“İnsan ancak evin içinde yalnız. Ve kendinin dışında değil, içinde. Parkta kuşlar var, kediler. Ama bir kez de sincap, bir gelincik. İnsan parkta yalnız değil. Ama evin içinde öyle yalnız, öyle yalnız ki ara sıra kayboluyor. On yıldır eve kapanıp kaldığımı yeni algılıyorum. Yalnız. Ve bunu, kendime ve başkalarına bugün olduğum yazar olduğumu belleten kitaplar yazmak için yaptığımı.”
Marguerite Duras böyle başlar Yazmak isimli deneme kitabına. Yazıya böyle girer. Evinde. Dışarıyı gören pencerenin önü, yürüdüğü koridor, mutfağı ve yatak odası onun için bir yazı atölyesidir. Sokağı, meydanı, okul binalarını ve çocuk bağrışlarını dışarda bırakan bir atölye. Yalnızlığın yeri.
Ev, Duras’ın denemelerinde hâkim bir imgedir, bir gerçeklik belki de. Üstelik bu imgesel yoğunluk yalnızca eve duyulan basit bir bağlılıktan kaynaklanmaz; yazıyla evin eşitlenmesidir bu yoğunluğu tetikleyen birincil etmen. Ev olmadan, her şeyden yalıtılmış bir yalnızlık olmayacak. Dolayısıyla yazı da. Bu yüzden eve ihtiyacı vardır Duras’ın. Daha önce başlayıp bitiremediği, hatta isimlerini dahi unuttuğu kitapları yazabilmek için ihtiyaç duyar bu bulgular yerine. Hayatın dolaysız ve sade bir biçimde yaşandığı ev, bir süre sonra birlikte yaşanılan somut bir varlığa dönüşür, “Bu evle birlikte yaşamaya başladım,” diyerek evin çağrışım alanını ve imgesel yoğunluğunu çoğaltır Duras.
Oysa kimi okuryazarlar için durum tersidir. Evde kıpırdanan hayat, günlük meşgaleler, evin kendine ait denklemleri, ses ve yapılacaklar varken odaklanıp bir şeyler üretebilmek zordur. Eşya dikkat dağıtıcı, çeldirici, hatta engelleyicidir. “Hizmet isteyen bir evin sıkıcı idaresi,” diye tanımlar Virginia Woolf evi. Kadınlara ait bir oda ve boş zaman ister tam da bu yüzden. Orhan Pamuk aynı sebeplerle evinin dışında inşa eder yazı evrenini. Sami Baydar bu çeldiriciliği, “Evin içi tuzaklarla doludur,” diyerek ifade eder. Evden kopuşu, aileye ve eve yabancılaşmayı anlatan sayısız roman yazılır. Ev, bir kabuktur kimileri için; sıyrılıp atılması gereken bir kabuk. Marguerite Duras hayatı boyunca işte bu kabukla yaşamayı, bununla avunmayı ve uğraşmayı seçer.
Onun Türkçeye çevrilen Somut Yaşam ve Yazmak isimli deneme kitaplarında çoğunlukla bir iç ses hâkimdir. Bazen kendiyle bazen de okuruyla konuşan bir iç sestir bu. Bir sayıklama. Bu hâliyle gelişi güzel, anlamsal boşluklarla örülü ve savruktur. Gündelik konuşmalara hâkim atlama tekniği de Duras’ın denemelerinde sıklıkla göze çarpar. Bir konudan bahsederken birden bambaşka şeyler söylediği olur. Anlamın etrafında yarıklar açılır. Bir konu henüz derinleşmeden ve o konuya dair anlamsal bir düzlem oluşturulmadan bambaşka şeylerden söz edilir. Okur belli bir fikir edinerek çıkmaz Duras’ın denemelerinden; onun denemeleri, yaşanmışlıklardan ve bizzat kendi hayatından süzülen savruk anlatılardır. Marguerite de bu savrukluğun, bu gelişigüzelliğin, bu bir yere varamamaların farkındadır.
“Bu kitabın başı, sonu, ortası yok. Varlık nedeni bulunmayan bir kitap olmayacağına göre, bu kitap bir kitap değil. Bir günce değil, güncecilik yok içinde, günlük olaylardan doğdu. İsterseniz bir okuma kitabı diyelim.”
Yayımlayıp yayımlamama noktasında dahi kararsızlık yaşayan Marguerite, başka bir yazısında Somut Yaşam’ı şöyle anlatır, “Kitaba benzemeyen şu kitapta, her gün öbürlerine benzeyen, sıradan bir gün boyunca yaptığımız gibi, her şeyden ve hiçbir şeyden söz etmek isterdim.”
Tüm bunlar, yazarın yazılan şeyi hangi türün kılıfına sokacağını, adına ne diyeceğini bilememenin kaygısıyla söylenmiş sözler gibi geliyor bana. Yazılan şeyin hiçbir iddiası olmadığına yönelik bu kesin vurgu, kitaba dair yöneltilecek soruların da önceden verilmiş cevabı gibi. Bir okur olarak belli çerçevesi olan, anlamsal boşlukların giderildiği ve zihnime cevapların değilse de yeni soruların eklendiği metinleri okumaktan haz alsam da Duras’ınkilerin deneme olmadığını söylemek, onu yalnızca bir okuma kitabı olarak nitelendirmek, denemenin kurmaca dışındaki her şeyi içine alan yapısını da yok saymak anlamına gelecektir. Duras’ınkiler tam da bu haliyle denemedir ve tam da bu haliyle tamdır.
Savrukluğu, başı, sonu, ortası olmaması, anılardan ve günlük hadiselerden doğması, bir yere varmaması, paragraflar arası anlamsal bir gelişigüzelliğin olması, yazılan her şeyin “ben”in süzgecinden geçirilmesi, kesin bir varış noktasının olmaması, diğer türlerden beslenmesi, türleri kapsaması, üslupçu olması gibi birtakım özellikler bir metni, denemenin sınırları içerisine dahil etmemizi sağlayan niteliklerden değil midir? Ve tam da bu değişkenliğiyle deneme, kuralsızlığın evreni değil midir?
Serbestliğin belki de tek kural olarak benimsendiği deneme hakkında Paul Baldegger’in söyledikleri önemlidir, “Denemede değişen görüş açıları serbestçe sınanır, bazı düşünceler formüle edilir. Problem, öznel bir yaşantı olarak sunulur. Yöntem analitik değil, sezgiseldir. Konuyu farklı açılardan inceler ve yan alanlara, sürpriz bakış açılarına kayar. Konu mükemmelliği üzerinde durmaz. Konuyu sonuçlandırmak değil, okuru heveslendirmek ister.”
Denemede işlenen konu, serbestliğin verdiği imkân dahilinde bütünlüğün dışına çıkıp bir sayıklama ve fikirler üzerinde gezinme hâline dönüşebilir. Ancak asla bir fikirler yığınına değil. Savunduğu düşünceye inandırmak, kitleleri peşinden sürükleyip onları bir fikir etrafında birleştirmek gibi bir gayesi yoktur bu yüzden. Deneme, yazarının dünyayı görüş ve algılayışını içsel perspektifin süzgecinden geçirerek anlatır. “Ben” evrenine tutulan bir dürbündür deneme. Deneme yazarı da her gün yüzlerce farklı çiçeğe konarak çiçeklerden özler toplayan bal arısına benzer. Arının gün sonunda elde ettiği bal; lavanta, ıhlamur, erguvan değildir artık. O çiçeklerden topladığı özle yeni bir form üretir. Başlangıçtakine benzemez. Kendi içinden, kendi yangınından çıkan yeni bir gerçekliği vardır, yalnızca ona ait bir gerçeklik... Bu şahsilik, bu içsel görü ifadede de yer bulur kendine. Yazar, bir konuda fikir beyan ettikten hemen sonra bundan vazgeçebilir. Birkaç cümle sonra karşı çıkabilir kendine, sorular sorabilir. Cevaba ve kesin bir yargıya bağlanmayan pek çok cümle kurabilir. Bu karşıtlığı, Marguerite Duras’ın denemelerinde de görebilmek mümkün.
“Piyano çalmayı meslek olarak sürdürseydim, kitap yazmazdım,” der bir cümlesinde. Hemen ardından ilave eder, “Ama bundan pek emin değilim. Bu düşüncenin yanlış olduğunu da düşünüyorum. Her durumda kitap yazardım sanırım, yazmaya koşut olarak müzik yapsaydım bile.”
Özelde Marguerite Duras denemeleri, genelde de deneme türü; arayışlar, buluşlar, sorgulamalar ve karşı çıkışlar evrenidir. Cevabın değil, soruların ve arayışların önemsendiği bir evren. Madem deneme bu kadar çerçevesiz bir tür; denemeye biçilen donları, sınırları, tanımlamaları, ötelemeleri, deneme adı altında çıkan takır tukur Türkçeleri hangi kefeye koyacağız?
Feyza Kartopu
twitter.com/feyzakartopu
Serbestliğin belki de tek kural olarak benimsendiği deneme hakkında Paul Baldegger’in söyledikleri önemlidir, “Denemede değişen görüş açıları serbestçe sınanır, bazı düşünceler formüle edilir. Problem, öznel bir yaşantı olarak sunulur. Yöntem analitik değil, sezgiseldir. Konuyu farklı açılardan inceler ve yan alanlara, sürpriz bakış açılarına kayar. Konu mükemmelliği üzerinde durmaz. Konuyu sonuçlandırmak değil, okuru heveslendirmek ister.”
Denemede işlenen konu, serbestliğin verdiği imkân dahilinde bütünlüğün dışına çıkıp bir sayıklama ve fikirler üzerinde gezinme hâline dönüşebilir. Ancak asla bir fikirler yığınına değil. Savunduğu düşünceye inandırmak, kitleleri peşinden sürükleyip onları bir fikir etrafında birleştirmek gibi bir gayesi yoktur bu yüzden. Deneme, yazarının dünyayı görüş ve algılayışını içsel perspektifin süzgecinden geçirerek anlatır. “Ben” evrenine tutulan bir dürbündür deneme. Deneme yazarı da her gün yüzlerce farklı çiçeğe konarak çiçeklerden özler toplayan bal arısına benzer. Arının gün sonunda elde ettiği bal; lavanta, ıhlamur, erguvan değildir artık. O çiçeklerden topladığı özle yeni bir form üretir. Başlangıçtakine benzemez. Kendi içinden, kendi yangınından çıkan yeni bir gerçekliği vardır, yalnızca ona ait bir gerçeklik... Bu şahsilik, bu içsel görü ifadede de yer bulur kendine. Yazar, bir konuda fikir beyan ettikten hemen sonra bundan vazgeçebilir. Birkaç cümle sonra karşı çıkabilir kendine, sorular sorabilir. Cevaba ve kesin bir yargıya bağlanmayan pek çok cümle kurabilir. Bu karşıtlığı, Marguerite Duras’ın denemelerinde de görebilmek mümkün.
“Piyano çalmayı meslek olarak sürdürseydim, kitap yazmazdım,” der bir cümlesinde. Hemen ardından ilave eder, “Ama bundan pek emin değilim. Bu düşüncenin yanlış olduğunu da düşünüyorum. Her durumda kitap yazardım sanırım, yazmaya koşut olarak müzik yapsaydım bile.”
Özelde Marguerite Duras denemeleri, genelde de deneme türü; arayışlar, buluşlar, sorgulamalar ve karşı çıkışlar evrenidir. Cevabın değil, soruların ve arayışların önemsendiği bir evren. Madem deneme bu kadar çerçevesiz bir tür; denemeye biçilen donları, sınırları, tanımlamaları, ötelemeleri, deneme adı altında çıkan takır tukur Türkçeleri hangi kefeye koyacağız?
Feyza Kartopu
twitter.com/feyzakartopu