Ayşe Şasa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ayşe Şasa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2021 Pazar

Şebeklik öncesi son çıkış

Sadece senarist olarak sinemaya yaptığı katkılarla değil, yaşam serüveni ve kişiliğiyle de entelektüel dünyamızın en şahsına münhasır isimlerinden biridir Ayşe Şasa (1941-2014). Onun hakkında bir şeyler öğrenmeye başladığınızda yaşamöyküsü bir girdap gibi içine çeker ve her aşamasında şaşırmaya devam edersiniz. Laik ya da seküler görüşün kutsadığı bir dünyada imkânlar içinde büyümüş ve maneviyatı materyalizmle sınırlandıran sanat anlayışının hâkim olduğu piyasanın içinde bulmuştur kendini. Yaşadığı bunalım sonucu başladığı işten elini eteğini çekmesi de bu alana girişi gibi sert olmuştur. Uzun yıllar mücadele ettikten sonra aydınlık bir muhayyile ve temiz bir dil ile çıkmıştır kendi zindanından. Manevi ortamın içine modernitenin en kesif yerinden yaşayarak kopup gelmiştir. Fazla söze hacet yoktur aslında; yeteneği, birikimi, karakteri ve üslubuyla ayrı bir yeri vardır.

Ayşe Şasa’nın 1960’larda dâhil olduğu Yeşilçam Sineması’nda onlarca filmde senarist olarak emeği vardır. Psikolojik sorunları nedeniyle 1960’ların sonunda ara verdiği yazma eylemine 1980’lerde yeniden döndüğünde senaryonun yanında deneme, otobiyografi ve roman türünde de eserler vermiştir. O, tek romanı olan Şebek Romanı’nda edebiyat dünyamızda pek rastlanılmayan bir kurguyla karşımıza çıkar. Felsefi açıdan tipik bir distopya ve fütürizm edebiyatı diyebileceğimiz Şebek Romanı içerdiği bilim-kurgu ve nahif mizahi üslubuyla özgünlüğünü kanıtlıyor. Romanın muhtemelen Ayşe Şasa’nın senaristliğinden kaynaklanan bir diğer özelliği sinematografik yönünün olması. Akıcı, zorlamayan ve detaylarla boğmayan metni okurken anlatılanlar film şeridi gibi gözünüzün önünden geçiyor. Film şeridi demişken, kitabın yazarına yakışan kendine has bir özelliği var. Yüz yirmi dört sayfalık eserin sağ sayfasında roman kendi hâlinde akarken sol sayfası metinle ilgili bir çizim yer alıyor. Çizimlerle düşünce dünyası derinleşen okur romanı bir nevi fotoroman gibi okuyor.

Şebek Romanı gelecekte geçiyor: Sene 2075 ve mekân artık kod adla anılan Viyana. Romanın birden çok kahramanı var ve kahramanlara verilen isimler, romanın felsefesiyle örtüşecek biçimde özel olarak seçilmiş. Böylesi kısa bir yazıda isimlerin detayına girmemenin daha doğru olduğu düşüncesindeyim. Zira romanın bütünselliği açısından alegorik olarak seçilen her bir ismi özel olarak ele almak gerekir. Benzer şekilde mekânın Viyana olarak seçilmesi üzerine de tahminler yapılabilir. Bu bağlamda seçilen sembolik isimlerin Batı kültürü ve felsefesinin bizde kök salmış yansımalarından oluştuğunu söylemekle iktifa etmiş olayım.

Sene 2075 ve orangutan-insan çatışması, daha doğrusu savaşı söz konusu. Elbette bir de şebekler var. Şebekliği nihai hedef, varılacak nokta veya tekâmülün ya da evrimin son aşaması şeklinde niteleyebiliriz. Romanda bu durum “Maymundan geldik, şebeği arıyoruz. Maymundan geldik, şebeğe gidiyoruz.” şeklinde veciz hâle getirilmiş. Şehir merkezinde lüks içinde yaşayan şebekler sanat, edebiyat, eğlence ve bilimle ilgilendikleri steril bir hayata sahipler. Romanda göçmen denilen üçüncü bir grup daha var. Göçmenler şebekler tarafından ilkel olarak tanımlanıyor ve onlardan şebekliğe giden evrimsel süreci kabul etmeleri isteniyor. Aralarında şebekliği kabul edenler olduğu gibi şebekliğe uyum sağlayamayanlar da bulunuyor. Şebekliğe uyum sağlayamayanlar deney merkezlerine götürülerek cyborg’e (robot-insana) dönüştürülüyor. Diğer yandan güven tesis eden göçmenler temizlikçilik ya da kapıcılık gibi işlerde şebeklerin hizmetinde çalıştırılıyor.

Şehrin dışında kendi bölgelerinde yaşayan göçmenlerin büyük çoğunluğu şebek değil, insan oldukları iddiasını sürdürüyor. Buna karşın şehrin her yeri denetim altında ve yönetime göre aşırılık yanlısı göçmenlerin taşkınlıklarına karşı sıkıyönetim uygulanıyor. Alınan tüm önlemlere rağmen şehirde insan olma propagandası yapıldığı görülüyor. Bunu din tebliği olarak niteleyen yönetim orangutanlar aracılığıyla gün aşırı operasyon düzenliyor. Medya üzerinden tüm dünyanın tehlike altında olduğuna yönelik korku pompalayan yayınlarla yapılan baskın, tutuklama ve öldürmeler meşrulaştırılıyor. Yönetim şebeklerin karşı karşıya olduğu tehlikeyi göçmenlerle sınırlı tutmayıp uzun süreli depremler ve salgınlarla da pekiştiriyor. Depremlerin başlangıç ve bitiş zamanlarının alarm ile bildirilmesi bir plan olduğu izlenimi verse de şebekler boyun eğiyor. Diğer yandan salgınlardan korunmak için sık sık aşı olmaları gerekiyor. Bu küçük ayrıntı yaşadığımız pandemi dönemi açısından ilginç bir tevafuk.

Yönetimin tabiriyle göçmenler ya da kendi tanımlarıyla Allah’ın kendilerini insan olarak yarattığını söyleyen bu topluluk kimlik ve ibadetlerini gizleyerek yaşamaktadır. Bu topluluğu Müslümanlar olarak tanımlayan Ayşe Şasa’nın, onları anlatırken kendi hayatından kesitlerle izdüşümlü kurguladığını görüyoruz. Şasa’nın değişiminde -ya da iyileşmesinde- tasavvufun hayati bir yeri vardır. Romanda da yozlaşarak şebeğe dönüşmüş insan için tek kurtuluş yoldur tasavvuf. Şehir ve göçmenlerin arasında bulunan tampon bölgede ihtiyaç duyanlara himmet eden bir keçi çobanı vardır. Bu keçi çobanı tasavvuf ehli bir zattır. Ayrıca şehirde şebek olarak bilinen birkaç kişi bu zatla ilişki hâlindedir ve ruhsal açıdan hazır olduğunu düşündükleri şebekleri bir yolunu bularak onun yanına getirmektedir. İnziva ve ders sonrasında kurtuluşları sağlanır. İslam’la şereflenen şebek insanlaşmaktadır. Şasa 2000’li yıllarda yazdığı romanda geleceği tahayyül ederken otomasyonun üst düzey olduğu bir dünya kurgulamış. Özellikle şebeklerin yaşadığı hayatı tanımlarken teknolojik cihazlar sayesinde kavuşulan sefahat göze çarpıyor. Burası şebeklerin rahatlamak için serebral masaj yaptırdığı, sanal gözlüklerle istedikleri yerde hissederek terapi uyguladıkları bir dünyadır. Benzer şekilde duygu ve haz için de teknoloji kullanılıyor. Bu aşamaya birden gelinmemiştir. Dolayısıyla şebekleşme de aniden ortaya çıkmış bir şey değildir. Kökleri asırlar öncesine dayanır. İnsanlık Rönesans ve Reform hareketleri sonrasında ortaya çıkan Aydınlanma ile metafizikten uzaklaştırılarak sekülerleştirilmiştir. Şasa bu gerçek üzerinden kurguladığı romanını 2000’lerden itibaren başlattığı “İkinci Aydınlanma” çağıyla devam ettiriyor. Onun “Neo-Darwinci Aydınlanma” dediği bu dönem Darwin, Pavlov, Marx ve Freud gibi sembol isimler üzerinden şekillenmiş ve insan biyolojik açıdan olmasa bile zihinsel ve psikolojik açıdan şebekleştirilmiştir.

Kitabın sonunda romana dair üç değerlendirmeye yer verilmiş. Nihat Dağlı, Berat Demirci ve Betül Özel’in değerlendirmeleri bugünün gerçekliği ile romanın kurgusu arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Modern bilimin metafiziği yok sayan anlayışının insan ruhunda bıraktığı derin yaralara dikkat çekiliyor. Ve son olarak otomasyona dayalı inşa edilen bugünün distopik dünyasında teknoloji ve bilimciliğin rolü vurgulanıyor. Her üç değerlendirmede de çare de yine Ayşe Şasa’nın işaret ettiği yerde, irfanî ve tasavvufi gelenekte aranıyor.

Şebek Romanı modernite eliyle insanlığın geçirdiği aşamayı eleştiren bir metin. Bir distopya ya da bilim-kurgu olarak nitelendirebileceğimiz eserde bugünün dünyasından çok fazla detaya rastlanıyor. Romanda yönetim tarafından ilkel ve tehlikeli olarak tanımlanan göçmen olgusu günümüz dünyasının göçmene bakışıyla birebir örtüşüyor. En önemlisi -belki de en korkuncu- artık bu oryantalist bakış açısı bir yere hasredilemeyecek derecede küreselleşmiş durumda. Materyalist evrime bel bağlayıp metafiziği hayattan soyutlayan insanlığın savrulduğu felaketi bile göre kabul etmeyişinin ise izahı yok. Ayşe Şasa bugün yaşadığımız dünyayı şekillendiren tekno-determinist anlayışın çok daha etkili olduğu bir dönemi resmediyor. Onun tabiriyle “sürekli hazzın bir hayat ideali olarak en yüksek ifade biçimlerine ulaştığı günümüzde” insanın şebekleşmesi ile dijitalleşmesi arasında sıkı bir bağ olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Ezcümle, ilahi olanla bağını kesen insanın şebekleşmesi kaçınılmaz oluyor. Bu bağlamda şebek kelimesinin öylesine seçilmiş bir kelime olmadığının da altını çizmemiz gerekir. Bir maymun türüne karşılık gelmesinden öte çok daha metaforik anlamları bulunuyor şebek kelimesinin. Üzerine düşünülesi derin anlamlar.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

29 Haziran 2021 Salı

Ayşe Şasa'nın ruh macerası

"Hayat hikâyemi bir tek çizgiye indirgeyecek olursam: Hep bir arayışın, hakikat arayışının özeti olduğunu söyleyebilirim."
- Ayşe Şasa

"Talep eden herkes sahip olmadığı bir şeyi arar ve talep eder; elde bulunan aranmaz."
- Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye

Kırk yaş mübârek bir yaştır, peygamberlik yaşıdır. Şimdi siz bir ömür düşünün; kırkına kadar buhranlarla, çalkantılarla, depresyonlarla geçmiş olsun, sonraki otuz üç yıl ise keşfedilmişlerin ışığında bir bayram sabahı gibi süslensin. Alın size Ayşe Şasa’nın hayatı.

Ayşe Şasa da “iki perdeden oluşuyor” diyebileceğimiz kendi hayatını bu şekilde özetliyor kitabının sonunda: "Hayatımın ilk yarısı bir korku filmi gibi geçti… Varoluşuna sahih bir neden bulamayan insan; bilsin yahut bilmesin korku, endişe ve vehim içindedir. Ben bu marazî hali, bir imtihandan geçiyor gibi ve en ağır derecede yaşadım… Allah hepimizi ve özellikle yeni nesilleri böylesi azaplardan esirgesin..."

Peki Şasa, nasıl bir aileden geliyor, ne tür bir eğitim sisteminden geçiyor, iş hayatı nasıl başlayıp devam ediyor, kendi kurduğu aile yapısı nasıl, kısaca nasıl bir hayat yaşıyor ki hayatını bu şekilde iki döneme ayırıp ilk kırk yıl için korkunç betimlemelerde bulunurken, hayatının ikinci yarısı için bir mucize tanımını kullanıyor?

Ayşe Şasa, 1941 yılında İstanbul’da açıyor gözlerini hayata. Üç çocuklu bir ailenin en büyüğü, evin ablası. Annesi (kendisi öyle olmadığını ikrar ediyor kitabında) bir ressam, baba ise spor tutkunu bir kereste tüccarı. Daha da önemlisi her ikisi de bir Batı hayranı. Kitabı okurken Felâtun Bey ve Rakım Efendi geldi aklıma. Ahmet Mithat Efendi’nin anlatısında Felâtun’un şaşkınlıklarına, Batı aşkıyla düştüğü komik durumlara gülerken, Melike Hanım ve Avni Bey karakterlerinde, (Şasa’nın annesi ve babası) bu hayranlığın kızlarında yarattığı trajik etkilere tüylerim ürpererek şahit oldum. Doğduğu günden itibaren aile üyeleriyle arasında asla yakın bir ilişkisi olmuyor Şasa’nın. Modern pedagoglar, çocukların doğdukları andan itibaren anne kokusunu hissetmelerinin önemine vurgu yaparken, Melike Hanım çocuğunun beklediği gibi bir erkek evlat olmaması karşısında kızına süt vermekten bile geri duran bir anne.

Kitapta fark ettiğim bir nokta, Melike Hanım ne kadar başarısız bir anne olursa olsun, Ayşe Şasa ona kıyamıyor, bölümler arasında annesinin yaptıklarının geçerli nedenlerini sıralıyor zihninde, bu metne de yansıyor tabi ki. Objektif olarak sadece yazılanlar üzerinden bakacak olursak, Melike Hanım, bizim alışkın olduğumuz anne prototipiyle uzaktan yakından ilgili değil. Örneğin bunu Şasa söylüyor: "Annem, sayıyla hatırlıyorum, iki kere beni gezmeye götürdü.". Avni Bey de aslında Melike Hanım’ın üstlendiği bu tuhaf, güya modern annelik kavramına en büyük destekçi, belki de bu kavramın yaratıcısı, Avni Bey’in ta kendisi: "Babam annemle övünürdü: “Biz modern insanlarız; ben annenizle yemek pişirsin, çocuk baksın diye değil, arkadaşlık etsin diye evlendim.” derdi. Yani geleneksel ev hanımı ve annelik rolünü aşağı görürdü."

Düşünün, son derece varlıklı bir ailede, koskocaman bir evde hizmetlilerle birlikte lüks bir yaşam. O kocaman evde anne ve baba yerine muhatap olunan yegâne insan bir mürebbiye. Bildiğimiz dadı değil bu, eğitim işleriyle ilgilenen, Batılı, daha doğrusu gelenekle bağları tamamen kopmuş bir birey yetiştirmeye çalışan Avrupai (ve de şefkatsiz), bazen Yahudi, bazen dinsiz, bazen Hristiyan ama asla Müslüman olmayan ve İslam’la ilgili bir telkinde kat’i surette bulunamayacak olan bir mürebbiye. Herhangi bir dinle aradaki tek bağlantı, ne olduğu bilmeyen bir yaratıcıya “Lieber Gott” diye dua etmeyi tesadüfen öğrenmiş olmak. Çünkü bir değişim sürecinin günahsız mahsulü Ayşe Şasa. Sonu çok kötü bitmiş bir deneyin kurbanı olmuş bir denek belki de… Şasa kendini ve ailesini, bu perspektifte bize anlatıyor:

"Muhasebesi yapılmamış bir değişim. Hâlâ bu, zincirleme reaksiyon gibi sürüp gitmektedir. Anne ve babamın kuşağı, çift kimlikli veya parçalanmış kimliklerle dolaşıyorlar; işte annem bir tarafta geleneğe bağlı, bir tarafta Batıyı idealize ediyor; ama arkadan gelen bana, geleneğe ait hiçbir şey verilmiyor…" Dolayısıyla Ayşe Şasa ve onun gibiler serada yetişmiş bir bitki gibi Batı mahsulü özel aşılarla, özel ilaçlarla yetiştiriliyor.

"Görgü nedir? Görgü bir nakil işidir. Sen geçmişten aldığın bir şeyi geleceğe devredersin. Böyle bir devir yok. Çocuklarına bale dersi, piyano dersi aldırıyorlar, yabancı dil öğretiyorlar, “bonjur, bonsuvar” demeyi öğretiyorlar. Ziyafette hangi çatal, hangi bıçakla yemek yeneceğini öğretiyorlar. Ama hiçbir manevi, hiçbir dini telkin yok. Ben buna görgü, bu insanlara da görgülü demekte zorlanıyorum."

Ve yaşanamamış bir çocukluk, okul yıllarının başlamasıyla birlikte, hafızaya kazınmış son derece trajik hatıralarla birlikte geride kalıyor. Bir kadının hayatının her döneminden bu travmanın acısı nasıl çıkıyor, bir yaşam boyu görüyoruz Şasa’da. Elbette, Batılı bir çocuk yetiştirmeye çalışan her aile gibi Ayşe Hanım’ın ailesi de mürebbiye denetiminin ardından kızlarını dönemin gözde okullarından olan Amerikan Kız Koleji’ne kayıt ettiriyorlar.

Çocukluğunun asosyal, içe kapanık ve başarısız günlerinin aksine, okul yılları başarıyla, popülerlik içinde seyrediyor. İyileştiğini sanıyor bir dönem Şasa, dersleri, arkadaşlıkları derken düşünmeye çok da fırsatı olmuyor taşıdığı, ruhuna gedik açmış yaraları. Ancak, okuduğu okul da onun aklında asıl soruya, varoluşsal sorulara cevap olmuyor ve yine ontolojik birtakım sorunsallar başgösteriyor. "Kolej, Batılı hayat tarzının öğretildiği ve eğitim sisteminde Batı’nın aşırı biçimde idealize edildiği bir yer. Kolej; sanatı, bilimi ve felsefeyi putlaştırıyor, din haline getiriyor. Humanities, insan ve insanın ürettikleri dışında bir kutsal tanımıyor. Bunun nasıl bir çarpıklık olduğunu, yaptığı tahribatı nice sonra anladım ama bedeli ağır oldu." diye ifade ediyor bu durumu Şasa, zira onun aradığı şey insanüstü. Bir kaynak, varlığının kaynağı, amacı, sonu.

Derken ruhunun çalkantılarına çare gibi gördüğü bir idealle tanışıyor Ayşe Hanım: sosyalizm. Bu ideale inanması aslında biraz da ailesinin sosyalizmle uzaktan yakından ilgili olmayışı, sermayedar oluşları, yani bir inat. Önce hamidiye kahramanı olan ancak kendisinin içinde boğulduğu denizi fark edemeyen bir dayı profili olan Rauf Orbay’a gidiyor Şasa. Sırf dayımı rahatsız etmek ve “Bakın biz ne kadar ilericiyiz!” diye hava atmak için, bir gün “Dayıcığım, ben Karl Marks okuyorum!” diyorum, güya onu şoke etmek için. Dayım büyük bir rahatlıkla, kendine has bir incelikle gülümsüyor, “İyi yapıyorsun!” diyor, “Karl Marks’ı da oku, ama asıl Lenin okumalısın!”. Şaşırıyor Şasa elbette, “gerici” diye inandığı dayısı kendisine hiç beklemediği bir tepki veriyor. Ama Şasa durmuyor: "Kendime güven geldikçe, benliğim şekillendikçe anneme ve babama korkunç bir öfke, bana çocukluğumda reva gördükleri zulüm yüzünden büyük bir hınç duyuyorum. Bir gün aynanın karşısına geçtim, büyüyünce annemle babamdan intikam almaya and içtim..." diye ifade ettiği şekilde sosyalist çevrede tanıdığı, meslek hayatında da yeri olan ve ailesinin kesinlikle onay vermediği ilk evliliğini gerçekleştiriyor ve inat uğruna başlayan evliliği kısa bir süre içinde son buluyor.

1960 yılında Türk sinemasında senaristliğe başlayan Ayşe Şasa 1969 yılında sağlığı elvermeyince sinemadan uzaklaşmak zorunda kalıyor. Bu zorunda olma hâli, onu neredeyse yapayalnız bırakıyor. Bu yalnızlık ise kendini aramasına ve dolayısıyla Rabb’ini bulmasına vesile oluyor. Dervişlerin “Çilesiz olmaz” diye işaret ettikleri gizemli hava, Şasa’yı tam kalbinden vuruyor. Ekrem Demirli’nin çevirdiği İbnü’l-Arabî kitapları, kendi tabiriyle hastalığına şifa oluyor. Peki tıbbın bir sürü ilaçlarla, filmlerle, beyin ve ruh tırmalayan testleriyle bir yere ulaşamayan ve hatta daha yalnız, daha ıstıraplı bir ömür yaşayan Şasa’ya İbn Arabi nasıl şifa oluyor? Kendisi şöyle açıklıyor: “Hazreti Allah gençliğimde düştüğüm küfürden dolayı beni cehennemine batırdı batırdı çıkardı, şimdi de al sana cennete giden yol diyor. Zira Füsus’la birlikte önümde açılan gerçek bir cennet görüntüsü. Geçirdiğim hastalığın tam anlamıyla kahırdaki lütuf olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Bu hastalığın çöküntüsü ve acıları içimde batıla dair her şeyi yıkmasaydı ben hâlâ gençliğimdeki o yanlış ve zelil noktada olacaktım. Evet, işte kahurdaki lütuf…"

Şasa’yı diğer etkileyen kitap ise İsmet Özel'in Waldo Sen Neden Burada Değilsin adlı eseri. Zira o kitap Şaşa’yı kendi hayatından vuruyor. Kendindeki dönüşümü İsmet Özel’in daha önce yakalamış olması ona umut oluyor, tanışmak istiyor, tanışıyor ve her buluştuğunda yeni şeyler öğrenmenin, neredeyse doğumundan beri uzak durduğu, uzak tutulduğu Müslüman camiayı, Müslüman yaşamını anlamaya çalışıyor. Sonra Mustafa Kutlu, sonra Mahmud Erol Kılıç… Final ise harikulade oluyor: Muzaffer Ozak'ın Hakk’a yürümesiyle birlikte İstanbul Karagümrük'teki Nûreddin Cerrâhî Tekkesi postnişinliğini devralan Safer Dal ile tanışmak… Şöyle anlatıyor: "Mürşidle karşılaşmamla beraber adeta yeniden, sıfırdan başladım… Zaten kabul edilmek büyük bir lütuf, o kapıdan girmek lütufların en büyüğü." "O zaman sükûnetle baktı ve 'Onlara ne keder ne korku vardır…' ayetini okudu… Hayret verecek derecede derinden nüfuz etti bu söz bana; belleğimin, bilincimin en derinlerine kazındı. 'Onlara ne keder ne korku vardır…' Evliyaullah için nüzul olmuş bir ayet nihayetinde. O an beni etkiledi. Daha sonraları da her hatırlayışımda o an olduğu gibi binlerce ton ağırlık, karanlık ve yük kalktı üzerimden… Biz evliya değiliz ama evliyanın huzurunda bulunmak, eteğine yapışmak bizi korku ve kederken azat edebiliyor. O ayet, nasıl bir niyet ve himmetle okunduysa ruhuma işledi ve o şedit ölüm, hastalık vehimleri peyderpey üzerimden gitti…"

Tanzimat sonrası yaşanan ruhsal değişiklikler toplumumuzu, milletimizi neredeyse bin parçaya böldü. Merhume Ayşe Şasa Hanımefendi, bu bölünmüşlüğü en acı biçimde yaşayan bir derviş. Onun hayatı bugün İslamcılık, batıcılık, modernizm karmaşasının tam ortasında duruyor. Çözebilene aşk, Ayşe Hanım’a rahmet olsun...

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

29 Temmuz 2015 Çarşamba

Anlamın derinliğinde geçmişe yolculuk

"Bak sana bir şey söyleyeceğim; hayatında bir an bile huzur-u ilahiden ayrılma! Çünkü huzur-u ilahiden ayrıldığın an şeytan çöpünü atar; vehim başlar!"
- Hazret-i Muhibbî Safer Dal [k.s]

"Acılar hatıralaşınca güzelleşir."
- Cemil Meriç, Jurnal, Cilt 1

Hatıra okumak, özellikle de yaşayanın elinden çıkmış hatıraları okumak, onun geçmişine birlikte seyahat etmekten çok daha ötesi. Bazı hayatlarda elem daha geniş bir yer tutarken buna bir de yalnızlık, sevgisizlik, şefkat ve sorumluluk eksikliği de eklenince işte o hatıralar okuyucu için daha kıymetli, hadi daha "entelektüelini" söylemek gerekirse daha şifalı olabiliyor. Bazen bir şiir hayatın belirli anlarının özeti olabiliyor, bazen bir hikâye hatıralardan anları süzebiliyor okuyucu için ancak doğuştan itibaren ölüme kadar geniş bir zamanı kapsayan hatıraların yerini hiçbir şey tutmuyor. Ayşe Şasa'nın hayatı insanın hem aileye hem kendine hem de içindeki ülkeye olan hasretini okuyucunun içine işliyor.

1941 yılında İstanbul'da doğan Ayşe Şasa, bilhassa Tanzimat sonrası batıcı fikriyatın aile ve eğitim hususundaki "önlemleri" sebebiyle çok fazla çileye maruz kalmış bir isim. En başta doğar doğmaz mürebbiyelerin elinde yetişiyor, ailesi böyle istiyor. Dönemin mürebbiye anlayışı, çocuğun hastalıkta da sağlıkta da sadece mürebbiye ile yetişmesini telkin ediyor ve dolayısıyla çocuk anne şefkatine, baba ilgisine ve aile sevgisine hasretle büyüyor. Kimi çocuk bunu çok erken yaşlarda fark edebiliyor, kimi çocuk ise yaşamının çok sonralarında bu hasretin karakterinde açtığı gedikleri kapatmakla hem kendini yoruyor hem de ömrünü tüketiyor. Hatta çoğu zaman ruhsal sağlığıyla da vedalaşmak zorunda kalıyor. Yıllar sonra karşılaştığı dadılarından Kate, Şasa'nın çocukluğunu "Zavallı bir zengin kızıydın" diyerek özetliyor. Cemiyet hayatını, sporu çok seven bir baba, onu "başkalarına kaptırmaktan" korkan bir anne, sürekli Nazi işgaliyle birlikte savaşın korkunçluklarından bahseden ve bu sebeple de son derece katı olan dadıların davranışları Şaşa'yı çocuk denecek yaşta yalnızlaştırıyor. Şasa, anne ve ana dilinden çok daha evvel dadı ve batı dilleriyle büyüyor.

"Hastanede yeni doğan bebekler annelerine süt emzirmeye götürülürken, ben yatağımda yalnız bırakılmışım demek ki... Bana bir biberon veriyorlardı, onunla avunuyordum. Herhâlde ilk yalnızlık orada başladı."

Amerikan Kız Koleji ve Robert Koleji İdari Bilimler bölümündeki öğrenciliğinde tamamen batıcı zihinlerin esiri olarak yetişen ve o yaşlarında Marksizm, sosyalizm, komünizm gibi fikirlere yatkın olan Şasa, büyük dayısı Rauf Orbay'a bile bir eylem dönüşü üzerindeki kirlenmiş elbisesini göstererek nispet yapıyor. Bir gün "Dayıcığım, ben Karl Marx okuyorum” sözüne dayısının "İyi yapıyorsun. Ama Lenin’i de okumalısın” cevabını alınca şaşırıyor. Zira "Hamidiye Kahramanı" dayısı onun gözünde faşist, gerici, militarist bir adam...

1960 yılında Türk sinemasında senaristliğe başlayan Ayşe Şasa  1969 yılında sağlık sebepleriyle çok sevdiği ve uğruna birçok şeyi göze aldığı sinemadan uzaklaşmak zorunda kalıyor. Oysa lise yıllarında yazdığı "Yaşadığımız Odalar" senaryosuyla Cevat Çapan'ın ilgisini çekmiş ve hakkında bir köşe yazısı dahi yazılınca kendisini bir anda "geleceğin senaristi" olarak bulmuştu. Hem de kadın senaristin neredeyse hiç olmadığı Türk sinemasında.

"Borderline" olarak nitelenen hastalığına çok sonra şizofren teşhisi dahi konuluyor. Birçok âni tepkilere ve reflekslere yol açan hastalıklar Şasa'yı sinemaya ara verdiği bu yıllarda çok yoruyor. O sıralarda Halit Refiğ ve Metin Erksan ile yakın dost. Bilhassa Kemal Tahir'i manevi bir baba olarak görüyor. Kimi zaman onda "mânevî bir iklim" yakalıyor, tefekkür ediyor. Onun evinde çalışırken bazen etraf kalabalıklaşıyor, Bir gün, onca "solcunun" içine "sızan" bir genç kendisine Sezai Karakoç'un kitaplarını okumayı telkin ederek ona birkaç kitap hediye ediyor. Bu durum Şasa'nın canını sıkıyor ve Kemal Tahir'e "Aramıza faşistler karışmış" diyerek sitem ediyor. Akabinde Karakoç'un fikirlerinden bahsediyor ve kitapları ona hediye eden arkadaşının düşüncelerini aktarıyor. Kemal Tahir'in cevabı ise şöyle oluyor: "O faşist arkadaşın her kimse, çok doğru söylüyor."

Atilla Tokatlı ile ilk evliliği olaylı oluyor. İlk kez o hiçbir zaman sevmediği "zengin aile hayatından" uzaklaşıyor ama hiç dert etmeden işe koyuluyor. Vitali Hakko’nun kumaş atölyesinde pek beceremediği boya işleriyle uğraşıyor fakat sağlığını kaybediyor. Para sıkıntısı her geçen gün artarken kolejden arkadaşı Suna Kıraç evine ziyarete geliyor, ona borç veriyor. Halbuki bundan bir zaman evvel Vehbi Koç, Ayşe Şasa'nın babası Avni Bey'in kotrasını satın almak istemiş, deniz üstünde pazarlık etmiş fakat kotranın yirmi iki metrelik direği Büyükada rüzgârına dayanamayıp kırılınca vazgeçmişti. "Nereden nereye?" ve "Ne idim, ne olacağım?" soruları bu anılar ve gelgitli yaşam sebebiyle Ayşe Şasa'nın zihninden hiç eksik olmuyor. Çok sonraları şöyle özetliyor:

"Hayat hikayemi bir tek çizgiye indirgeyecek olursam: Hep bir arayışın, hakikat arayışının özeti olduğunu söyleyebilirim."

Şasa'nın ikinci evliliği Atıf Yılmaz'la. Çok uzun sürmüyor zira ne Şasa onu anlayabiliyor de o Şasa'yı. Birbirinin hayatına çok dahil olmak istemeyen iki dostun aynı evi paylaşması gibi bir evlilik oluyor. Bu hırpalayıcı dönemden sonra 1980'de Şasa ciddi bir kriz daha geçiriyor. Bu krize kadar Kambur (1973), Utanç (1972), Cemo (1972), Battal Gazi Destanı (1971), Unutulan Kadın (1971), Güllü (1971), Yedi Kocalı Hürmüz (1971), Köroğlu (1968), Cemile (1968) gibi ses getiren filmlerin senaryolarını kaleme alıyor. Üçüncü evliliğini yaptığı Bülent Oran, bu hastalığından itibaren ölümüne dek ona destek oluyor. Bu süreçte Şasa'yı İbn Arabi, Andrei Tarkovsky gibi isimler etkiliyor. Burada 2008'de son senaryosu Dinle Neyden'i hatırlamak gerek.

Delilik Ülkesinden Notlar adlı kitabında "Dünyayı modern Batının sığ, hastalıklı, perişan ölçüleriyle değerlendirme çabası beni otuz yaşımda şizofreniye götürdü" diyen Şasa, 1981'de Fusüsu’l-Hikem'den sonra tasavvufi eserleri ve içine hiç girmediği Müslüman dünyayı, mümin insanları tanımaya başlıyor: "Müthiş bir büyülenme olayı oldu. Ve insiyaki olarak, yani çok ıstırap çekmiş bir hasta olduğum ve “Fusüsu’l-Hikem” bana ilk andan itibaren şifa vermeye başladığı için, kitabı bırakamadım. Devamlı olarak okudum. Okumaya devam ettim.

Siyasete merak duyuyor. İlk okudukları arasında yer alan İsmet Özel'in "Waldo Sen Neden Burada Değilsin" kitabı ona derdinin dermanını bulma konusunda yol gösteriyor: savaşmak. Özel, kitabında "Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır... Yaşıyor olmak, savaşıyor olmaktan başka bir şey değildir. Bir gün son nefesimizi verdiğimizde bize yapılan ilk saldırıyı tamamen püskürtmüş oluruz. Savaş bitmiştir." diyor. Özel'in yaşadığı süreç Şasa'yı da etkiliyor, tanışıyorlar ve Şasa hem Müslüman düşüncesi hem de toplumu üzerine birçok "yeni" şey öğreniyor, öğrendikçe bu düşüncenin içine daha çok giriyor. Beşir Ayvazoğlu bu süreci şöyle anlatıyor: "İsmet Özel'in gösterdiği samimi ilgi, Ayşe Şasa'nın hayatında yepyeni bir dönemin başlamasına yol açar. Bütün sorularını büyük bir sabırla cevaplandıran şairi, onun vasıtasıyla Dergah dergisi çevresini ve başka insanları yakından tanıyan Ayşe Şasa artık o kadar mutludur ki, tipik mi, atipik mi olduğu konusunda ayrılsalar da, hastalığına her zaman şizofreni teşhisi koyan ve iyileşme ihtimali görmeyen doktorların hayret dolu bakışları altında hızlı bir iyileşme sürecine girer. Ve evet, şifa!"

Derken Hazret-i Muhibbî Safer Dal [k.s] ile tanışması ve hayatında şifalı sayfaların iyice belirgin olması... Bu konuda "Mürşidimle tanışmamı satırlara aktarmak mümkün değil" diyor Şasa. Şu anısı çok önemli:

"Kendisinin gençliğinde el arabasıyla koz helva sattığını biliyordum. Hatıralarımda anlattığım gibi küçücük bir çocukken, evimizin bahçe kapısına kadar giderdim ve kapıdan geçecek bir koz helvacıyı beklerdim. Bunu arz ettim. Manalı bir şekilde güldü ve tamamen sembolik bir anlamda "İşte o koz helvacı bendim!" dedi... Bu beni çok etkilemiştir, çok duygulandırmıştır."

İlk baskısını 2009'da yapan Bir Ruh Macerası, "Muhterem Ömer Tuğrul İnançer Beyefendi'ye sonsuz şükran ve hürmetlerimle" diye açılıyor. 158 sayfa boyunca Şasa'nın aile profili, mürebbiyeler rejimi, sosyalizm, sinema ve ilk evlilik, kutudaki mutluluk, bas-ü bade'l mevt, Füsus ışığında yeni bir dünya gibi hayatının mihenk taşı birçok konuda okuyucu seyahat ediyor. Yorucu fakat şifalı bir seyahat. Kitabın sonunda bir de hatime var. Şöyle diyor Şasa:

"Hayatımın ilk yarısı bir korku filmi gibi geçti... Varoluşuna sahih bir neden bulamayan insan; bilsin yahut bilmesin korku, endişe ve vehim içindedir. Ben bu marazî hâli, bir imtihandan geçiyor gibi ve en ağır derecelerde yaşadım... Allah hepimizi ve özellikle yeni nesilleri böylesi azaplardan esirgesin."

2014 yılının Haziran ayında Hakk'a yürüyen Ayşe Şasa'nın cenaze namazını Ömer Tuğrul İnançer kıldırmıştı. Sadece bu andan bin anlam çıkarmak mümkün. Zira Şasa'nın da dediği gibi "Anlam'ı keşfetmek, sonsuza giden anlam yolcuğunun tam da başında olmak demek."

Ruhumuzu tanımaya bir yerden ama derhâl başlamamız lâzım. Bu konuda Ayşe Şasa Hanımefendi'nin "Delilik Ülkesinden Notlar" adlı kitabındaki şu sözlerinden de ibret alalım: "Bana doğduğumdan bu yana hiç kimse doğrudan Allah'ı telkin etmedi. Allah'tan başka her şey bana öğretildi. Ve bu yüzden deliliğim, sonunda, bana bir ebedi hayat bilinci olarak geldi."

Evvela Peygamber Efendimiz olmak üzere, Safer Dal Efendi Hazretleri ve kitapta adı geçen tüm bu dünyadan göç etmiş zatlar için, bilhassa Allah rızası için, subhâne rabbike rabbil izzeti ammâ yasifûn ve selâmun alel murselîn vel hamdu lillâhi rabbil âlemin...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf