve renkli bir cam parçasından ibarettir. Bibikız yine aynı sözleri söylemeye devam eder. Momo onunla nasıl oynayacağını bilemez. O sırada duman adamlardan biri gelir ve Bibikız için çeşit çeşit kıyafetler, aksesuarlar, eşyalar bırakır. “… insan hep yeni bir şeyler alırsa canı sıkılmaz.” diyerek eşyaları ve oyuncakları yığıp gider. Burada modern dünyada ve reklamlarda bangır bangır dile getirilen bir yalan eleştiriliyor. Sahip ol, diğerlerini kıskandır, daha fazlasını iste ve mutlu ol. Bir şeylere sahip olmanın verdiği anlık tatmin ise Momo’ya çok tuhaf geliyor. Momo burada bir çocuk olmasına rağmen büyüklerin birçoğundan daha bilge bir konumda karşımıza çıkıyor. Kitapta zengin olmanın, kariyer yapmanın, daha fazla eşyaya sahip olmanın mutluluk getireceği düşünceleri çürütülmeye çalışılıyor. Sürü psikolojisiyle algı bozukluğu yaratarak herkesi yanlış şeylere inandırma konusunda hem görünür hem görünmez olan duman adamlar sembolüyle medya, reklamlar, kapitalizm ciddi şekilde eleştiriliyor.

Bu yazıda her ne kadar kitaptaki modern dünya eleştirisi üzerinde dursak da kitapta bundan çok daha ötesi var. Zaten sadece bu eleştirileri dile getiren bir kitap olsaydı bu kadar çok okunur muydu? Yazar bu mevzuları kurgunun içine yedirerek ustalıkla ele alıyor ve okurunu nefis bir maceranın içine çekiyor. Kitapta Momo’yu Hora Usta’ya götürecek olan gizemli yolculuk, olanları yarım saat önceden görebilen ve Momo’ya yardım eden kaplumbağa Kassiopeia, zaman çiçekleri ve dev saatlerin olduğu Hora Usta’nın gerçeküstü mekanıyla serüven sürüp gidiyor. Çocukların oynadığı oyunlar ve Gigi’nin masalını anlatması da metinler arası bir geçişle kitabı zenginleştiriyor. Momo hem kurgusu hem verdiği kıymetli mesajlarla günümüzdeki ününü sonuna kadar hak ediyor.

Zeynep Odabaş
twitter.com/zeynneppakyol

18 Haziran 2021 Cuma

Hatırlamak için unutma dersleri

"Dünün ağır tortusu temizlenmedikçe, ferah bir bugün ihtimali de yok çünkü."
- Nermin Yıldırım (Gazete Duvar, 23.04.2017)

"Hiç kimse alamaz bizden artık bizde olmayanı; ancak bellek derinliklerinde saklar onu eksiksiz bir biçimde ve zaman zaman onu başkalarına uygular."
- Şükrü Erbaş, Kuş Uçar Kanat Ağlar

Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” diye bir söz vardır. İnsan hafızası unutmak ile kusurludur. Unutmak bir kusur mudur gerçekten yoksa yaratıcının bize sağladığı bir lütuf mu? Yaşanan her şey gerçekten bembeyaz bir sayfaya evrilebilir mi yoksa izler kalıcı mıdır? Toplumsal hafıza, genetik hafıza, beden hafızası ve bilinç dışı nedir, hayatımızda ne gibi anlamları, etkileri vardır? Tüm bu sorular bir yana unutmak gerçekten yola devam edebilmek için gerekli midir yoksa insan unutmak yerine alışarak, unutmak istediğiyle barışarak ve hatta daha da ötesinde unutmak istediği vasıtasıyla bir şeylere şükrederek yaşamaya devam edebilir mi?

Türkçe’ye “Sil Baştan” olarak çevrilen 2004 yapımı Eternal Sunshine of the Spotless Mind filmini duymuşsunuzdur diye tahmin ediyorum. Vizyona girdiği dönemde çok izlenenler arasında yer almış, adından sıkça söz ettirmiş, üzerinden yıllar geçmiş olsa da hala iyi filmler arasında gösterilen başarılı bir yapımdı. Bu kadar sevilen, en azından merak edilen bir film olmasının oyunculuklar, oyuncular, yönetmen gibi etkenleri bir yana koyarsak, en büyük sebebini konusu olarak gösterebiliriz. Son derece basit ancak büyük bir ihtiyaçtan söz ediyordu film: unutmak. Daha doğrusu unutabilmek.

Nermin Yıldırım’ın dördüncü kitabı olan Unutma Dersleri için yazar, çıkış noktasının film olmadığını ama yazın sürecinin bir yerinde elbette filmi anımsadığını belirtiyor. Konusunu kısaca özetlersek, anlatıcı kahramanımız Feribe, yasak aşk yaşadığı sevgilisi tarafından terk ediliyor ve ağır bir aşk acısı ile pençeleşiyor. Sabık sevgilisiyle yaşadığı tatlı anılardan kalan acı duygusundan bir an önce kurtulabilmek adına soluğu çok istemeyerek hatta saçma bularak da olsa Mazi İmha Merkezi’nde alıyor. Mazi İmha Merkezi’nin “Sil Baştan” filminden ayrıldığı kısım burada ortaya çıkıyor. Bu kurum Feribe’nin de film nedeniyle arzu ettiği üzere anıları silmek yerine, onlarla beraber yaşamaları adına müşterilerine dersler veriyor. Tabi ki her dersin sonunda olduğu gibi buradaki derslerde de danışanları birtakım ödevler bekliyor. Her ne kadar yaptığı şeyi anlamsız bulduğunu her an ifade etse de ödevleri canla başla tamamlayan Feribe’nin hayatı, tam da bu ödevler nedeniyle iyice arapsaçına dönüyor. Kahramanımız, nihayetinde paramparça olmuş hayatından anlamlı ve hayallerine uygun bir bütün meydana getirmeyi başarabilecek mi? Başarılı olacaksa bunu hangi yollardan geçerek yapacak? İşte bu soruların cevabını takip ettiriyor Unutma Dersleri.

Öncelikle kitapta adı geçen ve olayların birçoğunun vuku bulduğu Mazi İmha Merkezi’ndeki dersleri de düşünerek belirtmek isterim ki, metnin bir kişisel gelişim kitabı olmakla uzaktan yakından bir ilgisi yok. “Bildiğimiz unutma halinin bellek izinde bir tahribata işaret ettiğini sanma yanılgısını aştığımızdan beri tam tersi bir görüşe, yani ruhsal yaşamda oluşan bir şeyin kaybolmayacağına, bir şekilde muhafaza edileceğine ve uygun koşullar altında (örneğin yeterince geriye gidildiğinde) tekrar gün yüzüne çıkabileceğine inanıyoruz.” diyor Sigmund Freud, Mutluluk Dediğimiz Şey kitabında. Unutma Dersleri de bir bakıma anlatıcı kahramanın unuttuğunu sandıklarının, peşinden gitmeye korktuklarının acı bir tecrübeyle, hatta hayatta en nefret ettiği kişinin davranışlarını kendi tercihlerinde yineleyerek ve önce nefret ettiğini, sonra da kendini nihayetinde affederek gün yüzüne çıkarmasının serüveni.

Nermin Yıldırım, tüm kitaplarında bellek konusunun üzerine çokça eğilen, kurgusunu ağırlıklı olarak bu tema üzerine kurmayı tercih eden bir yazar. Zaten insan psikolojisi üzerine yazarken, psikologlardan danışmanlık aldığını, bu konu üzerine ciddi araştırmalar yaptığını kendisi de ifade ediyor. Mazi İmha Merkezi’nde gerçekleşen dört ders için de yine psikolog Tolga Erdoğan’dan destek aldığını belirtiyor. Dersler burada dört başlık, hatta buçuk olan dersi de sayarsak beş başlık halinde anlatılsa da anlatının tamamında travmanın aşamaları olan inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme adımlarına da farklı başlıklar altında yer veriliyor. Mazi İmha Merkezi’nde alınan tüm bu dersler ilk olarak kaçak sevgili Nedim nedeniyle başlamış görünse de Feribe aslında acısının çok daha eskiden kalma, çok daha derinde bir yerde ince ince kanayan bir yaradan vücut bulduğunun farkına varıyor. Bu kaynak neden, bu “ilk yara” Nermin Yıldırım’ın tüm kitaplarında merkezde olan bir konu; aile, bilhassa anne ekseninde şekilleniyor. İlk ders olan, “Unutulacak Olanı Hatırla” isimli bölümün devamında anlatıcı kahraman “Bilmezden gelmenin kadim bir ayakta kalma yöntemi olduğunu söylemiştim, değil mi?” diye bir soru yöneltiyor muhataba. Burada, diğer kitaplarında da olduğu gibi toplumsal hafızaya da üstü kapalı bir gönderme yapan anlatıcının inkâr aşamasında neler yaşadığına tanıklık ediyoruz. Feribe de bu bölümde asıl yarasını inkâr edebilmek adına, görünen bir derde dört elle sarılmış bir kaçak aslında. Oysa içinde bir yerde kırılmış çocukluğu kendini durmadan hatırlatıyor “İnsan nasıl ellerinde büyüdüğü kişiye benzerse, ruhumu aniden yaşlandıran o yaraya benzemiştim galiba ben de.” diyerek.

İkinci ders olan, “Yasını Tutacaksın” bölümünde, Mazi İmha Merkezi’nde geçen derslerin neden zifiri karanlık bir odada geçtiğini anlamlandırmaya çalışan, zira karanlıktan son derece rahatsızlık duyan bir Feribe görüyoruz. Anlatıcı burada, danışmanın ağzından karanlığın ilkel belleğimizle nasıl konuştuğunu, en iyi bildiğimiz şeyin karanlık olduğunu hatırlatıyor. Burada da özellikle son zamanlarda sıkça konuşulduğuna şahit olduğumuz psikolojik bir bakış açısını tekrar ediyor. Anne karnından itibaren, hafızamız kayda başlıyor, biz hatırlamasak da bedenimiz bir şekilde hatırlıyor. Haliyle çocuğun daha fetus halindeyken bile annesi ile ilişkisinin ne denli kıymetli olduğuna gönderme yapılıyor. Çocukluğuna dair mutlu anıları olsa dahi, bunların da bir yalan üzerine inşa edildiğini geç de olsa fark eden kahramanımızın bu bölümde kurduğu iki cümle, bir anne arayışının bariz göstergeleri diye düşünüyorum.

“… anlaşılan o ki anası olmayanların yarası tarafından büyütüldüğünü bilmiyordu.”

“Keşke sevdiklerimiz bizi bütün hatalarımıza, her şeye rağmen, daima sevebilseydi…”

Psikoloji biliminin insanlardaki karşılığı bir dönem “çocukluğunuza inelim” esprisi olmuştu. Halbuki bu kavramın ne kadar önemli olduğu su götürmez bir gerçek. Çocukluğumuzda nasıl deneyimlere sahip olduğumuz, bakım verenlerimizle nasıl bir ilişki içinde bulunduğumuz, yaşamdaki ilk tecrübelerimizin neler olduğu yetişkin hayatımızdaki anlarımız üzerinde oldukça büyük bir etkiye sahip. Şair ne güzel dile getiriyor bu durumu: Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor. Haliyle kitapta da kahramanın hayatına kaldığı yerden -Feribe özelinde yeni baştan- devam edebilmesi adına önce o ilk tecrübelerin kapısını aralamak gerekiyor. Ardından “Gel Barışalım Artık” ve “Kolaysa Affet” isimli bölümler yer alıyor. Son ders ise “Geleceğe Bak”.

İlk iki aşama, yani hatırlamak ve yas tutmak belki de işin en kolay kısımları, çünkü kişinin kendisiyle ilgili süreçler bunlar. Oysa devam eden aşamalarda bir muhatap gerek. İkili bir ilişki gerek. Yüzleşebileceğiniz kişi hayatta ise yine de şanslısınız. Peki ya ulaşabileceğiniz bir yerde değilse, yaşadığınız kötü anılar sayfasını nasıl kapatabilirsiniz? Metinde bu konuda da Feribe’nin deneyimlerini aktaran anlatıcı kahraman bu bölümlerden de önce, her şeyin en başında sabık sevgili Nedim ve Feribe’nin hikayesinin Rembrandt’ın son otoportresinin önünde kıvılcımlandığını anlatıyor. Rembrandt, kendi portresini defalarca kere yeniden kurgulayan bir ressam. Tıpkı Feribe gibi. O da otoportresini kelimeler aracılığı ile muhatabı paylaşıyor. Hayatının özetini, yaşadığı farkındalığı ve kitabın tüm akışını da şu cümlelerle ifade ediyor.

İnsan bir ömür içinde öyle çok defa başka birine dönüşüyor ki, dönüp geriye baktığında hangisinin kendisi olduğunu bulup çıkarmakta zorlanıyor. Kimdim ben? Şenlikli alkışlar eşliğinde doğum günü pastasını kesen gamsız çocuk mu? Büyüyünce yazar olmak isteyen hayalperest ergen mi? Çok mutlu sandığı annesini salonun tavanında sallanırken gördükten sonra, artık hiçbir şey istemediğini fark eden bahtsız liseli mi? Her sabah kalkıp neden gittiğini bile bilmediği fakültenin yolunu adımlayan üniversiteli mi? Sefl bir bankonun ardında oturup bütün gün banknotları ve saniyeleri sayan bezgin bankacı mı? Aile kurmakla yarım kalmış bir şeyleri tamamlayabileceğini umarak, apar topar evlenen eksik kadın mı? Önce çocuk istediğine karar verip hamile kalan, sonra içinden bir anne çıkaramayacağını anlayıp kürtaj olan yarım kalmış anne mi? Beklenmedik bir aşkın kollarında, uzun zaman evvel emekliye ayrıldığı yaşama sevincini arayan aptal aşık mı? Neşesini ararken kendini kaybeden aşk kurbanı mı? Hangisi bendim? Aşk acımı unutmak için hangisini affetmeliydim?

Bu soruların cevabı ve Feribe’nin nihayetinde nasıl bir sona kavuştuğunun cevabı kitapta paylaşılıyor tabi ki ancak daha fazla ipucu verip kitabın tadını kaçırmamak adına kurguya dair yazacaklarımı burada sonlandırıyorum. Nermin Yıldırım, diğer kitaplarında olduğu gibi bireysel bellek, kişisel tarih, ebeveyn ilişkileri ve etkileri konularının üzerine eğilirken, diğer kitaplarından farklı olarak inanılmaz muzip bir dil kullanıyor Unutma Dersleri’nde. Her kitabında mizahi bir üslupla anlatısını çeşnilendiren Yıldırım, bu sefer karşımıza acılarını yaşarken, onlarla, kendisiyle ve aynı bağlam içinde yer aldığı dünya ile neredeyse tamamen alay eden, belki de bu durumu bir savunma mekanizması olarak benimseyen, acılara gülerek direnen bir kahraman çıkarıyor karşımıza. Olayların nefes nefese birbirini takip ettiği, birinci tekil anlatıcının konuşması nedeniyle son derece akıcı ve muhatabı içine çeken sürükleyici bir roman Unutma Dersleri.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

Geçmişle şimdi arasında çift taraflı bir köprü

"Geçmişin geçmiş olması için zamanın geçmesi yetmez.”
- Amin Maalouf

“Dünü unutmalı bugünü yaşamalısınız. Çünkü dün ile bugün arasında bir kavga çıkarsa yarını kaybedersiniz.”
- Balzac

Türk öykücülüğünde uzun zamandır bir Behçet Çelik gerçeği var. Hem karakterlerini oluşturma ve geliştirme açısından hem işlediği konular açısından ve tabiî ki velud bir yazar olması sebebiyle bence Türk öykücülüğünde hatırı sayılır bir yerde bulunuyor. Gerek üslûp gerek anlatı açısından kendine has bir yeri uzun zaman önce elde eden Çelik bundan uzun yıllar sonra da, belli bir öykü tarzının temsilcisi olarak hatırlanacaktır. Bu demek değildir ki Çelik’in her öykü kitabı muhteşemdir ve eksiksizdir. Hatta az sonra değinmeye çalışacağım, aynı zamanda yazarın son kitabı Patikaların İyi Yanı (Mayıs, 2021), yazarın belki de en iyi üç öykü kitabı arasında yer almaz. Fakat yazar, tarzından fazla sapmadan, ne yaptığını ne yazdığını bilerek bu kitabını da oluşturmuş. Zaten kendine has denince de bu durumu kast ediyorum. Nasıl ki bir Ömer Seyfettin bir Memduh Şevket bir Sait Faik tarzı diye bir şey varsa, bu yazarlarla -bu alanda- aynı kategoriye (niteliği şimdilik es geçerek) Behçet Çelik de girebilir.

Patikaların İyi Yanı benim en sevdiğim Behçet Çelik kitabı olmadı (gerçi ben yazarın romanlarını öykülerinin de önüne koyuyorum ancak şu anda konumuz yazarın öyküleri). Bunun tabiî türlü sebepleri var. Bunlardan biri, kitabı oluşturan öyküler arasında seviye farkının fazla olması. Elbette bir öykü kitabındaki her metin aynı nitelikte olmaz ama aralarında çok fark olması da okuru rahatsız eder. Hatta okur en sonunda okuduğu kitabın hayatında nereye dokunduğunu kestiremeyebilir. Çelik’in önceki öykü kitaplarında öyküler arasında çok fazla nitelik farkı görmemiştim ben kendi açımdan ancak bu kitap sanki biraz aceleye gelmiş hissi verdi bana. İçinde iyi öyküler fazla ancak kötü diyebileceğim öyküler de mevcut. Bir diğer eleştirdiğim konu, yazarın artık kendisinin alâmetifarikası olan, karakterleri psikolojik/içsel yönden başarılı kurgulamasının her karakter için aynı seviyede olmaması. Bu iki sebep Patikaların İyi Yanı’nı benim için yazarın diğer öykü kitaplarından biraz geri attı.

Yazarın diğer öykü kitaplarını ve romanlarını okuyanlar bilir, Behçet Çelik geçmişi çok kurcalayan bir yazardır. Geçmişin; bireyin şimdiki hâlini etkileyip etkilemediğini, etkilediyse nasıl etkilediğini inceler ve insanın şimdiki zamandaki davranışlarının sondajını yapmaya çalışır ve bunu da iyi bir şekilde gerçekleştirir. Kitaptaki on bir öykünün sanırım hepsinde karakterlerin geçmişi sorgulama ve geçmişe bakarak bu günü anlamlandırma ve bu günü kurma çabaları yer alır. Bazı karakterler için geçmiş, saplantı olmuşken bazıları için şimdiki zamana yumuşak geçiş sağlayan bir durumdur. Fakat bazen de bu durum tersine işler. Bu günden bakarak geçmiş tekrar kurgulanmaya çalışılır, yani bir geçmiş hep vardır Çelik’in öykülerinde. “…Akın’ın sözlerine takıldı aklı, sahiden geçmişi yeniden mi yazıyordu.” Kitabın iyi öykülerinden İnce u, geçmişin en iyi sorgulandığı veya kurgulandığı öykülerindendir. Aynı zamanda başkarakter ve arkadaşı da iyi işlenmiş, üzerinde çalışılmıştır.

Behçet Çelik’in karakterleri genelde modern dünyaya uyum sağlayamamış ama geçmişte de kalamamış kişilerden oluşur. Yazarın en iyi yaptığı şey bu kişilerin içsel dünyalarını okura sezdirebilmektir. Bilmek yoktur Çelik’in öykülerinde, sezmek vardır. Okur sezer, yazar sezer hatta öyküdeki karakter bile bilmez, sezer. Bu da bizi yazarın öykülerinde zaman zaman göreceğimiz muğlâk/soyut bir anlatıma götürür. Bu anlatım tarzı bu kitapta biraz daha yoğundur. Üstüne öykü dilinin ve anlatımının sık sık deneme tarzına kayması ve öykülerin diyalog açısından çok zengin olmaması, okuru bazen deneme okuduğu hissiyatına yönlendirebilir. Bulutun içinde öyküsü soyut bir anlatımın yoğun olduğu ve zaman zaman bilinç akışı tekniğinin kullanıldığı bu tarz öykülerden biridir. Bence Upuzun cümleler öyküsüyle birlikte kitabın zayıf öykülerindendir.

Boşluk kavramı, Behçet Çelik’in öykülerinde ve romanlarında çok sık karşılaştığımız bir kavramdır. Hatta Dünyanın Uğultusu romanı neredeyse bu kavram üzerine bina edilmiştir. Bu kitapta diğer kitaplarına nazaran çok olmasa da bazı öykülerde bu durum görülür. Çünkü boşluk kavramı, hayata bir noktada anlam veremediğimiz zamanlarda oluşur ve Behçet Çelik’in birçok karakteri bu durumu yaşar. Lahmacunun kıtırı ya da kesintisiz boşluk öyküsündeki başkarakter Ekrem bu durumu yaşayanlardandır. Kitabın geneline nazaran daha bir öykü formatında yazılan bu metinde aslında Ekrem karakteri hayata bir mana veremediğinden değil, insanlara uyum sağlayamadığından bu durumu yaşar. Bence bu kavramlar oldukça farklıdır. Ancak bu durum son noktada modern hayatla geçmiş arasında sıkışmış bir karaktere götürür bizi. Kitabın iyi işlenmiş karakterlerindendir Ekrem. Biraz Aylak Adam’ın C.’si gibidir. Hayatın içinde olmaya çalışır ancak yolunda gitmeyen şeyler de vardır. “Düşüncelerinin cismi var, ağırlığı, uzayda yer kaplıyorlar, kimse yadsıyamaz. Geceleri abanıyorlar Ekrem’in üzerine, cüssesini, hacmini göğüs boşluğunda hissediyor. Bir sıkışıp kalmışlık hissi, rüya olmadığını biliyor –rüyadan uyanamamayı andırsa da. Belki de rüyadan çıkıp uyanıklığa varmadan arada bir yerde takılıp kalıyor ya da rüyadan kırıntılar eline ayağına dolanan. İkna olmuyor, bedenine değil, zihnine bir şeyler dolandığının farkında, düşünce akışı kesilivermiş gibi, tam hiç bilmediği bir giz çözülecek ya da bir şey tam görünecekken. Bir akışın durduğu andaki o boşlukta kalma hissi – böyle tanımladı geçenlerde.

Kitap hakkında yazacak birkaç şeyim daha vardı ancak çok detay vermek olur bu. Kalanı okura kalsın. Başlarda da dediğim gibi, Çelik külliyatının en iyi kitabı değil Patikaların İyi Yanı, ancak Behçet Çelik öykücülüğünü nitelik olarak biraz geride olsa da yansıtan bir kitap. Biz alışmıştık Çelik’te daha “Dostoyevskivari” karakterler görmeye, daha çok ruh tahlillerine. Ancak dediğim gibi iyi öyküler de içeriyor kitap. Behçet Çelik’i iyi takip edenler sanırım dediklerimi anlayacaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

13 Haziran 2021 Pazar

Kendini bilme yolunda bir karşılaştırmalı okuma

"Seni yol bilmez iken yola koymadı mı?"
- Duhâ, 7

İnsan ruhunun yükselişi ancak manevî bir yol tutturmasıyla söz konusu olur. Hiç kimse yoktur ki maddi alemdeki gelişmesiyle bir huzura varabilsin. Çünkü tatmin duygusu körelmez, tam aksine insanı köreltir. Fakat insanın bunun farkına varabilmesi için gafletten olabildiğince kaçınması, gönlünü aydınlatacak şeylerle ve kimselerle meşgul olması gerekir. Bu meşguliyet, bir yola çıkmayı beraberinde getirir. Gerçeğe, hakikate, birliğe, aşka ve daha nice tanıma ulaşma olarak biçimlenen bu güzergahın getirisi kendini bilmektir. Kendini bilen, kendini bulmuştur. Yolun 'kendinden kendine' seyrettiği arifler tarafından söylenmiştir. Demek ki insan, kendini bilmek için yola çıktığında kendini bulmuş oluyor. Tasavvuf tam da burada Hakk'ın bulunduğunu da ekliyor. Men arefe nefsehû fekad arefe rabbehû. Kim ki nefsini bildi, Rabbini bildi.

Zen, milâttan önce VI. yüzyılda Hindistan’da kurulan inanış sistemi Budizm'in Japoncadaki ismidir. Özellikle 20. yüzyıl itibariyle Avrupa insanının dikkatini çekmiş, nihayet 'hakikat arayışı' serüveninde Zen Budizmi adıyla büyük ilgi görmüştür. Zen yolunda nihayet Buda'ya ulaşmaktır. Buda, Budizm'in kurucusu olan Siddhartha Gotama'nın lakabıdır ve uyanmış, aydınlanmış anlamına gelir. Zen yoluna girenlerden beklenen de budur: aydınlanmak. Burada Buda'nın yaşayışı ve doktrini esas alınır. Doğum, aydınlanma ve Nirvana'ya ulaşma biçiminde tesis edilmiş Zen'de insanın hayatının kötülüklerle ve tatminsizlikle çevrili olduğu, arzu ve ihtirasların insanı esir ettiği, arzulardan kurtulmak için hakikat yoluna çıkmak gerektiği ve Nirvana'ya ulaşmadan huzura kavuşulmayacağı esas alınır. 

"Kurtuluş yolu aradığı için yalnızca kendi nefsiyle uğraşan insanın durumu ne güzeldir. Böyle bir insan mutludur, huzurludur. Böylece varoluşun tüm hakikatlerini elde eder" der İbn Arabî sultan. Bu cümlelerde bir çok şifre vardır. O şifreler aklın düğümlerini çözüp kalbin hakikatle rabıtalı olmasına imkan sağlar. İlk cümlede kurtuluş yolu aramak dikkati çeker. İnsan daimi bir yer, yurt arayıcısıdır. Huzura, sükuna kavuşması gereken yeri, yurdu da evvela kendi gönlüdür. Her şeyden önce kendi gönlüne yoğunlaşan, gönlü üzere çalışan kimsede belirgin bir sakinlik görülür. O, mutluluğun gelip geçici işlerde değil, "O her an yeni bir iştedir" sözü gereği oluşta bulunduğunu bilir. Geçmişin ve geleceğin kaygısından arınıp ibnü'l vakt olmak ister, vaktin çocuğu. Bundan dolayı kimseyle, kimin ne yapıp ettiğiyle uğraşmaz. İşaretleri izler ve kendinden kendine seyr eden bu yolda irfanı dost edinir. İrfan ki nice kapıları aralar. O kapıların her birinde hakikatin izleri vardır. Yolcu bu izleri takip ederek kendine ulaşır. Böylece kendini ve akabinde yaratıcısını bilir. Bilmeden bulunmaz, bulmadan olunmaz denilmiştir. İşte kendini bilmenin yolu bu üç büyük adımda kuruludur. Yeryüzünde bu yola çıkmış nice nefes, nice ruh, nice ekol vardır ve şurası çok önemlidir: "Tüm öğretiler, tüm bilgiler ve tüm yöntemler bir araç olma konumunda değerlendirilmelidir. Amaç 'kendimiz' gibi algıladığımız, oysa gerçekte nedenlerin oluşturduğu yanılsamalı benliğimiz olan 'ego'yu tanımak; ve bunun yerine özgür benliği, farkındalık temeline dayalı gerçek varoluşu oturtmaktır. Eğer öğretiler ve yöntemler bu araç olma konumundan çıkarılarak bir saplantı, bağımlılık ve sınır işlevi görecek olursa; bu durumda, tüm bilgi ve uygulamalar yalnız yararsız olmakla kalmaz, farkındalığın ya da kendini bilmenin önünde bir gölge, esaslı bir engel de oluşturmuş olur aynı zamanda."

İnsan ontolojik olarak doğru, güzel ve iyi olana meyillidir. Fakat bu meyline itiraz eden bir iç yapısı da vardır ki ona nefs denir. Bütün iyiliklerin Allah'tan, bütün kötülüklerin insan nefsinden geldiği inancı, yalnız İslam tasavvufunda değil, Zen Budizm'inde de karşılık bulur. Burada talebeye (talip, öğrenci, mürit, derviş) bir rehber (mürşit, şeyh, usta) tarafından nefsiyle nasıl mücadele etmesi gerektiği yolun çeşitli erkanları yardımıyla öğretilir. Yolun gayesi; ibadetlerle, dualarla, virdlerle ve diğer ödevlerin yanı sıra davranışlardaki dönüşümlerle saf bir kalbe ulaşmaktır. Hem tasavvufta hem de Zen'de, yola dair konuşmakla, yolcunun sürekli kelime yahut kitap tüketmekle bir yere varamayacağı belirtilir. Zira marifet yolculuğu kâl ile değil hâl ile yürünür. Sessiz kalmak, yürüyüşü berraklaştırır: "Kendi gerçek benliğimizi; 'düşünen' ve 'duyumsayan'ın dışındaki varlık, zihinsel gürültünün ve karmaşanın dibindeki sessizlik, ıstırabın altındaki hoşnutluk ve şefkat olarak görüp bilmek, gerçek özgürlüğümüz ve kurtuluşumuzdur. Çünkü düşünen ve duyumsayan olumsuz zihin aktivitelerinin, alışılmış kalıpsal tepkilerin ve sahte benlik ego'nun oynadığı rollerin izlenerek fark edilmesi; gerçek benliğimizde, arı zihnimizde mevcûdiyet ve farkındalık oluşturacak ve bu farkındalıklı mevcûdiyet aracılığıyla, düşünce ve duyguların olumsuzluklarının olumluluğa dönüştürülmesi mümkün olacaktır."

Yolun elbette engelleri vardır. Öğrenci bu engelleri aştıkça, eski dünyasından yeni dünyasına kavuşacak, yabanilikten korunup doğallığa ulaşacaktır. Zihin, aşılması gereken en önemli engeldir. Kirli ve karmaşık bir zihinle değil, temizlenen, iyi niyetlerle örülmüş bir zihinle yol yürümek ilk ve en önemli meseledir. Zamanın farkında olarak yaşamak da çok önemli bir yer tutar. Özellikle psikolojide kullanılan 'şimdi ve burada' kavramı kendini bilme yolunda da önem arz eder. Geçmişle kurulacak ilgi yalnız pişmanlık ve tövbe üzerinden olmalıdır. Geleceğe dair kurulacak ilgi ise iyi niyetler, güzel düşünceler ve en önemlisi de teslimiyeti zırh bilmektir. Farkındalık (feraset, gafletten uzak olma) yolcunun tabiri caizse silahıdır: "Kendini bilmenin yolu bir bakıma 'farkındalık' demektir. Farkındalık kavramıyla genel olarak anlatılmak istenen; özgür ve erdemli bir varlık olma potansiyeline sahip bir kişi olarak insanın, bu amacı gerçekleştirmek için, düşünce ve duygularını yani beynini ve kalbini gözlemleyebilmesi, onların ayırdına varabilmesidir."

İbn Arabî, varlığın bütün yönleriyle O'na müteveccih olduğunu, perde kalkınca insanın şiddetli bir hayretin içine düşeceğini ve özleminin kabaracağını, işte o zaman O'nun kendisini değişik suretlerde insana göstereceğini ifade eder. D. T. Suzuki için bu ifade, Zen ustalarının 'evine geri dönmek' dediği şeydir: "İşte şimdi sen kendini buldun, daha en baştan beri senden hiçbir şey gizlenmemiştir. Sendin gözlerini gerçeklere kapayan, sendin."

Var oluşumuzun gayesi Hakk'ı bilmektir, Hakk'ı bulmaktır, Hakk'la olmaktır. "Bilinmeyi istediğim" çağrısına kulak vermektir. Kıldan ince, kılıçtan keskin, menzili meçhul bir yola çıkmaktır. Bilgiyi (furkan) kuşanıp tanıklığın (şehadet) farkında olarak verilene rıza göstermek ve verilmeyene şükretmektir. Yol ve yolculuk tam da burada başlar.

Ahmet GürbüzKendini Bilmenin Yolu'nda çok büyük coğrafyalarda yankı bulmuş, insanın nefsiyle mücadele etmesi gerektiğini merkeze koymuş zen ve tasavvuf sistemlerini inceliyor, kıyaslama yapmadan karşılaştırıyor, kolay anlaşılır biçimde her iki yolun esaslarını temel düzeyde aktarıyor. Bu okuması son derece lezzetli olan kitap, bazı merakları muhabbete çevirebilir. Dolayısıyla yola çıkmak için güzel bir ilk adım.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî
'nin Dîvân-ı Kebîr'inden bitirelim: "Ve sen, kendi içine giden o uzun yolculuğa ne zaman başlayacaksın?"

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Bir romandan çok hissî bir tecrübe

Huzur... Edebiyat dünyasınca başyapıt olarak kabul görmüş bir roman. Yeni Türk Edebiyatına Giriş 1 dersinde Prof. Dr. Abdullah Uçman şöyle yazmıştı tahtaya: "1870’ler: Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat, 1900’ler: Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, 1950’ler Huzur, 1970’ler: Tutunamayanlar..."

Huzur’u okumayı bundan neredeyse iki yıl evvelinde kafama koymuştum, 19.Asır Türk Edebiyatı Tarihi ile birlikte temin ettim, defalarca elime alıp ilk beş sayfasını okuyup erteledim. Birkaç ay evvel, 100- 150 sayfa okuyup, derin bir sıkışıklık hissiyle bıraktım elimden. Ve tekrar en baştan başlayıp, bundan iki- iki buçuk hafta önce, en sonunda, bitirmek nasip oldu. Huzur’u okumak için, fikrimce biraz şahsî streslerimizden halas olmak ve zihinsel olarak daha dingin bir ruh hali gerekiyor. Benim Huzur’u bu kadar ertelememin sebebi, onu elime almayı sürekli huzursuz zamanlarıma denk getirmem oldu. Güncel dünyanın huzursuzluğu da buna bir ek yaratıyor tabii. Bir okur olarak bendeniz, ruh halime paralel atmosferdeki okumalar yapmanın bana iyi geleceğini düşünürdüm. Huzur’u tecrübe edinceye kadar. “Tecrübe” diyorum, çünkü Huzur bir roman okumaktan çok hayata dair bir şeyler tecrübe etmek gibi geldi bana. Huzur’u herhangi bir roman olarak değerlendirirsek huzursuz bir ruh hali içindeyken okumamız gerekir. Çünkü Huzur, adının aksine huzursuzluğu anlatıyor. Ancak Huzur herhangi bir roman değil. Onu okumak, kaburgalarınızı kırarcasına sıkan bir insana sarılmak gibi. Bu yüzden daha rahat ve sakin bir süreçte, sabırla okunmalı Huzur kesinlikle.

Hareketten hoşlanan bir insana Huzur, sadece can sıkıntısı verir.

Muhterem hocam Prof. Dr. Seval Şahin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Romancılığı Üzerine Düşünceler kitabında, Huzur için şöyle diyor: “Tanpınar’ın Huzur’u yaşayanlardan çok ölülerin romandır.” Bu cümleyi, romandaki Nuran karakterinin, hazin sevgilisi Mümtaz’ı kafasında yedi asrın ölüsüyle meşgul olmasından dolayı eleştirmesi çok sağlam bir şekilde destekler. Yine aynı kitaptan edindiğim bilgiye ve romanı okurken edindiğim izlenime göre, romandaki karakterler arasında ikizleşme söz konusu. Turan Alptekin, Suat karakterinin Mümtaz’ın iç beni olabileceğini söylüyor. Bu fikri naçizane evirip çevirdiğimde, şöyle bir sonuca vardım, Mümtaz roman boyunca bıkıp usanmadan kendi içindeki bir şeylerle savaşıp, çatışıp durdu. Kendi dışında ise en bariz çatıştığı karakter Suat’tı. Şu halde Turan Alptekin’in söylemini romandan edinebileceğimiz bu izlenim doğrulayabilir.

Romanda gerçekten de, yaşayanlardan çok ölülerin -ölüler dolayısıyla geçmişin, tarihin- hüküm sürdüğü görülüyor bariz bir şekilde. Geçmişten ya da bir başka deyişle köklerinden kopamayan ve kopamayacak olan başkarakter Mümtaz’ın iç monologları ve dışarıdakilerle olan diyalogları adeta ya hep ölüler üzerine. Ya da ölülerin kendileriyle.

Sanki herkesin etrafında bu ölüler dolaşmakta, insanlar sokaklarda onlarla konuşmaktadır.

Bu sisli atmosferde okura zevk veren yegâne ve vazgeçilmez şey ise, insanın kendiyle ve dış dünyayla cebelleşmesinin sonunda, ortaya çıkan uzunca cümleler. Bu roman bir tümceler romanı. Romanda geçen olaylar ise, neredeyse bir paragrafla anlatılıp bitecek kadar az. Romanda olay, karakterlerin konuşmaları, bu konuşmaların muhtevasıyla dağılır gibi oluyor. Ancak bununla, romanda işlenen doğu-batı ve eski-yeni çatışması fikri güçleniyor. Baudelaire’den Şer Çiçekleri’ni okuyan aynı Mümtaz’ın üstün bir zevkle Dede Efendi dinlemesi, romanda işlenen doğu-batı çatışmasına, arafta kalmış devir insanına çok net bir şekilde ayna tutacaktır.

Romanın esas meselesi naçizane fikrimce okurun romanı hangi gözle okuduğuna göre değişebilir, ancak ilk göze çarpan şey Nuran ve Mümtaz’ın trajik aşkı oluyor. Bu aşkın zamanın garip dehlizlerine geçirilerek işlendiği görülüyor. Romanın ilk bölümü olan İhsan bölümünde Mümtaz’ın eczane ve ilaç bulmak için koşturduğu ve Muazzez ve İclal ile karşılaştığı anki bilinci okuru aylar öncesine, geçmişe götürüyor, ve romanın sonuna doğru buradan tekrar çıkarıyor. Biz bilinç akışı tekniği diye bir roman tekniği biliyoruz, ancak Huzur’daki adeta bir zaman akışı. Böylelikle baştan sona Huzur serüveninde okuru böyle yeni bir teknik de karşılamış oluyor. Bu tuhaf ve hazin zaman dehlizinin içinden çıktığımda aklıma kaçınılmaz bir şekilde şu mısralar düştü:

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.


Kitabın sonunda, bir ölü olan Suat ile yaşayan Mümtaz arasında şöyle muzip bir diyalog geçiyordu, bu sırada Mümtaz’ın canlı ve Suat’ın ölü olduğunun tekrar altını çizmek isterim:

Mümtaz bir daha güldü; fakat gülüşünün çok sinirli olduğunu farketti.
-Bu olmaz, dedi. Sen bir ölüsün. Yani insansın” -tekrar düşüncesini tashih etmek ihtiyacı duydu- “Ölülerle konuşmak o kadar güç oluyor ki…” Yani insandın, demek istiyorum. Halbuki bu iş asıl meleklerin işidir. - Hayır, artık yetişemiyorlar. Son zamanlarda dünya nüfusu çok arttı. Her tarafta nüfus artırma politikası var. Melekler yetişemiyor; şimdi ölülere gördürüyorlar bu işi.


Bir çırpıda okunmayacak, ama garip bir şekilde okuru içine düşüren, kaburgalarını sıkarcasına sarmalayan ve bazı sayfalarda nefes aldığını hissettiren, bir romandan çok hissî bir tecrübeydi Huzur benim için. Huzur’u ilk tecrübe edişim, 20 yaşında oldu. Ve onu tekrar okumamak galiba mümkün görünmüyor. Huzur on beş yıl sonra gözüme daha başka görünecektir diye düşünüyorum. Çünkü Huzur, işlediği toplumsal meselelerin yanı sıra, zamanı, zamanla işleyen de bir kitap. Okuduktan sonra bir süre ve sanki hâlâ etkisinden çıkamadığımı hissediyorum.

Huzur’u okuyacak, ya da tecrübe edecek herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

10 Haziran 2021 Perşembe

Camdan daha kırılgan bir güç

Size Müthiş Bir Yemek Hazırladım, Melida Tüzünoğlu’nun Ambulansla Dünya Turu ve Annem Bir Robot Doğurdu kitaplarının ardından Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan üçüncü ve son romanı. Melida Tüzünoğlu Türk edebiyatı sahasına yeni bir üslupla beraber yeni karakterler de getirmiş bir yazar son kitabıyla. Öyle ki metin için deneyimsel bir anlatı demek bile mümkün. Muhtemel ki sosyoloji üzerine aldığı lisans ve yüksek lisans eğitimlerinin bu unsurlarda etkisi büyük.

Şatafatlı, lüks bir mekân olan Auf Restoran’da yenen bir akşam yemeğinde geçiyor anlatı. Auf Restoran hemen giriş bölümünde “uzun bir binanın tamamen camdan oluşan giriş katına konumlanmış” şeklinde tarif ediliyor. Mekânın tamamen camdan seçilmiş olmasının bir tesadüften ibaret olduğunu düşünmüyorum çünkü masanın etrafına oturacak olan on iki kişi bu mekânın aksine kapıların ardında nasıl hayatları olduğunu bin bir türlü numara ile çevrelerinden ve yakın diye gördükleri diğer davetlilerden gizlemeye gayret eden karakterler.

Anlatıcı, bu karakterleri tarif ederken abartılı bir betimleme dili kullanmaya açıkça gayret ediyor. Örneğin, davete ev sahipliği yapan Fatoş’u tanıtan bölümün başlığı bile bu betimleme için özenle seçilmiş gibi: Dimdik Ama Esnek. Restoran girişinde dostlarını, kitaptaki tabirle bir gün mutlaka işine yarayabilecek network’ünü, karşılarken içinden kendine defalarca ne kadar harika olduğunu tekrar ediyor. İnsanların kendi hakkındaki yorumlarını da öngörebiliyor Fatoş, o diğerlerinin gözünde hayran olunacak birisi. Mütemadiyen gülümsüyor, restoranın tam ortasında, tavandaki görkemli parlak avizenin altında konumlanıyor ki daha çok görünsün, daha çok parlasın, daha çok takdir edilsin. Oysa eve döndüğünde yaşını başını almış bu kadın, aynı zamanda altına pijamalarını çeken, çıtçıtlı yapay saçlarını ve hiçbir kırışıklığını göstermesin istediği kat kat makyajını çıkaran gündelik hayattaki sıradan bir insan oluveriyor.

Resmigeçit” bölümünde ise hem davetli olan kişiler hem de okuyucuya o geceyi anlatacak olan anlatıcı tanıtılıyor; Melodi. Kim kimin nesi, o gece o masanın etrafında bulunma şerefine nasıl nail olmuşlar, bu detaylar da okuyucuya aktarılıyor. Burada kullanılan dil ile hem ironik hem de eleştirel bir anlatının içine doğru yol alınacağı daha net anlaşılıyor. Zira masanın etrafında yer alan söz konusu bu kahramanlar “plaza insanı, beyaz yaka” diye tarif edilecek türün çok daha ötesinde. Son derece yapay, adeta bir tiyatro oyunundaymışçasına rol yapmaya gayret eden, ancak bunu da bir şekilde eline yüzüne bulaştıran insanlar. Birbirlerini karşılama şekilleri de bir o kadar suni görünüyor metinde. Alkışlar, öpücükler, harikasınların havada uçuştuğu samimiyetsiz bir merhabalaşmanın ötesine gitmiyor dostlukları. Bölümde sahneye son olarak cebinde bir bıçakla Can karakteri giriyor ki bu bıçak anlatıcı karakter Melodi’ye sahte ve gerçek olanı ayırt etmesini ve okuyucuya anlatmasını sağlayan bir aracı görevi üstleniyor kurguda. Diğer bir taraftan da okuyucuyu her an “Ne olacak bu bıçakla?” merakı ile yüz yüze bırakıyor, anlatı boyunca gerilimi artırıyor.

Auf Restoran’ın tamamen camdan oluşan bir mekân olduğunu ve bu durumun karakterlerin kapılar ardındaki gizli kapaklı hayatlarının tersi bir durumu temsil ettiğini ifade etmiştim. Bu tezatlığın aksine içinde bulundukları cam mekânla bir de benzerlik taşıyor davetliler, onlar da en az bir cam kadar kırılgan hayatlara ve egolara sahipler. Gösterişli bir bütün halinde kalabilmek adına yaralı olan taraflarını, hatalarını, kusurlarını müthiş bir çaba ile gizlemeye gayret ediyorlar. Bu kaçışı mümkün kılan en büyük araçları da hiç dertleri, tasaları yokmuşçasına attıkları kahkahalar, içine girdiklerinde eşsiz olduklarını düşündüren tasarım elbiseler, en ufak bir çizgiyi bile belli etmeyecek, estetik operasyonlar, makyajlar ve elbette kartvizitler, güç, iktidar, para. Hatta öyle güçlüler ki yemek yedikleri mekânın aşçıları bile sıradan değil. Hale ve Bade ikilisi de onlardan biri. Zengin, kariyer yapmış, yurtdışında okumuş bu iki aşçı kariyer hayatlarından sıkılarak bir arayış içine girmiş, yemek ve tatlı yapmanın, hatta neredeyse bunları yeniden yaratmanın bir tutku halini aldığını belirten karakterler. Ancak bu güç, bu yalandan dünya, bu şişirilmiş balonlar bir yerde patlamak zorunda. Herkesin elbette kendi içlerinde problemleri var ancak patlama anını elbette cebinde bir bıçakla davete katılan dengesiz Can ve sevgilisi Pelin’in gerilimleri başlatıyor. Pelin, güçlü kadın patron, sevgilisinden gördüğü şiddeti tüm detaylarıyla anlatıyor. Bu kısımda o şiddet sahnelerinin okuyucunun gözünde canlanabilmesi için güçlü betimlemeler kullanılıyor. Masanın etrafındaki diğer kadınlar da gördükleri fiziksel ve psikolojik şiddet deneyimleriyle Pelin’e eşlik ediyor. Ancak okuyucunun bile hissettiği acıyı, mekândaki bu paylaşımı yapan sözde birbirine yakın insanlar, ne yazık ki hissedemiyor. İstedikleri tek şey bu gerilimin sonlanması ve eğlencenin devam etmesi ki nitekim öyle de oluyor. Ta ki anlatıcımız sahte Melodi’nin gerçeği olan Melodi sahneye girene dek.

İçeriğin yanı sıra yapısal olarak da farklı bir yazı stili denemiş Melida Tüzünoğlu. Anlatı boyunca sık sık tekrarlar, cansız varlıklar ile olayların şahidi olarak canlı birer varlıkmışçasına konuştuğu sahneler ağırlıkta. Anlatıya güç kazandırmak için kullanılmış bu araçların, bilakis anlatının gücünü azalttığını, okuyucuyu gereksiz yorduğunu düşünüyorum. Benim için romanın bir zayıf noktası da karakterlerin çokça abartılmış olması. Öyle ki gerçek hayatta sahiden de böyle tiplemeler var mıdır, emin olamıyorum. Diğer yandan, bu kullanım anlatıya tam oturmamış, metnin olgunlaşmasının önüne geçmiş olsa da yazarın bu abartıyı da bilerek kullandığının farkındayım. Size Müthiş Bir Yemek Hazırladım ile Melida Tüzünoğlu üst sınıf birtakım insanların kapılarını, iç dünyalarını, görünen ve görünmeyen yüzlerini okuyucu ile buluşturuyor, bunu yaparken de ironiyi eleştiri için çekinmeden bolca kullanıyor. Konusunun ilgi çekiciliği, dilin sadeliği ile beraber gereksiz tekrar ve detaylarla okuyucunun ilgisini dağıtsa da yeni karakterler, yeni bir üslup denemesi görmek isteyen okuyucuların mutlaka ilgisini çekecektir.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

8 Haziran 2021 Salı

Babadan oğula miras bir ömür

"1. Geçmiş, hiçbir zaman unutulmuş değildir. Geçmiş, geçmiş bile değildir.
2. Sen yaşamadığın için ben de tam olarak yaşamayacağım.
3. Söylenmemiş her şey sonrakilere aktarılır."

- Mark Wolynn, Seninle Başlamadı

Aziz Bey HadisesiBir gece Zeki’nin meyhanesinde acıklı bir hadise oldu.” diye başlıyor. Zeki’nin iç hesaplaşmalarından, bu acıklı hadiseye şahit olanların durdukları yerden giriş yapılıyor konuya. Sonunu bildiğimiz romanda anlatıcı bir flashback yapıyor ve olayın olduğu geceye nasıl gelindiği adım adım işleniyor.

Birbiriyle anlaşamayan bir baba-oğul ikilisi ile başlanıyor önce. “İki mağrur cambaz aynı ip üzerinde yürümeye kalktığından hep kavgalıydı babasıyla.” diyerek tarif ediyor anlatıcı bu ilişkiyi. Bu çalkantılı baba-oğul ilişkisi Aziz Bey’i, genç yaşta sevgilisi olan bir kadının, Maryam’ın peşinden Beyrut’a kaçmaya zorluyor ancak Beyrut’ta da umduğunu bulamayan, parası tükenen Aziz Bey, hayatta kalmak için son çare dedesinden kalma tambura sığınıyor. Vakit gelip de memlekete geri döndüğündeyse hiçbir şeyi bıraktığı gibi bulamıyor. Öte yandan Beyrut öncesinde kendisi nasılsa Beyrut’tan döndüğünde de değişmiyor. Gelip geçici hevesler, birkaç günlük kadınlar, durmadan değişen işler derken yapabileceği tek şeyin tambur çalmak olduğunu anlıyor ve bir ömür bu meşk üzere yaşamaya devam ediyor.

Yalnız çaldığı saz, onun ruhunu inceltmeye, karakterini nazik bir hale getirmeye yetmiyor. Aynı dik başlı, buyurgan Aziz Bey. Evleniyor da ancak bir çıkar ilişkisi üzerine. Yalnız kalma korkusu, sevilme ve ilgi ihtiyacı gibi duygularla kalkıştığı bu evlilikte hiçbir zaman verici rol üstlenmiyor. Karısının gözleri önünde hayal kırıklıklarıyla dolu bir ömrün sonuna geldiğini fark ettiğindeyse çok geç oluyor. Karısı Vuslat’la olan ilişkisine yıllar sonra baktığındaysa, babasının annesine olan davranışını görüyor kendi içinde: “Ömrünü yanlışlarının doğru olduğunu iddia etmekle, olmadığı bir adam olabilmek için kendi halinde bir kadını ezmekle tükenmiş bir adamın devamı, zavallı bir kopyasıydı.

Aziz Bey, başarılı bir tamburi, bu yeteneği de dedesinden kalma. Genç yaşta dede vefat edince, babası tarafından da kimseye hayır diyemeyen, silik bir karakter olarak tanımlanınca tambur evin eski bir köşesinde saklanıyor, Aziz Bey de evin içinde türlü oyunlar oynarken karşılaşıyor bu yaylı sazla. Bir anlamda kurgunun içinde de hayatını defalarca kere kurtarıyor tamburu.

Anlatıda tamburun çok kilit olduğunu düşündüğüm metaforik bir anlamı da var. Aziz Bey, çok eleştirdiği ve asla öyle biri olmak istemediği babası gibi olmuş bir karakter. Hâlbuki onun bir de kendisi gibi başarılı tamburi bir dedesi var hikâyede. “Aziz Bey ise, dedesiyle babasının karışımı bir adamdı. Hem ince ruhlu, duygulu hem dediğim dedik, başı dik.” Bu ince ruh, sadece meşk ederken dilinden dökülen şarkılarda can buluyor, sıra eşine geldiğinde evin içinde gördüğü babasının gelecekteki adımlarını takip ediyordu. Çalıştığı meyhanelerde, gazinolarda kurduğu ilişkilerde bu ince ruhtan eser olmuyordu. Oysa başından sonuna, belki tamburu reddederek dedesini de reddettiğini düşünen babası gibi değil de, eline tamburunu aldığı dedesi gibi bir insan olsaydı, kendi özüyle daha uyumlu bir hayat sürebilecek, “Aziz Bey Hadisesi” acıklı bir olay olmaktan çıkıverecekti. Oysa o, tamburu eline, çalarken söylediği şarkıları diline alıyor ama o sazın yarattığı titreşimlerin etkisi kalbinin, ruhunun, karakterinin kapısına kadar gelemiyor pek de. Zaten Aziz Bey, bu vehim hadisenin içine düşmeden hemen önce bir aydınlanma anı yaşıyor ve anlatıcı, Aziz Bey’in konuyla ilgili düşüncelerini şöyle ifade ediyor:

Hiç farkına varmadan babası olmuştu. Kalbini karısına açmayan, evinin dışındaki hayatı evinin içindekinden daha önemli bulan, evdeki yürek sızılarını anlamayan, anlasa da umursamayan, çehresi daima asık, sesi daima gür ve azarlamaya hazır babası.

Konsolun aynasında yüzünü gördü. Aynı açık alın, sert hatlar, keskin bakışlar. Elini saçlarına götürdü, kolunun hareketinden aynaya yansıyan yine babasıydı. Geriye doğru taranmış, gümüşsü saçlarına dokunan parmaklar da onundu. Bir zamanlar yüzüne kapıyı çarpıp terk ettiği adam içine girmiş, orada sessizce ve yıllarca yaşamıştı.


Kısacık, seksen sekiz sayfalık bir roman Aziz Bey Hadisesi. Belki de uzun bir öykü demek daha doğru olabilir. Ancak Tunç isteseydi, bu kitap şu anki halinden çok daha uzun olabilirdi. Okuyucuya böyle kısa bir metin aracılığıyla sunduğu her bir karakter aslında öyle çok şey barındırıyor ki içlerinde, olaylar öyle sürükleyici ve çeşitli ki bu malzemeyle Ayfer Tunç gibi usta bir kalem kalın bir kitap da meydana getirebilirdi. Tabi kitap bu haliyle de çok başarılı. Anlatılmak istenen her ne idiyse, kısacık bu kitapta hiçbir açığa yer bırakmaksızın işlenmiş. Ayrıca her bölümde tamburun eşlik ettiği şarkılar da yer alıyor ve okuyucuyu nefis bir dinletiye de davet ediyor.

Eskiden filme çekilmiş, nadiren de olsa mutlu sonla bitmeyen Yeşilçam filmlerinden birinin senaryosunu okumak gibi Aziz Bey Hadisesi’ni okumak. Haliyle bir yandan görsel bir şölenle, son derece gerçekçi betimlemelerle süslenen, diğer yandan Ayfer Tunç’un her zamanki olağanüstü dil ustalığıyla zenginleşen bir metin var okuyucunun karşısında. Ancak metnin daha iyi bir yanı var ki o da psikolojik kuramlardan en ufak bir şekilde söz etmeden, bir aile dizilimi hikayesini okuyucuya öykü yapısına yaslanarak anlatması. Dolayısıyla, bir film senaryosu tadı vermesinin ötesinde son derece gerçekçi ve gündelik hayatımızda karşılaşabileceğimiz olaylar ve karakterlerle kurgulanmış bir anlatı bu.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

5 Haziran 2021 Cumartesi

Fatih'in İstanbul'a ördüğü kültür ağı ve Bellini

"Gül hazîn, sümbül perîşan, bâğ-ı zârın şevki yok
Dertnâk olmuş hezârın nağmenkârın şevki yok.
"
- Recâizâde Mahmud Ekrem (Bayatî Şarkı)

Nurettin Topçu'nun Büyük Fetih kitabı, İstanbul'un fethini fizikî manada değil ruh boyutlarında değerlendiren bir büyük eserdir. Her devirde yeniden okunduğunda kıymeti daha iyi anlaşılan bu kitapta Topçu'nun konuyla ilgili seçilen makaleleri ve konferans konuşmaları bir aradadır. 1956'da yaptığı İki Fetih serlevhâlı konuşmasında Topçu, Fatih'in önce bize bir şehir hediye ettiğini, ardından o şehre kültür ve medeniyet elbisesi giydirdiğini, içine eklenen ruhla birlikte İstanbul'un Anadolu'nun beyni hâline geldiğini söyler. Bu muhteşem birikim çağdan çağa genişleyip kuvvetleneceğine, tam tersi bir istikamet çizerek kirlenmiş, paslanmış ve tozlanmıştır ona göre. Bunca kir neticesinde "Biz bu şehri zevksizlik, duygusuzluk âbidesi hâline getirdik. Bugün şehirciliğin katledildiği şehir İstanbul'dur." der ve şu çağrıyı yapar: "İtiraf edelim! Hiç olmazsa şu hakikati insanca söylemekten çekinmeyelim: Fatih'in zaferi aldatılmıştır! Fatih'in eseri ihmal edilmiş, istismar edilmiştir. Biz bugün İstanbul'da sadece yaşıyoruz, duymuyor ve düşünmüyoruz."

Nusret Polat'ın Fatih ve Bellini'sini okumaya başladığımda tarih 28 Mayıs 2021 idi. Ertesi gün, yani İstanbul'un fethinin yıldönümünde kitabı bitirdim. Kitabı okumam için bu tarihleri uygun gören kader, Topçu'nun Büyük Fetih'ini de yeniden okumama imkân sağladı. Böylece ortaya hazin bir sonuç çıktı. Biz hâlâ hamaset ipinin ucundan tutmuş gidiyoruz. Fatih'i seviyoruz ama Mehmed'i bilmiyoruz. Mehmed'in düşlerine, tutkularına ve onun sadece İstanbul'a değil bu toprakların düşünce haritasına neler çizdiğini önemsemiyoruz. İstanbul'un tahribatı, yaşanılmaz bir şehir hâline dönüşmesi işin görünen tarafı. Kaybedilen tarihin ne olduğuna hiç değilse biraz merak duymalıydı insanlar. İşte Nusret Polat'ın kitabı anlamda oldukça iştah açıcı. Fatih'ten evvel Mehmed'i görebilmeye imkân sunarken sanat tarihine meraklı okuyucuları da cezbedeceği açık. En son, Rachel Corbett'in Rainer Maria Rilke ve Auguste Rodin'in hikâyesini anlattığı Hayatını Değiştirmelisin adlı kitabı okurken bu kadar lezzet almıştım.

Nusret Polat, bu harika çalışmasında bir sanat âşığı Fatih ile onun en sevilen portresini yapan büyük sanatçı Gentile Bellini'yi bir araya getiriyor. Hatırlarsınız, bu iki isim yakın zamanda yine bir araya gelmişti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, National Gallery’nin “Daimi sergilenen sanat eserleri” arasında yer alan Fatih Sultan Mehmet’in orijinal bir portresini satın almıştı. Bellini'nin 1480'te resmettiği bu portre, Fatih’in başka bir kişi ile resmedilen tek portresi olma özelliğine sahip. Polat, kitabında bu diğer kişinin -büyük bir çoğunluk Cem Sultan olduğu konusunda hemfikir- kim olduğunu da sorguluyor, söylemeden geçmeyeyim: "Kendisini 'iki kıtanın sultanı ve iki denizin hakanı, bu dünyada ve ahirette Allah'ın gölgesi, iki ufukta Allah'ın gözdesi, yer ve su küresinin hükümdarı' diyerek 'kutsallaştıran' bir padişahın, oğlu Cem Sultan da dahil, hiç kimseyle bu resimde olduğu gibi kendisini eşit bir düzlemde konumlandırması düşünülemez. Öyleyse bu resmin Fatih'in şahsıyla doğrudan bir ilişkisinin olması pek mümkün değildir. Resmin sanatçısı, Fatih'in figürü ile karşısındaki meçhul kişi için hayali bir 'amicizia' (dostluk bağı) ortamı yaratmış gibi görünmektedir. Dolayısıyla resim İstanbul'da değil, İtalya'da yapılmış olmalıdır."

Kitabın ilk sayfalarında Fatih'in İstanbul’u fethetmesinin akabinde çevresine aldığı düşünce ve sanat insanları karşısında hayrete düşmemek mümkün değil. Birçok yabancı dile hakim olan Büyük Türk, hiç şüphe yok ki okumayı da çok seviyordu. Teoloji, felsefe, savaş tarihi kitaplarını özellikle çevirttiriyor, farklı düşünce ekollerini temsil eden kimseleri tartıştırıyor, esas fütuhatı kendi zihninde yapıyordu. Özellikle devlet yönetimine hakim olan Köprülüleri devre dışı bırakıp çoğu devşirme ve yabancı kökenli kimselerden kurduğu yönetim ağıyla, Roma İmparatoru olmasının da hakkını veriyordu. Ona bu unvanı yakıştıran batılılar ve Hıristiyanlığa davet eden Papa elbette haklıydı. Fatih klasik bir hükümdar değil, sıra dışı bir imparatordu. Daima geçmek istediği İskender'le birlikte dünya tarihinin en önemli insanlarından biri oldu. Elbette gurur duyacağız. Bu bizim hakkımız. Ama bu tip karakterlerin yeryüzüne belki bir defa geleceğini de bilip, kuru bir hamasetle meseleye yaklaşmayacağız.

Fatih; Hıristiyanlığa davet edilen, adına madalyonlar yaptırılan, figür ihtiva eden her tür sanata hayranlık duyan ve dolayısıyla tasvir yasağına uymayan, kütüphanesindeki kitaplara bakılacak olursa batı kültürüne ve antik Yunan'a ciddi ilgi duyan -elli eser bugüne intikal etmiş, kırk ikisi Yunanca-, çocukluk defterine bakılacak olursa resim sanatına merak duyan bir Osmanlı sultanı. İstanbul'u fethetmesiyle Müslüman Türklerin baş tacı. Peki, kitaptaki mühim soruyu buraya da taşırsak, Bellini'nin geldiği İstanbul, "Tam bir Türk-İslam" şehri miydi? Polat, bu cevaba ulaşmak için Turgut Cansever kapısına da uğrayıp İslam şehrinin temel vasıflarıyla o zamanki İstanbul'un arasında bir alaka arıyor haklı olarak. Cansever'in Türk-İslam şehri için Fatih devrini değil, II. Bayezid devrini milat aldığını da hatırlatıyor. Diğer yandan, içinde Müslümanların, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, Slavların ve Latinlerin olduğu bir yapıyı, kültürü, Fatih isteseydi tamamen Müslüman nüfusla da donatabilirdi. Bunun yerine imparatorluğun yasal tebaası görülen ve fetihten sonra kırlara yerleşen Rumları yeniden şehre yerleştirmeye girişmesi de mühim bir mesele. Ayasofya'nın yanına bir minare eklenmesi, Fatih Camii'ni şehrin en yüksek tepesine inşa ettirmesi, Eyüp semtini kurması; ciddi birer İslamileşme hareketi. Halil İnalcık tam bu noktada şehre "İslambol" adını verenin de Fatih olduğunu hatırlatır. Polat'ın önerisi ise şöyle: "Kendisini emperyal bir güç ve kişilik olarak gören Fatih'in öncelikli amacı, elbette Türk ve İslami unsurların da dahil olduğu bir imparatorluk şehri yaratmaktı. Bu da kaçınılmaz olarak farklı kültürel unsurların bir araya getirilmesini gerektiriyordu. Eyüp semtinden bakınca İstanbul elbette bir İslam şehridir, ama Topkapı Sarayı'nın çok-kültürlü dünyasından, şehrin Ortodoks, Yahudi, Katolik vb. sakinlerinin penceresinden bakınca şehri tanımlarken başka kavramlara başvurmak gerekir."

Beşir Ayvazoğlu, "Fatih, Bellini ve Rönesans" adlı makalesinde bir meseleye dikkat çeker. Osmanlı kaynakları Bellini'den ve Fatih'in sarayında görevli olan diğer İtalyan ressamlardan, heykeltıraşlardan, bronz dökümcülerinden hiç söz etmez. Bunun ötesi, bu sanatçılar tarafından yapılmış hiçbir eser de İstanbul'da muhafaza edilmez. Bu durum, Fatih'e ulema ile beraber önemli bir kesimin duyduğu öfkedeki dereceyi de ortaya koyuyor. Fatih, Venedik'in prestij sahibi sanatçılarından biri olan Bellini'yi davet ederek aslında bir ateş yakmak istemişti. Bu ateş, elbette bir kültür ateşiydi. Beslenmediği ve II. Bayezid dönemiyle beraber söndürülmesi neticesinde ortada bir şey kalmadı. Polat'ın yorumunu okuyalım: "Suçu sadece Bayezid'e fatura etmek yanlıştır. Onun babasının tavrını sürdürmediği doğrudur, fakat kültürel biçimlerin kişilerin çabalarıyla değil, kolektif tutumlarla oluştuğunu unutmamak gerekir. Burada asıl belirleyici olan ulemanın zihniyet dünyasıdır, ki o da 16. yüzyılın başından itibaren daha da baskın hale gelen Sünni İslam'ın egemen olduğu bir toplumsal yapı üzerinde yükselir."

Fatih ve Bellini; bir sultanın entelektüel şahsiyetini, onun evvela kendi etrafında oluşturduğu sanatçı çevresi vasıtasıyla imparatorluğa yaymak istediği ruhu, pek lezzetli biçimde anlatıyor. O ruhun adı kültürdür ve bu tip cesur, sorgulayan çalışmalara epey ihtiyacımız olduğu gayet açıktır. Zira İstanbul'un hâli ortadadır. O hâlin adı da ruhsuzluktur.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf