“Anormal bir duruma gösterilen anormal bir tepki, normal bir davranıştır.” diyor Viktor Frankl, İnsanın Anlam Arayışı’nda.
Kırım Türk’ü Cengiz Dağcı da 1946 mayısında Roma da bir otel odasında uykusuzlukla, titreme nöbetleriyle ve başucundan ayrılmayan esirlerin hayalleriyle mücadele ederken aslında normal bir tepki veriyordu.
"Doktor korkma, hayatı olduğu gibi kabul et, çalış, sevin, korkuların da geçer, diyor. Güzel, doğru sözler ama ben çocuk değilim ki! Başımın içindekilerle yaşayamıyorum."
Bir savaşın getirdiği acıdan nasıl sağ çıkarız? Her şeyimizi kaybettiğimizde bizi ayakta tutan, devam etmemizi sağlayan güç nedir? Bir savaşta, bir esir kampında ya da mülteci kampında her şeyini kaybetmiş bir insana dayanma gücü veren anlam insandan insana değişse de, varlığının önemini yadsınamaz. Bunu en iyi ortaya koyan eserlerden biri de İnsanın Anlam Arayışı’dır. Kitabın yazarı Viktor Frankl esir kampının insanı insanlıktan çıkaran şartları altında kendisini ve yaşamaya devam eden arkadaşlarını gözlemlerken bunu sorgular, insanı her şeye rağmen ayakta tutacak olan nedir? Ona göre yaşamda bir anlam varsa bu zorluk ve acılarda da bir anlam vardır ve bu acı insanın içsel gücünün onun dışsal kaderinin üstüne çıkabileceğini kanıtlamaya yeterlidir.
Viktor Frankl 1946 yılında Auschwitz toplama kampında ailesini, sahip olduklarını kaybettiğinde onunla aynı dönemde Nazi kamplarında esir düşmüş olan bir Türk vardır: Cengiz Dağcı.
Esir kampından sağ çıkmak Frankl’a ve İnsanın Anlam Arayışı’nı yazdırırken, Cengiz Dağcı’ya Korkunç Yıllar’ı yazdırır. Korkunç Yıllar Cengiz Dağcı’nın hatıralarını roman tarzıyla kaleme aldığı eseridir. Bu eser Cengiz Dağcı'yı esir kampından kurtaran anlamı ve inancı anlamamıza yardımcı olacaktır.
Dağcı 1919 yılında Kırım'ın Yalta şehrinde doğar. Çocukluğu kıtlık, yoksulluk ve Rus emperyalizminin baskıları altında geçer. Babasının desteğiyle Kırım pedagoji enstitüsüne devam ederken ikinci dünya savaşı çıkar ve diğer Kırım Tatarı gençlerle Rusların safında savaşmaya mecbur kalır. Ruslar hesabına savaşmak her zaman kalbinde bir acı olur. Ancak vatanını Almanlardan koruma isteği onun bu çelişkiye dayanmasını sağlar. Savaş onda onulmaz yaralar bırakır. Ancak onu asıl yıkan ve "korkunç" olarak nitelendirdiği yıllar esir kampına düştükten sonra başlar. Kampın zorlu şartlarına, aklın almadığı zorbalıklara ve onlarca insanın ölümüne şahit olur.
Esir kampının ilk günlerinde bir Almandan haksız yere yediği dayaktan sonra şöyle yazar: " ...ama o gece kemiklerimin sizisindan çok kalbimin ağrısını duydum". Viktor Frankl da benzer bir anıyı yaşamış ve şöyle aktarmıştır: "İnsanı en çok yaralayan fiziksel acı değil haksızlığın ve mantıksızlığın verdiği acıdır."
Kampta onu ayakta tutan, yaralarını saran her düş vatanına duyduğu sevgiden doğar. Vatanına yani Kırıma duyduğu derin bağlılık ona hayat verir.
“Güneş ışığında nazik minarelerimizi, güneşli mekteplerimizi, yemyeşil köylerimizi görüyorum. Bütün bunların yanında benim gözyaşlarım nedir? Varsın kafamı kurşunlar delsin, fena insanlar kanımı akıtsınlar. Benim ıstırabım milletimin bu istikbali yanında nedir?”
Tüm zor anlarında gözlerinin önüne gelen, onu teselli eden görüntü kendi köyü, dağlar, yeşillikler ve vatanının güzellikleridir.
"Kompartıman penceresinden, elimizden alınmış ata topraklarına baktım. Bu topraklar, vagonların tekerlekleri altında yılların kanlı türküsünü söylüyordu. Bu türküyü saatlerce dinledim, sonra Allah'ım, Allah'ım diye yakardım, sen bizi ayırma bu topraktan! Bu toprak bizimdir. Atalarımızın mirasıdır. Aç, çıplak kalsak da bu toprakta olalım. Ölsek de bu toprakta ölelim. Vatanım, vatanım! Dünyanın hangi köşesinde olursam olayım, ben yaşadıkça sen de bizimle beraber olacaksın.”
Frankl’ı da Auschwitz’de en zor anlarında saran şey sevgidir. Zorlu kamp işçiliği sırasında şunları düşünür:
"Yaşamımda ilk kez, onca şair tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından nihai bilgelik olarak ortaya konan gerçeği gördüm. Gerçek: İnsanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef, sevgidir. O anda, insan şiirinin ve insan düşünce ve inancının vermesi gereken gizin anlamı kavradım: İnsanın sevgiyle ve sevgi içinde kurtuluşu.”
Dağcı’yı ayakta tutan vatan sevgisinin yanında yazma isteğidir. Hatıralarında bunu şöyle dile getirir. “Ben yalnızca Kırım’ın yazarı değilim ama Kırım’ın faciasını bütün gerçeği ve içtenliğiyle yalnız ben yazabilirdim”. Milletine ve vatanına karşı duyduğu gönül borcu ve bir görevi olduğu inancı onu ayakta tutar. Kamptan çıkması ve yaşaması gerekiyordur.
Esir kampından kurtulduğundaysa savaşın ve kampın travmasiyla başbaşadır. "Dünyadan bezmiş, insanlardan yılmış bir Cengiz"dir artık.
Savaşın kendisinde bıraktığı o görünmez yara, travma sonrası stres bozukluğunun tüm belirtileri hayatını sarmıştır. Uyuyamaz, kulaklarına hala iniltiler ve kampın gürültüsü dolmaktadır. Hayata yabancılaşmıştır. Kendi hâlini de anlamlandıramaz. “Bu yenilmiş adam artık ne yapabilir?" diye düşünür. Hatıralarından görüyoruz ki yazabilir. Yazmak onun için bir terapi, bir şifa olmuştur.
"Geçen hafta, Hâtıralar'ı yazmamak kararını verdim. Ama hâtıralarsız içimin boşluğundan daha çok ıstırap duyuyorum. Nasıl devam edeyim! Nasıl yazayım! Yazmak istiyorum. Yazmak için yanıyorum. Ama yazar değilim, nasıl yazayım! Bazı yazılarımı kendim bile anlıyamıyorum."
"Ben bugün hayattan kopmuşum. Onların izlerinden, kendimden, insanlardan, dünyadan korkuyorum. Ben yaşamıyorum: yaşamak için savaşıyorum. Önümde yalnız karanlık ve korku var. Ben ilerleyemiyorum. Önümdeki hayatı göremediğimden, daima geriye bakıyorum. Belki bana yardıma gelir. Belki bana kim olduğumu söyler, ileriki hayatın sırlarını açıklar; belki bir gün geçmişim gelir de beni o yılların kanlı faciaları arasında geçirdiği gibi, bugün de zayıf, düşkün vücudumu ve ruhumu, önümdeki kara günlerden atlatarak selamete ulaştırır. Ya gelmezse?"
Yabancılaşmışlığını ve içinde çarpışan yaşama ve ümitsizlik hissini şöyle anlatır:
“Niçin sokaklardaki insanların arasına karışıp ben de onlar gibi olamıyorum? Niçin kendimi onlardan başka hisssediyorum? İçimde birbiriyle çarpışan iki kuvvet var. Biri hayat, daha doğrusu beni hayata döndürmek isteyen kuvvet. Bu iki kuvvet, içimde durmadan boğuşuyor. Onların boğuşması, bütün varlığımı, temelinden sarsıyor. Beni yavaş yavaş yıkıyor.Korkuyorum. Ben artık sokaklara çıkıp insanlarla bir arada yaşayamayacağım. Elimden tutup beni dünyaya gezdirecek birini araştırıyorum.Öyle biri var mı acaba? Belki var. Ya yoksa? Kalbim ve düşüncelerimle, gene de yeryüzündeki her şeyi: canlıyı, cansızı yaratmış olan Allah’ıma uzanıyorum. Allah’ım sen beni bırakma!”
"Uyuyamıyorum. Niçin uyuyamıyorum. Uyursam, sabah kalktığımda, insanları ve dünyayı, bıraktığım gibi mi bulacağım? Allah’ım, Sen beni koru."
Hatıralarının sonunda iç hesaplaşması, kendisini bir an olsun bırakmayan o korkular artık biraz olsun dinmiş gibidir. Dışarıya çıkar, âmâ bir kadına yardım eder; gün ışığını ilk defa görmüş gibidir. İçini bir sevinç, bir canlılık kaplar. Cengiz Dağcı Viktor Frankl'a göre anlamını bulmuş bir insandır. Savaşın ve esir kampının onda bıraktığı yaralardan sonra vatanına duyduğu sevgi ve yazma tutkusuyla ayakta kalır. Ardında Kırım Türklerinin yaşadığı acıları anlatan şiir ve romanlar bırakan Cengiz Dağcı Türk edebiyatinin en büyük yazarlarındandır.
Asude Sena Muğlu
twitter.com/asudesna
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilCengiz Dağcı, aslında tek cilt olarak yazdığı ancak ülkemizde Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam isimleriyle iki cilt olarak yayımlanan romanlarında savaşın vermiş olduğu duyguları tüm çıplaklığıyla okuyucularına yansıtmıştır. Vatanını kaybetmiş, "Allah'ım, var mısın? Nerdesin? Mahvoluyoruz biz... Mahvoluyoruz, mahvoluyoruz..." diyen bir milletin acılarını yazmayı kendine görev addetmiş. Sayın Muğlu da Cengiz Dağcı ile Frankl arasında güzel bir bağlantı kurmuş. Okuyanların ruhuna iyi gelmesi dileğiyle...
YanıtlaSil