"Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın,
Ben de gülmedim yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada."
- Neşet Ertaş, Yalan Dünya
Ayfer Tunç anlatılarına ilk kez Suzan Defter ile merhaba dedim ve o gün elimde tuttuğum kitabın hem içerik hem şekil bağlamında ne kadar kıymetli olduğunu fark edince Tunç'la ilgili detaylı bir araştırma içine girdiğimi hatırlıyorum. Ardından Dünya Ağrısı ve Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek kitapları da rafımızdaki yerini aldı. İyi ki de öyle oldu.
Ağrısıyla inatlaşanların, acıtarak, kanatarak ve tüm bu keskin acıyı hücrelerinde derinlemesine hissederek yarasını yoklayanların kitabı Dünya Ağrısı. Senden bahsediyor biraz, biraz benden. Neşet Baba soruyor ya, "hep sen mi ağladın hep sen mi yandın" diye. Öyle olmadığını söylüyor bu kitap da işte. Yine Neşet Baba gibi soruya cevap veriyor, "ben de gülmedim yalan dünyada."
Romanda başrol oyuncumuz Mürşit karakteri ve yardımcı aktör Madenci. İkisi de geçmişlerinde bıçak yarası gibi kalplerine saplanan bir yanlış seçimler hücumunun izlerini hafızalarının dehlizlerinden silmeye çalışan antikahramanlar. Oysa Mürşit bunun mümkün olmadığının daima farkında: "Hafızası insanın düşmanıdır, dedi aynı gece. Unuttum, kurtuldum sanırsın ama öyle bir şey yok. Yaşanmıştan kurtulmak yok. Toprağa girene kadar takip eder seni olmuş olan.". Yine de dostlukları susmak üzerine kurulur. Unutmaktır esas olan ve onlar unutabilmek için ellerinden her geleni yaparlar. Hiçbir şey yapmayarak... Bir gün günah çıkaracaklarını, her günahın bir kefareti olduğunu bilirler ancak anlatı boyunca ikisi de birbirlerinin mahremlerine girmekten itinayla kaçınırlar. Çünkü "ruh taşlaşmadıysa eğer, her günahın gömüldüğü derinlikten çıkacağı bir an gelir." diye düşünürler.
Mürşit bir pasif direnişçi. "Burada dünya ağrısını dindirecek bir yer var mı? Dünyada dünya ağrısını dindirecek bir yer var mı? Yok. Dünyanın kendisi ağrı." Bir kabulleniş var bu cümlelerde, bu kabullenişle birlikte normallikten adım adım değil, koşarcasına uzaklaşmak var. Bir hatanın bedelini ömür boyu susarak, hayallerinden vazgeçerek babasından kalan otelin mecbur varisi olmak, aşık olduğunu zannettiği bir kadınla evlenerek onun vefasının altında ezilmek var, oğlunun kendisini her an öldürmesi ve yerine geçme çabası, kız çocuğunun ise kız olmaktan ötürü kendini güvende hissetmesi için aşık olmasa da zengin ama iyi bir adamla evlenmesinin çaresizliği var. Mürşit'in dokunduğu her şey bir dünya ağrısı. O da bunu kabullenmiş sadece. Sadece...
Madenci ise geçmişin izlerinden kurtulabilmek için hayatının belli noktalarında birtakım adımlar atmış, hepsi de kendisini olmak istediği yerin daha uzağına taşımış. Unutamadığı bir kız çocuğunun acı gözlerini yakalayabilmek için bir başka acılı gözle evlenmiş. Alamadığı ilk intikamını ikinci gözler için, eşi için almış bir kaçak. Anlatıda ismi net bir şekilde verilmeyen bir Anadolu kasabasında sürgün. Mürşit'in zindanı olan otel, onun kısa süre için de olsa evi ve gerçekten de birbirini anlayan iki dostun tarihinin başladığı yer.
Mürşit bu ağrının sadece kendisinde ve Madenci'de olmadığını da anlar bir gün.
"Baba.. Neyin var?
"Hiç kızım.. İçim ağrıyor."
"Benim de ağrıyor baba, herkesin az çok ağrıyor içi. Yaşamak böyle bir şey değil mi zaten baba.. dinmeyen bir ağrı."
Kitapta sadece bu iki kahraman yok elbette. Şükran, Arzu, Mürşit'in anne ve babası, çocukları, Madenci'nin ablası ve kayınpederi ve tabi ki şehir halkı. Her biri kendi ağrısıyla baş etmeye çalışan birçok dünya. Kiminin ağrısı aşktan kiminin paradan. Okuyucular perdenin önünde Mürşit ve Madenci'nin hikayelerini izlerken, romanda birçok çerçeve hikaye bu ana karakterlere eşlik ediyor. Linç girişimleri, intiharlar, soygunlar, mahkemeler, kadınlık normları vb. Bu çerçeve hikayelerle anlatı bir mesaj da veriyor aslında bence; herkes kendi ağrısına saplanıp giderken başkalarının da ağrılarının olabileceğini unutabiliyor, belki de bencilce bir küçümseme içine giriyor.Halbuki insanlar bazen Mürşit gibi hafızalarının ardına iterek yaşıyor bu ağrıları, bazen Madenci gibi geç fark edip kaçarak, bazen de kabul edip normalleşerek... Sebebi de kitapta gayet açık; çünkü insan bir uçurumdur. Görmesini bilene. O halde bir de siz bakın.
Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler
Dünya Ağrısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dünya Ağrısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
5 Kasım 2014 Çarşamba
19 Şubat 2014 Çarşamba
Dünya ağrısı, çekmeyen kaldı mı?
"Burada dünya ağrısını dindirecek bir yer var mı? Dünyada dünya ağrısını dindirecek bir yer var mı? Yok. Dünyanın kendisi ağrı."
Ayfer Tunç, Suzan Defter ile kalbimi fethetmiş, kütüphanemde kendine yer etmiş bir yazar. Yeni kitabı, Dünya Ağrısı, hem yazarlığının 25. Yılını kutlaması, hem de Can Yayınları’ndaki değişimin ilk kitabı olması sebebiyle oldukça ilgimi çekmişti. Ve elbette, ismiyle…
Gitmek isterken, İstanbul’da felsefe okumaya niyetliyken, taşrada bir otelde kalakalan bir adamın, Mürşit’in hikayesini anlatıyor, Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı’nda. Madenci’nin ve Şükran’ın ve Özgür’ün ve Türkiye’nin ve bizim hikayemizi.
“Böyle bir şehirde sır saklamanın imkânsız olduğunun farkında değil. Öğrenecek elbet; bir gün şehir dediği şeyin birbirini gözleyen sayısız gözden ibaret olduğunu o da anlayacak. Ama buna çoktan alışmış olacak ya da daha fenası başkalarını gözleyen sayısız gözden biri haline gelecek.”
Hüzünlü ve gri bir tadı var Dünya Ağrısı’nın. İnsanın içinde var olanlar ve etrafında olup bitenlerin örtüşmediği o “an”ların fotoğrafını çekiyor Ayfer Tunç. Hani, hayatı bir perdenin ardındaymışcasına uzaktan ve yabancı hissederiz ya bazen, işte o “bazen”lerle yaşamaya mahkum insanlardan bahsediyor.
Mürşit ve Madenci dünya ağrısından birbirlerine sığınmaya çalışıyorlar sessizce.
“Ama insan, hayatın bir yerinde iyi kötü bir bütün olmak istiyordu, kırık dökük de olsa bir bütün ya da ona yakın bir şey. İnsan bu yüzden hatırlıyordu her şeyi, zamanı gelince istemese de parçaları bir araya getiriyordu. Ama zaman içinde pek çoklarının ruhu taşlaşmış oluyordu, çoğunluk bir şey hissetmiyordu, çoğunluk aynada kendine baktığında gördüğü sahte bütünden hoşnut kalıyordu.”
Dünya Ağrısı, altı çizilecek satırlarla dolu; Ayfer Tunç’un güçlü kaleminin izlerini taşıyor. Ancak, hikayelerin geri planında Türkiye meselelerine, gündelik sorunlara değinirken, her şeyden biraz bahsetme çabasıyla olsa gerek biraz aksak kalıyor. Romanın sosyal mesajları zaman zaman zorlama kalıyor ve hikayeyi baltalıyor. Yine de dilin lezzzeti, kurgunun önünde duruyor çoğu zaman.
“Gerçeğin kuyusu bir cehennem. Ömrümüz gerçeğin kuyusuna inmemek için mücadele etmekle geçiyor. Sen bu yüzden kendini başkalarının kuyusuna atıyorsun, ben bu yüzden başımı alıp gidiyorum. Kendi kuyumuza inip kendimizi tanımak istemiyoruz. Biliyoruz çünkü ne kadar aciz, zavallı, korkak, tiksindirici olduğumuzu. Ama bilmek istemiyoruz.”
Dünya Ağrısı, kendi ağrısını dindirmek için bir ortak arayanlara, sessizce şifa bulmayı dileyenlere iyi gelebilecek bir kitap…
"İnsan öyle filmlerdeki gibi dersini alıp değişmiyor, kafaya darbe yiyip aklı başına gelmiyor. İnsan hamurundaki mayayı değiştiremiyor, hamur bir parça sakinleşiyor sadece, o kadar, belki de yaşlandığın içindir.”
Merve Uzun
twitter.com/merveuzun
Ayfer Tunç, Suzan Defter ile kalbimi fethetmiş, kütüphanemde kendine yer etmiş bir yazar. Yeni kitabı, Dünya Ağrısı, hem yazarlığının 25. Yılını kutlaması, hem de Can Yayınları’ndaki değişimin ilk kitabı olması sebebiyle oldukça ilgimi çekmişti. Ve elbette, ismiyle…
Gitmek isterken, İstanbul’da felsefe okumaya niyetliyken, taşrada bir otelde kalakalan bir adamın, Mürşit’in hikayesini anlatıyor, Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı’nda. Madenci’nin ve Şükran’ın ve Özgür’ün ve Türkiye’nin ve bizim hikayemizi.
“Böyle bir şehirde sır saklamanın imkânsız olduğunun farkında değil. Öğrenecek elbet; bir gün şehir dediği şeyin birbirini gözleyen sayısız gözden ibaret olduğunu o da anlayacak. Ama buna çoktan alışmış olacak ya da daha fenası başkalarını gözleyen sayısız gözden biri haline gelecek.”
Hüzünlü ve gri bir tadı var Dünya Ağrısı’nın. İnsanın içinde var olanlar ve etrafında olup bitenlerin örtüşmediği o “an”ların fotoğrafını çekiyor Ayfer Tunç. Hani, hayatı bir perdenin ardındaymışcasına uzaktan ve yabancı hissederiz ya bazen, işte o “bazen”lerle yaşamaya mahkum insanlardan bahsediyor.
Mürşit ve Madenci dünya ağrısından birbirlerine sığınmaya çalışıyorlar sessizce.
“Ama insan, hayatın bir yerinde iyi kötü bir bütün olmak istiyordu, kırık dökük de olsa bir bütün ya da ona yakın bir şey. İnsan bu yüzden hatırlıyordu her şeyi, zamanı gelince istemese de parçaları bir araya getiriyordu. Ama zaman içinde pek çoklarının ruhu taşlaşmış oluyordu, çoğunluk bir şey hissetmiyordu, çoğunluk aynada kendine baktığında gördüğü sahte bütünden hoşnut kalıyordu.”
Dünya Ağrısı, altı çizilecek satırlarla dolu; Ayfer Tunç’un güçlü kaleminin izlerini taşıyor. Ancak, hikayelerin geri planında Türkiye meselelerine, gündelik sorunlara değinirken, her şeyden biraz bahsetme çabasıyla olsa gerek biraz aksak kalıyor. Romanın sosyal mesajları zaman zaman zorlama kalıyor ve hikayeyi baltalıyor. Yine de dilin lezzzeti, kurgunun önünde duruyor çoğu zaman.
“Gerçeğin kuyusu bir cehennem. Ömrümüz gerçeğin kuyusuna inmemek için mücadele etmekle geçiyor. Sen bu yüzden kendini başkalarının kuyusuna atıyorsun, ben bu yüzden başımı alıp gidiyorum. Kendi kuyumuza inip kendimizi tanımak istemiyoruz. Biliyoruz çünkü ne kadar aciz, zavallı, korkak, tiksindirici olduğumuzu. Ama bilmek istemiyoruz.”
Dünya Ağrısı, kendi ağrısını dindirmek için bir ortak arayanlara, sessizce şifa bulmayı dileyenlere iyi gelebilecek bir kitap…
"İnsan öyle filmlerdeki gibi dersini alıp değişmiyor, kafaya darbe yiyip aklı başına gelmiyor. İnsan hamurundaki mayayı değiştiremiyor, hamur bir parça sakinleşiyor sadece, o kadar, belki de yaşlandığın içindir.”
Merve Uzun
twitter.com/merveuzun
3 Şubat 2014 Pazartesi
Dünya, ağrıyor, ağrıtıyor
"Dertleri zevk edindim bende neş'e ne arar
Elem dolu kalbimden gitmiyor hatırâlar
Mâziden kalan her iz beni içten yaralar
Elem dolu kalbimden gitmiyor hatırâlar."
- Sırrı Uzunhasanoğlu (Selâhattin İnal, Kürdîlihicazkâr)
Her yazarın ve şairin, dünyayı kendine göre bir yorumlayışı, katlanışı ve o dünyayı seslendirişi var. Mesela Albert Camus "Ben umutsuzluğu ve bu dertli dünyayı kabul etmeyerek, insanların birleşmesini ve kötü yazgılarına karşı savaşmalarını istiyordum" demiş. Şule Gürbüz "Hayatı pek hayatıma sokmaya niyetim yok. Onun seyrinden ziyade kendi seyredişime tabiyim" der. Yazma amacını Sartre "Hiç kimsenin dünyadan habersiz kalmamasını ve bu yüzden kendini suçsuz hissetmemesini sağlamak" şeklinde özetlerken İsmet Özel'e göre "Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır" zaten. "Dunya" bu. Dun. Yani; aşağılık, alçak, bozuk, kirli.
Son romanını 2011'de (Suzan Defter) yazmış olan Ayfer Tunç'un 2012'de Memleket Hikayeleri yayımlanmış olsa da, üç yıllık aradan sonra yeniden okuyucusunu selâmladı diyebiliriz. Çünkü Ayfer Tunç'un romanlarında en dikkat çeken unsur, yazarın konu ne olursa olsun dünyaya nasıl baktığını gösterebilmesi hiç şüphesiz. Kendisi, "Yazıyorum, çünkü bana bahşedilen tek bir hayatla yetinemiyorum, aynı anda ben ve başkaları olmak için yazıyorum. Hayat iki büyük yalnızlık olan doğum ve ölüm arasındaki kısa maceradan ibarettir, insanın hikayesi ise varlığımızı oluşturan bütünden kopmanın hikayesidir" der. Bu da yazarken romanlarındaki kendi iç sesini ne doğrultuda aktardığının ipucu gibi.
"Dünya Ağrısı"nda bu daha da aşikâr oluyor. Gerek Mürşit'in kalbinden, gerek Madenci'nin sözünden, gerek Özgür'ün davranışlarından, gerekse Şükran ve Elvan'ın yaşamından. Araya sıkışmış, televizyon tabiriyle "üçer beşer dakika rol bulmuş" karakterlerde bile bir ağrı var, dünya ağrısı. Ama herkesin ağrısı farklı. Kiminde kariyer, kiminde şöhret, kiminde yalnızlık, kimide hafıza, kiminde aşk, kiminde sessizlik, kiminde vicdan, kiminde hesaplaşma. Hep bir ağrı, her biri bir ağrı, hepsi ayrı birer ağrı:
"Hayatta nefes almaktan başka hiçbir şeye ihtiyacı yokmuş gibi yaşıyor."
"Hafızası insanın düşmanıdır," dedi aynı gece. "Unuttum, kurtuldum sanırsın ama öyle bir şey yok. Yaşanmıştan kurtulmak yok. Toprağa girene kadar takip eder seni olmuş olan."
"Sıkışan insan ne güzel yalanlar söylüyor ne tuhaf şeyler buluyor diye düşünüyor. Hikâyelerden çok hikâyelerine inandırmak için ayaküstü uydurdukları ayrıntılar hoşuna gidiyor. Onu ikna etmek için sahte kalp krizi geçirenler bile oluyor. Hiçbir ayrıntının üstünde fazla durmuyorlar, inandıramadıklarını anlayınca hızla başka bir yalana geçiyorlar, birer cümlelik uydurma hikâyelerini zincir gibi birbirine bağlıyorlar. Tutarlılık gibi bir dertleri yok."
Oğlunun istikbaliyle oynayan daima iddialı babalar, hayatın ağırlığını ve dünyanın ağrısını bünyesinden bir an olsun çıkarmayanlar, oteller, küçücük bir şehir, maden, altın umudu, toplumsal baskılar, ülke gündemi, erkek ve kadın arasındaki o hiç bitmeyen hasret, karakterlere dağılmış vaziyette yer buluyor "Dünya Ağrısı"nda. Ayfer Tunç'un fevkalade akıcı ve yalın üslubu ise 331 sayfalık bu romanın kısa sürede bitmesini sağlıyor. Ne hikâye ne de metin, okuyucunun gözünde büyüyor. Okuyucu, daha ilk sayfalardan yazarın ağrısına ortak oluyor, karakterlerin bu ağrıyı gerçekçilik içinde aktaran birer oyuncu olduğunu çok iyi anlıyor.
Romanda fazla karakter olmaması, mekanların sürekli değişmemesi, yaşadığımız hayatın içinden ve tanıdığımız insanların yüzünden olması; romanı okurken hikâyeden kopmamayı sağlıyor. Fakat yer yer eklenmiş siyasal kaygılar, sosyal mesajlar her ne kadar demagojiden uzak olsa da, maalesef romanın kalitesini düşürüyor. Özellikle hiç beklenmeyen bir son var ki, okuyucunun hayal kırıklığına uğraması doğal karşılanmalı. Öte yandan romanın içindeki "dünya ağrısı" algısı, günümüzdeki kozmopolit şehirlerin ve materyalist insanların neresine nasıl bakılacağını da bir inceleme misali aktarıyor, anlatıyor.
"Yaşadıklarını hatırlamak istemiyordu, bu yüzden içini uyutuyordu. Sonunda öldü."
"Anlatabilmek için anlatılacakların olgunlaşmasını beklemek lazım. Bir acıyı zamansızca anlatmak dokusunu bozar, beklemek lazım."
"Ama insan, hayatın bir yerinde iyi kötü bir bütün olmak istiyordu, kırık dökük de olsa bir bütün ya da ona yakın bir şey. İnsan bu yüzden hatırlıyordu her şeyi, zamanı gelince istemese de parçaları bir araya getiriyordu. Ama zaman içinde pek çoklarının ruhu taşlaşmış oluyordu, çoğunluk bir şey hissetmiyordu, çoğunluk aynada kendine baktığında gördüğü sahte bütünden hoşnut kalıyordu."
Ayfer Tunç tüm romanlarıyla hem memleketin hem insanın, geçmiş-gelecek arasındaki nabzını tutuyor, tansiyonunu ölçüyor, dünya karşısındaki durumunu sergiliyor. Yaşam üzerine asla öğüt vermiyor, yaşamı örgü gibi işliyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Elem dolu kalbimden gitmiyor hatırâlar
Mâziden kalan her iz beni içten yaralar
Elem dolu kalbimden gitmiyor hatırâlar."
- Sırrı Uzunhasanoğlu (Selâhattin İnal, Kürdîlihicazkâr)
Her yazarın ve şairin, dünyayı kendine göre bir yorumlayışı, katlanışı ve o dünyayı seslendirişi var. Mesela Albert Camus "Ben umutsuzluğu ve bu dertli dünyayı kabul etmeyerek, insanların birleşmesini ve kötü yazgılarına karşı savaşmalarını istiyordum" demiş. Şule Gürbüz "Hayatı pek hayatıma sokmaya niyetim yok. Onun seyrinden ziyade kendi seyredişime tabiyim" der. Yazma amacını Sartre "Hiç kimsenin dünyadan habersiz kalmamasını ve bu yüzden kendini suçsuz hissetmemesini sağlamak" şeklinde özetlerken İsmet Özel'e göre "Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır" zaten. "Dunya" bu. Dun. Yani; aşağılık, alçak, bozuk, kirli.
Son romanını 2011'de (Suzan Defter) yazmış olan Ayfer Tunç'un 2012'de Memleket Hikayeleri yayımlanmış olsa da, üç yıllık aradan sonra yeniden okuyucusunu selâmladı diyebiliriz. Çünkü Ayfer Tunç'un romanlarında en dikkat çeken unsur, yazarın konu ne olursa olsun dünyaya nasıl baktığını gösterebilmesi hiç şüphesiz. Kendisi, "Yazıyorum, çünkü bana bahşedilen tek bir hayatla yetinemiyorum, aynı anda ben ve başkaları olmak için yazıyorum. Hayat iki büyük yalnızlık olan doğum ve ölüm arasındaki kısa maceradan ibarettir, insanın hikayesi ise varlığımızı oluşturan bütünden kopmanın hikayesidir" der. Bu da yazarken romanlarındaki kendi iç sesini ne doğrultuda aktardığının ipucu gibi.
"Dünya Ağrısı"nda bu daha da aşikâr oluyor. Gerek Mürşit'in kalbinden, gerek Madenci'nin sözünden, gerek Özgür'ün davranışlarından, gerekse Şükran ve Elvan'ın yaşamından. Araya sıkışmış, televizyon tabiriyle "üçer beşer dakika rol bulmuş" karakterlerde bile bir ağrı var, dünya ağrısı. Ama herkesin ağrısı farklı. Kiminde kariyer, kiminde şöhret, kiminde yalnızlık, kimide hafıza, kiminde aşk, kiminde sessizlik, kiminde vicdan, kiminde hesaplaşma. Hep bir ağrı, her biri bir ağrı, hepsi ayrı birer ağrı:
"Hayatta nefes almaktan başka hiçbir şeye ihtiyacı yokmuş gibi yaşıyor."
"Hafızası insanın düşmanıdır," dedi aynı gece. "Unuttum, kurtuldum sanırsın ama öyle bir şey yok. Yaşanmıştan kurtulmak yok. Toprağa girene kadar takip eder seni olmuş olan."
"Sıkışan insan ne güzel yalanlar söylüyor ne tuhaf şeyler buluyor diye düşünüyor. Hikâyelerden çok hikâyelerine inandırmak için ayaküstü uydurdukları ayrıntılar hoşuna gidiyor. Onu ikna etmek için sahte kalp krizi geçirenler bile oluyor. Hiçbir ayrıntının üstünde fazla durmuyorlar, inandıramadıklarını anlayınca hızla başka bir yalana geçiyorlar, birer cümlelik uydurma hikâyelerini zincir gibi birbirine bağlıyorlar. Tutarlılık gibi bir dertleri yok."
Oğlunun istikbaliyle oynayan daima iddialı babalar, hayatın ağırlığını ve dünyanın ağrısını bünyesinden bir an olsun çıkarmayanlar, oteller, küçücük bir şehir, maden, altın umudu, toplumsal baskılar, ülke gündemi, erkek ve kadın arasındaki o hiç bitmeyen hasret, karakterlere dağılmış vaziyette yer buluyor "Dünya Ağrısı"nda. Ayfer Tunç'un fevkalade akıcı ve yalın üslubu ise 331 sayfalık bu romanın kısa sürede bitmesini sağlıyor. Ne hikâye ne de metin, okuyucunun gözünde büyüyor. Okuyucu, daha ilk sayfalardan yazarın ağrısına ortak oluyor, karakterlerin bu ağrıyı gerçekçilik içinde aktaran birer oyuncu olduğunu çok iyi anlıyor.
Romanda fazla karakter olmaması, mekanların sürekli değişmemesi, yaşadığımız hayatın içinden ve tanıdığımız insanların yüzünden olması; romanı okurken hikâyeden kopmamayı sağlıyor. Fakat yer yer eklenmiş siyasal kaygılar, sosyal mesajlar her ne kadar demagojiden uzak olsa da, maalesef romanın kalitesini düşürüyor. Özellikle hiç beklenmeyen bir son var ki, okuyucunun hayal kırıklığına uğraması doğal karşılanmalı. Öte yandan romanın içindeki "dünya ağrısı" algısı, günümüzdeki kozmopolit şehirlerin ve materyalist insanların neresine nasıl bakılacağını da bir inceleme misali aktarıyor, anlatıyor.
"Yaşadıklarını hatırlamak istemiyordu, bu yüzden içini uyutuyordu. Sonunda öldü."
"Anlatabilmek için anlatılacakların olgunlaşmasını beklemek lazım. Bir acıyı zamansızca anlatmak dokusunu bozar, beklemek lazım."
"Ama insan, hayatın bir yerinde iyi kötü bir bütün olmak istiyordu, kırık dökük de olsa bir bütün ya da ona yakın bir şey. İnsan bu yüzden hatırlıyordu her şeyi, zamanı gelince istemese de parçaları bir araya getiriyordu. Ama zaman içinde pek çoklarının ruhu taşlaşmış oluyordu, çoğunluk bir şey hissetmiyordu, çoğunluk aynada kendine baktığında gördüğü sahte bütünden hoşnut kalıyordu."
Ayfer Tunç tüm romanlarıyla hem memleketin hem insanın, geçmiş-gelecek arasındaki nabzını tutuyor, tansiyonunu ölçüyor, dünya karşısındaki durumunu sergiliyor. Yaşam üzerine asla öğüt vermiyor, yaşamı örgü gibi işliyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)