Baharın gelmeye başladığı şu günlerde bir Tarık Tufan kitabı okumak, insanda, hanımeli kokularını içine çekmenin verdiği hissi değil, acı badem yemenin verdiği tadı hissettiriyor. Öylesine acı, sert, insanın ‘genzini yakan’, ağlatan; önce tebessüm ettiren sonra gene ağlatan…
"Beni Onlara Verme," Profil Kitap’tan yayımlanmış Tarık Tufan’ın son kitabı. Yazar, bu kez hikâye türünde okurların karşısına çıkıyor. 245 sayfadan oluşan bu kitap, yazarın en hacimli kitaplarından ve toplam 41 hikâye barındırıyor. Daha önce yazarın herhangi bir kitabını okuyan okurlar bu kitabın da içine hemen girecektir ancak yazarı tanımayanlar (varsa?) ‘ne çok acı var’mış cümlesini kuracaklardır kitabı okuduğu her an. Beni Onlara Verme'nin girizgâhında yazar niye ve ne hakkında yazdığını açıklayarak okuru kitaba hazırlıyor ve okur bu pasajdan sonra Fırtına Cemal’in, Şoför Cesur’un, Hayırsız Yasin’in, 15 Temmuz’da şehit olan Erkan Abi’nin ve daha birçok kişinin o çetrefilli, bazen duygusal, bazen kriminal, çoğu zaman acılı dünyasına adım atıyor: “Kendimi bilmeye başladığım yaşlarda, içinde yaşamak zorunda kaldığım hayatın bende baş edilmesi güç bir nefes darlığı ve kopkoyu bir iç sıkıntısı yarattığını derin bir acıyla fark ettim. Hayatımı her yanından kuşatan gerçekliğin kalın ve aşılmaz duvarlarını güçsüz ellerimle yıkayacağımı zamanla öğrenmiştim. Bu nefes darlığından, bu iç sıkıntısından kurtulabilmek için kendi kendime hikâyeler anlatmaya başladım. Gerçekliği bozarak, ruhumu ayakta tutmaya çalışıyordum. Bu durumla başka türlü yüzleşmeyi göze alacak kadar cesur bir adam olmak isterdim. Mahallemizi, insanları, yaşadıklarımı hayallerimi katarak anlatıyordum. Beni yaralayan ne varsa, anlattıkça anlam ve duygu değişikliğine uğruyordu. Nefes darlığı ve iç sıkıntısı yaratan bir gerçeklik tahammül edilebilir bir hâle dönüşüyordu.”
Tarık Tufan’ın, kitaplarında dili kullanma meziyeti bu kitapta da gözümüze çarpıyor. Cümlelerdeki sadelik okumayı kolaylaştırsa da, manada oluşan ağırlık okuru zaman zaman yorabiliyor. Bir de bunlara yazarın yoğun betimlemeleri eklenince okur daha da çok yorulabilir. Fakat başka bir yazarda olumsuz bir özellik oluşturacak bu durum, Tarık Tufan’ın her kitapta tarzı oldu. Yazar bu sayede sözcüklerle, sahneyi okurun gözünün önüne çiziyor ve sinematografik bir anlatım sağlıyor. Kitap, otobiyografik hikâyeleri bol içerse de Tufan bazen kendi bakış açısından, bazen de üçüncü tekil kişi açısından yazılarını oluşturmuş. Ancak her zaman, bazen duygusal olarak çok etkilendiği, bazen onu az etkileyen olayları ve kendisine değip geçen veya kendisini delip geçen olayları anlatmış.
İmkansız aşklar, kendi imkansızlığını oluşturan insanlar, İstanbul’un kenar semtinde dünyayı hiç ilgilendirmeyen ama o semtin çocuklarını ta derinden etkileyen yaşamları, aşkları her zamanki gözlem ve yazı gücüyle okura aktarıyor yazar: “Aşık olduğu kadın ölünce, aramızda olduğu halde gerçekte ölmüş olan erkekler vardır; kalbi atar, nefes alır, siz onları hayatta, bir biçimde yaşıyor sanırsınız ama kadın giderken erkeğinin en hayat dolu yanını da alıp gittiğinden birlikte ölmüşlerdir. Aynı tabuta, aynı mezara sığamadıklarından, biri toprakta diğeri aramızda kalmıştır.”
Aşk teması etrafında detaylı bir şekilde dolanan yazar, ölüm ve ayrılığı da buna katarak hikâyelerini daha da dramatikleştiriyor. Kitap, sanki bütün imkânsız aşk hikâyelerinin toplamı gibi. Bunlara bir de toplumsal acıları da ekleyen yazar okurların kalbine kalbine vuruyor. Birçok hikayeden sonra, bir diğer hikayeye geçmek için bir süre duraklayacaktır okur: “Ülkenin hangi yanına dokunsak altından ağlayacak bir yara çıkıyor, farkında mısın? Hangi fotoğrafa baksak içimizi sızlatan bir yüz var. Umran’ın fotoğrafını gördün değil mi? İlginç olan nedir biliyor musun? Bakıyoruz ve ölmüyoruz. O fotoğraflara bakıyoruz, Umran’a, Aylan’a, Ceylan’a, Yasin’e bakıyoruz ve hayatta kalmayı başarıyoruz. Yaşamak hırsı, hayata karşı duyduğumuz o sınırsız şehvet, kredi kartlarımız, ev taksitlerimiz, büyük ekran televizyonlar, indirimli alışveriş günleri, erken rezervasyonlar, özlü sözler, ömrümüzce biriktirdiğimiz para puanlar ve uçuş milleri, feysbuk hesaplarımız, vatsap gruplarımız, telefona yüklediğimiz oyunlar ölmemize mani oluyor. O fotoğraflardan birine bakarken ölüversek hiçbir şeyimiz kalmayacak. Bütün ağırlıklardan kurtulacağız. Ölmeden önce bir kere öleceğiz. Risaletpenah Efendimiz’in dudaklarından dökülen o hakikate mazhar olma şerefine ereceğiz ve ölmeden önce öleceğiz. Bir fotoğrafa bakarken. Bir çocuğun yüzüne bakarken. Bir coğrafyaya bakarken. Aynaya bakarken.”
Tufan’ın bu kitabında bazı yerlerde özellikle Mustafa Kutlu’nun anlatım tarzı hissediliyor. Büyük hikâyeciye bir öykünme diyebiliriz bu bölümlere. Üstelik kişilerin tasvirini gerçekleştirirken Kutlu’nun tarzının hissedilmesi kitaba olumsuz bir etki değil, tam tersi artı bir değer katmış.
Öykülerde bazen imgesel ve soyut anlamın görülmesi Tarık Tufan’ın dilini şiirselleştiriyor ve hikâyelerin etki gücünü artırıyor. Bunlara ek olarak toplumsal olayları da öykülerin arasına etkili bir şekilde yerleştirmesiyle yazarın başarısı daha da artırıyor. 90’lı yılların politik düzeninden ipuçları verdiği kısım bunun en önemli kanıtlarındandır: “1990. Eğer bir takım politik tercihler içinde örgütlü bir yaşam sürüyorsanız ya da örgütü filan bırakın mesela dilini, kimliğini yaşamak arzusunda bir Kürtseniz, ne bileyim adamakıllı bir Müslüman olayım deyip dinî inançlarınızı özel veya kamusal alanlarda özgürce yaşamak istiyorsanız, başınızda bir örtü varsa mesela, 90’lı yıllar diye başlayan hikâyeler çok iç açıcı olmaz. Başında veya sonunda, en hafifinden sebepsiz ve uzun süreli bir gözaltı, gözaltında işkence, öyle dövme sövme değil ağır işkence, uzun tutukluluk, hukuksuz hükümler, faili meçhul cinayetler, öyle böyle değil binlerce faili meçhul hikâyenin içine dahil olabilir insan.”
Halkın içinden yazdığı hikâyelerdeki aşkı, fakirliği, imkânsızlığı ve acıyı çok iyi bir şekilde okurların kalbine kazıyan yazar, Beni Onlara Verme'de en iyi işlerinden birini çıkarmış.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10