"1. Geçmiş, hiçbir zaman unutulmuş değildir. Geçmiş, geçmiş bile değildir.
2. Sen yaşamadığın için ben de tam olarak yaşamayacağım.3. Söylenmemiş her şey sonrakilere aktarılır."
- Mark Wolynn, Seninle Başlamadı
Aziz Bey Hadisesi “Bir gece Zeki’nin meyhanesinde acıklı bir hadise oldu.” diye başlıyor. Zeki’nin iç hesaplaşmalarından, bu acıklı hadiseye şahit olanların durdukları yerden giriş yapılıyor konuya. Sonunu bildiğimiz romanda anlatıcı bir flashback yapıyor ve olayın olduğu geceye nasıl gelindiği adım adım işleniyor.
Birbiriyle anlaşamayan bir baba-oğul ikilisi ile başlanıyor önce. “İki mağrur cambaz aynı ip üzerinde yürümeye kalktığından hep kavgalıydı babasıyla.” diyerek tarif ediyor anlatıcı bu ilişkiyi. Bu çalkantılı baba-oğul ilişkisi Aziz Bey’i, genç yaşta sevgilisi olan bir kadının, Maryam’ın peşinden Beyrut’a kaçmaya zorluyor ancak Beyrut’ta da umduğunu bulamayan, parası tükenen Aziz Bey, hayatta kalmak için son çare dedesinden kalma tambura sığınıyor. Vakit gelip de memlekete geri döndüğündeyse hiçbir şeyi bıraktığı gibi bulamıyor. Öte yandan Beyrut öncesinde kendisi nasılsa Beyrut’tan döndüğünde de değişmiyor. Gelip geçici hevesler, birkaç günlük kadınlar, durmadan değişen işler derken yapabileceği tek şeyin tambur çalmak olduğunu anlıyor ve bir ömür bu meşk üzere yaşamaya devam ediyor.
Yalnız çaldığı saz, onun ruhunu inceltmeye, karakterini nazik bir hale getirmeye yetmiyor. Aynı dik başlı, buyurgan Aziz Bey. Evleniyor da ancak bir çıkar ilişkisi üzerine. Yalnız kalma korkusu, sevilme ve ilgi ihtiyacı gibi duygularla kalkıştığı bu evlilikte hiçbir zaman verici rol üstlenmiyor. Karısının gözleri önünde hayal kırıklıklarıyla dolu bir ömrün sonuna geldiğini fark ettiğindeyse çok geç oluyor. Karısı Vuslat’la olan ilişkisine yıllar sonra baktığındaysa, babasının annesine olan davranışını görüyor kendi içinde: “Ömrünü yanlışlarının doğru olduğunu iddia etmekle, olmadığı bir adam olabilmek için kendi halinde bir kadını ezmekle tükenmiş bir adamın devamı, zavallı bir kopyasıydı.”
Aziz Bey, başarılı bir tamburi, bu yeteneği de dedesinden kalma. Genç yaşta dede vefat edince, babası tarafından da kimseye hayır diyemeyen, silik bir karakter olarak tanımlanınca tambur evin eski bir köşesinde saklanıyor, Aziz Bey de evin içinde türlü oyunlar oynarken karşılaşıyor bu yaylı sazla. Bir anlamda kurgunun içinde de hayatını defalarca kere kurtarıyor tamburu.
Anlatıda tamburun çok kilit olduğunu düşündüğüm metaforik bir anlamı da var. Aziz Bey, çok eleştirdiği ve asla öyle biri olmak istemediği babası gibi olmuş bir karakter. Hâlbuki onun bir de kendisi gibi başarılı tamburi bir dedesi var hikâyede. “Aziz Bey ise, dedesiyle babasının karışımı bir adamdı. Hem ince ruhlu, duygulu hem dediğim dedik, başı dik.” Bu ince ruh, sadece meşk ederken dilinden dökülen şarkılarda can buluyor, sıra eşine geldiğinde evin içinde gördüğü babasının gelecekteki adımlarını takip ediyordu. Çalıştığı meyhanelerde, gazinolarda kurduğu ilişkilerde bu ince ruhtan eser olmuyordu. Oysa başından sonuna, belki tamburu reddederek dedesini de reddettiğini düşünen babası gibi değil de, eline tamburunu aldığı dedesi gibi bir insan olsaydı, kendi özüyle daha uyumlu bir hayat sürebilecek, “Aziz Bey Hadisesi” acıklı bir olay olmaktan çıkıverecekti. Oysa o, tamburu eline, çalarken söylediği şarkıları diline alıyor ama o sazın yarattığı titreşimlerin etkisi kalbinin, ruhunun, karakterinin kapısına kadar gelemiyor pek de. Zaten Aziz Bey, bu vehim hadisenin içine düşmeden hemen önce bir aydınlanma anı yaşıyor ve anlatıcı, Aziz Bey’in konuyla ilgili düşüncelerini şöyle ifade ediyor:
“Hiç farkına varmadan babası olmuştu. Kalbini karısına açmayan, evinin dışındaki hayatı evinin içindekinden daha önemli bulan, evdeki yürek sızılarını anlamayan, anlasa da umursamayan, çehresi daima asık, sesi daima gür ve azarlamaya hazır babası.
Konsolun aynasında yüzünü gördü. Aynı açık alın, sert hatlar, keskin bakışlar. Elini saçlarına götürdü, kolunun hareketinden aynaya yansıyan yine babasıydı. Geriye doğru taranmış, gümüşsü saçlarına dokunan parmaklar da onundu. Bir zamanlar yüzüne kapıyı çarpıp terk ettiği adam içine girmiş, orada sessizce ve yıllarca yaşamıştı.”
Kısacık, seksen sekiz sayfalık bir roman Aziz Bey Hadisesi. Belki de uzun bir öykü demek daha doğru olabilir. Ancak Tunç isteseydi, bu kitap şu anki halinden çok daha uzun olabilirdi. Okuyucuya böyle kısa bir metin aracılığıyla sunduğu her bir karakter aslında öyle çok şey barındırıyor ki içlerinde, olaylar öyle sürükleyici ve çeşitli ki bu malzemeyle Ayfer Tunç gibi usta bir kalem kalın bir kitap da meydana getirebilirdi. Tabi kitap bu haliyle de çok başarılı. Anlatılmak istenen her ne idiyse, kısacık bu kitapta hiçbir açığa yer bırakmaksızın işlenmiş. Ayrıca her bölümde tamburun eşlik ettiği şarkılar da yer alıyor ve okuyucuyu nefis bir dinletiye de davet ediyor.
Eskiden filme çekilmiş, nadiren de olsa mutlu sonla bitmeyen Yeşilçam filmlerinden birinin senaryosunu okumak gibi Aziz Bey Hadisesi’ni okumak. Haliyle bir yandan görsel bir şölenle, son derece gerçekçi betimlemelerle süslenen, diğer yandan Ayfer Tunç’un her zamanki olağanüstü dil ustalığıyla zenginleşen bir metin var okuyucunun karşısında. Ancak metnin daha iyi bir yanı var ki o da psikolojik kuramlardan en ufak bir şekilde söz etmeden, bir aile dizilimi hikayesini okuyucuya öykü yapısına yaslanarak anlatması. Dolayısıyla, bir film senaryosu tadı vermesinin ötesinde son derece gerçekçi ve gündelik hayatımızda karşılaşabileceğimiz olaylar ve karakterlerle kurgulanmış bir anlatı bu.
Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler