Yazmak, insanın içinde saklı yabancıya ulaşmasıdır. Yabancılık da yalnızlıkla ilişkili bir farklılıktır. Yazar, yani yalnız insan, bu uğraşıyla kendisini bedensel çalışmadan kopmuş hissediyor. Normal ya da yazar açısından “anormal” sayılan gerçek yaşamın sınırlayıcı ve zorlayıcı çerçevesi, uyum sağlanabilmesi mümkün görünmeyen bir sıradanlık hali alıyor. Kendi dünyasını kurmak isteyen bir çocuğun hayalleri gibi, daima teoride kalan bir ütopya oluşuyor yazarın zihninde. Olanlar ve olması gerekenler arasında bir çatışma yaşıyor yazarın iç dünyası.
Yazar düşünen insandır, aklını yoracak hiçbir meselesi kalmadığında bile, ki bu mümkün gözükmeyen bir varsayımdır, düşünmek üzerine düşünen, daima yalnızlık olgusuna çare arayan ve en önemlisi yalnız olmasına rağmen insanlarla bütün duygularını ve bilgilerini paylaşan insandır.
Yazar, bir bakıma sessizlikten kurtulmaya çalışır. Her şeyden kaçarak, hepsine kavuşmak istemek gibi bir şey. İnsan fiziksel açıdan hiçbir zaman yalnız değil, fakat ruhunu canlı tutamadığı müddetçe daima kopuk, daima bir şeylere yabancı. Kendisine yabancı, çevresine yabancı, yaradılışına yabancı.
Yalnızlığın anlamı ne ise, yazarak yabancılaşmak, biraz da sosyal hayattan koparak ‘yabanıl’laşmak aynı şey gibi duruyor. Belki bir nüans var arada. Niçin, ne amaç uğruna yazdığınıza bağlı yalnızlığınızın anlamı. Faydalı olabilmek için mi, yoksa farklı olabilmek için mi yazıyorsunuz? Bunun cevabıdır aslında ilgilenmemiz gereken konu.
Okumanın anlayışı zenginleştirmek olduğu bir gerçekse, yazar yalnız bir insan ve yazmak ise sadece basit bir yalnızlık yahut yabancılaşma çabası olarak algılanmamalıdır. Yazar belki biraz kendisi için, çoğunlukla da başkaları için hayatını feda eden insandır. Bu yüzdendir ki, bazı anlayışlara göre ‘yazmak’ bir cihat olarak kabul edilir ve müspet anlamda yazarların, âlimlerin ve tabii öğretmenlerin çok müstesna bir yeri vardır. Bunun inançla paralellik gösterdiği de muhakkaktır.
Entelektüel bağlamda yalnızlığın derinliği, mânâsı ve mistizmi inanç sistemine bağlıdır. Neyin uğrunda yalnız kaldığınızla anlamlanır bir yerde yabancılaşmanız. İnsanın mutlak surette yalnız, fakat nihayetinde Yaratan’ıyla her zaman ve her yerde beraber olduğuna göre hiçbir zaman yalnız olmadığını düşünürsek, yalnızlık göreceli bir kavram oluyor. Bu farkı kişinin inancı belirliyor ve gerçekten yalnız olup olmadığına böylece karar verebiliyor.
Marguerite Duras, yalnızlığın bir yerden sonra deliliğe adım attırdığını söylerken, belki de bu inanç farklılığından kaynaklanan çıkmazı yaşıyor olmalı. İnsanın, hatta kuvvetli bir yazarın bile, yalnızlığa büyük yaralar almadan alışabilmesi için daima hüküm altında olduğunu gururuna sindirebilmesi ve bunu bir kişilik sorunu yapmadan kabullenebilmesi gerekiyor. Evet, yazar aslında yalnızdır. Fakat bu yalnızlığını bütünüyle bir sessizlikten ibaret görmesi de, kalabalıklar içinde yalnız olduğunu fark etmemesi kadar yanlıştır. Yalnızlığın, somut gerçekliği bir yana, tek boyutlu bir soyutluk gibi iptidai bir meseleye indirgenmesi önemli sorun.
Amacım mistik bir çözümlemeye kalkışmak değildir elbette. Yalnızlığın, yabancılaşmak kadar kendini tanımak anlamına geldiğini de belirtmek istiyorum. İşte anlatmak aşkına vurulan yazarın ne denli önemli bir konumda bulunduğunu, kendisini tanıyarak başkalarına tanıtmakta, böylece insanlar ve toplumlar arasında iletişim kurmak borcunda olduğunu söylüyorum. Bu küçümsenemeyecek kadar önemli bir uğraştır.
Bir Hadis-i Kutsi’de; “Kendini bilen, Rabbini bilir,” buyruluyor. Kanımca insanın kendisine ve dolayısıyla Yaratan’ına ulaşmadaki yoluna işaret ediliyor. İnsan ve yazarın yalnızlığa sığındıkça kendisine ulaştığı ve düşünme adına olumlu bir adım attığı bir gerçekse, bununla yaratılış amacımız arasında bir bağ olmalı.
Son dönem batı edebiyatının önemli yazarlarından Marguerite Duras’ın Yazmak isimli kitabından yola çıkarak inançsızlığın, yalnızlığın ne denli “yabancılaşmak” anlamına kaydırıldığını, olumlu ve olumsuz anlamda geliştiğini vurgulamak istiyorum. Duras, “Yazı bilinmeyendir,” diyor; “Kafasının içindeki, bedeninin içindeki bilinmeyen... Bir düşünce bile değildir yazmak; insanın kendi kişiliğinin yanında sahip olduğu bir tür yetidir, kendine koşut bir başka kişinin yetisi, ortaya çıkıp ilerleyen, gözle görülmez, düşünceyle, öfkeyle donanmış ve kimi zaman, kendi edimi yüzünden yaşamını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalan... İnsan ne yazacağını bilseydi, hiçbir şey yazamazdı. O zahmete değecek bir şey olmazdı bu...”
Duras’ın üzerinde durduğu yalnızlık, buruk bir yabanileşme. Her şeyden kopmak ve soyutlanmak. Belki ilk başta bir amaçla yola çıkmak, daha sonra amaçsızlık denizinde yolunu kaybetmek, tesadüflerin rüzgârıyla keder ve neşe arasında gidip gelmektir. Ne yaptığını bilir yazar, yani bilmelidir. Sezginin büyük bir rolü yok değildir. Yazı, evet, bir keşiftir. Çoğu zaman yazdıklarınız sizin kontrolünüzden çıkarak başka bir düzleme kayabilir. Bu gayet doğal bir şey. Yazar, yazdıkça yeni şeyler keşfeder. Bir bilim adamıyla yazar arasındaki temel fark da budur esasında. Fakat neyi, niçin anlattığını bilmeyen bir aklın parlak zekâsı, gayesizliği savunmaktan ileri gidemez. Yazmak, anlatmaktır. Öyleyse planlanmadan, ölçüp biçilmeden anlatılmaya kalkışılan şeyler, sahibini yönetir. Hayır, yazar ne yazacağını kesinlikle bilmelidir. Bu bir rüya değildir. Sezgi, ilham, bunlar keşfin yol açıcılarıdır. Her şey tabii ki yazarın kontrolünde olmayabilir, bazen doğal bir süreçte amaçlarınız farklı anlamlar kazanabilir. Bir dil ve üslup sanatı olan yazarlığın bilimsel çalışmalardan farkı, ruh dünyasındaki bilinmeyenleri keşfetmek oluşudur. Her ne kadar kontrol dışına çıksa bile, planlı ve programlı, ciddi bir uğraştır.
Duras’ın; “İnsan yazsaydı, ne yazardı çabası” olarak algıladığı yazmak edimi, doğru, keşiftir bir bakıma. Fakat bir farkla ki, neyi keşfedeceğini bilen ve isteyen bir kâşifin amacına ulaşması, başarmasıdır. Yazı yel gibi gelip geçmez. Bu güzel bir çayın boğazınızdan geçip gitmesi kadar sıradan, geçici bir haz veren iş değildir. Artık ortada kimse için olmasa bile, yazarın kendisi için son derece faydalı olan bir ürün vardır. Akılda uçuşan milyonlarca düşünce kırıntısının somut hale gelmesi ve sonsuza kadar yaşayacak olmasıdır. İtiraf etmek gerekirse, biraz da gurur verici bir şeydir bu.
Duras, yazmayı yaşamak kadar önemli buluyor. Bu noktada hakkı var. Yazmak düşünmektir, aldırmaktır, umursamaktır, önemsemek ve endişe etmektir. Her ne kadar acı verse de yalnızlık değerlidir. Sessizliğin sesini ve yalnızlıkta ortaya çıkan kendinizi dinlemek ve anlatmak önemlidir. İşte “yazmak, içinizdeki yabancıya ulaşmaktır” derken, o yabancının kim olduğunu düşünmek gerek. Yazar, anlamakla ve anladıklarını anlatmakla yükümlü kişi ve insanlık tarihini tarihçilerden daha gerçekçi aktarması gereken bir memurdur.
Platon’un deri ki: İnsan, anlayabildiği kadar yaşar. Anlatmak, anlamanın sonucudur. Yaşamın bir amacı olduğu muhakkaktır. Bu yüzden, insanın hayatın akışına kendisini teslim ederek, açık ve gizli gerçekler konusunda düşünmeden, kaygısız yaşaması kabul edilebilir bir durum değildir. Düşüncesiz, bilgisiz ve dolayısıyla amaçsız bir yaşamın, insanın kolayına geldiği için daha rahat olduğunu savunmanın acziyet olduğu muhakkaktır.
İnsanın, varoluşuna bir anlam verebilmesi için kesinlikle kendisini tanıması gerekir. Bunun için de başkalarını, başkalarının hayatını, düşünce ve psikolojik yapısını bilmesi gerekir. Hayatı tanımak için, amaçların anlam kazanabilmesi için, insanın sadece kendi tecrübelerinden değil, başkalarının tecrübelerinden de yararlanması gerekir. Bunu ifade eden güzel bir söz: “Akıllı insan, yaşadıklarından ders alandır. Daha akıllı olanı ise, başkalarının yaşadıklarından ders alandır.” Bunu gerçekleştirmenin en kolay ve sağlıklı yolu ise, tabii ki okumaktır.
Emre Miyasoğlu
twitter.com/emremiyasoglu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder