"Sosyal medya bize diyalog kurmayı öğretmiyor çünkü anlaşmazlıktan kaçınmak çok kolay. İnsanların çoğu sosyal medyayı bir araya gelmek veya ufuklarını genişletmek için değil, kendi seslerinin yankıları olan sesleri duyacakları, kendi yüzlerinin yansıması olan yüzleri görecekleri bir konfor alanı yaratmak için kullanıyorlar. Sosyal medya çok kullanışlı ve keyifli bir tuzak."
- Zygmunt Bauman (El Pais, 25.01.2016)
Bilgiyle düzenli bir akış içinde karşılaştığımız zamanlar geride kaldı. Artık deprem olduğunda bile ilk yaptığımız iş, elimizi mouse'a uzatmak ve sosyal mecraları tıklamak. Geçtiğimiz günlerde yaşadığımız ve başta İzmir olmak üzere birçok şehrimizi etkileyen depremde bu durum net biçimde görüldü. Çalıştığım ofisteki hemen hemen herkes önce twitter'a bağlanıp depremin gerçekten olup olmadığını, etkileri-tepkileri ve hatta mümkünse şiddet derecesini öğrenip ondan sonra ailesini, eşini, dostunu aradı. Sosyal medyanın ve internetin, bedenimize yaptığı müdahale, ruhumuz söz konusu olduğunda bir taarruza dönüşüyor. Deprem mi oldu? Twitter'a bak!
Bu durum bekleme, dolayısıyla sabretme duygusunu yok etmiş durumda. Hemen, derhâl, acil bir beklenti içindeyiz. Meseleyi bir an evvel öğrenelim, olana bitene dair bir şeyler okuyalım da anksiyete, panikatak, taşikardi mühim değil. Nasıl olsa onların da belirtileri ve tedavi yöntemleri internette yazıyor! Kendimden misal: Yaklaşık 25 yıldır gözlük kullanıyorum ve 15 yıldır mide hastasıyım. Bu hastalıklar beni diplomasız bir göz ve gastroenteroloji mütehassısına çevirmiş durumda. Zaman zaman gittiğim doktorlarla şakalaşıyor, "yok hoca öyle değil o" diyorum, gülüşüyoruz. Hatta ne yalan söyleyeyim, bazı durumlarda içimden "Doktor daha yeni mezunmuş ya hu" diyor ve İbn-i Sînâ'nın "Tecrübe ilimden üstündür" sözünü hatırlıyorum.
Zygmunt Bauman için "Akışkan Modernite’de Zaman, Mekân, İnsan" değişti. Yeniden tanımlanıyor. Bu durumda duyguların da yeniden tanımlanıyor olmasından daha doğal bir şey yok. Tıpkı 'tecrübe' gibi. Tecrübenin de içi/dışı tamamen değişti. Onun yerine 'bildirimler' var artık, 'bildirim toplamak' var. Sürekli bildirimler geliyor. Yeni mail, yeni beğeni, yeni arkadaş, yeni paylaşım, yeni istek ve hatta oynadığımız oyunda bir üst kademeye (level) çıkabilmek için yeni bir sanal-para!
İnternet hiç şüphe yok ki bambaşka bir özgüven kavramı dayatıyor. Adeta özgüven tanımını değiştiriyor. Hani Goethe, “İnsanın başına gelebilecek en büyük kötülük kendi hakkındaki düşüncesinin kötü olmasıdır herhalde" diyor ya, zamanın internet insanı kendi hakkında düşünmek istemiyor, özeleştiriden çok uzak yaşıyor. Onun en çok sevdiği şey kıyaslama yapmak, kendini bir ürün hâline getirip daha fazla 'alıcı'ya ulaşmak. Dolayısıyla onu en çok mutlu eden şey de akıllı telefona gelen şu tip bildirimler: son paylaştığınız videoyu 5 dakikada 300'den fazla kişi izledi!
Erol Göka, ayağı 'evvela' kendi topraklarına bastığı için ülkesinin insanını gerçekçi biçimde tenkit edebiliyor. Zaten eleştiriyi ve sorgulamayı da muhakkak öneriyor. Özellikle günümüzde çığ gibi büyüyen 'felsefesizleşme' üzerine şu yorumu yapıyor: "Medya, bizatihi hakikat tasavvurlarımıza da karışıyor, etkiliyor, hatta onları karıştırıyor. Sunilik ve sanallık, otantik insan varoluşu üzerinde en büyük değişimi (isteyen bunu 'zararı' diye de okuyabilir) kavramların aracılık ettiği düşünce ve gerçeklik bağını haddinden fazla zayıflatarak yapıyor. Kavramlar, etkilerini giderek yitiriyor, imaj ve fantezi öne çıkıyor. Bir nevi 'felsefesizleşme' bu." [sf. 22]
'Teknomedyatik dünya' olarak tanımladığı yeni insan/yeni dünya hakkında özellikle biz Türklerin, yani duygu yoğunluğu yüksek karakterlerin belirli bir bilinç ve tartışma seviyesini mutlak surette sağlamamız gerek. Bundan sonra ise o seviyeyi hiç düşürmeden ve 'havf ile reca' arasında yaşamamız gerektiğinin farkında olarak sormamız, öğrenmemiz gerekiyor. Neyi? Teknomedyatik dünyanın önümüze sunduğu, gözümüze soktuğu her şeyi. Böylece Bauman'ın son derece haklı biçimde bir tuzak olarak gördüğü sosyal medyayı en az tehlike ile 'atlatma' imkânı doğabilir: "Tanımadığımız bir dünya çığ misali üzerimize gelirken algılarımızı açık tutma ve düşünme, şüphe ve eleştiriden daha güvenilir limanımız yok. Kaygıyı umuda dönüştürmek için en emin yol bu." [sf. 30]
Kapı Yayınları etiketiyle nisan 2017'de neşredilen İnternet ve Psikolojimiz, teknomedyatik dünyada insanı tartışmaya açıyor. Kitap altı bölüme ayrılıyor: Hunhar Yeni Dünya, İnternette Hayat Klonlanıyor, Gençlerimiz ve İnternet, Sosyal Medya ve Ahlâk, İnternet Bağımlılığı ve İki Söyleşi. Özellikle son sayfaları kapsayan iki söyleşi, ebeveynler için çok kritik çözümler öneriyor. Bu söyleşilerde Göka, internet bağımlılığı kavramı ve dijital medyada bireyin psikolojisi üzerine yöneltilen soruları cevaplandırıyor. Şu eleştiri hepimize geliyor: "Önceleri kuş uçuşundan bahsediyorduk; sonra ses, ardından da ışık hızından bahsetmeye başladık teknolojideki ilerlemeleri anlatabilmek için. Gittikçe hızımızı artırdık ya da hıza göre algılamalarımızı, düşünce ve değerlendirmelerimizi biçimlendirdik, biçimlendiriyoruz. Hakikat tasavvurlarımız da bu bağlamda değişiyor. Hızı o kadar önemsiyoruz ki teenninin ne demek olduğunu dahi unuttuk." [sf. 186]
Üzerimize bin bir türlü soruyu salıyor internet. Özellikle ailemiz ve çocuklarımız için korkuyoruz, endişeleniyoruz. Türlü yasaklarla onları koruma altına alabileceğimizi, daima iyiliklerini düşündüğümüz için katı davranışlarımızda haklı olduğumuzu düşünüyoruz. Erol Göka tam da burada şöyle bir tüyo veriyor kulağımıza, oldukça kritik ve belki de aile huzurunu, güvenliğini kurtarabilecek bir tüyo: "Teknomedyatik dünya, birebir dış dünyayı taklide doğru gidiyor. Buna karşı yapabileceğin tek şey, eleştirel bilinci yükseltmek. Tanılar koyarak bunu engellemeye çalışırsanız, komik duruma düşersiniz. Böylesine bir teknolojinin egemenliği altında yaşamayı uygun bulmuyorsan yapacağın şey, çocuğundan önce bu dünyayı öğrenmen ve ona rehberlik etmendir." [sf. 190]
Bizi endişelere gark edecek sorunlarla karşılaşmaktan yoruluyoruz, bıkıyoruz. Bu da ruhumuzu tahribata uğratıyor. Anormal ataklar gerçekleştiren internet, psikolojimizi bozuyor. Tüm bunların farkına ancak bir psikiyatrdan "evet ağır depresyondasınız siz aslında, 35 mg efexor ile başlayalım" sözlerini işitince varabiliyoruz. Göka hocanın gerçekçi bakış açısından ve önerilerinden bir baba olarak epey istifade ettiğimi ve hatta bir çoğu için derhâl uygulamaya geçtiğimi belirtmek isterim. Kitabı evvela ebeveynlere, sonra da 'internet delisi' olduğunu düşünen herkese, içtenlikle öneririm.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf