“Söz ile sesin arasındaki dostluğun” yolları çoktur. Belki insanı “yalnız bir koroya” dönüştürebilir bu. Şayet sözkonusu olan büyük bir yapıtsa, bakmayı ve görmeyi öğrenmişseniz, sizi bekleyen yalnızlıktan başkası değildir. Yapayalnız kalabilirsiniz. Hilmi Tezgör, kitabının en başında Mehmet Taner’den mükemmel bir alıntıyla söze başlıyor. Şarkıların dilden dile, gönülden gönüle taşınıyor olması iyi-kötü müzik dengesinin tutturulabilirliğine işaret ediyor. 20. Yüzyılda Popüler Müziğin Edebi Yüzü adlı bu çalışma, Halil Turhanlı’nın nefis önsözüyle ve iki ana bölümüyle “merhaba” diyor okura. Çoğunlukla dünden bugüne aktarılan şarkılar, kalıcılığını koruyan eserler, insan ihtiyaçlarına göre ve kişilere bağlı bir değişkenlikle karşı karşıya kalan kanunlar gibi değildir.”Bir ulusun türkülerini yapanlar yasalarını yapanlardan daha güçlüdür” diyen William Shakespeare doğru söylemiş. Yakın zamanda kaybettiğimiz ünlü ozan Neşet Ertaş güzel türküleriyle nesilden nesile aktarılacak sözgelimi.
Tezgör kitapta, şarkı sözlerini ikiye ayırıyor: “Toplumsal yaşam şartları zorlaştığında ya da iktidar tarafından zorlaştırıldığında, haksızlıklar yaşandığında, baskı ortamı oluştuğunda, çatışma ve şiddete tanık olunduğunda bu konularda şarkılar yazılır. Başkaldırı ve direniş, bu türden sözleri olan şarkılarda yaşam bulur. Blues, folk, rock, punk, rap ve etnik müziğin bir bölümü, protest müziğin ise-ismi üzerinde- neredeyse tamamı bu tür sözler içerir. Doğaçlamaya dayanan ve çoğu zaman enstrümantal olan caz müziği de özellikle 1960’larda direnişçi ve politik bir tavra sahip olmuştur.”
İyi şiiri iyiye kullanan rockçılar
Bireyci şarkı sözünü ise Tezgör şöyle tanımlıyor: “Aşktan cinselliğe, kıskançlıktan şizofreniye, acıdan yalnızlığa, coşkudan öfkeye, utançtan megalomaniye kadar bireyin farklı duygularının sözlere dökülmesidir. Birey bu sayede kendini ifade etme fırsatını yakalayarak kendini daha iyi tanıyabilir, kendini bulabilir, yeniden kurabilir. Doğa ve dış dünya karşısında bireyin duygu ve düşünceleri de yine bu sözlerde ifade bulur.”
Kısa öykü gibi iyi müzikler de etki bırakır. Tek seferde insan ruhunda bıraktıkları izler müthiştir. “Bir edebi tür olarak öykünün en güzel örneklerini yazan ve bu türün kuramına da ilk katkıları yapan Edgar Allan Poe’ya göre öykü, okuyucunun kafasında “tek bir etki” yaratacak biçimde planlanmalı ve bunun ahlâken biçimlendirici bir deneyim haline gelebilmesi için de bir oturuşta okunup bitirilebilecek kısalıkta olmalıydı. Tek bir etki!..”
Ayrılmaz ikili müzik ve edebiyat
Edgar Allen Poe, kendine özgü edebiyatıyla bugün içinde gerilim, korku, gotik, polisiye ve hatta bilimkurgu öğeleri barındıran neredeyse her sanat dalını etkilemiş durumda... Akıl almaz ayrıntılar, müthiş gözlemler, çürütülemez bir mantık ve matematik, yazdıklarını eşsiz kılar. Zekanın ürünüdür bunlar. İnsanlar ise zayıf yanlarıyla vardır onda. Popüler müziği etkisi altına almaması mümkün değildir. İngiliz heavy metal grubu, Poe’nin, “Morgue Sokağı Cinayeti” adlı eserini ad ve konu olarak aynen kullanan Iron Maiden (1981) Killers adlı albümünde, şarkısına “Murders in the Rue Morgue” adını vermiştir. İlham kaynağı öykücüler olan şarkıcıların, listesi böylece uzayıp gider. “Fransız şiirinin üç silahşörünün Charles Baudelaire, Arthur Rimbaud ve Paul Verlaine olduğu söylenebilir.” Bu üç şairin şiirlerinden etkilenerek popüler müzik yapan 20.yüzyıl müzisyenleri tahminimizden çoktur. “Öyle ki, bugün rock şiirinin öne çıkan isimlerinin çoğu, öyle ya da böyle bu şairlerin kitaplarını başuçlarında eskitmişler, iyi şiiri “iyiye” kullanmışlardır.” Bob Dylan, Patti Smith, Jim Marrison örnek verilebilir. Bob Dylan “Üç Kuruşluk Opera”yı dinledikten sonra günlüğüne şöyle yazar: “Sert bir dili olan şarkılar. Bir anı diğerini tutmayan, aksak, sarsıla sarsıla ilerleyen tuhaf tasavvurlar. Şarkılar hırsızların, leş yiyicilerin veya ciğeri beş para etmezlerin ağzından yazılmıştı ve hepsi kükrüyor, homurdanıyordu. Bütün dünya dört dar sokağın arasına sıkıştırılmıştı.(...)” Bob Dylan, “kafasına göre takılan” birine göre çok manidar bir not düşmüştür aslında.
“Mükemmel müzik dengeden doğar. Müzik gökle yer arasındaki ahenge, karanlıkla aydınlık arasındaki uyuma dayanır.” Hermann Hesse, “müziği olan bir romana” imza atmıştır: Boncuk Oyunu. 1943’te yazılmıştır. Yazar müziği adeta içselleştirmiştir.
Sevgili okur, H.Hesse’nin küçük yaşlarda keman çalmaya başladığını biliyor muydunuz? Bu yetisinin onu dengeli bir insan kıldığını gözlemliyoruz. H.Hesse, Bozkırkurdu’nu şöylece bitirmiştir: “Bir gün gelecek, gülmesini öğrenecektim. Pablo beni bekliyor, Mozart beni bekliyordu.”
Müzik ve edebiyat zaman içinde ayrılmaz bir ikiliye dönüşmüştür. İki türün karışımından doğan “şarkı sözü” yeni bir tür olarak yoluna devam etmektedir. Müzik üzerine az okuyan, müzikle çok az düşünen bir toplum olduğumuzu düşünürsek, müzisyenlerin derdini dillendirmek adına yapılmış olan bu kapsamlı çalışmanın ciddi müzik dinleyicisi için yol gösterecek nitelikte olduğu aşikardır.
Bu kitabın müziğe ve çıkış noktasına dair, ortaya atılan tezlerin ışığında, müziksever okura yeni bir bakış açısı kazandıracağını düşünüyorum.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz