"Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın,
Ben de gülmedim yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada."
- Neşet Ertaş, Yalan Dünya
Ayfer Tunç anlatılarına ilk kez Suzan Defter ile merhaba dedim ve o gün elimde tuttuğum kitabın hem içerik hem şekil bağlamında ne kadar kıymetli olduğunu fark edince Tunç'la ilgili detaylı bir araştırma içine girdiğimi hatırlıyorum. Ardından Dünya Ağrısı ve Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek kitapları da rafımızdaki yerini aldı. İyi ki de öyle oldu.
Ağrısıyla inatlaşanların, acıtarak, kanatarak ve tüm bu keskin acıyı hücrelerinde derinlemesine hissederek yarasını yoklayanların kitabı Dünya Ağrısı. Senden bahsediyor biraz, biraz benden. Neşet Baba soruyor ya, "hep sen mi ağladın hep sen mi yandın" diye. Öyle olmadığını söylüyor bu kitap da işte. Yine Neşet Baba gibi soruya cevap veriyor, "ben de gülmedim yalan dünyada."
Romanda başrol oyuncumuz Mürşit karakteri ve yardımcı aktör Madenci. İkisi de geçmişlerinde bıçak yarası gibi kalplerine saplanan bir yanlış seçimler hücumunun izlerini hafızalarının dehlizlerinden silmeye çalışan antikahramanlar. Oysa Mürşit bunun mümkün olmadığının daima farkında: "Hafızası insanın düşmanıdır, dedi aynı gece. Unuttum, kurtuldum sanırsın ama öyle bir şey yok. Yaşanmıştan kurtulmak yok. Toprağa girene kadar takip eder seni olmuş olan.". Yine de dostlukları susmak üzerine kurulur. Unutmaktır esas olan ve onlar unutabilmek için ellerinden her geleni yaparlar. Hiçbir şey yapmayarak... Bir gün günah çıkaracaklarını, her günahın bir kefareti olduğunu bilirler ancak anlatı boyunca ikisi de birbirlerinin mahremlerine girmekten itinayla kaçınırlar. Çünkü "ruh taşlaşmadıysa eğer, her günahın gömüldüğü derinlikten çıkacağı bir an gelir." diye düşünürler.
Mürşit bir pasif direnişçi. "Burada dünya ağrısını dindirecek bir yer var mı? Dünyada dünya ağrısını dindirecek bir yer var mı? Yok. Dünyanın kendisi ağrı." Bir kabulleniş var bu cümlelerde, bu kabullenişle birlikte normallikten adım adım değil, koşarcasına uzaklaşmak var. Bir hatanın bedelini ömür boyu susarak, hayallerinden vazgeçerek babasından kalan otelin mecbur varisi olmak, aşık olduğunu zannettiği bir kadınla evlenerek onun vefasının altında ezilmek var, oğlunun kendisini her an öldürmesi ve yerine geçme çabası, kız çocuğunun ise kız olmaktan ötürü kendini güvende hissetmesi için aşık olmasa da zengin ama iyi bir adamla evlenmesinin çaresizliği var. Mürşit'in dokunduğu her şey bir dünya ağrısı. O da bunu kabullenmiş sadece. Sadece...
Madenci ise geçmişin izlerinden kurtulabilmek için hayatının belli noktalarında birtakım adımlar atmış, hepsi de kendisini olmak istediği yerin daha uzağına taşımış. Unutamadığı bir kız çocuğunun acı gözlerini yakalayabilmek için bir başka acılı gözle evlenmiş. Alamadığı ilk intikamını ikinci gözler için, eşi için almış bir kaçak. Anlatıda ismi net bir şekilde verilmeyen bir Anadolu kasabasında sürgün. Mürşit'in zindanı olan otel, onun kısa süre için de olsa evi ve gerçekten de birbirini anlayan iki dostun tarihinin başladığı yer.
Mürşit bu ağrının sadece kendisinde ve Madenci'de olmadığını da anlar bir gün.
"Baba.. Neyin var?
"Hiç kızım.. İçim ağrıyor."
"Benim de ağrıyor baba, herkesin az çok ağrıyor içi. Yaşamak böyle bir şey değil mi zaten baba.. dinmeyen bir ağrı."
Kitapta sadece bu iki kahraman yok elbette. Şükran, Arzu, Mürşit'in anne ve babası, çocukları, Madenci'nin ablası ve kayınpederi ve tabi ki şehir halkı. Her biri kendi ağrısıyla baş etmeye çalışan birçok dünya. Kiminin ağrısı aşktan kiminin paradan. Okuyucular perdenin önünde Mürşit ve Madenci'nin hikayelerini izlerken, romanda birçok çerçeve hikaye bu ana karakterlere eşlik ediyor. Linç girişimleri, intiharlar, soygunlar, mahkemeler, kadınlık normları vb. Bu çerçeve hikayelerle anlatı bir mesaj da veriyor aslında bence; herkes kendi ağrısına saplanıp giderken başkalarının da ağrılarının olabileceğini unutabiliyor, belki de bencilce bir küçümseme içine giriyor.Halbuki insanlar bazen Mürşit gibi hafızalarının ardına iterek yaşıyor bu ağrıları, bazen Madenci gibi geç fark edip kaçarak, bazen de kabul edip normalleşerek... Sebebi de kitapta gayet açık; çünkü insan bir uçurumdur. Görmesini bilene. O halde bir de siz bakın.
Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder