Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir’in son faslında “Ne kadar hatıra ve insan… Niçin Boğaz’dan ve İstanbul’dan bahsederken bütün bu dirilmesi imkânsız şeylerden bahsediyorum. Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor? İyi biliyorum ki aradığım şey bu insanların kendileri değildir ne de yaşadıkları devre hasret çekiyorum…” diyerek şahsi manifestosunu ortaya koymuştu aslında. Kanunî’nin, Sokullu’nun İstanbul’unda yaşayamayacağını, belki Merkez Efendi’nin dervişi olabileceğini, belki de hiçbir şey yapmayıp lakayt kalabileceğini ekliyordu sonra. Ve nihayet: “Hepsi idealin serhaddinde susmuş bu insanların hikmetinde kaybolmuş bir dünya arıyorum. İstediğime onlarla erişemeyince şiire, yazıya dönüyorum.”
Hepimizin “şuur ve benlik” buhranında çocuk olarak kaldığı, “olmak ve olmamak” davasında sık sık bocaladığı gerçeği Tanpınar’ın romanları, denemeleri ve hatta mektupları okunduğunda önümüze seriliyor. Gerçeği yeniden hatırlıyoruz diyemeyeceğim çünkü gerçek gün gibi, gece gibi, mevsimler gibi ortada. Bazen yağan yağmurla, kopan fırtınayla, sararan yapraklarla, asfalta düşen meyvelerle unutur gibi oluyoruz hakikati, çünkü örtünüyor. Ama sonra yeni bir kıyamet devri. İstanbul’da yaşayanlar için şehri bulmak, şehri yaşamak kadar zor. Hissiyatı diri tutmak, “her şeye rağmen” ya da “her şeyle beraber” İstanbul’da “olmak”, çetin bir mücadele gerektiriyor. Kitaplar, bunu bir nebze hafifletiyor.
Mehmet Samsakçı; Tanpınar’ın Eşiğinde adlı kitabında, Tanpınar’ın "değişerek devam etmek, devam ederek değişmek" mefhumundan sık sık söz eder. Buna Besim F. Dellaloğlu da bilhassa “Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi” kitabında değinmiş, açmıştır. Hayatta her şey bütünüyle; insanıyla, çevresiyle, kültürüyle ve hatta görgüsüyle değişirken şehirlerin de olduğu gibi kalması mümkün değil. Burada nostaljiyle romantizm, isyanla mücadele arasında bir yer seçmek de gerekmiyor illa. Bir tek bunu anlamak, yani değişerek devam etmeyi, devam ederek değişmeyi iyi çözmek gerekiyor. Bugünün dervişleri başka, bugünün şairleri başka, müzisyenleri ve mimarları başka. Ama tasavvuf, edebiyat, mûsıkî, mimarî genel çizgileriyle, adabımuaşeretiyle, ahlâkıyla, üslubuyla orada bir yerlerde duruyor. Kim nasıl alır, nasıl yaşar bilinmez ama genel kaidelere kılıf bulmak da bugünün insanının bir hüneri.
Tanpınar söz konusu olduğunda İstanbul’u onun her eserine işlemiş bir hazine olarak bulmak mümkün. Bu hazineden neler taşmıyor ki? Sadece sokakları, evleri, çeşmeleri, türbeleri değil elbette. Mûsıkîşinasları, şairleri, şeyhleri, esnafı… İnsan, mekân ve zaman; Tanpınar’ın zihnini, belki de kalbini en çok yoran, bazen de dinlendiren meseleler. Bu meselelerle uğraştığı ve Türkçenin en leziz üslubuyla yazdığı için bugün hâlâ ona başvuruyor, ondan bahsediyoruz. Sadece ondan mı? Ahmed Râsim, Ahmed Refik Altınay, Refik Halid Karay, Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi Hisar, Nihad Sami Banarlı, Cemalettin Server Revnakoğlu, Süheyl Ünver, Sermet Muhtar Alus, Tâhirülmevlevî ve daha çok pek münevverimiz, mutasavvıfımız, edibimiz anlatmalara doyamamış İstanbul’u. Burada meraklısı için pek keyifli bir okuma önerisi geliyor: İstanbul’un 100 Yazarı, Kübra Andı – Mehmet Samsakçı, İBB Kültür A.Ş Yayınları, 2009.
Her şey devasa bir bütünün parçalara ayrılmaması, parçalara ayrılsa bile birbirinden çok uzaklaşmadan ötede beride durabilmesi için belki de. Çünkü her şey İstanbul’da ve İstanbul her şey de. Samsakçı kitabının girişinde Yaşadığım Gibi’den bir paragraf kullanmış, bu çok yerinde olan tercihi hemen aktaralım: “İstanbul işte budur. Nereye bakarsak bakalım, hangi ufuklara hasret çekersek çekelim, biz İstanbul’da ve İstanbul’la göreceğiz. Bütün tarih boyunca bu hep böyle oldu. Son beş yüz yılın hikâyesi, bir şehrin terbiyesi ve tebcilinden başka nedir? Şiirden, sanattan, muaşeretten dine kadar her şeyde İstanbul’un payı vardır.”
Mehmet Samsakçı, Tanpınar’ın İstanbul’unda işte bu payların peşine düşüyor. “Genel hatlarıyla edebiyatımızda İstanbul” bahsiyle açılan kitap, medeniyet-edebiyat-şahsiyet arasında bir şehir çiziyor, Tanpınar’ın gözüyle ve gönlüyle. Göz ve gönül deyince; İstanbul’un mevsimlerine, ağaçlarına, sularına, lodosuna, sisine, gecelerine, mahallerine, camilerine, dergâhlarına, Boğaziçi’ne, Beyoğlu gazinolarına, İstanbul’un mimarlarına ve mimarisine, sahaflara, Kapalıçarşı’ya, Beyazıt’a, kahvehanelere, Dergâh dergisine, İkbal Kahvesi’ne, işgal anılarına, Fatih’e ve dolayısıyla fetih yıldönümlerine uğramamak mümkün değil. Kitabın içindeki neşe, son bölümle beraber hüznü çağırıyor sayfalara: bir rüyadan arta kalmanın hüznü. Çünkü bu bölümde eski İstanbul var, artık duyulmayan satıcı sesleri, kaybolan mahalle, yalnız eğlenen ve belki de bu yüzden hiç eğlenemeyen şehir, kaldıysa bir boşluk sokak ortası oyunları, giderek sıkışan yahut tamamen betonlaşan mesire yerleri, tüm sevinçleriyle bayram günleri. Bu kitaba samimice mesai harcayacak bir okur, Tanpınar ve İstanbul üzerine yeni bir okuma planı kurabilir. Bu yeni okuma planı aslında ‘yeniden’ olacaktır. Zira Tanpınar’sız İstanbul veya İstanbul’suz Tanpınar okumak mümkün değildir.
“Evet, Tanpınar eskiyi, eskide kalanı ne kadar seviyor ve eski hayat değerleri ve unsurlarının gidişinden ne kadar ıstırap duyuyorsa bir o kadar da yeniye bağlıdır” diyor Mehmet Samsakçı ve şöyle devam ediyor: “O, Türkiye’de yaklaşık son 250 yıldır yapıldığı gibi bu iki dünyadan birisini sevmenin diğerine düşman olmak anlamına gelmediğini, gelmemesi gerektiğini bilen bir entelektüeldir. Bir insanın, mensubu olduğu milletin tarihini, kültürünü yapan unsurları, mesela itikadını, zevkini, estetiğini ve yaşama üslubunu günden, şimdiden kopmaksızın ve istikbal ufkunu kaybetmeksizin sevmenin ve bilmenin altın anahtarını bulmuş yazarlardandır.”
O altın anahtar, İstanbul’dur. Her İstanbul sevdalısı gibi Tanpınar’da zaman zaman maziperest ya da nostaljik bulunmuştur. Halbuki Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Reşat Ekrem Koçu, Sâmiha Ayverdi ne yaptıysa, Tanpınar da onu yapmıştır. Yalılarıyla, konaklarıyla, Boğaz’ıyla, safalı gün ve geceleriyle ilgilenmiştir evvela, yani İstanbul’un aristokrat tarafıyla. Ama mütevazı evlerin, mütevazı insanların hayatlarını da konu edinmiştir. Böylece ortaya bereketli, hareketli, zevkli bir İstanbul fotoğrafı, daha doğrusu fotoğrafları süzülmüştür kaleminden. “Tanpınar’ın salt bir nostaljinin insanı olduğu asla söylenemez” diyor Samsakçı. Çünkü: “O sadece yeniyi, aktüeli, günü sevmek için mutlaka eskiye düşman olmak lazım gelmediğini, tarih sevgisi ve şuuruna sahip olmanın da yeni düşmanlığı demek olmadığını düşünür.”
Hiçbir komplekse ya da modaya kapılmadan bir İstanbul anlatmaya çalışmıştır Tanpınar. Yegâne merkezi, muhabbetidir, yani sevgisidir. Nasıl bir sevgi olduğunu da “Muhakkak ki bu eski şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara doğru çeken, bıraktıkları boşluğun ta kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmeden kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz.” diyerek anlatır Beş Şehir’de. Aramak, bulmak, yitirmek, sonra tekrar aramak, bu defa bulamamak ama aramadan asla vazgeçmemek, tüm bunlar sevgidendir. Peki o halde, yazıya başlık olan soruyu cevaplayıp öyle bitirelim. Tanpınar İstanbul’da ne(yini) arıyordu? Belki annesini, babasını, akrabalarını. Belki yanık bir türküyü. Belki Üsküdar’ın ezan sesini, Fatih’in genetik kodlarını. Belki Boğaz’da ve mesire yerlerinde cilveleşen âşıkları, onların tutkularını. Belki Huzur’u, belki Mahur Beste’yi, belki bir Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü. Belki “hep aynı boşluk” göründü gözüne ama “yaşadığım gibi” demesini de bildi. Onun İstanbul’da aradığı, yitiğiydi.
Hepimiz yitiğimizi arıyoruz bu şehirde; o yüzden ayrılamıyoruz, kopamıyoruz ve daha çok seviyoruz. Ona bir şey olmasın diye delirirken, ondan kurtulmayı da düşünebiliyoruz. Velhasıl kelam: “Doğrusu da budur. İstanbul, ya hiç sevilmez yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yani her haline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırarak.”
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf