"İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız."
- Müslim, Îmân, 93; Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 56.
"Gönül mazhardır envar-ı cemale
Gönül güldür gönül güldür cemale."
- Nasuhî
(Beste: Enderunî Hâfız Hüsnü, Beyâtî-arabân İlâhi)
Yatağımızdan kalkabilmek, alışveriş yapabilmek, görüşmek istediklerimizle dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar görüşebilmek, eczane bulmak, alışveriş yapmak, müzik(?) dinlemek, sevdiğimiz programları izlemek, her ne yapıyorsak yapalım bunları insanlarla paylaşmak, taksi çağırmak, bayramlaşmak, tebrikleşmek, sevinmek ve üzülmek için avucumuzun içindeki cihazın ekranına bakmamız ve parmak uçlarımızla dokunmamız yeterli oluyor. Bir dönem bize bunları yapabileceğimiz söylenilse muhakkak güler geçerdik. Oysa uyarı(!) yapılmıştı, milenyum çağı geliyordu. Artık hayatımıza robotlar girecekti. Yani hayatımız işgal altında olacaktı. Bu ta en başından söylenen çağın uyarısı yapılmış olmasına rağmen hiçbir önlem almamak ise bizlere düşen oldu. Hoşuma gidecekti bu çağ, mutlu insanlar olacaktık, hep kahkahalar atacaktık, derdi kederi robotlarla unutacaktık. Tüm bunları yaparken hayatımızdan neler gideceğini ise asla düşünmeyecektik. Koca bir geçmiş olsun demek gerekiyor hepimize. Dijital çağ hepimize bir gönül sahibi olduğumuzu unutturduk. Mustafa Kara'nın Gönül Mektupları ise bir gönüle sahip olduğumuzu hatırlatıyor. Cahit Zarifoğlu'nun dizelerini hatıra getiriyor: "Bir kalbiniz vardır onu tanıyınız / bir şehir kadar kalabalıktır bazıları / bir dehliz kadar karanlıktır bazıları / konuşurlar / isterler / susarlar / dinlememişseniz nice yıl kalbinizi / ev meslek iş para geçim diyerek / düşünün şimdi bir de / şehirlerde kasaba ve köylerde / başını eğmiş kalbiyle söyleşen biri olduğunuzu."
Kitabın sunuş yazısında Ezel Erverdi hem Mustafa Kara ile tanışıklığının öyküsünü anlatıyor hem de onun tasavvuf tarihi çalışmaları yanında derviş gönlü ile modern hayatta insanımıza yol gösteren bir şahsiyet olduğunu söylüyor. Kitabı ise Mustafa Kara'nın "Hikem"i olarak özetliyor.
Daha evvel üç kitap hâlinde yayımlanan kırka yakın mektup "Gönül Mektupları" adıyla tek bir kitapta toplanmış. Mustafa Kara'nın akıcı ve dostane üslubu, her bir mektubun kendine has bir konuya sahip oluşuyla kıymet kazanıyor. Fakir özellikle Kara'nın tasavvuf ve tarikatlar tarihi ile tekke kültürüne olan yakınlığının akademik çalışmalarla gün yüzüne çıkmasından fazlasıyla istifade etti. Gönül Mektupları'nda bu zenginliği derinlemesine keşfetmek mümkün. En önemlisi de nereden başlayacağını merak edenlere bir ses oluyor mektuplar. Mesela tasavvufun gayesini merak edenlere şöyle sesleniyor Mustafa Kara: "Tasavvufun gayesi insân-ı kâmil yetiştirmektir. İmanın ve İslâm'ın esaslarıyla yoğrulan mü'mine, tasavvuf, ihsanın inceliklerini ve sırlarını sunmakta ve "Allah'ı görüyormuşcasına" coşkun ve tarif edilmez bir hal içinde, O'na kul olmanın vecdini ve canlılığını yaşatmaktadır. Bu vecd ve canlılık İslâm düşüncesinin kalb ve gönül yönünü geliştirmiş, bunun neticesinde ortaya çıkan eserler asırlarca insanlara ışık tutmuş ve tutmaktadır. "Kalbden kalbe yol vardır" düsturunu belgeleyen bu eserler, asırlar boyunca maddenin ve basit heveslerin daracık kalıpları içinde sıkışıp kalan insanlara soluk alma fırsatı vermiş, ümit bahşetmiş, yeni ufuklar kazandırmıştır."
Tasavvufla sanat arasındaki ilişkiyi mektupların çoğu yaşayan örneklerle anlatıyor. Bu örneklerin yaşıyor oluşunun sebeb-i hikmeti; elbette güzel sanatların şaheser numûnelerinin tekkelerden, tarikatlardan ve dervişlerin ellerinden çıkması. Şöyle diyor Mustafa Kara: "Gönül medeniyeti olmadan ses olmaz, ahenk olmadan ritm olmaz, çizgi olmaz. Şiir ve musikinin olmadığı bir hayatı taşımak da sıkıntı ve ızdırapların en büyüğüdür... Yunus'un, Niyazi'nin güfteleri olmasaydı, Itri'nin, Dede Efendi'nin besteleri olmasaydı, hayatımız ne hale gelirdi? Düşünebiliyor musunuz?"
Tekkelere en büyük darbeyi şüphesiz 1925'te devletin çıkardığı kanun en büyük darbeyi vurmuş, Türkiye bir muhabbet ülkesi olmaktan aldığı şifayı kaybetmiştir, hem de kendi elleriyle. 1925 yılından sonra yaklaşık 25 yıl boyunca hemen hemen hiçbir tekke faaliyet göstermemiş, nasibini türbe ziyaretleri ve buralarda yaptığı dualarla arayan halka türbeler bile çok görülmüştür. Ne garip ki bu kanunu çıkartanların ve kabul edenlerin mezarlıkları da zamanla birer türbe hâlini almıştır! 1940-50 arasındaki herhangi bir tekkede bırakın zikr faaliyetini, musiki meşk etmek bile imkânsızken günümüz Türkiye'sinde eski devlet görevlilerinin mezarlarının başında her türlü şeyi yapmak serbesttir. Elbette bir kanuna boynunu bükmeyen, asırlardır irşad faaliyetleriyle Müslümanların gönlünü zenginleştiren tekkeler de mevcuttur. Lakin bunların sayıca azlığı milleti de bu modern ve ıstıraplı hayatın bataklığına adeta teslim etmiştir. Yazarın şu yorumları üzerinde dikkatlice düşünülmesi gerekir: "1960 ve 1970'li yıllarda bu imkân giderek azaldı ve karanlık dönemde kulaktan dolma bilgilerle yetişenler ve Post'a oturanlar çoğalmaya başladı. Gerçek mürşidlerin yanında "aktör" mürşidler piyasayı kapladı. Bunların bir kısmı cezbeli ve yetersiz, bir gurubu mukallit ve muhalif, bir kısmı beceriksiz ve cahil, bir bölümü de yeterli fakat maddeye ve şöhrete düşkündü. Yaratılış itibariyle mistik bir muhtevaya sahip olan insanlarımız, derin bir araştırma ve inceleme yapmadan bu kimselere kapıldılar-kapılandılar. Kanunen yasak ve gizli oluşu, bu riskli davranışı mecburi hale getiriyordu. Tekke psikolojisine ihtiyaç duyan insanlar gerçek "pınar"larla karşılaşamayınca, bu "tuzlu" ve "kirli" sularda susuzluğunu gidermeye çalıştı."
Mustafa Kara'nın gönlünden kopan mektuplar, hangi yıllarda yazılmış olurlarsa olsunlar birer öğütten çok vasiyet gibi okuyucunun gönlüne akmalıdır. "Tüketen kim, tükenen kim? Tüketilen kim? "Tüketim tüketim" tahrikleriyle ejderha haline getirilen insanın kirlettiği dünya nereye gidiyor? Nereye doğru gidiyoruz? Bu silahlarla bu "ağır" sanayi ile nereye doğru gidiyoruz sevgili dost?" diye soran Kara, "Duruluğu yakalayan, bunun reklamını yapmamalı; ulaştığı zenginliklerle birlikte, sabırla kozasını örmeya devam etmelidir" diyerek Fatır sûresini işaret ediyor: "Arınan kendisi için arınmıştır…" (35/18)
Dünyanın bir oyalanma yeri olduğuna ve Allah'ın vaadinin gerçekleşeceği güne iman etmiş olanlar için gönlünü diri tutmak elzemdir. Gönül denen kıymeti sonsuz hazine bize nice seslenişler sunmaktadır. Kulağımızı o yöne doğru verelim, gönlümüzün yönüne. O zaman sıralama iman ve insan buluşacak ve birbirinden hiç ayrılmayacaktır. En azından dileğimiz budur.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf