“İnsan bazen öyle bir sınıra gelir ki
onu aşamaz mutsuz olur;
aşar, bu kez belki daha mutsuz olur."
İnsan ruhunu derinlemesine irdeleyen Dostoyevski, çok acı çekmiş bir yazardır. Acıları onu büyük bir yazar yapmıştır bile diyebiliriz. Acı çektikçe yazmış, belki de yazdıkça acı çekmiş ve bu döngüden asla kurtulamamıştır. Yaşadığı dönemin soyluları arasında yer almamasının acısını hayatını boyunca çekmiştir özetle.
Gerek dünya edebiyatını gerekse bizim edebiyatımızı etkilemiş çok yönlü bir yazardır Dostoyevski. Öyle ki Cemal Süreya “Dostoyevski okudum ve o gün bugündür huzurum yok” diyerek Dostoyevski’nin hayatına olan etkisini açıkça dile getirmiştir. Yaşadığı acıları romanlarına da yansıdığı için ve gerçekçi üsluba sahip bir yazar da olması hasebiyle Dostoyevski, okurlarını -Cemal Süreya örneğinde de görüldüğü gibi- etkilemiştir ve etkilemeye de devam etmektedir.
Dünyadaki pek çok edebiyatçıyı ve edebiyat okurlarını etkileyen bu yazar, bir idam cezasına mahkûm ediliyor ve tam bu ceza uygulanacağı esnada bağışlandığını öğreniyor. Böyle bir yerden fiziki olarak dönmek, hiç şüphesiz paha biçilemez bir mutluluk olarak tarif edilebilir; ama aynı yerden ruhsal olarak dönmek, nereden bakarsak bakalım kolay değildir. Fakat ilginçtir ki Dostoyevski asıl büyük romanlarını bu dönüşten sonra yazmıştır. Bu durum da bana göre yazarın büyüklüğünü katlamaktadır.
Suç ve Ceza’da yazar, Raskolnikov’u katil yaparak toplumsal bir deney yapmıştır. Raskolnikov; yoksul, kabuğuna çekilmiş bir üniversite öğrencisidir. Bu yoksulluk sebebiyle okulunu yarım bırakmak zorunda kalmıştır. Yaşadıklarını bir haksızlık olarak görmüş ve aklına bir tuhaf soru düşmüştür: “Ben bir bit miyim yoksa insan mı?”. Bu sorudur kahramanı adım adım cinayete götüren. Halkı “olağanüstü” insanlar ve “sıradan” insanlar olmak üzere iki ayrı tabakaya bölmüştür. Kendisinin “olağanüstü” insanlara dâhil olduğunu gösterebilmeyi ister ve bu istek onu bir cinayete kadar götürür. Kendisine ve çevresine büyük haksızlıklar ettiğini düşündüğü tefeci bir kadındır Raskolnikov’un hedefi. Onu öldürmekle “sıradan” insanların asla çiğneyemediği ahlak kurallarını çiğnediğini gösterecektir. Bunun ise olumlu sonuçlar doğurabileceğini düşünmektedir. Yarım bırakmak zorunda kaldığı okuluna devam etmek, hasta annesini tedavi ettirmek ve sırf abisinin okuluna devam etmesini sağlayabilmek için istemediği bir adamla evlenme kararı alan kardeşini bu kararından vazgeçirebilmek; Raskolnikov’un doğacağını umut ettiği olumlu sonuçlardandır. Raskolnikov aslında bu cinayetiyle toplumsal eşitliği sağlamayı amaçlamıştır, halkın gözünün önündeki bazı putlara baltasını saplamıştır fakat hiçbir şey umduğu gibi olmamıştır. Öyle ki bu eski hukuk öğrencisi olan genç, cinayetten sonra eline geçen paralara bile dokunamayıp çaldığı her şeyi bir taşın altına saklamıştır. Bu da Raskolnikov’un asıl amacının bir cana kıymak ya da hırsızlık yapmak olmadığını bize kanıtlamaktadır. Bu cinayetten sonra vicdanı onu asla rahat bırakmamıştır: “Eğer şu anda içinde bulunduğu durumun güçlüğünü, umutsuzluğunu, çirkinliğini doğru değerlendirebilseydi, buradan kurtulabilmek, evine ulaşabilmek için önünde daha ne güçlükler, belki de daha ne cinayetler olduğunu kestirebilseydi, büyük olasılıkla her şeyi olduğu gibi bırakıp, doğruca polise gidip teslim olurdu ve bu işi kendi adına duyduğu korkudan dolayı değil, işlediği cinayetlerin üzerinde uyandırdığı dehşet ve tiksintiden dolayı yapardı.” cümleleri Raskolnikov’un cinayetten hemen sonraki ruh halini anlayabilmemiz için önemlidir ve burada bahsedilen “dehşet” ve “tiksinti” Raskolnikov’u suçunu itiraf edene kadar takip etmiştir. Onun bu cinayeti işlemesinin sebebi kötülük değil; eşitliği sağlayabilmek, toplumdaki haksızlıkları yok etmek için bir denemedir. Yazar Raskolnikov’un ruh halini roman boyunca öyle iyi işlemiştir ki Raskolnikov okurun gözünde aşağılık bir katil seviyesine asla gelmemiştir. İçindeki o iyiliği, bu cinayeti eşit bir toplum için işlediğini yazar okurun zihnine ustalıkla yerleştirmiştir. Kulağa çok tuhaf geliyor ama kitabı okurken bu katilden nefret etmiyorsunuz, aksine söz konusu katile merhamet dolu hislerle yaklaşıyorsunuz. Çünkü Raskolnikov, her şeye rağmen “insan” kalabilmeyi başarmış birisidir. İçindeki merhameti asla yitirmemiştir.
Suçunu itiraf etmemekte epey bir süre direnen Raskolnikov, romanın sonunda daha fazla direnememiş ve her şeyi itiraf ederek cezasını çekmiştir. Yazar romanın başlarında “Vicdanı olan insan, hatasının da bilincindeyse varsın acı çeksin. Bu kürek cezasına ek olarak ona ikinci bir cezadır.” demişti ve vicdani olarak çektiği cezadan sonra acıyı da kürek cezasını da çekerek ödemesi gereken bedelleri ödedi. Çünkü Raskolnikov, eşitliği sağlamak için eşit olmayan yolları seçti.
Kötülüğe karşı gelmenin yolu, bir cana kıyarak yeni bir kötülük ortaya koymak değildir. Bu noktada aklıma Âsaf Hâlet Çelebi'nin “Kırılan putların yerine yenisini koyan kim?” cümlesi geldi. Kötü insanlar da putlar gibidir. Yerlerine yenileri her zaman gelir. Dünya var oldukça kötülük de hep olacaktır. İyiliği yaymanın yolu ise bir kötülük yaparak onu ortadan kaldırmak gibi beyhude bir çabayla değil de iyiliği bulaştırarak yapılmalıdır. Belki o zaman bir salgın gibi iyilik tüm dünyaya yayılır. Kötülük bitmez ama azalır, sesi kısılır ve iyilik böylelikle artırılır.
Raskolnikov da sonunda kendi gerçeğinin ve dünyanın mecburi döngüsünün farkına vararak sevgi sayesinde bambaşka bir dünyaya geçmiş, yenilenmiş, yepyeni bir gerçekle tanışmıştır. Yazar için hikâye burada biterken bizim içimizde Raskolnikov’un değişimiyle yepyeni bir hikâye başlamıştır.
Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk
Fyodor Dostoyevski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fyodor Dostoyevski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
27 Mayıs 2020 Çarşamba
25 Aralık 2018 Salı
Suç ve Ceza ya da suçlar ve cezalar
Tek bir hayatın alınması karşılığında binlercesi kurtulacaksa cinayet mazur görülebilir mi? Cinayetin sonrasında vicdan ile savaşından insan aklı galip çıkar mı? Peki, toplumu oluşturan bütün fertler bu fikirle hareket ederse düzen ne olur? Dostoyevski Suç ve Ceza’da Raskolnikov’a taammüden kasten bir tefeci kadını öldürtmek suretiyle bu üç sorunun cevabını arar. Kahramanın bu cinayeti işlemesinde yoksulluk, yarıda kalan eğitiminin verdiği huzursuzluk hissi, anne ve kız kardeşinin beklentilerini boşa çıkarma durumu gibi zahirî sebepler olmakla birlikte esas sebep Raskolnikov’un kendini sıradan insanların üzerinde, kuralların ötesine geçebilecek kararları alıp uygulayabilecek yetkinlikte görmesidir. Lakin Raskolnikov her ne kadar kendi doğrusuna iman etmiş olsa da cinayetten sonra aklı ile vicdanı arasında gerçekleşen savaş vicdanı adına neticelenir. Kitap bu yönüyle seçkin bireycilik ve rasyonalizmin bir hicvidir. Bununla birlikte Dostoyevski Suç ve Ceza’da suçun toplum hayatında bir gerçek olduğu kadar her suça isabet eden bir takım cezaların olduğunu ortaya koyduğu birçok karakterle gösterir. Suçun hukuk, ahlak ve din kurallarında haddi aşma olduğunu kabul edersek Raskolnikov ile birlikte romanın kahramanları olan diğer karakterlerinin de birtakım ahlaki düşkünlükleri -suçları- ve bu düşkünlüklerinin -ister dış etkilerden ister kişiliklerinin marazi yapısından kaynaklı olsun- birer çeşit cezaya denk gelen sonuçlarının olduğu görülür.
Suç ve Ceza’nın ana iskeletini oluşturan karakterlerin tahlilini daha kolay yapabilmek adına kitabın önemli isimlerini Raskolnikov ile olan münasebetleri bağlamında bir araya toplamak faydalı olacaktır. Böyle bir gruplandırma işine girişildiğinde dört ana grubun teşekkül ettiği görülür. Bunlardan birincisi Raskolnikov, annesi, kız kardeşi, kız kardeşinin nişanlısı, kız kardeşinin yanında çalıştığı zengin kadın ve bu kadının kocasının oluşturduğu gruptur. Raskolnikov’un annesi olan Pulheriya Aleksandrovna, Raskolnikov’un kız kardeşini (Dunya) zengin ve hukuk bürosu sahibi olan Luzhin ile evlendirme niyetindedir. Yalnız Luzhin öncelikle cimriliği daha sonrasında ise evliliğe ve kadınlara olan marazi bakış açısı ile dikkat çeken bir karakterdir. Pulheriya Aleksandrovna’nın bu evliliği istemesinin nedeni Raskolnikov başta olmak üzere diğer aile fertlerinin geleceğini garanti altına almaktır. Bu temelsiz evliliğe karşı durma refleksini gösteremeyen anne, Raskolnikov’un hapis hayatının başlangıcından sonra bir nevi buhran geçirerek ölür. Dunya’nın nişanlısı olan Luzhin’in cimri ve evlilik hakkında patalojik düşünceleri olan bir oportünist olduğunu söylemiştik. Yine Luzhin sırf Raskolnikov’dan intikam almak için Sonya’nın cebine para koyarak onu hırsızlıkla suçlayacak bir müfteridir. Onun tuzak kurduğunu gören ve itirafta bulunan oda arkadaşı sayesinde hem itibarını hem de nişanlısını kaybeder. Marfa Petrovna, Dunya’nın zengin ev sahibesidir. Bu kadın kocası olan Svidrigaylov -kumar yüzünden hapse düşmüş bir hilekâr- ile bir nevi evlilik sözleşmesi yaparak onu şehirden taşraya getirtmiştir. Bu yaptıkları anlaşmayla Svidrigaylov’un ufak tefek çapkınlıklarına göz yumacaktır. Fakat Svidrigaylov muhtemeldir ki bu hayata katlanamayarak Marfa Petrovna’yı zehirleyerek öldürür. Aynı zamanda bir başka cinayetin de şüphelisi olan Svidrigaylov’un Raskolnikov ile olan konuşmalarından anlaşılacağı üzere birtakım patalojik cinsel eğilimleri vardır. Svidrigaylov Dunya’ya duyduğu kuvvetli hislerin karşılık bulmayacağını gördükten sonra intihar eder.
İkinci grupta ise Raskolnikov’un tefeci kadını öldürmek için keşif yapmasının ertesinde meyhanede karşılaştığı ve hayat hikâyesini bu sahnede dinlediğimiz Marmeladov, eşi ve kızı vardır. Marmeladov kendini alkolle küçük düşürmüş eski bir devlet memurudur. Bağımlılığı yüzünden hem işini hem karısı (Katerina İvanovna) ve çevresinin saygısını yitirmekle kalmayıp kızını (Sonya) ailesini geçindirmek için bedenini satması noktasına getirmiş bir babadır. Marmeladov yine sarhoş olduğu bir zamanda atların altında kalarak ağır yaralanır ve sonrasında ölür. Katerina İvanovna ise içinde bulundukları sefaletten kurtulma adına kızına fahişeliği telkin eden kişidir. Bunu yanında geçmiş günlerde kalmış bir hayalperesttir. Zaten veremin pençesinde olan Katerina önce delirir sonra vereminde etkisi ile ölür. Yukarıda suçunu zikredilen Sonya ise Raskolnikov ile birlikte sürgüne gider ve burada kendini bir nevi hayır işlerine adayarak cezasını çeker.
Üçüncü grup ise Alena İvanovna (tefeci kadın) ve kız kardeşi Lizeveta’dır. Lizevetta çekingen, uysal neredeyse aptal bir kadındır. Alena İvanovna’nın her türlü hakaretine maruz kalan Livezeta da Raskolnikov’un planında olmamasına rağmen cinayet mahalline zamansız gelmesinden dolayı öldürülür.
Stefan Zweig, “Dostoyevski’de İnsan” serlevhalı yazısında “Dostoyevski’nin insanları yetkinlikten sonrasız uzaktırlar… O insanları ancak kendi içlerinde parçalanmış ve sorunlu oldukları sürece roman kahramanı ve sanatsal açıdan işlemeye değer görür. Yetkinleri; olgunluğa erişmişleri ise bir ağacın yemişlerini silkip atması gibi atar.” diyerek Dostoyevski’nin roman kahramanı seçme biçimini eleştirse de Suç ve Ceza’da yukarıda zikredilen ilk üç gruba ilaveten bir dördüncü grup diyebileceğimiz karakter topluluğu vardır ki -Raskolnikov’un arkadaşı olan Razumihin, hizmetçi kız Nastasya ve Razumihin’in arkadaşları (Zosimov, Zametov, Porfiri) bu gruba dâhil edilebilir- Zweig’ın nitelendirdiği gibi yetkinlikten uzak ya da yukarıda bahsedilen ahlaki düşkünlüklerden berî kimselerdir.
Nihayette Suç ve Ceza’da roman karakterlerini Raskolnikov ile ilişkileri bağlamından başka normatif bir hayat çizgisine sahip olanlar, suçlular ve bu suçlar karşısında pasif bir tavır takınarak suçlu konuma düşenler olmak üzere üç grupta toplamak mümkündür. Dostoyevski’ye göre cinayet, tefecilik, cinsel sapkınlık, alkol ve kumar bağımlılığı, fahişelik, cimrilik ve birçok suçun varlığı reddedilemez gerçeklerdir. Bunun yanında bu suçların failleri ile birlikte onları azmettiren ya da bu kural dışılıklarına ses çıkarmayanlarda suçludurlar. Ve eninde sonunda sınırı aşmış bütün bu davranışlar vicdan, otorite ya da ilahi bir yazgı ile cezalandırılır.
Taha Selçuk
twitter.com/ecztaha
Suç ve Ceza’nın ana iskeletini oluşturan karakterlerin tahlilini daha kolay yapabilmek adına kitabın önemli isimlerini Raskolnikov ile olan münasebetleri bağlamında bir araya toplamak faydalı olacaktır. Böyle bir gruplandırma işine girişildiğinde dört ana grubun teşekkül ettiği görülür. Bunlardan birincisi Raskolnikov, annesi, kız kardeşi, kız kardeşinin nişanlısı, kız kardeşinin yanında çalıştığı zengin kadın ve bu kadının kocasının oluşturduğu gruptur. Raskolnikov’un annesi olan Pulheriya Aleksandrovna, Raskolnikov’un kız kardeşini (Dunya) zengin ve hukuk bürosu sahibi olan Luzhin ile evlendirme niyetindedir. Yalnız Luzhin öncelikle cimriliği daha sonrasında ise evliliğe ve kadınlara olan marazi bakış açısı ile dikkat çeken bir karakterdir. Pulheriya Aleksandrovna’nın bu evliliği istemesinin nedeni Raskolnikov başta olmak üzere diğer aile fertlerinin geleceğini garanti altına almaktır. Bu temelsiz evliliğe karşı durma refleksini gösteremeyen anne, Raskolnikov’un hapis hayatının başlangıcından sonra bir nevi buhran geçirerek ölür. Dunya’nın nişanlısı olan Luzhin’in cimri ve evlilik hakkında patalojik düşünceleri olan bir oportünist olduğunu söylemiştik. Yine Luzhin sırf Raskolnikov’dan intikam almak için Sonya’nın cebine para koyarak onu hırsızlıkla suçlayacak bir müfteridir. Onun tuzak kurduğunu gören ve itirafta bulunan oda arkadaşı sayesinde hem itibarını hem de nişanlısını kaybeder. Marfa Petrovna, Dunya’nın zengin ev sahibesidir. Bu kadın kocası olan Svidrigaylov -kumar yüzünden hapse düşmüş bir hilekâr- ile bir nevi evlilik sözleşmesi yaparak onu şehirden taşraya getirtmiştir. Bu yaptıkları anlaşmayla Svidrigaylov’un ufak tefek çapkınlıklarına göz yumacaktır. Fakat Svidrigaylov muhtemeldir ki bu hayata katlanamayarak Marfa Petrovna’yı zehirleyerek öldürür. Aynı zamanda bir başka cinayetin de şüphelisi olan Svidrigaylov’un Raskolnikov ile olan konuşmalarından anlaşılacağı üzere birtakım patalojik cinsel eğilimleri vardır. Svidrigaylov Dunya’ya duyduğu kuvvetli hislerin karşılık bulmayacağını gördükten sonra intihar eder.
İkinci grupta ise Raskolnikov’un tefeci kadını öldürmek için keşif yapmasının ertesinde meyhanede karşılaştığı ve hayat hikâyesini bu sahnede dinlediğimiz Marmeladov, eşi ve kızı vardır. Marmeladov kendini alkolle küçük düşürmüş eski bir devlet memurudur. Bağımlılığı yüzünden hem işini hem karısı (Katerina İvanovna) ve çevresinin saygısını yitirmekle kalmayıp kızını (Sonya) ailesini geçindirmek için bedenini satması noktasına getirmiş bir babadır. Marmeladov yine sarhoş olduğu bir zamanda atların altında kalarak ağır yaralanır ve sonrasında ölür. Katerina İvanovna ise içinde bulundukları sefaletten kurtulma adına kızına fahişeliği telkin eden kişidir. Bunu yanında geçmiş günlerde kalmış bir hayalperesttir. Zaten veremin pençesinde olan Katerina önce delirir sonra vereminde etkisi ile ölür. Yukarıda suçunu zikredilen Sonya ise Raskolnikov ile birlikte sürgüne gider ve burada kendini bir nevi hayır işlerine adayarak cezasını çeker.
Üçüncü grup ise Alena İvanovna (tefeci kadın) ve kız kardeşi Lizeveta’dır. Lizevetta çekingen, uysal neredeyse aptal bir kadındır. Alena İvanovna’nın her türlü hakaretine maruz kalan Livezeta da Raskolnikov’un planında olmamasına rağmen cinayet mahalline zamansız gelmesinden dolayı öldürülür.
Stefan Zweig, “Dostoyevski’de İnsan” serlevhalı yazısında “Dostoyevski’nin insanları yetkinlikten sonrasız uzaktırlar… O insanları ancak kendi içlerinde parçalanmış ve sorunlu oldukları sürece roman kahramanı ve sanatsal açıdan işlemeye değer görür. Yetkinleri; olgunluğa erişmişleri ise bir ağacın yemişlerini silkip atması gibi atar.” diyerek Dostoyevski’nin roman kahramanı seçme biçimini eleştirse de Suç ve Ceza’da yukarıda zikredilen ilk üç gruba ilaveten bir dördüncü grup diyebileceğimiz karakter topluluğu vardır ki -Raskolnikov’un arkadaşı olan Razumihin, hizmetçi kız Nastasya ve Razumihin’in arkadaşları (Zosimov, Zametov, Porfiri) bu gruba dâhil edilebilir- Zweig’ın nitelendirdiği gibi yetkinlikten uzak ya da yukarıda bahsedilen ahlaki düşkünlüklerden berî kimselerdir.
Nihayette Suç ve Ceza’da roman karakterlerini Raskolnikov ile ilişkileri bağlamından başka normatif bir hayat çizgisine sahip olanlar, suçlular ve bu suçlar karşısında pasif bir tavır takınarak suçlu konuma düşenler olmak üzere üç grupta toplamak mümkündür. Dostoyevski’ye göre cinayet, tefecilik, cinsel sapkınlık, alkol ve kumar bağımlılığı, fahişelik, cimrilik ve birçok suçun varlığı reddedilemez gerçeklerdir. Bunun yanında bu suçların failleri ile birlikte onları azmettiren ya da bu kural dışılıklarına ses çıkarmayanlarda suçludurlar. Ve eninde sonunda sınırı aşmış bütün bu davranışlar vicdan, otorite ya da ilahi bir yazgı ile cezalandırılır.
Taha Selçuk
twitter.com/ecztaha
10 Temmuz 2017 Pazartesi
Hepimizin yaşamak zorunda olduğu bir Allah ağrısı var
“Sana ruh hakkında soruyorlar, de ki: Ruh Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az şey verilmiştir."
- İsrâ / 85
“Yaşamak dediğin üç beş kısa mutlu ândan ibaret."
- Sezen Aksu
Klasikler deyince çoğu insanın aklına kalın, ciltli, kiloya vurduğumuzda epeyce ağır kitaplar gelir. İçinde gizli bir sürü cevher yattığını biliriz ama okumak gözümüzde büyür. İçinde bulunduğumuz çağda iletişim çok hızlıdır ancak bunun yanında ruhla benlik arasındaki ilişki de şiddetli bir erozyona uğramaktadır. Zira çağın insanı özü aramaktan uzaktadır. Tanpınar’ın deyişiyle ölümden korkmakta ama günlerinin de hızlı bir şekilde geçirmek arzusundadır. Sonsuzluğa erişmek için avans olarak verilen zamanı hebâ ederek boşluk sarmalına dolanıp kalmıştır. Boşluğa dolanmıştır çünkü bedenen varlığı külfet verir insana. Teklif edilen emaneti reddeden göklere, yere ve dağlara aldırış etmeden yüklenen insanın dünya yükü ağırdır. Bu yükü taşımaya başladığı andan itibaren yaşamak zûl gelir çünkü sonu olan bir dünyada sonsuzluğu aramak, insanın yaratılış amacıdır. Dostoyevski’nin değişiyle: “Her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık.”
Bâb-ı Aziz’in anlattığı hikayeye göre; yaratılan ruhlar kadar Allah’a ulaşan yollar vardır. İntiharı reddedip bu yükü taşımaya gönüllü olan insan, bu yol üzerinde denk geldiklerine muhabbet duyar. Dostoyevski’nin, Rilke’nin, Kazancakis’in, Tarkovski’nin, Bergman’ın, Kieslowski’nin eserlerinin bu kadar evrensel bir niteliğe bürünmesi de bundandır. Çünkü onlar hakikatin ayrı yüzlerini keşfetmişler ve bu keşiflerini ruhun dirilişine sebep olacak eserlere dönüştürmeyi başarabilmişlerdir. Kendi iç dünyasında aradığı Tanrı’yı bu eserlerin altyazılarında bulan okuyucu için bu eserler, hem aşılacak yeni bir merhale hem de atlanacak yeni bir paye olmuştur. Zaman tükenmeye mahkumdur, ruhun dirilişi yoksunluk ve yalnızlıkla keşfe kadirdir. Yani insan acziyetini keşfettiği ölçüde Tanrı’ya yakınlaşmış olur. Andre Gide'in Dostoyevski için yazdığı kitabından öğrendiğimize göre, yazar öldüğü yıl, ilk kez mektup yazdığı Mlle N.’ye şöyle demiştir: “Yazar olarak, pek çok kusurum bulunduğunu biliyorum, çünkü ilkin ben kendim, hiç hoşnut değilim kendimden. Kendi kendimi tarttığım bazı anlarda, çoğu kez, sözcüğün tam anlamıyla, anlatmak istediğimin ancak yirmide birini anlattığımı ve belki de hiç anlatamadığımı saptadığıma inanabilirsiniz. Beni kurtaran şey, Tanrı’nın bir gün bana o kadar güç ve esin göndereceği ve benim de kendimi daha noksansız olarak anlatabileceğim, kısacası yüreğimdeki ve hayal gücümdeki her şeyi ortaya koyacağım konusunda beslediğim alışılmış umut’dur."
İyi yazar için her okurun kendine has bir tanımı vardır, zira okumak şifadır. Dolayısıyla okuyucu kendine iyi gelen üslubu okur. Bana göre iyi yazar, okuyucuyla eserini baş başa bırakan, kendini aradan çıkarmayı başaran yazardır. Öğretici ya da didaktik bir üslupla değil; kişide kendi kendine konuşuyormuş hissini uyandıran yazar, kelimelerle okuyucunun röntgenini çeker. İçini açar, onu kendisiyle baş başa bırakır.
İş Bankası Yayınları'ndan çıkan Suç ve Ceza'nın önsözünde Dostoyevski için şu ifadeler yer alır: "Rus edebiyatının büyük yazarlarından olan Dostoyevski, 1821 yılında Moskova’da dünyaya gelir. Orta sınıf bir aileden gelen yazarın babası, yoksullar hastanesinde bir cerrahtır. Dostoyevski ilk eğitimini ailesinden alır. Romanlarının hepsinde ailesinin çektiği sıkıntıların ve tanık olduğu yoksulluğun etkisi görülür. 20 yaşında askeri öğrenci olarak okuduğu Petersburg mühendislik okulunu bitirir, ancak bir yıl askeri mühendis olarak çalıştıktan sonra istifa eder. Hemen sonra edebiyata atılır ve 1846 yılında İnsancıklar kitabı yayımlanır, kitap büyük ilgi toplar. Daha sonra Suç ve Ceza’da daha parlak biçimde dile gelecek olan, yazarın yoksul, umarsız insanlara ve hayatın trajik yanlarına karşı duyduğu büyük ilgi ve duyarlılık, daha ilk yapıtlarında kendini göstermiştir. 1847 yılında yazar, ütopyacı sosyalist Petraşevski’nin grubuna girer. Ancak 1849 yılında Dostoyevski ve grup üyeleri çarın emriyle tutuklanırlar ve sekiz ay süren gizli duruşmalar sonucu idama mahkûm edilirler. 22 Aralık 1849 günü kurşuna dizilmek üzere direklere bağlanırken, cezalarının bağışlandığı ve dört yıl kürek, beş yıl sürgüne çevrildiği haberi gelir." Bu anda yaşadığı ıstırabı yazar, Budala romanının başkahramanı Prens Mışkin’in ağzından şöyle anlatır:
“Bakın ne diyeceğim? Siz de aynı şeyi düşündünüz, herkes öyle düşünüyor… Giyotin denen makine de bunun için icat edilmiş. O zaman bir fikir gelmişti aklıma: Ya böylesi daha kötüyse? Komik geliyordur bu size, tuhafınıza gidiyordur. Ama bazen böyle şeyler geliyor insanın aklına işte. Düşünsenize: Ya işkence etseler? O zaman acı çekersin, yara bere içinde kalırsın, bedenin acıyla kıvranır. Ama bütün bunlar ruhsal ıstıraptan uzaklaştırır seni. Ölünceye kadar yalnızca yaralarının acısını hissedersin. Ama asıl ve en büyük acı belki de yaralarının acısı değildir. En önemli olan, bir saat sonra, az sonra, on dakika sonra, biraz sonra, yarım dakika sonra, biraz sonra, o anda ruhunun bedeninden ayrılacağını, artık bir insan olmayacağını, bunun kesin olduğunu, en önemlisi de kesin olduğunu bilmendir. İşte başını giyotinin altına koyuyorsun, kocaman bıçağın yukardan aşağı nasıl kayarak geldiğini duyuyorsun… İşte saniyenin o dörtte biri olan o süre en korkuncudur… Biliyor musunuz, benim hayal gücümün ürünü değil bunlar. Çoğu kimse aynı şeyi söylemiyor mu? Buna o kadar inanıyorum ki, doğrudan açtım size düşüncelerimi. Cinayet işlediği için bir insanı öldürmek, cinayetin kendisinden de büyük bir suçtur. Mahkeme kararıyla öldürmek, eşkıyanın öldürmesiyle karşılaştırılamayacak kadar kadar korkunçtur. Haydutların gece ormanda veya başka bir yerde boğazına bıçak dayadıkları insanın içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. Son ana kadar kaçıp veya yalvarıp kurtulabileceğini umar. Oysa burada, bu umutla ölmek on kez daha kolayken, o son umudu da kesinlikle alırlar elinden. Bir karar söz konusudur burada, kaçıp kurtulabilme olasılığı olmayan bir karar. İçinde korkunç bir ıstırabın bulunduğu bir karar. Savaşta bir eri getirip, topun namlusunun önüne koyup ateş edin. Erin içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. Ama aynı yere ölüm cezasına çarptırıldığı kararını okuyun, ya aklını yitirir ya da ağlamaya başlar. İnsan doğasının, buna aklını yitirmeden katlanabileceğini kim söylemiş? Böylesine çirkin, yersiz, anlamsız bir hakarete ne gerek var? Kendisine ölüm kararı okunup acı çektirildikten sonra “Hadi git, bağışlandın.” denen biri vardır belki. İşte o anlatabilir bize bunu… Bu acıyı da, dehşeti de İsa anlatmıştır. Hayır, bir insana yapılacak şey değildir bu!"
Dostoyevski, Budala’yı 1868 yılında, Suç ve Ceza ile Karamazov Kardeşler’in arasında yazmıştır. Yani Raskolnikov’un, kendince biri suçlu diğeri suçsuz iki kadını öldürmesinden sonra, İvan Karamazov’un da ahlak yoksunu olan babasının cinayetini planlamasından önce, yani iki cinayet arasına yazmıştır. Burada Raskolnikov’un iki farklı yanına atıfta bulunulabilir: biri, iki insanı baltayla kafalarına vurup öldüren câni yanı, diğeri ise masum bir çocuğu yangından kurtarmak için alevlerin içine atlayan merhametli yanı. Aslında her insan kendi muhtevasında böyle çelişkiler barındırır. Dostoyevski’nin ustalığı ise bu iki zıt kutup arasında nakış dokuması ve okuyucuyu psikolojik gözlemlerle kendi iç dünyasına ışık tutmak zorunda bırakmasıdır. Yeryüzünde 4 ayrı çatışma vardır, diğer tüm çatışmalar bunların türevidir. Birincisi; kalple akıl arasında, ikincisi; kadınla erkek arasında, üçüncüsü; işçiyle iş veren arasında, dördüncüsü ise vatandaşla hükümet arasında. İki taraf da kendi hakkını kollamak ve daha çok yetkiye sahip olmak ister. Bunu gerçekleştirmek için suç işler. Bu durum, Durkheim’ın “Suç, toplum halinde yaşama şartlarına yönelmiş her türlü saldırıdır.” tanımını desteklemektedir. Ancak Raskolnikov, suç tanımına başka bir yorum getirmiştir ve bunu cinayetten önce yazdığı bir makalede insanların iki gruba ayrıldığını söylemiştir. Birinci grubun alelade bir çoğunluk olduğunu ve hiçbir fevkaladeliğinin bulunmadığını ancak ikinci grubun deha olmaları sebebiyle dünyayı değiştirmek uğruna işledikleri suçların günahının olmadığı beyan etmiştir. Onlar için, iyi şeyler uğruna, şimdinin yıkılması için suç işlemek bir gereklilikse, bunu vicdan rahatlığıyla yerine getirebilirler. Newton ya da Kepler’in buluşlarının ortaya çıkmasına engel olan, bunların önünü tıkayan, insanlığa ulaşabilmesi için mani olan bir, on, yüz ya da daha çok kişiyi ortadan kaldırmasına hakkı vardı, hatta bu onlar için bir zorunluluktu. Yani suç işlemek için asil bir sebebi olanlar, suç işlemekte özgürdürler. Cahit Zarifoğlu bu tanıma ithafen Raskolnikov için “Şiddetli bir allah ağrısı çekmektedir.” demiştir. Bu kitaptan iki yıl sonra yazdığı Budala romanında ise, bu zeki ve kafa tutan karakterin tam tersi bir kahramanla karşı karşıya kalırız. Budala sözlük anlamıyla; zekâ yönünden geri, aptal demektir.
Burada budala sözcüğüyle kastedilen, Prens Mışkin’in zeka yönünden geri olması değildir. Toplum tarafından, alışılmadık derecede dürüst, inançlı ve iyi yürekli olması sebebiyle garip karşılanan bir karakterdir, yani gerektiğinde suç işlemeyi revâ gören Raskolnikov karakterinin tam zıttı bir karakter. Bir tarafta ifrat, bir tarafta tefrit. Dostoyevski bir nevi Suç ve Ceza’yı yazarak içindeki bir cinayeti ortaya çıkarmış, Genç Werther’in Acıları’nı yazmakla binlerce genci intihara sürükleyen ancak kendisini intihardan kurtaran Goethe’nin izinden gitmiştir, denilebilir. Burada Dostoyevski’nin romanı yazdığı yıllardaki sosyal durumuna değinmek gerekir. Suç ve Ceza’yı yazdıktan bir yıl sonra, yani 1867’de, 46 yaşındayken Snitkina’yla evlenir ve hem alacaklılarından hem de yardım isteyen aile efradından kurtulmak üzere karısıyla yurtdışına çıkar. Rusya’dan uzakta geçirdiği dört yıl, sefalet ve yoksulluk içinde ülkeden ülkeye dolaşmıştır. Tüm bu zorluklara, sara nöbetlerine, saplantı haline gelen kumar tutkusuna, ilk çocuklarının trajik ölümüne katlanan genç karısı, ona olan bağlılığını yitirmeden aşkın sorumluluklarını yerine getirir. Romanın kahramanı Prens Mışkin de, tedavi gördüğü İsviçre’den, elinde sadece bir giysi çıkınıyla Petersburg’daki uzak akrabası Lizaveta Prokofyevna ve general olan eşini görmek üzere Yepançinlerin malikanesine giden bir sara hastasıdır; hikaye böyle başlar. Kitap aslında bir aşk romanıdır, yazar başkahraman olarak seçtiği sara hastasıyla toplumun iki yüzlülüğünü gözler önüne sermekte, böyle bir toplumda dürüst olmanın “budala”lık olduğunu belirtmektedir. Yani Dostoyevski romana kendi kaderinden detaylar vermiş, aynı zamanda geçirdiği sara nöbetlerini de dile getirerek benliğini keşfettiği anları kelimelere dökebilmiştir. Nöbetlerin başladığı anlar, bilinçle bilinçaltı arasında bağlantı kurduğu zamanlardır ve o anki coşkunluğu kitapta şöyle yer verir:
“O anda aklına gelen şeylerden biri de sara bunalımlarıydı. Eğer sara nöbeti uyanıkken gelmişse, nöbetin başlamasından biraz önce, içini kaplayan sıkıntının, tedirginliğin, bunaltının arasında zihni bir anlık silkinmelerle canlanır, içinde büyük bir yaşama isteği belirirdi. Bir şimşek gibi parlayıp sönen bu kısacık sürede yaşadığını hissetmesi var olduğunun bilincine ermesi on kat artardı. Bütün benliği pırıl pırıl aydınlanırken heyecanı, kuşkuları, tedirginliği yatışır; içini sevinç dolu bir huzur kaplardı. O anda umutlarla dolup taşar, içinde her şeyin en doğrusunu yapmış olmanın dinginliği yer alırdı. Fakat bu anlar, bu coşkunluk, sara nöbetinden önceki son saniyenin (hiç bir zaman bir saniyeden fazla sürmezdi), sadece bir önsezisi gibiydi. Ama dayanılmaz bir saniyeydi bu.
Sonra kendine gelip de bu saniyeyi düşündüğü zaman şöyle söylerdi: ‘Çevremdekilerin ve kendimin bilincine varmadaki bu netlik, aydınlık, yani ‘başımın göklerde oluşu’ bir hastalıktan, normalin çarpıtılmasından başka bir şey olamaz. Öyleyse bu durum yaşamın doruğu değil, belki de uçurumun dibi sayılmalı.’ Böyle düşünmekle birlikte sonunda şu çelişik sonuca varırdı: ‘Kendime geldikten sonra anımsayıp gözümün önüne getirebildiğim o bunalım öncesi an madem bu kadar tatlı, hoş; madem bu an bana daha önceden tatmadığım, hatta aklıma getirmediğim doygunluk, çevreyle uyumluluk, huzur duygusu veriyor; içimi derin bir yaşama umuduyla birlikte ibadet coşkunluğuyla dolduruyor; öyleyse bunun bir hastalık, anormal bir gerginlik olmasının ne önemi var."
Aslında bu kadar net ifade edebildiği, benliğinin doruklarına vardığı; sara nöbetinden önceki saniye için şuurlu bir biçimde: “Bu an için bütün yaşamımı verebilirim!” dediğine göre, bu anın gerçek müptelasıydı. Belki bu durumu bu kadar açık seçik yaşamasından, kumara olan tutkusuna da pay çıkarılabilir. Bakara Suresi’nin 219. ayetinde şarap ve kumara ithafen: "Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” buyurulmaktadır. Yani ikisinde de zihni bir müddet kapama ve bu oluş içerisinde alınan haz olarak anlaşılabilir. Ancak Dostoyevski’nin bahsettiği coşkunluk, insanın zihnini karartan, ruhunu bayağılaştıran uyuşturucuların yarattığı etki değildir. Çünkü hastalığı geçtikten sonra her şeyi tüm berraklığıyla anımsamaktadır.
Kitabın başkahramanı salt iyiliği temsil eder, bu yüzden de hor görülür. Çünkü toplumun bilincinde böyle bir saflığa yer yoktur. Dostoyevski toplumun bu kanısına karşı eleştirilerini dile getirir. Milli bir bilince sahip olmayan Rusların, her şeye sonuna kadar inanabildiğini savunur ve bu da Rusların inançsızlığa dahi sonuna kadar inanabilecek insanlar olduğunu ifade eder. Halbuki Prense göre insanlığın kurtuluşu, Bergman’ın dediği gibi utançla mümkündür. “Ruhun temizlenmesi için en iyi yol, insanın geçmişini pişmanlıkla hatırlamasıdır."
Rus toplumunda görülen hiyerarşik düzeni de kitabında işleyen Dostoyevski’ye göre toplum üçe ayrılmıştır: birincisi burjuva sınıfı, ikincisi bu tabakadan pek çok tanıdığı ve ve buraya yükselmeye çalışan orta sınıf ve bu iki sınıfın da hor görüp burun kıvırdığı en alt sınıf. Lebedev ve Hippolit gibiler bu sınıfı temsilen romanda yer almaktadır.
Dostoyevski kitapta aslında büyük bir aşkı işlemiştir; bu aşkın en büyük kahramanı ise Nastasya Filippovna’dır. Ancak olay örgüsü ve psikolojik tahliller sebebiyle aşk arka planda yer almaktadır. Filippovna güzelliğiyle romandaki tüm erkek karakterlerin başını döndürmüş, olgunluğuyla herkesi mest etmiştir ancak kendini mutluluğa layık görmemektedir. Bu karakterinin farkında olan Filippovna zaman zaman hırçınlıkla kendini dışa vuran bir utancı taşıyan karakter olarak kitapta yer alır. Aglaya İvanovna ise, yaptığı ani hesaplarla olayların seyrini değiştirerek zeki ve şımarık bir karakter olarak karşımıza çıkar. Burada, yazarın bir önceki kitabının kadın kahramanı Sonya ile kıyaslandığında kadın karakterler daha soylu ve güçlü olarak karşımıza çıkar. Prensin usturuplu fikirlerine en yakın karakter ise generalin karısı Lizaveta Prokofyevna’dır.
Kitabın sonunda ise kötü bir son beklemektedir okuyucuyu. Öyle ki, hem iyi ki okudum hem de keşke okumasaydım yargılarının arasında çıkmaza düşer. Kendini sorgulama ihtiyacı hisseder. Acaba Prens kadar saf mıyım, yoksa toplum beni de mi esir almıştır? Ben Prens Mışkin’i tanımadan önce Dostoyevski’nin üç kitabını okumuştum, üç kitabında da Haneke'nin Beyaz Bant'ındakine benzer biçimde türlü felaketlerle iç içe kaldım. Suç ve Ceza'yı okurken, kendisi çok nüfuslu bir kişi olan komşumuz vefat etti ve ardında 10 trilyon borç bıraktı. Ailesinin feryatları kulaklarımda, perişan oluşu gözümün önünde cereyan ederken kitapla muhatap olmuştum. Yeraltından Notları okumadan evvelse kız arkadaşım terk etti. Ne dertten anlayan insan vardı, ne de söz dinleyen. Kimsesizliğin koyusunu, yalnızlığın gayyasını boylamıştım. Karamazov'ları okurken ise 23 yıllık evimizden yeni taşınmıştık ve koparılamayan gönül bağlarından ötürü annemin travmalarını avutmak zorunda kaldık. Yani romanları okurken Raskolnikov'u karşımda, yeraltı adamını içimde, Alyoşa'yı ise dibimde bulmuştum. Kaderimi kalemiyle doğrultan Allah, bakalım Budala'dan benim payıma neler yazmış. Bismillah. "Niyet ettim Allah rızası için Dostoyevski okumaya!" diyerek okumaya başladım. Çok şükür, Prens Mışkin’i de yanımda buldum, ben de onun gibi topluma içten içe meydan okuyorum. Kendimi kaptırmadığım çağa sırtımı dönüyor, Şule Gürbüz’ün Öyle miymiş'inden şu satırlar aklıma geldiği için kendimi nasiplenmiş addediyorum:
"Şimdi bir peygamber gelse de bir ayet okusa bin tane de dinlemek, bir doğruyu söylese "Öyle değil aslı budur," diyenleri işitmek, bir şifalı içecek sunsa birden içine birisinin zencefil de ilave edip "Böylesi daha faydalı," dediğini dünya gözüyle görmek, duymak zorunda. Peygamberliğin bittiği yerde ne başlar? Hiçbir şeyin yetmediği insana kitap yeter mi? Şimdi gelse bir peygamber, o daha ağzını açarken birisi tükürük elde etek belde devrin en hikmetli ve güven dolu sözünü söyleyiverir, bu günün soru soran insanın sorusunu, şu hikmetli soruyu sorar: "Ne diyorsun sen, kime göre, neye göre?" Ya peygamberliğin de zamanı var, öyle firavunun yılana çevirdiği âsa ile cebelleşirsin de bütün bir geçmişin ve kâinatın, Harun'un diline, Davud'un sesine, Eyüp'ün kabuklarına, Yakup'un gözyaşlarının içine bak baka "Kime göre?" diyen devir canlısına ne diyebilirsin? Buna dünya artık taş kesilir, torunundan azar işiten dede gibi bir âsana, bir yere, bir göğe bakar da bakar, âmâların neşesini anlar, delinin kahkahasını, ölünün tebessümünü, ölüsünü gömenin hafifliğini anlar, bir ağırlık ve bir fazlalık kendini duyarsın. Zaten odur ve o kadardır. Sen de gider ve vazgeçersen bir ağırlık daha kalkar ve dünya daha kolay döner, daha kolay."
Hepimizin yaşamak zorunda olduğu bir Allah ağrısı var.
Beytullah Kurnalı
twitter.com/haneihuda
- İsrâ / 85
“Yaşamak dediğin üç beş kısa mutlu ândan ibaret."
- Sezen Aksu
Klasikler deyince çoğu insanın aklına kalın, ciltli, kiloya vurduğumuzda epeyce ağır kitaplar gelir. İçinde gizli bir sürü cevher yattığını biliriz ama okumak gözümüzde büyür. İçinde bulunduğumuz çağda iletişim çok hızlıdır ancak bunun yanında ruhla benlik arasındaki ilişki de şiddetli bir erozyona uğramaktadır. Zira çağın insanı özü aramaktan uzaktadır. Tanpınar’ın deyişiyle ölümden korkmakta ama günlerinin de hızlı bir şekilde geçirmek arzusundadır. Sonsuzluğa erişmek için avans olarak verilen zamanı hebâ ederek boşluk sarmalına dolanıp kalmıştır. Boşluğa dolanmıştır çünkü bedenen varlığı külfet verir insana. Teklif edilen emaneti reddeden göklere, yere ve dağlara aldırış etmeden yüklenen insanın dünya yükü ağırdır. Bu yükü taşımaya başladığı andan itibaren yaşamak zûl gelir çünkü sonu olan bir dünyada sonsuzluğu aramak, insanın yaratılış amacıdır. Dostoyevski’nin değişiyle: “Her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık.”
Bâb-ı Aziz’in anlattığı hikayeye göre; yaratılan ruhlar kadar Allah’a ulaşan yollar vardır. İntiharı reddedip bu yükü taşımaya gönüllü olan insan, bu yol üzerinde denk geldiklerine muhabbet duyar. Dostoyevski’nin, Rilke’nin, Kazancakis’in, Tarkovski’nin, Bergman’ın, Kieslowski’nin eserlerinin bu kadar evrensel bir niteliğe bürünmesi de bundandır. Çünkü onlar hakikatin ayrı yüzlerini keşfetmişler ve bu keşiflerini ruhun dirilişine sebep olacak eserlere dönüştürmeyi başarabilmişlerdir. Kendi iç dünyasında aradığı Tanrı’yı bu eserlerin altyazılarında bulan okuyucu için bu eserler, hem aşılacak yeni bir merhale hem de atlanacak yeni bir paye olmuştur. Zaman tükenmeye mahkumdur, ruhun dirilişi yoksunluk ve yalnızlıkla keşfe kadirdir. Yani insan acziyetini keşfettiği ölçüde Tanrı’ya yakınlaşmış olur. Andre Gide'in Dostoyevski için yazdığı kitabından öğrendiğimize göre, yazar öldüğü yıl, ilk kez mektup yazdığı Mlle N.’ye şöyle demiştir: “Yazar olarak, pek çok kusurum bulunduğunu biliyorum, çünkü ilkin ben kendim, hiç hoşnut değilim kendimden. Kendi kendimi tarttığım bazı anlarda, çoğu kez, sözcüğün tam anlamıyla, anlatmak istediğimin ancak yirmide birini anlattığımı ve belki de hiç anlatamadığımı saptadığıma inanabilirsiniz. Beni kurtaran şey, Tanrı’nın bir gün bana o kadar güç ve esin göndereceği ve benim de kendimi daha noksansız olarak anlatabileceğim, kısacası yüreğimdeki ve hayal gücümdeki her şeyi ortaya koyacağım konusunda beslediğim alışılmış umut’dur."
İyi yazar için her okurun kendine has bir tanımı vardır, zira okumak şifadır. Dolayısıyla okuyucu kendine iyi gelen üslubu okur. Bana göre iyi yazar, okuyucuyla eserini baş başa bırakan, kendini aradan çıkarmayı başaran yazardır. Öğretici ya da didaktik bir üslupla değil; kişide kendi kendine konuşuyormuş hissini uyandıran yazar, kelimelerle okuyucunun röntgenini çeker. İçini açar, onu kendisiyle baş başa bırakır.
İş Bankası Yayınları'ndan çıkan Suç ve Ceza'nın önsözünde Dostoyevski için şu ifadeler yer alır: "Rus edebiyatının büyük yazarlarından olan Dostoyevski, 1821 yılında Moskova’da dünyaya gelir. Orta sınıf bir aileden gelen yazarın babası, yoksullar hastanesinde bir cerrahtır. Dostoyevski ilk eğitimini ailesinden alır. Romanlarının hepsinde ailesinin çektiği sıkıntıların ve tanık olduğu yoksulluğun etkisi görülür. 20 yaşında askeri öğrenci olarak okuduğu Petersburg mühendislik okulunu bitirir, ancak bir yıl askeri mühendis olarak çalıştıktan sonra istifa eder. Hemen sonra edebiyata atılır ve 1846 yılında İnsancıklar kitabı yayımlanır, kitap büyük ilgi toplar. Daha sonra Suç ve Ceza’da daha parlak biçimde dile gelecek olan, yazarın yoksul, umarsız insanlara ve hayatın trajik yanlarına karşı duyduğu büyük ilgi ve duyarlılık, daha ilk yapıtlarında kendini göstermiştir. 1847 yılında yazar, ütopyacı sosyalist Petraşevski’nin grubuna girer. Ancak 1849 yılında Dostoyevski ve grup üyeleri çarın emriyle tutuklanırlar ve sekiz ay süren gizli duruşmalar sonucu idama mahkûm edilirler. 22 Aralık 1849 günü kurşuna dizilmek üzere direklere bağlanırken, cezalarının bağışlandığı ve dört yıl kürek, beş yıl sürgüne çevrildiği haberi gelir." Bu anda yaşadığı ıstırabı yazar, Budala romanının başkahramanı Prens Mışkin’in ağzından şöyle anlatır:
“Bakın ne diyeceğim? Siz de aynı şeyi düşündünüz, herkes öyle düşünüyor… Giyotin denen makine de bunun için icat edilmiş. O zaman bir fikir gelmişti aklıma: Ya böylesi daha kötüyse? Komik geliyordur bu size, tuhafınıza gidiyordur. Ama bazen böyle şeyler geliyor insanın aklına işte. Düşünsenize: Ya işkence etseler? O zaman acı çekersin, yara bere içinde kalırsın, bedenin acıyla kıvranır. Ama bütün bunlar ruhsal ıstıraptan uzaklaştırır seni. Ölünceye kadar yalnızca yaralarının acısını hissedersin. Ama asıl ve en büyük acı belki de yaralarının acısı değildir. En önemli olan, bir saat sonra, az sonra, on dakika sonra, biraz sonra, yarım dakika sonra, biraz sonra, o anda ruhunun bedeninden ayrılacağını, artık bir insan olmayacağını, bunun kesin olduğunu, en önemlisi de kesin olduğunu bilmendir. İşte başını giyotinin altına koyuyorsun, kocaman bıçağın yukardan aşağı nasıl kayarak geldiğini duyuyorsun… İşte saniyenin o dörtte biri olan o süre en korkuncudur… Biliyor musunuz, benim hayal gücümün ürünü değil bunlar. Çoğu kimse aynı şeyi söylemiyor mu? Buna o kadar inanıyorum ki, doğrudan açtım size düşüncelerimi. Cinayet işlediği için bir insanı öldürmek, cinayetin kendisinden de büyük bir suçtur. Mahkeme kararıyla öldürmek, eşkıyanın öldürmesiyle karşılaştırılamayacak kadar kadar korkunçtur. Haydutların gece ormanda veya başka bir yerde boğazına bıçak dayadıkları insanın içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. Son ana kadar kaçıp veya yalvarıp kurtulabileceğini umar. Oysa burada, bu umutla ölmek on kez daha kolayken, o son umudu da kesinlikle alırlar elinden. Bir karar söz konusudur burada, kaçıp kurtulabilme olasılığı olmayan bir karar. İçinde korkunç bir ıstırabın bulunduğu bir karar. Savaşta bir eri getirip, topun namlusunun önüne koyup ateş edin. Erin içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. Ama aynı yere ölüm cezasına çarptırıldığı kararını okuyun, ya aklını yitirir ya da ağlamaya başlar. İnsan doğasının, buna aklını yitirmeden katlanabileceğini kim söylemiş? Böylesine çirkin, yersiz, anlamsız bir hakarete ne gerek var? Kendisine ölüm kararı okunup acı çektirildikten sonra “Hadi git, bağışlandın.” denen biri vardır belki. İşte o anlatabilir bize bunu… Bu acıyı da, dehşeti de İsa anlatmıştır. Hayır, bir insana yapılacak şey değildir bu!"
Dostoyevski, Budala’yı 1868 yılında, Suç ve Ceza ile Karamazov Kardeşler’in arasında yazmıştır. Yani Raskolnikov’un, kendince biri suçlu diğeri suçsuz iki kadını öldürmesinden sonra, İvan Karamazov’un da ahlak yoksunu olan babasının cinayetini planlamasından önce, yani iki cinayet arasına yazmıştır. Burada Raskolnikov’un iki farklı yanına atıfta bulunulabilir: biri, iki insanı baltayla kafalarına vurup öldüren câni yanı, diğeri ise masum bir çocuğu yangından kurtarmak için alevlerin içine atlayan merhametli yanı. Aslında her insan kendi muhtevasında böyle çelişkiler barındırır. Dostoyevski’nin ustalığı ise bu iki zıt kutup arasında nakış dokuması ve okuyucuyu psikolojik gözlemlerle kendi iç dünyasına ışık tutmak zorunda bırakmasıdır. Yeryüzünde 4 ayrı çatışma vardır, diğer tüm çatışmalar bunların türevidir. Birincisi; kalple akıl arasında, ikincisi; kadınla erkek arasında, üçüncüsü; işçiyle iş veren arasında, dördüncüsü ise vatandaşla hükümet arasında. İki taraf da kendi hakkını kollamak ve daha çok yetkiye sahip olmak ister. Bunu gerçekleştirmek için suç işler. Bu durum, Durkheim’ın “Suç, toplum halinde yaşama şartlarına yönelmiş her türlü saldırıdır.” tanımını desteklemektedir. Ancak Raskolnikov, suç tanımına başka bir yorum getirmiştir ve bunu cinayetten önce yazdığı bir makalede insanların iki gruba ayrıldığını söylemiştir. Birinci grubun alelade bir çoğunluk olduğunu ve hiçbir fevkaladeliğinin bulunmadığını ancak ikinci grubun deha olmaları sebebiyle dünyayı değiştirmek uğruna işledikleri suçların günahının olmadığı beyan etmiştir. Onlar için, iyi şeyler uğruna, şimdinin yıkılması için suç işlemek bir gereklilikse, bunu vicdan rahatlığıyla yerine getirebilirler. Newton ya da Kepler’in buluşlarının ortaya çıkmasına engel olan, bunların önünü tıkayan, insanlığa ulaşabilmesi için mani olan bir, on, yüz ya da daha çok kişiyi ortadan kaldırmasına hakkı vardı, hatta bu onlar için bir zorunluluktu. Yani suç işlemek için asil bir sebebi olanlar, suç işlemekte özgürdürler. Cahit Zarifoğlu bu tanıma ithafen Raskolnikov için “Şiddetli bir allah ağrısı çekmektedir.” demiştir. Bu kitaptan iki yıl sonra yazdığı Budala romanında ise, bu zeki ve kafa tutan karakterin tam tersi bir kahramanla karşı karşıya kalırız. Budala sözlük anlamıyla; zekâ yönünden geri, aptal demektir.
Burada budala sözcüğüyle kastedilen, Prens Mışkin’in zeka yönünden geri olması değildir. Toplum tarafından, alışılmadık derecede dürüst, inançlı ve iyi yürekli olması sebebiyle garip karşılanan bir karakterdir, yani gerektiğinde suç işlemeyi revâ gören Raskolnikov karakterinin tam zıttı bir karakter. Bir tarafta ifrat, bir tarafta tefrit. Dostoyevski bir nevi Suç ve Ceza’yı yazarak içindeki bir cinayeti ortaya çıkarmış, Genç Werther’in Acıları’nı yazmakla binlerce genci intihara sürükleyen ancak kendisini intihardan kurtaran Goethe’nin izinden gitmiştir, denilebilir. Burada Dostoyevski’nin romanı yazdığı yıllardaki sosyal durumuna değinmek gerekir. Suç ve Ceza’yı yazdıktan bir yıl sonra, yani 1867’de, 46 yaşındayken Snitkina’yla evlenir ve hem alacaklılarından hem de yardım isteyen aile efradından kurtulmak üzere karısıyla yurtdışına çıkar. Rusya’dan uzakta geçirdiği dört yıl, sefalet ve yoksulluk içinde ülkeden ülkeye dolaşmıştır. Tüm bu zorluklara, sara nöbetlerine, saplantı haline gelen kumar tutkusuna, ilk çocuklarının trajik ölümüne katlanan genç karısı, ona olan bağlılığını yitirmeden aşkın sorumluluklarını yerine getirir. Romanın kahramanı Prens Mışkin de, tedavi gördüğü İsviçre’den, elinde sadece bir giysi çıkınıyla Petersburg’daki uzak akrabası Lizaveta Prokofyevna ve general olan eşini görmek üzere Yepançinlerin malikanesine giden bir sara hastasıdır; hikaye böyle başlar. Kitap aslında bir aşk romanıdır, yazar başkahraman olarak seçtiği sara hastasıyla toplumun iki yüzlülüğünü gözler önüne sermekte, böyle bir toplumda dürüst olmanın “budala”lık olduğunu belirtmektedir. Yani Dostoyevski romana kendi kaderinden detaylar vermiş, aynı zamanda geçirdiği sara nöbetlerini de dile getirerek benliğini keşfettiği anları kelimelere dökebilmiştir. Nöbetlerin başladığı anlar, bilinçle bilinçaltı arasında bağlantı kurduğu zamanlardır ve o anki coşkunluğu kitapta şöyle yer verir:
“O anda aklına gelen şeylerden biri de sara bunalımlarıydı. Eğer sara nöbeti uyanıkken gelmişse, nöbetin başlamasından biraz önce, içini kaplayan sıkıntının, tedirginliğin, bunaltının arasında zihni bir anlık silkinmelerle canlanır, içinde büyük bir yaşama isteği belirirdi. Bir şimşek gibi parlayıp sönen bu kısacık sürede yaşadığını hissetmesi var olduğunun bilincine ermesi on kat artardı. Bütün benliği pırıl pırıl aydınlanırken heyecanı, kuşkuları, tedirginliği yatışır; içini sevinç dolu bir huzur kaplardı. O anda umutlarla dolup taşar, içinde her şeyin en doğrusunu yapmış olmanın dinginliği yer alırdı. Fakat bu anlar, bu coşkunluk, sara nöbetinden önceki son saniyenin (hiç bir zaman bir saniyeden fazla sürmezdi), sadece bir önsezisi gibiydi. Ama dayanılmaz bir saniyeydi bu.
Sonra kendine gelip de bu saniyeyi düşündüğü zaman şöyle söylerdi: ‘Çevremdekilerin ve kendimin bilincine varmadaki bu netlik, aydınlık, yani ‘başımın göklerde oluşu’ bir hastalıktan, normalin çarpıtılmasından başka bir şey olamaz. Öyleyse bu durum yaşamın doruğu değil, belki de uçurumun dibi sayılmalı.’ Böyle düşünmekle birlikte sonunda şu çelişik sonuca varırdı: ‘Kendime geldikten sonra anımsayıp gözümün önüne getirebildiğim o bunalım öncesi an madem bu kadar tatlı, hoş; madem bu an bana daha önceden tatmadığım, hatta aklıma getirmediğim doygunluk, çevreyle uyumluluk, huzur duygusu veriyor; içimi derin bir yaşama umuduyla birlikte ibadet coşkunluğuyla dolduruyor; öyleyse bunun bir hastalık, anormal bir gerginlik olmasının ne önemi var."
Aslında bu kadar net ifade edebildiği, benliğinin doruklarına vardığı; sara nöbetinden önceki saniye için şuurlu bir biçimde: “Bu an için bütün yaşamımı verebilirim!” dediğine göre, bu anın gerçek müptelasıydı. Belki bu durumu bu kadar açık seçik yaşamasından, kumara olan tutkusuna da pay çıkarılabilir. Bakara Suresi’nin 219. ayetinde şarap ve kumara ithafen: "Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” buyurulmaktadır. Yani ikisinde de zihni bir müddet kapama ve bu oluş içerisinde alınan haz olarak anlaşılabilir. Ancak Dostoyevski’nin bahsettiği coşkunluk, insanın zihnini karartan, ruhunu bayağılaştıran uyuşturucuların yarattığı etki değildir. Çünkü hastalığı geçtikten sonra her şeyi tüm berraklığıyla anımsamaktadır.
Kitabın başkahramanı salt iyiliği temsil eder, bu yüzden de hor görülür. Çünkü toplumun bilincinde böyle bir saflığa yer yoktur. Dostoyevski toplumun bu kanısına karşı eleştirilerini dile getirir. Milli bir bilince sahip olmayan Rusların, her şeye sonuna kadar inanabildiğini savunur ve bu da Rusların inançsızlığa dahi sonuna kadar inanabilecek insanlar olduğunu ifade eder. Halbuki Prense göre insanlığın kurtuluşu, Bergman’ın dediği gibi utançla mümkündür. “Ruhun temizlenmesi için en iyi yol, insanın geçmişini pişmanlıkla hatırlamasıdır."
Rus toplumunda görülen hiyerarşik düzeni de kitabında işleyen Dostoyevski’ye göre toplum üçe ayrılmıştır: birincisi burjuva sınıfı, ikincisi bu tabakadan pek çok tanıdığı ve ve buraya yükselmeye çalışan orta sınıf ve bu iki sınıfın da hor görüp burun kıvırdığı en alt sınıf. Lebedev ve Hippolit gibiler bu sınıfı temsilen romanda yer almaktadır.
Dostoyevski kitapta aslında büyük bir aşkı işlemiştir; bu aşkın en büyük kahramanı ise Nastasya Filippovna’dır. Ancak olay örgüsü ve psikolojik tahliller sebebiyle aşk arka planda yer almaktadır. Filippovna güzelliğiyle romandaki tüm erkek karakterlerin başını döndürmüş, olgunluğuyla herkesi mest etmiştir ancak kendini mutluluğa layık görmemektedir. Bu karakterinin farkında olan Filippovna zaman zaman hırçınlıkla kendini dışa vuran bir utancı taşıyan karakter olarak kitapta yer alır. Aglaya İvanovna ise, yaptığı ani hesaplarla olayların seyrini değiştirerek zeki ve şımarık bir karakter olarak karşımıza çıkar. Burada, yazarın bir önceki kitabının kadın kahramanı Sonya ile kıyaslandığında kadın karakterler daha soylu ve güçlü olarak karşımıza çıkar. Prensin usturuplu fikirlerine en yakın karakter ise generalin karısı Lizaveta Prokofyevna’dır.
Kitabın sonunda ise kötü bir son beklemektedir okuyucuyu. Öyle ki, hem iyi ki okudum hem de keşke okumasaydım yargılarının arasında çıkmaza düşer. Kendini sorgulama ihtiyacı hisseder. Acaba Prens kadar saf mıyım, yoksa toplum beni de mi esir almıştır? Ben Prens Mışkin’i tanımadan önce Dostoyevski’nin üç kitabını okumuştum, üç kitabında da Haneke'nin Beyaz Bant'ındakine benzer biçimde türlü felaketlerle iç içe kaldım. Suç ve Ceza'yı okurken, kendisi çok nüfuslu bir kişi olan komşumuz vefat etti ve ardında 10 trilyon borç bıraktı. Ailesinin feryatları kulaklarımda, perişan oluşu gözümün önünde cereyan ederken kitapla muhatap olmuştum. Yeraltından Notları okumadan evvelse kız arkadaşım terk etti. Ne dertten anlayan insan vardı, ne de söz dinleyen. Kimsesizliğin koyusunu, yalnızlığın gayyasını boylamıştım. Karamazov'ları okurken ise 23 yıllık evimizden yeni taşınmıştık ve koparılamayan gönül bağlarından ötürü annemin travmalarını avutmak zorunda kaldık. Yani romanları okurken Raskolnikov'u karşımda, yeraltı adamını içimde, Alyoşa'yı ise dibimde bulmuştum. Kaderimi kalemiyle doğrultan Allah, bakalım Budala'dan benim payıma neler yazmış. Bismillah. "Niyet ettim Allah rızası için Dostoyevski okumaya!" diyerek okumaya başladım. Çok şükür, Prens Mışkin’i de yanımda buldum, ben de onun gibi topluma içten içe meydan okuyorum. Kendimi kaptırmadığım çağa sırtımı dönüyor, Şule Gürbüz’ün Öyle miymiş'inden şu satırlar aklıma geldiği için kendimi nasiplenmiş addediyorum:
"Şimdi bir peygamber gelse de bir ayet okusa bin tane de dinlemek, bir doğruyu söylese "Öyle değil aslı budur," diyenleri işitmek, bir şifalı içecek sunsa birden içine birisinin zencefil de ilave edip "Böylesi daha faydalı," dediğini dünya gözüyle görmek, duymak zorunda. Peygamberliğin bittiği yerde ne başlar? Hiçbir şeyin yetmediği insana kitap yeter mi? Şimdi gelse bir peygamber, o daha ağzını açarken birisi tükürük elde etek belde devrin en hikmetli ve güven dolu sözünü söyleyiverir, bu günün soru soran insanın sorusunu, şu hikmetli soruyu sorar: "Ne diyorsun sen, kime göre, neye göre?" Ya peygamberliğin de zamanı var, öyle firavunun yılana çevirdiği âsa ile cebelleşirsin de bütün bir geçmişin ve kâinatın, Harun'un diline, Davud'un sesine, Eyüp'ün kabuklarına, Yakup'un gözyaşlarının içine bak baka "Kime göre?" diyen devir canlısına ne diyebilirsin? Buna dünya artık taş kesilir, torunundan azar işiten dede gibi bir âsana, bir yere, bir göğe bakar da bakar, âmâların neşesini anlar, delinin kahkahasını, ölünün tebessümünü, ölüsünü gömenin hafifliğini anlar, bir ağırlık ve bir fazlalık kendini duyarsın. Zaten odur ve o kadardır. Sen de gider ve vazgeçersen bir ağırlık daha kalkar ve dünya daha kolay döner, daha kolay."
Hepimizin yaşamak zorunda olduğu bir Allah ağrısı var.
Beytullah Kurnalı
twitter.com/haneihuda
18 Ağustos 2012 Cumartesi
Egosunu koyacak yer bulamayanlara
“Benim bütün istediğim, pek yakın bir zaman öncesinin
tiplerinden birini herkesin gözü önüne daha açık olarak sermektir.” diyor
Dostoyevski kitabının başında. Ama geçmişten birini değil her an yanımızda,
odamızda, ruhumuzda olan birini anlatıyor. Yirmi birinci yüzyılın bilgi
kirliliği içinde kaybolan, sürekli bir şeyler için koştururken kendini kaybeden
sonra da kendini değersiz, işe yaramaz, rezil bir durumda bulan bireylerin
toplumdaki yerlerini görmelerini, bazen de bulundukları yerden endişe etmelerini sağlıyor.
Ümran Kio
Aydın olmak ne demektir? Bu kadar çok şey varken mutlak bir
aydınlık söz konusu mu? Egonun sınırları nerede başlar, nerede biter? Karakter
bu sorulara çoğu zaman cevap bulamasa da hepimizin zevk aldığı ama kaçındığı şeyi yapıyor: kendini aşağılıyor. Bazen kendimizi herkesten önce
aşağılamak en rahatlatıcı eylemdir. Çünkü kendini aşağılamak maskelerden
arınmayı, kendi kötülüğümüzün içinde mutlu olmayı gerektirir. Şüphesiz ki burası
gün geçtikçe “koşmaktan” yorulan ruhlarımızın saf huzuru bulduğu yerdir. Ama bazen
insan kendisiyleyken bile dürüst olmayabilir. Çünkü her şeyi anlamak
korkutucudur. Her şeyi anlayan insanın kendine saygısı kalmaz. Bu yüzden de
bazen insan egosunu ön plana alarak bundan kaçınmaya çalışır ve sonunda da bu hastalığından kurtulmak için yardım alması gerekir.
Dostoyevski de okuyucularına bu yardımı sunuyor. Aydın olacağım diye kendinden bile uzaklaşan insanları gerçekle yüz yüze getiriyor. Egosunu yere göğe sığdıramayanların ne ile karşı karşıya olduklarına edebi bir ayna tutuyor.
Dostoyevski de okuyucularına bu yardımı sunuyor. Aydın olacağım diye kendinden bile uzaklaşan insanları gerçekle yüz yüze getiriyor. Egosunu yere göğe sığdıramayanların ne ile karşı karşıya olduklarına edebi bir ayna tutuyor.
Ümran Kio
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)