3 Şubat 2014 Pazartesi

Dünya, ağrıyor, ağrıtıyor

"Dertleri zevk edindim bende neş'e ne arar
Elem dolu kalbimden gitmiyor hatırâlar
Mâziden kalan her iz beni içten yaralar
Elem dolu kalbimden gitmiyor hatırâlar."

- Sırrı Uzunhasanoğlu (Selâhattin İnal, Kürdîlihicazkâr)

Her yazarın ve şairin, dünyayı kendine göre bir yorumlayışı, katlanışı ve o dünyayı seslendirişi var. Mesela Albert Camus "Ben umutsuzluğu ve bu dertli dünyayı kabul etmeyerek, insanların birleşmesini ve kötü yazgılarına karşı savaşmalarını istiyordum" demiş. Şule Gürbüz "Hayatı pek hayatıma sokmaya niyetim yok. Onun seyrinden ziyade kendi seyredişime tabiyim" der. Yazma amacını Sartre "Hiç kimsenin dünyadan habersiz kalmamasını ve bu yüzden kendini suçsuz hissetmemesini sağlamak" şeklinde özetlerken İsmet Özel'e göre "Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır" zaten. "Dunya" bu. Dun. Yani; aşağılık, alçak, bozuk, kirli.

Son romanını 2011'de (Suzan Defter) yazmış olan Ayfer Tunç'un 2012'de Memleket Hikayeleri yayımlanmış olsa da, üç yıllık aradan sonra yeniden okuyucusunu selâmladı diyebiliriz. Çünkü Ayfer Tunç'un romanlarında en dikkat çeken unsur, yazarın konu ne olursa olsun dünyaya nasıl baktığını gösterebilmesi hiç şüphesiz. Kendisi, "Yazıyorum, çünkü bana bahşedilen tek bir hayatla yetinemiyorum, aynı anda ben ve başkaları olmak için yazıyorum. Hayat iki büyük yalnızlık olan doğum ve ölüm arasındaki kısa maceradan ibarettir, insanın hikayesi ise varlığımızı oluşturan bütünden kopmanın hikayesidir" der. Bu da yazarken romanlarındaki kendi iç sesini ne doğrultuda aktardığının ipucu gibi.

"Dünya Ağrısı"nda bu daha da aşikâr oluyor. Gerek Mürşit'in kalbinden, gerek Madenci'nin sözünden, gerek Özgür'ün davranışlarından, gerekse Şükran ve Elvan'ın yaşamından. Araya sıkışmış, televizyon tabiriyle "üçer beşer dakika rol bulmuş" karakterlerde bile bir ağrı var, dünya ağrısı. Ama herkesin ağrısı farklı. Kiminde kariyer, kiminde şöhret, kiminde yalnızlık, kimide hafıza, kiminde aşk, kiminde sessizlik, kiminde vicdan, kiminde hesaplaşma. Hep bir ağrı, her biri bir ağrı, hepsi ayrı birer ağrı:

"Hayatta nefes almaktan başka hiçbir şeye ihtiyacı yokmuş gibi yaşıyor."

"Hafızası insanın düşmanıdır," dedi aynı gece. "Unuttum, kurtuldum sanırsın ama öyle bir şey yok. Yaşanmıştan kurtulmak yok. Toprağa girene kadar takip eder seni olmuş olan."


"Sıkışan insan ne güzel yalanlar söylüyor ne tuhaf şeyler buluyor diye düşünüyor. Hikâyelerden çok hikâyelerine inandırmak için ayaküstü uydurdukları ayrıntılar hoşuna gidiyor. Onu ikna etmek için sahte kalp krizi geçirenler bile oluyor. Hiçbir ayrıntının üstünde fazla durmuyorlar, inandıramadıklarını anlayınca hızla başka bir yalana geçiyorlar, birer cümlelik uydurma hikâyelerini zincir gibi birbirine bağlıyorlar. Tutarlılık gibi bir dertleri yok."

Oğlunun istikbaliyle oynayan daima iddialı babalar, hayatın ağırlığını ve dünyanın ağrısını bünyesinden bir an olsun çıkarmayanlar, oteller, küçücük bir şehir, maden, altın umudu, toplumsal baskılar, ülke gündemi, erkek ve kadın arasındaki o hiç bitmeyen hasret, karakterlere dağılmış vaziyette yer buluyor "Dünya Ağrısı"nda. Ayfer Tunç'un fevkalade akıcı ve yalın üslubu ise 331 sayfalık bu romanın kısa sürede bitmesini sağlıyor. Ne hikâye ne de metin, okuyucunun gözünde büyüyor. Okuyucu, daha ilk sayfalardan yazarın ağrısına ortak oluyor, karakterlerin bu ağrıyı gerçekçilik içinde aktaran birer oyuncu olduğunu çok iyi anlıyor.

Romanda fazla karakter olmaması, mekanların sürekli değişmemesi, yaşadığımız hayatın içinden ve tanıdığımız insanların yüzünden olması; romanı okurken hikâyeden kopmamayı sağlıyor. Fakat yer yer eklenmiş siyasal kaygılar, sosyal mesajlar her ne kadar demagojiden uzak olsa da, maalesef romanın kalitesini düşürüyor. Özellikle hiç beklenmeyen bir son var ki, okuyucunun hayal kırıklığına uğraması doğal karşılanmalı. Öte yandan romanın içindeki "dünya ağrısı" algısı, günümüzdeki kozmopolit şehirlerin ve materyalist insanların neresine nasıl bakılacağını da bir inceleme misali aktarıyor, anlatıyor.

"Yaşadıklarını hatırlamak istemiyordu, bu yüzden içini uyutuyordu. Sonunda öldü."

"Anlatabilmek için anlatılacakların olgunlaşmasını beklemek lazım. Bir acıyı zamansızca anlatmak dokusunu bozar, beklemek lazım."

"Ama insan, hayatın bir yerinde iyi kötü bir bütün olmak istiyordu, kırık dökük de olsa bir bütün ya da ona yakın bir şey. İnsan bu yüzden hatırlıyordu her şeyi, zamanı gelince istemese de parçaları bir araya getiriyordu. Ama zaman içinde pek çoklarının ruhu taşlaşmış oluyordu, çoğunluk bir şey hissetmiyordu, çoğunluk aynada kendine baktığında gördüğü sahte bütünden hoşnut kalıyordu."

Ayfer Tunç tüm romanlarıyla hem memleketin hem insanın, geçmiş-gelecek arasındaki nabzını tutuyor, tansiyonunu ölçüyor, dünya karşısındaki durumunu sergiliyor. Yaşam üzerine asla öğüt vermiyor, yaşamı örgü gibi işliyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

1 yorum: