Yağız Gönüler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yağız Gönüler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2024 Perşembe

Kendimizle aramızdaki mesafe

"Tenhalığı seviyorum, sık görüşülmeyen ama bağı da koparılmayan dostlukları, sakin mekanları, az rastlanılmayı, kendimle kalmayı, kendimi saklamayı ve de sınırlarımı."
- Tezer Özlü

Fragman/pasaj türü, edebiyata Walter Benjamin’le mi girdi tam emin değilim. Ama özellikle son zamanlarda hem Dünya Edebiyatı’nda hem de bizim edebiyatımızda bir artış gösterdiği görülüyor. (Fragmanla pasajı aynı türler olarak çok görmesem de benzerliklerin çokluğu bu iki türü birbiri yerine kullanmamıza neden olabiliyor.) Bizde de bu türde metin yazan veya az da olsa bu türde eser veren yazarlar var. Elbette Enis Batur’un birçok kitabı buna örnek gösterilebilir. Okunması ve hazmedilmesi başka birçok türe göre kolay bu kısa yazıların yazılması, bence, o kadar da kolay değil. Bir kere tek veya bir iki alana değil birçok alana hâkim olabilmek ve çok iyi bir gözlemci olmak gerekiyor. Fragmanı, oturup bazı konular hakkında kısa kısa yazılar yazmak olarak görürsek yanılırız. O kısa yazıların bir cevher içermesi gerekiyor. En azından büyük kısmının. Bu yüzden ben bu türü en iyi şairlerin yazabileceğini düşünüyorum. Tabiî önümüzde bir Walter Benjamin örneği varken bunun tek şart olabileceğini asla öne süremeyiz.

Fragmanı klasik denemeyle karıştırmamak gerekir. Biçim özelliklerine girmeye gerek yok burada. Ama vurucu metinler olması gerekir fragmanların. En sıradan konudan bahsetse bile. Ki fragmanların zaten belli konulardan ziyade konu skalası geniş olduğu için her konuyu içine alması olağan bir durum. (Enis Batur içbükeyler için böyle bir tarz kullanıyordu.) Fragman türü yazılar okura nefes aldırıyor ama içerik açısından kesinlikle hafif diyemeyiz.

Şair/yazar Yağız Gönüler nesir alanında hayatının verimli zamanlarına giriş yapmış bulunuyor verdiği eserlerle. Bundan sonra daha fazla kitap göreceğimizi düşündüğüm yazarın son kitabı Kendinin Yorgunu, Profil Kitap etiketiyle yayımlandı. Kitabın alt başlığı bence daha geniş bir meseleyi ihtiva ediyor: İçedönük Fragmanlar. Kişisel olarak şunu söyleyebilirim, son zamanlarda özellikle kitabın ilk yarısı itibariyle, kendime bu kadar yakın az kitap okumuşumdur. Zaten bu yüzden birkaç fragman okuyup sonra devam etme niyetiyle başladığım kitabı hiç ara vermeden bitirdim. Yazarın bana yakın cümlelerinden biri şu mesela: “İçedönük olmak zor değil. Hatta bunun zorlukla bir ilgisi yok. Zor olan, bunu tuhaf bulmaları.

İlkokulda, ortaokulda, lisede hatta üniversitede fazla konuşmayı sevmediğim için aldığım tepkiler geldi aklıma. Hatta bunu bir “hastalık” olarak görenler. Ama Türk insanı böyledir, yalnız kalamaz. Türk insanı içedönüklüğü, bir kafede oturup tek başına kahve içmeyi, kitap okumayı, düşünmeyi anlamaz. Özellikle yaşlılar kendi başlarına yemek yemek bile istemez. Topluluk (genelde niteliksiz) insanıdır Türk insanı. Böyle olmayan ve olmak da istemeyene “öteki” gözüyle bakar. Biraz sert bir yorum olmuş olabilir ama benim uzun yıllardır hem yakın çevremde hem daha uzak insanlarda gözlemlediğim bu: Türk insanı kendiyle vakit geçirmek istemez hatta -Dücane Cündioğlu mu diyordu- kendiyle yalnız kalmaktan korkar. Üstelik bunu yapabilene de pek iyi gözle bakmaz.

Biz içedönükler bazen -ya da genelde- hayatın kıyısında durmayı severiz ama aslında kendimizin merkezindeyizdir. Çok da meftun olmadığımız hayatın bırakın kıyısında kalalım: “Gemim yol mu alıyor, su mu alıyor ben ona bakıyorum. Ya hu güzel kardeşim, bu dünya bir düğünse, ben halaya katılmak zorunda mıyım?” Yani Jung’un da dediği ve yazarın da dikkat çektiği gibi… Freud her zaman haklı olmayabilir: “Dışadönük olan, normal olarak çoğunluğun tutumunu benimser, içedönük olansa bu tutumu reddeder. Birisi için değerli olan öbürüne bazı durumlarda hiçbir şey ifade etmez. Freud bile, içedönük tipin, hastalıklı şekilde kendisiyle meşgul olduğunu ileri sürmüştü.

Yağız Gönüler’in kitabı elbette sadece içedönüklük üzerinden gitmiyor. Kitabın ilerlediği öbür kanal ise “tutku”. Tutku, insanı açıklarken kullanılan en kompleks kavramlardan biri bence. Çünkü rasyonel sebeplerle, mantıklı argümanlarla açıklanamıyor. İnsan hayatında bu kadar etkili, bazen maddi/manevi zarar verebilen ama kolay kolay kopulamayan bir şey tutku. Fakat doğru yol üzerinde olduğunu anladığımızda da, yazara göre, cennet inşasının başlaması demek. Elbette kendi kalbinde. Fragman yazmak biraz da böyle dağınık bir konu dağılımı getirir. Yağız Gönüler’de de bu şekilde olmuş ama içedönüklük ve tutku kavramları kitabın her anında karşımıza çıkabilir. Yazarın önceki metinlerinde çok sık görmediğimiz ama bu kitabın özellikle ilk yarısında bolca gördüğümüz ironik bir dil ve mizahi bir anlatım okuru canlı/diri tutuyor. Bu anlatım biçimi sonlara doğru bariz biçimde azalsa da yazara yakışmış ve ciddi konularda dahi okuru yer yer sesli güldürmeye kadar varmış. İroni önemli bir yöntemdir ve yazarın zekâsının da göstergelerinden biridir. Bu anlatım bu kitaba çok yakışmış. Zaman zaman, bazen sıkça Cioran’da bile görülebilen bu mizah ve ironi metinlere, bir bakıma, hava aldırıyor.

Yağız Gönüler insan olma istikametini hiç kaybetmiyor kitapta. Hatası, doğrusu, günahı, sevabı, tutkusu, hissizliği ile insan olduğumuzu bize hiç unutturmadan insanın hep bir hareket, hep bir devr-i daim halinde olduğunu, aynı kalmadığını/kalmaması gerektiğini hatırlatıyor: “İçinde anlam bulduğun, giderek benimsediğin, özümsediğin bir şeyin, kısa bir zaman sonra mayhoş, ekşi bir tat vermesi, meğer bana bundan bir anlam çıkmazmış demek, o yanılgıyla yüzleşmen, peşinden zaten hep böyle olmuyor mu diye gülümsemen. Anlamın bulunan, sonra kaybolan, sonra tekrar bulunan bir şey olduğunu bilmen. Ve yola öylece devam etmen, yeni bir şeyde, yeni anlamlar bulacağını bilerek. Kendi içini yeniden açarak, bir başka anlama teşne, bir başka anlama meyyal. Ne güzel.

Bazen bu tür kitapları okumak iyi geliyor. Birkaç saatte bizi olduğumuz ruh halinden alıyor, bize kim olduğumuzu, ne olmamamız gerektiğini hissettiriyor, arada şaka yapıyor arada biraz dürtüyor, bazen canımızı yakıyor, bazı sayfalarda kapağı kapattırıp düşündürüyor, sorgulatıyor ve daha fresh bir hale getirip koltuğumuza bırakıyor. Yağız Gönüler’in bu kitabı tam da bu söylediğim gibi. Yazar fragman işini iyi kotarmış. Burada kalmaması dileğiyle. (Bak, Enis Batur hiç bırakıyor mu?)

Mehmet Akif Öztürk
ozturkmakif@gmail.com

5 Haziran 2024 Çarşamba

Anlatmadan yaralara dokunan bir dost eli

Modern zamanın erişimi kolay, konfora düşkün ve fakat daima yorgun ve sükuneti arayan insanlarıyız. Zihnimiz sürekli dolu. Ekranlardan, kaydırmalardan, reklamlardan oluşan dev bir hengamenin içinde şahsi dertlerimizi öğütemediğimiz gibi, kendimizi dinleyeceğimiz yahut bir başkasına kulak vereceğimiz zamanlar dahi işgal altında. Böyle zamanlarda anlatmadan anlayan, bir bakıştan, nefes alıp verişten, sesindeki o ince titremeden duruma vakıf olup omzuna baş koyacağı bir dost arıyor insan. Anlatmak için değil, o içteki büzüşme her neyse, ancak bir dostun sırtını sıvazlamasıyla durulacak gibi hissettiğinden. İşte bu kitap, anlatmadan o yaralara dokunan bir dost eli gibi...

Her insan derdi nispetince bir mananın içinde döner durur şüphesiz. Kitap, seni beni ayırmadan insan olma derdinin içinde belki de kaybolmuşlara ‘yalnız değilsin’ diyor fısıldayarak. Bir kavram haritası çıkarıyor edebi çerçevede. “Huzur, insan(ın) gönlündedir. Bakın bu üç kelime de çok kolay okunur ama içini doldurmak hiç kolay değildir. Hangi huzur, hangi insan, hangi gönül? Hakikat belki de bu üç kelimenin içini doldurmakla kendini aşikar ediyor.

Hafıza Kaydı, farklı zamanlarda yazılmış denemelerden oluşuyor. Yağız Gönüler bu denemeleri üç başlık altında sunmuş okura; “Hayat, İnsanlar ve Kitaplar.” Yazar gerek yaptığı alıntılarla gerek değindiği inceliklerle, ‘büyüklerin’ gönüllere dokunuşlarını anlattığı bölümlerle ve avcı bir okurun kendisine uzun bir liste çıkarabileceği kitaplarla lezzetli bir okuma sunuyor okura. Akılda dönüp duran sorulara cevap bulabildiğimiz anlar vardır hani. Bir ses, bir bakış yahut bir kelime boşluğu doldurur. Metinlerin çoğu böyle bir etkiye sahip. İnsan bir soruya hazırlıksız yakalanabildiği gibi, bir duyguya ve bir cevaba da hazırlıksız yakalanabiliyor.

Yeni bir yer yoktur, yeni bir ‘sen’ olana kadar.

Kimsenin kendine toz kondurmadığı bu zamanda yeni bir kimlik inşa etmek üzerine ve bu inşanın yokluğunun insanı içine düşüren sığlığı hakkında tefekküre davet eden muazzam bir cümle. “Yeni bir yer yoktur, sendeki seni bulup çıkarana kadar. Böylece her gün döndüğün yer, sadece döndüğün yerdir.

Yol yürümek, yol açmaya niyetli olanların işidir. Kendi(nde) bulduğu anlamı başkalarında da yaşatmak için. Sahiden yaşamak için. Yaşamak umurumuzdadır.

Sahiden umurumuzda mıdır?

Hakikat acımaz, acıtır.

İnsan daima özgür olmak ister ve insan daima özgün olmak ister.

Kalple akletmek, duyularla idrak arasında sağlam bir köprü inşa eder. Göz nereye baksa Allah’ı görür, kulak neyi duysa Allah’ı işitir. Böylece ‘Doğuda da batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır’ ayetinin sırrını tadar, yaşar.

Aramak, bulmak, yitirmek, sonra tekrar aramak, bu defa bulamamak ama aramadan asla vazgeçmemek, tüm bunlar sevgidendir.

Hayatımızdan memnun olmaya, öyle veya böyle güzel yaşamaya çalışmak tek başına halledilecek bir mesele değil.

Deneme, okuru içine alma açısından riskli bir alan. Didaktik olmadan, kalbe değen meseleleri yazarla bir dost muhabbeti kıvamında ele alan kitabın arka kapak yazısı genel bir özet sayılabilir;

Yaşadığımız topraklar dünüyle bugünüyle bizlere çok şeyler vadediyor. Eski(mez) insanların izini sürmek, onların yazdıklarından ve yaşadıklarından kendimize pratikler çıkarmak, dünü bugüne ve bugünü yarına bağlamak, Tanpınar’dan ilhamla söyleyecek olursak ‘değişerek devam etmek ve devam ederek değişmek’ her zaman mümkün. Yeter ki birileri ‘başka şeylerle’ ilgilensin, ‘başka şeyler’ okusun. Raflarda tozlanmış kitapları yeniden ortaya çıkarsın, kimsenin dikkatini çekmeyen asil konuları yeniden yorumlasın, tüm ciddiyetiyle ‘para etmeyen’ ama ‘mana yüklü’ işlerle yaşama anlam üstüne anlam katsın. Hem kendine hem civarına bahtiyarlık sunsun, huzur aşılasın, şevk versin. Neden olmasın?

Nihayetinde; “Muhabbet yalnızlığı giderir, muhabbet yürekleri bir eder, muhabbet cana can katar, muhabbet gönülleri mamur eder.

Vesselam.

Sevde Yazıcı
twitter.com/yazicisevde

13 Şubat 2024 Salı

Ömür, bir gönül durağında beklemek değil midir?

"İnsan her yerde durabilir. Bir parkta, trafik ışığının altında, market kuyruğunda, otobüs durağında. Fakat insan her yerde bekleyemez."

İnsanoğlu bedeninin ve ruhunun ait olmadığı yerleri hisseder. Buna göre hayatını şekillendirmeye özen gösterir. Kalp, huzur bulamadığı mekânlarda sıkılır. Kendini ya bir serinliğe, ya bir ağaç gölgesine atmak ister zaman zaman. Ruhuna iyi gelen nereyse orda kalmak ister. Ama kalmak bir varış değildir. Aslında o noktada bekleyişidir, bedenine ve ruhuna iyi gelen.

Bir modern zamandan kaçış dalgası tutturmuşuz gidiyoruz. Ruhumuzu doyurma çabasındayız elbette. Bunu nasıl yapmak, neyle meşgul olarak gidermek her kalpte farklıdır elbet. Nerede bekleyeceğinizi bilmek ya da bilmeye uğraşmak, bu yolda olabilmek ya da yolun hiç bitmeyeceğini bilebilmek… İşte bu güzel düşünceleri hayatınıza ve aklınıza katabileceğiniz, okudukça sonunun gelmesini istemeyeceğiniz, her sayfasında farklı pencerelerden hayata mı yoksa iç dünyanıza mı bakacağınız arasında kararsız kalabileceğiniz, bitirince tekrar sayfalarını karıştırırken kendinizi bulacağınız harika kitap; Eşikte Beklemek. Bu arayışların, buluşların, bekleyişlerin, kayboluşların içerisinde olabilmenin huzurunu size sunarken, hayatın anlam ve amacını sorgulatmadan da sizi bırakmayacak.

Yağız Gönüler’in bu güzel kitabı; Profil Kitap'tan çıkmış, deneme türünde yazılmış ve herkesin kendine ait normlar bulabileceği bir eser niteliğindedir. Okuyucuyu yormamasının yanı sıra, sanki yakın bir tanıdığınızla çay sohbeti ediyormuşsunuz tadı da veriyor. Kitabı bitirdikten sonra, altını çizdiğiniz yerleri tekrar okuyup üzerine düşüneceğiniz, kaliteli zamanlar geçirmenize vesile olacak diyebilirim.

Yazar bizi kısa kısa deneme yazılarıyla, iç âlemimizi sorgulamaya yöneltirken, hayatla olan mücadelemizin de aslında ne yönde olduğunu, nasıl ilerleyebileceği hususunda da güzel nokta atışları yapıyor. "Koca bir hayatla mücadele edecek gücü kendinizde görebilmemiz bile büyük bir kibir. Çünkü ayrılığın, yoksulluğun ve ölümün olduğu bir hayatı yaşıyoruz.". Okuyucuya verilen mesaj aslında oldukça açık. Mücadele vermek demek tam anlamıyla her şeyin üstesinden gelebileceğimiz anlamına gelmiyor elbet. Önemli olan bu yolda yürüyor olabilmek. Pes etmeden. En önemli mücadelenin ise insanın kendisine doğru yapılan olduğu vurgulanıyor aslında kitabın çoğu yerinde.

Yazar, insanın hayatında ve iç âleminde yaptıkları veya yapmaya çalıştıklarını kalplere sorgulatırken aynı zamanda sizi çok güzel mısralarla, türkülerle, kıssadan hisselerle buluşturmaktan da geri durmuyor. Niyazi-î Mısrî’den Mevlânâ’ya Yahya Kemal’den Taşlıcalı Yahya’ya Süheyl Ünver’den Akif’e kadar geniş bir yelpazeyle karşılıyor bizleri. Anlatılan kıssalar, okunana mısralar yaşamaya çalıştığımız günler içerisinde okuyucuya bir çay molası, belki küçük bir göz dinlendirmesi ya da bazılarımız için ‘anlam’ buluşlarını barındırıyor. Veyahut anlamın özüne inerken oralarda kaybolabilmeyi, bu kayboluştan gerçek sandığımız hayata geri dönme isteğini en aza indirmeyi içeriyor.

Yazar, "Kendi gönül âleminden uzak kaldığın her an gurbettesindir. Gurbet bir yer değil, hissiyattır." diyor. Kitaptaki çıkarımları çok da kıyaslamak istemiyorum. Çünkü hepsinin ayrı bir önemi mevcut, insan hayatının değeri için. Lâkin bu cümle, benim nazarımda kitabı süzgeçten geçirince elimde kalan en güzel çıkarımlardan biri. Aslında insanoğlu kendini biliyor. Kalbin neye ihtiyacı olduğunu, gönlünü beslemekten uzak kaldığını, uzaklaştığında kendindeki eksikliği… Sınırları geçince vardığımız memleket gibi değil, gönül işi. Ona sınırları içinde ve sınır dışında da ne verdiğimizle alakalı aslında bu iş. Eğer yolunu bulduramadıysak kalbimize, durup bir düşünmekte fayda vardır. Durup, beklemeli. İşte bu beklediği yerdir aslında en önemlisi. Başta da söylediğimiz gibi insan her yerde bekleyemez. Ancak manasını bulduğu yerde beklemelidir. Çıkarımlarımı yazarın kitabı bitirdiği şekilde bitirmek en güzeli olacak sanırım. Yazar, kitabını başladığı gibi Yunus Emre ile bitirmiş, şöyle sonlandırmış:

"Âşık öldü deyû salâ verirler
Ölen hayvân imiş âşıklar ölmez."

Büşra Yıldız Geçgel

6 Haziran 2023 Salı

Yol yürümeyen beklemenin ne olduğunu bilemez

"Ne yol biter ne yolcu. Hepsi gelir gider. Bir tek eşik bekler. Eşik en sadık derviştir, çünkü."
- Yağız Gönüler, Eşikte Beklemek

İnsan vasıl olmak ister elbet ama vuslatın yakıcı bir ateş olduğunu düşünemez. Çocukluğumuzdan itibaren her şeyi adım adım öğreniriz, sevdiğimiz şeylerin dozunu yavaş yavaş artırırız. Yeni doğan bir çocuğa kebap yedirmek hiçbirimizin aklından geçmez. Vücudumuzun dünyanın lezzetlerine hazır hale gelmesini bekleriz. İlk kelimelerini söylemeye başlayan bir çocuğun ilk önce anne mi yoksa baba mı diyeceğini merak ederiz ama bu çocuktan bize olan derin muhabbetini ballandıra ballandıra anlatmasını istemek hepimiz için abartılı olur. Bunun için çocuğun duygusal olgunluğa erişmesini bekleriz. Beklemek; olgunlaşmayı, hazır olmayı, layık olmayı da barındırır içinde. İstemek başlamaksa beklemek tamamlamaktır. Bekleyen, beklenenin rızasını aldığında kabul edilir. Toprağın altına bırakılan bir tohum beklemek suretiyle kavuşur güneşe. Buradan bakıldığında beklemenin pasif bir eylem olduğu düşünülmemelidir. Aksine, beklemek bilinçli ve aktif bir eylemdir. Öbür türlüsü beklemek değil vazgeçmektir. “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer.” düsturundaki beklemek miskin miskin oturmak değil; tekkenin müdavimi olmak, tekkenin hizmetkârı olmak, varlığını tekkeye adamaktır.

Ecdadımız “Sel gider kum kalır.” sözüyle, sebat etmenin ve vefanın da ehemmiyetini vurgulamış. Bir kapıya kul olabilirsek kapının sahibinin muhabbetine de nail oluruz. Bu nedenle insanın kıymeti beklediği kapıyla ölçülür. Hangi kapının köpeğiysek o kapının nimetiyle rızıklanırız. Bir şiirinde Yağız GönülerBana tutunacak çok dal verdi hayat / rüyalar, dualar, eskilerin ayak izleri ve kapılar” diyor. Hepimiz bir kapıya tutunuyoruz çoğu zaman farkında olmasak da. Eşiğinde beklediğimiz ve tutunduğumuz kapılar dünya kapısıysa bize ahiret saadeti veremez. Yağız Gönüler iki cihan saadeti için beklenecek eşikleri işaret ediyor Eşikte Beklemek kitabında. Kitap, okuyucunun gönül kapısının eşiğinde bekleyen bir şairin dilinden yazılmakla birlikte okuyucuyu Dost kapısının eşiğinde beklemeye davet ediyor. Yunus’un bir şiiriyle başlıyor kitabına Gönüler: “Bir şâha kul olmak gerek hergiz ma’zûl olmaz ola / Bir işik yastanmak gerek kimse elden almaz ola.” Öyle bir sultanın kapısına kul olmalıyız ki bizi o kapıdan kimse kovamasın. Öyle bir eşiğe yaslanalım ki kimseler bizi oradan alıkoyamasın.

İnsan durduğu yerde tamir olamıyor öyle araba gibi. İnsan giderek tamir oluyor.” diyor bir yazısında Gönüler. Hayat, durduğumuz yerden öğrenilmiyor. İnsan, hata yaparak öğreniyor. Gitmek yani eylemde bulunmak, karar almak, bilinçlenmek, kendini bulmak ve en nihayet kendini gerçekleştirmek yani aslına ulaşmak insan olma serüvenimizi oluşturuyor. İnsan, bir kömür parçası değil ki durduğu yerde elmasa dönüşsün. İnsan kendini kendi parlatacak. Yol yürümeyen beklemenin ne olduğunu bilemez. Beklemek, Allah’ın lütuf ve keremi gökten yağmur gibi yağarken ellerini cebinden çıkarıp semaya açmaktır. Beklemek, kendini bilmeye götürür insanı. Kendini bilen kişi, nefsinin tuzaklarına karşı kendini nasıl koruyacağını da bilir. Kendini bilen kişi, yaratılışının gizlerini de bilir. Kendini bilen kişi yaratılmışlardaki ortak sırrı da bilir. Kendini bilen kişi, en nihayet Rabbini de bilir. Rabbini bilen kişi, başka kapı olmadığını da bilir. Dünya saadeti, ahiret azığı ancak o kapının eşiğinde bekleyenleredir.

Birisi durduk yere karşınıza çıkıp sizi çok sevdiğini, sizin için her şeyi yapmaya hazır olduğunu ve sizden de muhabbetine karşılık beklediğini söylese bu söylediğine hemen ikna olmazsınız. İddia sahibinin iddiasını ispat etmesi gerekir. Peki, nasıl ikna edecek sizi? Cebinden bir tomar para çıkarıp elinize tutuştursa ikna olur musunuz? Muhtemelen derhal parayı geri verirsiniz. Karşınızda yakasını, bağrını yırtıp parçalasa ya da herkesin ortasında sizi ne kadar çok sevdiğini haykırsa ya da ne bileyim bir kamyon dolusu gülü kapınızın önüne boşaltsa… Bütün bunlar bu şahsın size olan sevgisine ikna olmanız için yeterli olmadığı gibi şahsın sizinle ilgili farklı niyetleri olduğunu düşünmeye ve ondan uzaklaşmaya çalışırsınız. İnsanların bize karşı muhabbetlerine ikna olmamızı sağlayan en önemli unsur samimiyettir. Hesapsız kitapsız bir şekilde bizim etrafımızda güzellikler oluşturan birileri varsa, bize hayatı kolaylaştıran, yürüyeceğimiz yollardaki taşları temizleyen birileri varsa onların bize karşı muhabbetlerinden emin oluruz. Böyle bakıldığında sevginin, muhabbetin ispata ihtiyacı yoktur. Sevgi, gösterilecek bir nesne değildir. Gönülden gönüle kurulan bir köprünün adıdır muhabbet ve herkes geçemez o köprüden. Gönül Dağı dizisindeki Sefer karakterinin Zahide’ye olan aşkındaki teslimiyetle kurulabilir ancak bu köprü. Yanmadan muhabbet olmaz.

Enderunlu Ali Bey’in bir uşşâk bestesini alıntılıyor Gönüler. “Kaydet beni de ‘defter-i uşşâk’a a mâhım.” diyor bestede Enderunlu Ali Bey. Beklemek, kayıt defterine adını düşürmektir. Yusuf’un köle pazarında satışa çıkarıldığı gün ihtiyar bir kadıncağız da alıcılar arasında bekler. “Sen neyine güvenerek Yusuf’a talip oluyorsun be kadın?” diye horladıklarında, “Yarın Hakk divanında Yusuf’un taliplileri arasına beni yazsınlar da varsın alamayım.” der. Neye talip olmuşsak oyuz aslında.

Beklemek, kendi kusurunu görmektir. Kusurunu gören kişi kendine çeki düzen verir. Kendi kusurunu düzelten kişi zamanla başkalarının kusurlarını da görmemeye başlar. “Kusur görenindir.” buyurmuş büyüklerimiz. Etrafımızda kusur diye adlandırdığımız her ne varsa Hakk katında bir ölçüye bağlıdır ve beğensek de beğenmesek de olmuş ve olacak her şey Hakk’ın iradesine dahildir. Sebzelerin dibine döktüğümüz hayvan gübresi kötü kokar ama sebzeler için yararlıdır. Kimi kaynaklarda Hz. İsa (as) ile ilgili kimi kaynaklarda ise Hz. Muhammed (s.a) ile ilgili anlatılan bir kıssa da köpek leşini gören arkadaşlarının iğrendiklerini belirtmeleri üzerine “Dişleri ne kadar da güzel.” buyurdukları anlatılır. Bir köpeğin bir balığı koşamadığı için hakir görmesi ne kadar saçmaysa güzelin çirkini, zenginin fakiri, akıllının ahmağı hakir görmesi de o kadar saçmadır. Balığa yüzme yetisini veren Allah onu suya koymuştur ki koşmaya hiçbir zaman ihtiyacı olmayacaktır. Aynı şekilde insanlar da sahip oldukları yeteneklerle, mal varlıklarıyla imtihan edileceklerdir. “Biliniz ki kuşkusuz, mallarınız ve çocuklarınız (sizler için birer) imtihandır.” ayetinin sırr-ı hakikati de budur. Buradaki mallarınızdan kasıt zahiren servet olarak düşünülse de her türlü yetenek, güzellik ve zekâ da buna dahil edilebilir.

Gönüler “Neticede mana da içine girecek bir madde arar.” diyor kitaptaki bir yazsında. Güzellik, muhabbet, samimiyet, nezaket, dostluk, huzur, güven vs. duyguların birer kavanoza doldurulup satıldığını düşünebilir misiniz? Her şey kendi kabında muhafaza edilir. Muhabbetin kabı da Muhammed’dir (s.a.). Muhammed (s.a.) kapısına kapılanmadan muhabbet gıdasına talip olunamaz. Sen bir makamın önüne gitsen ve dışarıda beklemeye başlasan. İçerideki makam sahibi senin orada olduğunu nereden bilecek. Bunu kapıda bekleyen kişiye bildirmen ve öyle beklemen gerekir. Her kapının bekleyeni ayrıdır. Yüzbaşının emir eri ile orgeneralin emir eri rütbece eşit olabilir mi? Kapı ne kadar şerefli ise kapıda bekleyen de o kadar şerefli olur. Bu yüzden “Şeref-ül mekân bi’l-mekin” buyurmuş büyüklerimiz. Muhabbet manası Muhammed (s.a.) maddesine bürünerek var oldu ve ondan sonra da “Benim varisim alimlerdir.” hadisinin sırrınca Allah dostu ulemanın suretinde varlığını devam ettiriyor. Buradan hareketle “Alimin ölümü alemin ölümü gibidir.” hadisini, muhabbetin yok olması alemin varlık sebebinin de yok olması gibidir şeklinde anlayabiliriz.

Bir kutsi hadiste Cenab-ı Hakk’ın “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmekliği sevdim ve mahlûkatı yarattım.” buyurduğu rivayet edilir. Allah, bilinmek ister, Allah’ı bilmek de ancak sevmekle mümkündür. Akılla bir yere kadar gidebilen insan, gönül kanatlarını açabilirse Allah insanı Aşk göğünde rızıklandırır. “Onların kalpleri vardır, onunla düşünmezler.” ayetinin sırrı da Cenab-ı Hakk’ın insana akıl yoluyla değil kalp yoluyla yaklaştığıdır. “Ben yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım.” kutsi hadisi de Allah’a duyulan muhabbetin büyüklüğünü işaret ediyor.

Yağız Gönüler’in daha önce pek çok yazısında yer verdiği Ebû’l Hasan Harakânî‘nin şu sözü hepimize günlük yaşantımızda gönül ferahlığımız için bir pusula hükmü taşıyor: “Alim sabah kalkar ilmini artırmak için çabalar. Zahid, zühdünü artırmak ister. Tacir de ticaretini artırmanın peşine düşer. Ebû’l Hasan ise bir kardeşinin gönlüne ferahlık, huzur ve yücelik ulaştırma derdindedir.” Sahi, en son ne zaman bir kardeşimizin gönlüne ferahlık, huzur ve yücelik ulaştırdık? Evliya menkıbeleri hep eskilerden anlatılınca velilerin hepsi geçmiş zamanlarda yaşayıp gitmiş sanıyoruz. Gönüler, “Bugünün evliyası sessiz, davasız, iddiasız; iyinin, güzelin, hayrın ve paylaşmanın derdinde. Eyliyanın en mühim huyu nedir? İnsanın ağırlığını, yükünü almasıdır. Bugünün evliyasını nasıl tanırım? diye soruyorsan söyleyeyim. Çaktırmadan gözyaşı silen biri varsa yakınlarında, onu evliya bil.” diyor. Sahi, biz en son ne zaman bir yetim başı okşadık, en son ne zaman sol elimizden habersiz sağ elimizi uzattık bir düşküne? Sahi, başkalarının gözyaşı ne kadar umurumuzda?

Kişinin dilinde kim varsa gönlünde de o vardır. Yağız Gönüler; kitabında sıklıkla Yunus Emre, Mevlânâ, Niyâzî-i Mısrî, İbnû’l Arabî, Harakânî, Hermann Hesse, Jung, Lütfi Filiz, Muzaffer Ozak, Ahmet Amiş Efendi, Süheyl Ünver, Sadettin Ökten ve Yahya Kemal gibi isimleri referans gösteriyor. Bu da bize Gönüler’in ruh dünyasına dair bir izlenim kazandırıyor. Yola çıkmaya niyet edenler için, yolun taşlarına, dikenlerine ve bu taşların, dikenlerin birer nimet oluşuna dair samimi bir iç döküş gibi okunuyor Eşikte Beklemek. Eşiğinde beklediğimiz kapılar şahidimizdir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

14 Haziran 2022 Salı

Bir manevî bahçeler gezintisi

Okuduğumuz kitaplar bizi ruhen çok başka diyarlara, dünyalara götürür. Farklı iklimleri yaşamamıza ve hayatımıza yeni pencereler açmamıza vesile olur. Nitekim Allah dostlarının hayatlarını okumak benim için yemyeşil, rengarenk güllerle dolu bir bahçeye girmek gibidir. Öyle ki bu güllerin şahı Sevgili Peygamber Efendimiz ve Allah’ın dostlarıdır. Rabbim bizi bu manevî bahçeden uzak eylemesin. Her bir gülün kokusunu ömrümüzün sonuna dek ruhumuza, gönlümüze sinmesini nasip eylesin.

Bundan birkaç yıl önce Semerkand TV’de yayınlanan Derviş Çeyizi adında bir program izliyordum. Programın sunucuları Emrah Yardımcı ve Adem Topal birçok türbeleri ziyaret edip, Allah'ın veli dostlarıyla ilgili sohbet ediyorlardı. Öyle feyizli bir programdı ki izlerken hep etkilenirdim. Bu etkilenme kitabı okurken de oldu. Tıpkı oradaki manevî lezzeti tekrar almış gibi oldum.

Okuduğumuz her kitap bizi farklı yolculuklara çıkarır. Farklı iklimler yaşatır. Gül Alırım Gül Satarım ise bizi tasavvufi bir yolculuğa çıkarıyor, Allah dostlarının hayatlarına misafir ediyor. Bölüm olarak da ikiye ayrılıyor. Birinci bölüm Gül Alırım, ikinci bölüm Gül Satarım. İlk bölümde okumakla ilgili önemli yazılarla karşılaşırken Sâmiha Ayverdi Hanımefendinin kendisi ve eserleri hakkında birçok bilgi veriliyor. Özellikle fikir ve düşüncelerinin üzerinde önemle duruluyor. Özellikle alıntılanan bazı kıssaların üzerinde çok düşündüm, tefekkür ettim. Diğer sayfalara bir türlü geçemedim. Tavsiye edilen kitapları tek tek okuma listeme ekledim. Kitap bu açıdan gerçekten çok zengin. Zira Yağız Gönüler, tavsiye ettiği her kitabı en ince ayrıntısına kadar büyük bir emekle yazmış. Ayrıca yazarlar hakkında da ayrıntılı olarak bilgiler vermiş. Özellikle Samiha Ayverdi ve Sadık Yalsızuçanlar’ın üzerinde bilhassa durmuş. Eserlerini ve fikirlerini geniş bir çerçevede ele almış. Daha sonra kıymetli şahsiyetlerden biri olan Sadettin Ökten hakkında da derinlemesine bir anlatımda bulunmuş. Hayatı, eserleri ve dünyaya bakış açılarından bahsetmiş. Burada şunu belirtmek istersem, kitabın en güzel yanlarından biri, beni hiç bilmediğim kitaplara götürmesiydi ki bu yönden çok mutlu ve nasipli olduğumu düşünüyorum. Tabii kitap sadece eserler hakkında değil birçok Allah dostlarının kabirlerinden de bahsediyor. Ancak üzerinde en çok durulan Allah dostlarının hayatı oluyor. Örneğin; Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri, Abdülkadir Geylani Hazretleri, Mevlânâ Hazretleri, Yunus Emre Hazretleri, Yahya Efendi, Muzaffer Ozak Efendi ve adını yazmayacağım daha birçok evliyaların hayatları önemle gözler önüne seriliyor.

Gerek İstanbul gerek başka şehirlerde bulunan türbelerden. Bunların birkaçını ziyaret etmek için şimdiden notlar aldım. Rabbim inşallah gidip, görmemi de nasip eder. Nitekim onlar öyle bir manevî sultanlar ki haklarında yazılmış yazıları okurken dahi gönlümün, sadrımın genişlediğini, huzur bulduğumu ve giderek daha da kötüleşen bu dünyadan uzaklaştığımı hissettim. Yazıların çoğunda belirtildiği gibi kabirlerin ruha şifa olduğuna bir kere daha inandım. Belki bu bazı insanlara garip gelebilir. Fakat o, manevî sultanların ne zaman kapısına gidilecek olsa her hayrın ve güzelliğin kapısı açılır. Zira onları edeple ve hürmetle ziyaret edenlerin ellerinin hiç boş döndüğünü bilmem. Bu bağlamda kitapta geçen şu kısım beni çok etkiledi. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretlerinin duası:

Yâ Rabbî! Kıyâmete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kerre türbemize gelip rûhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir. Bize mensup olanlar, denizde boğulmasınlar; âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler; îmânlarını kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de ölümleri denizde boğularak olmasın.

Dilerim ki Rabbim bu duadan nasiplenmiş kullarından eyler bizi. Ve Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinin aziz ruhaniyetleri bizi kabul etmiş olur. Diğer kısımlardan da kısaca bahsedecek olursam aralarda verilen mesajlar, kitap ve okumakla ilgili olduğunu belirtebilirim. Zira Yağız Gönüler’in şu sözleri bir okuyucu olarak çok hoşuma gitti. “Konuşurken arka plana kitaplığını alan kimselerle alay etmek, her sıkışıldığında başvurulan 'bana edebiyat yapma' söyleminin değişik bir türü. Oysa ev bile dayanır kitaba. İnsan güç alır kitaptan, nefes alır. Yaşam için anlam arar. Lezzet işidir kitap. Tatmayan ne bilsin.

Ayaklarımızda takat kalmadığında, yaşamın ağırlığı altında ezildiğimizde, yorgun düştüğümüzde, ister maddi ister manevî olsun bir çıkmaza girdiğimizde bizi kendimize getiren kitaplar can yoldaşından da ötedir.

Kitabın sonlarına doğru ise bizi ikinci bölüm olarak Gül Satırım karşılar. Bu kısımda Yağız Gönüler'in yazılarını ve yaşadığı anılarını okuyoruz. Kısa kısa yazılmış olsa da insanın üzerinde uzun bir tesir bıraktığını söyleyebilirim.

Çağımızın yaralarından biri olan sürekli övülmeye ve takdir görülme sevdasına dair şu sözleri ise her şeyi özetler nitelikte: “Dedim: Hep alkış, takdir, ödül bekliyorlar. Dedi: Sonunda bir top beyaz beze sarıyorlar.

Bir gönül insanın kalemini okumak, kalbinden geçen yansımalara şahit bulunmak benim için büyük bir nasipti. Rabbim Yağız Gönüler’in kalemine zeval vermesin. Kuvvet versin ve daha nice kitaplarını okuyabilmemizi bize nasip eylesin.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Nâmütenâhî: Nihayeti olmayan. Sonsuz. Uçsuz bucaksız. İnsanı en güzel anlatan kelimelerden. Çünkü insanın da nihayeti yok, sonu yok, ucu bucağı yok. Nefes alıp verdikçe gidip geliyor, varlığı ve yokluğu bir arada yaşıyor, kimi zaman düşüyor, bazen kalkıyor. İnsan, nâmütenâhî."

"İnsana hizmet; en güzel ibadet. İlahi aşk; en büyük sevgi. Tebessüm; en kıymetli paylaşım."

"Selamet, insanın kendi kalbini keşfedebileceği şeyler okumasındandır diye düşünüyorum. Kalbini keşfetmeyen bir insanın gördüğü sadece gördüğüdür."

"Konuştuğumuzda gözümüzün içine bakan bir çift göz şifaya vesiledir. Önce dinlenilmek ister insan. 'İnsanda dinlenmek' budur belki de..."

"İnsan yaş aldığına ne yuva kurmakla, ne ana-baba olmakla, ne çevre genişliği ne de maddi kuvvet elde etmekle ayân olur. Hatalarının farkına varıyorsan, hâlâ yüzün kızarıyorsa büyüyorsundur. Kıymetini bilmek gerek her şeyin."

"Hiçbir vakit oturup da bir çay içmediğimiz insanlar vardır ve biz onları çok severiz. Bunun "kalbî" olması dışında bir açıklaması yoktur. Ruhlar birbirini çeker. Böyle ilişkilerde vefa bile aranmaz. Karşılıksız, alışverişsiz, beklentisiz bir dostluktur. Sevilir ve kenara çekilir."

"Yaşı ve tecrübesi ne olursa olsun her insan bir bastona ihtiyaç duyar. Kiminin bastonu müziktir, kiminin okumak ve yazmak, bir başkasının bastonu tabiatla kucaklaşmakken ötekinde derin bir sükûnet bu vazifeyi üstlenir."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

3 Şubat 2021 Çarşamba

Muhatap arar şair kendine

Yağız Gönüler, Kırılınca Klarnet ve Minnet Eylemem'den sonra okuyucusunu Profil Kitap vesilesi ile Freud’un Göremediği Rüya ile selamlıyor. Hayatını şiirle şiirini de hayatla karan, dünyayı hayra yormanın peşinde, hayatın iki yakasını şiirle kavramaya çalışan bir dil işçisi Yağız Gönüler. İnsan denen sır küpünü çatlatmaya; yekten tecime sergi olmuş çivisi çıkmış dünyanın derdine ortak aramaya devam ediyor bu kitabında yer verdiği şiirlerle. Yağız Gönüler, daha çok nereden geldik nereye gidiyoruz sorusuyla başına bela açmış bir şair. Bu sorunun peşinde düşe kalka, el yordamıyla, şaşkınlıklar ve hayal kırıklıklarıyla ama hep umutla cevaplar arıyor. “Topraktan” gelip “Toprağa” uzanan ortak maceramızın içinde her bir hayatın gölgesi bir başkasının üzerine düşüyorsa şair biraz da bunun izini sürüyor; gölgelerin dostluğu adına konuşuyor.

Şiir sofrasında göresidiğin bir dost yüzünü görüyorsun Yağız Gönüler’in şiirlerinde. Bittiği yerden başlayan aslında başlarken bitmeye yakınlaşan bir yerden, “Herkesin son dediği / yerden geliyorum” diye hatırlatıyor ortak hikâyemizi.

Hayra yorulacak bir rüya mı şu hayat? Ekmeğin, suyun, sabahın, akşamın, diline dolanan şarkının, ciğerine işleyen türkünün yakıcı üslubuyla “elinde kırılmış kumanda” yla insan neye muktedir şu dünyada? Yorgun akşamüstlerine benzemiyor mu hayat, her gün tazelense de gün. Belki de ondan: “Erkek anaları dünyaya dalgın bakar / işte bundan otuzlarımın çıtı çıkmıyor.

Şiddeti muhtelif depremlerden incinen, hayatın her sarsıntısına katlanarak yorulan; şüphenin, endişenin uyanık tuttuğu bir bilinçle ekmek, şiir ve türkü ile hayret kapılarında gezen Yağız Gönüler, hayatın bağışlanamaz taraflarına işaret ediyor: “Bir simitçi her zaman endişelidir / çünkü zaman en çabuk onu bağışlamaz.

Şairin Muhyiddin İbnü’l-Arabi, Yunus Emre ile kurduğu ünsiyetten Jung da nasipleniyor sanki hiç yadırgamadan. Psikolojimiz, yaralarımız ve üstümüze basılan tuzlar onu da bağlıyor hiç umulmadık yerlerinden. Şairin önce dizlerine çöken bir ağırlık sonra dizelerinde çağıldıyor. Cevaplarında kendini izhar ediyor insan. Cevaplarıyla cerahatini boşaltabiliyor, öyle ya: “İnsan aslında cevaplarının toplamıdır.

Şaşırıp kalmak bize artık ne kadar uzak” diyorsa şair yolda susamışlara yahut yasak sulara kanmışlara “Haydi, durma!” diyor: “kaybettiğin o hayret için biraz daha gayret.

Oğluma Ömer dedim dünya aynı dünya / her gün yeni bir put diken kim” derken okunuyor endişesi bir babanın sözünden. Yüzünden düşen bin parça değil mi zaten herkesin şu ara. Değil mi ki: “İnsanın hakikati olmuş bir ev, bir araba.

Bu toprakların diye söze başlayanların ezberinde kaç türkü var ola? Yed-i emini sayılacaksa türküler memleketin, muhannete minnetin ne anlamı var? Mademki: “bazı borçları yalnız türküler ödeyebilir.

Uzak, nedir?” diye soran şairi herkes hatırlar. Kendisinin ücrasında yaşayanlar en çok. Yakından bahsi açıyor Yağız Gönüler, yakınını çağırarak yapıyor bunu. Hep kıyısında dolaştığımız çocukluğun bilincimizin tersini düz yapan etkisinden söz açıyor: “yakınlara küstün yakınlara küsme / uzaklar her zaman gerçek değildir / dünyaya küs dünyanın haberi olmasın / unutma hep çocukluğun kenarındasın.

Adı Yağız olanın kaderi atla elbet birleşir. At sırtı görmedi bizim nesil biliyorum ama rüyamız at sırtından inmedi hiç.

Büyük resmi görene madalya takmıyorlar. Ama herkes ona müşteri, kime ne diyesin? “Büyük resmi hiç görmesem de olur canım” dese de şair elbet yalandır diye bakmazlar ona bu kesin.

Hayatın zor dönemeçleri, ağır yükleri vardır. İmtihanın büyüğü insanın kendi iddiasındandır. Kitabın başından, ortasından ve sonundan mesulüz ancak “kitabın en ağır yeridir ortası / her şey apaçıktır orada.

Yağız Gönüler, emeğin duyarını kasmaz. Onun ne kasılmasına ne de büzülmesine gönlü razı olur. Resmi veriler itimat ister kendine ancak şair buna hemencecik kanmaz: “emek can veriyor ey resmî veriler / madende şantiyede asansör boşluğunda.

İğneyi kendine ne kadar batırdınsa, ele çuvaldız o kadar. Kendinden söz et denince başlayan sahte senfoni Taptuk’un kapusuna varamaz bir türlü. Şair, bunu da yazar tahtaya; Kant, Hegel ve Heidegger bakakalır: “Yunus Emre’yi de okuyamadın anca Kant ve Hegel / ben öyle varlığın öyle zamanın ve Heidegger.

Dünya, bir gölgeliktir o da pek vefasızdır. Üzerinden yaratılmış olmanın şaşkınlığını atamayana şair denir hem: “Yaşam fazlasıyla şaşırmaktır, doyamıyorum”. Koşan yorulmaz, durgun suda üreyip durur mikrop. Boş vermenin en güzel yolu kuşku yok yürümektir: “dinlenirsek yoruluruz biz boşver yürüyelim.

Şairin görüp de Freud’un hiç göremediği rüya nasıl bir rüyadır gerisin geri toprağa varınca anlayacağız sanırım. Bilincin ne altında ne üstünde bir teselli var. Buzdağının üstünden ne fayda gördük altından umalım. Arifin tarife muhtaçlığı yoktur lakin arar şair yine de bir çift kulak kendine.

Orhan Gazi Gökçe
twitter.com/OGGokce

19 Eylül 2020 Cumartesi

Hızlı kent yaşamına karşı dervişane bir dinginlik

Yağız Gönüler’in son şiir kitabı Freud’un Göremediği Rüya okuyucuyla buluştu. Kent insanının bunalımı, çocukluk, tasavvuf ve felsefe gibi temaların ağırlıklı olduğu şiirlerin ortak özelliklerinden biri de bütün bir hayatı uykuyla uyanıklık arasında adeta rüya gibi izleyen bir adamın dilinden söyleniyor olması. Kitabın ilk ve son şiirleri aynı şiirin iki parçası gibi oluşturulmuş. İlk şiir “Topraktan” ismini alırken son şiir “Toprağa” ismini almış. “Topraktan geldik, toprağa gideceğiz” anlayışını vurgulayan bu tutum aynı zamanda bir tevazunun da ifadesi olmuş. Bu iki şiiri birlikte okumak; “Dünya dedikleri bir gölgeliktir” dizesini de çağrıştırıyor. 

“Topraktan” şiiri şu dizelerle başlıyor:

“Varım desem büyük söylemiş olurum
Yokum desem elbet ağır gelir”

Bu iki dizede varlığın birliği anlayışını güçlü bir şekilde vurguluyor şair. İnsan Allah’tan ayrı bir varlık iddiasında bulunursa -ki bu bir anlamda şirk olur- büyük bir iddiada bulunmuş olur. Öbür taraftan varlığını Allah’ın varlığında yok edip, kendi varlığının iddiasını gütmemek de nefse ağır gelir. Yine aynı şiirin son dizeleri şu şekildedir:

“Herkesin son dediği
Yerden geliyorum”

Bu iki dizede de “ölmeden önce ölmek” düsturu hatırlatılıyor.

“Toprağa” şiirinde;

“Düşe kalka
Düşe kalka
Düşe kalka
İnsan dağılır Allah toplar”

dizeleriyle tövbe kapısının açık olduğunu, insanın hata yapabileceğini, Allah’ın affedici olduğunu vurguluyor şair. Freud’un Göremediği Rüya şiirinde insanı hayatın karşısında çaresiz ve edilgen bir varlık olarak resmediyor şair. “Kimseyi sabra davet etmiyor kimse” dizesinde modern hayatın aceleciliğine karşı İslami bir karşı duruş görünüyor. Şiirlerin pek çoğunda hayatın hızı karşısında şaşırmayı, yani hayret etmeyi unutan insana bir eleştiri var. Hayret etmek, idrak etmektir bir anlamda. Bu nedenle şuursuz bir yaşamın eleştirisi yapılmış oluyor. Bir şiirde yer alan; “Şaşırıp kalmak bize artık ne kadar uzak” dizesi ve bir başka şiirdeki; “Kaybettiğin o hayret için biraz daha gayret” dizesi ve yine bir başka şiirde yer alan “Yaşam fazlasıyla şaşırmaktır, doyamıyorum” dizeleri bunun bir ifadesidir. Şair çocukluk ve yetişkinlik arasında da bir kıyas yapıyor ve çocukluktan yana tavır alıyor. Çocukluğu masumiyet ve samimiyetin ifadesi olarak görüyor.

Travmalar, Açık Yaralar, Anlar” şiirinde “Çünkü her şey aynada asılı duran bir tokattır” dizesiyle insanın kendisiyle yüzleştiğinde gerçeklerin bir tokat gibi yüzüne çarptığı çağrıştırılıyor. Modern dünyada insanın kendi gerçekliğinden kaçmaya çalıştığını vurguluyor şair.

Şiirlerin genelinde bir rüya hali var. “Çocuk Kal” şiirinde;

Gel şimdi, gidiyoruz bir rüyanın yorumuna
Çocuk kal sen hiç ihtiyarlama
” 

dizeleriyle de bunu ifade ediyor. Diğer şiirlerde de rüya hali kendini gösteriyor. “Ayten Teyze’nin Bakkaliyesi” şiirinde çocukluğunun rüyasını gören bir yetişkinin sayıklamalarını okuyoruz adeta.

Dünyanın En Endişeli Şarkısı” şiirinde küçük insanların büyük dertlerine ortak olan bir yürek görüyoruz.

Nalburlar, kuaförler, ayakkabı boyacıları
Karşıdan karşıya geçerken bir çocuk
Madene tekrar inerken bir adam
Eve dönerken güvercine selam veren kadın
Ben iki nokta üst üste endişeliyim
” 

dizelerinde bu duygu ortaklığını görüyoruz.

Sadece küçük insanlara değil, bütün insanlığa dua edebilen bir yürek şairinki; “Dünyanın dört bir yanına dağılıyor avuç içlerim” dizesinden bu duayı anlıyoruz. 

Şairin yaşam felsefesine ait önemli çıkarımlar da yapabiliyoruz şiirlerde.

“Bana tutunacak çok dal verdi hayat
Rüyalar, dualar, eskilerin ayak izleri ve kapılar”
 

dizelerinden şairin kendi gerçekliğini nelerin üzerine ve nasıl kurduğunu görebiliyoruz. Bu dizelerdeki rüya sözcüğünü ilham kavramıyla birlikte düşünmemiz gerekir ki bu da pozitif bilimler ve Batı felsefesine karşı İslami ilimler ve tasavvufu tercih ettiğini gösterir. Dua sözcüğü, bir büyükten el almayı, kapı sözcüğü de esasen dergâhı temsil ediyor. Bütün bunlar da tekke yaşamını ve dervişane bir tavrı çağrıştırıyor.

Uzaklar Her Zaman Gerçek değildir” şiirinde; “Çünkü işe giden herkes biraz ödlektir” dizesiyle, “Çünkü eve dönen herkes biraz cesurdur” dizelerini birlikte düşündüğümüzde kendinden kaçış ve kendine dönüş eylemlerinin ifade edildiğini görüyoruz. Ve şair kendinden kaçmayı korkaklık, kendine dönüşü de cesaret olarak nitelendiriyor.

İmtihan Zamanı” şiirinde çocuk istismarına yönelik bir eleştirinin yanında, dindarlık algısındaki bozulma, şehirleşmedeki plansızlık ve rant da eleştiriliyor. Şair bu şiirin bir yerinde;

“Kirli ellerde bile saflık arayan kız çocuğuna
Apartmanın karanlığı çökerken
Türkiye dindarlaşıyor”

Heidegger Bağdaş Kursaydı” şiirinde yoğun bir biçimde tasavvuf ve Batı felsefesi karşılaştırılırken Heidegger’in “Varlık ve Zaman” eserine göndermeler yapılıyor.

“Yaşadığı gibi konuşanlar efsanedir zaten Heidegger
Senden ilham alanlar söylesene nerdeler?” 

dizeleriyle bu karşılaştırmada tasavvufu üstün tuttuğunu gösteriyor şair.

Muamma” şiirinde; “Bir şeyi anlayınca insan ürperiyor” dizesiyle hayret makamına vurgu yapılırken “Kan insanın çocukluğunda toplanıyor” dizesinde hayatın çocukluktan ibaret olduğuna dair bir çağrışım yapılıyor.

Sonuç itibariyle; şair çocukluğa, tasavvufa, Batı felsefesine, yozlaşmış dindarlığa, kent insanının yalnızlaşmasına dair hissiyatını dile getirirken hızlı kent yaşamına karşı dervişane bir dinginliği tercih ettiğini ifade ediyor.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

7 Nisan 2019 Pazar

Minnetsiz bir ruhun özgürlüğe ve Dost'a çağıran sesi

Minnetsiz bir ruhun isyankar sesini okuyoruz Yağız Gönüler'in "Minnet Eylemem" kitabında. Kitabın kapağında bir yılkı atı karşılıyor bizi. Kitaptaki şiirlerin pek çoğunda güçlü bir imge olarak yer alan 'at' daha kitabın kapağında özgürlüğü ve toprağa dönüşü çağrıştırıyor bize. Şiirlerin geneline; baba, oğul, mü'min, kent, kapitalizm, tarih, aile, yoksulluk gibi temalar yayılmış durumda. Üç bölüme ayrılmış kitabın bölüm isimleri de şairin sözüne bir yemin anlamı kattığını fısıldıyor bize: Ekmek, Mushaf, Ekmek ve Mushaf. Söylediğimiz sözden ne denli emin olduğumuzu kanıtlamak için "Ekmek Mushaf çarpsın ki!" diye yemin etmişliğimiz çoktur.

İlk şiirin "Merhaba", son şiirin "Elveda" başlıklarını taşıması da rastgele bir tercih değil bilinçli bir seçimdir. "Baba" kavramı şiirlerde; geçim sıkıntısı ve yoksullukla birlikte yer buluyor kendine ve kutsal bir mertebe kazanıyor evladın gözünde. "Sana Söz Yine" şiirindeki şu dizeler 'baba'nın aile reisliği rolünün kapitalizm karşısındaki durumunu gözlerimizin önüne seriyor.

"Eve dönerken ne alayım
Bu asla duygusal bir soru değil"

Pek çok babanın cevabından korktuğu ama sormaya mecbur olduğu bir sorudur bu. Yine "Önce Ölür Babalar" şiirinde de erkeğin bir baba olarak meta karşısındaki çaresizliğini okuyoruz.

"Önce erkekleri harcar hayat
Kombiler, benzinler, ekstreler yoluyla
Patronların evdeki üç çocuğu umursamazlığıyla
...
Önce ölür babalar
Çünkü yalnız çeneleri vardır
Koynuna cüzdanlarını alan kadınların"

Şair şiirin sonuna doğru sesini isyana bürüyor ve haykırıyor.

"Dünyaya gelmesin babaları mutsuz olan çocuklar
Ya da akciğer kanserinden ölmesin bir sigaralık ferahlığı olanlar."

"Adım" şiirinde de baba ve oğul ilişkisi üzerinden babanın çaresizliğini sunuyor bize şair.

"Oğluma iğne yaparken o hemşire sırıtmasaydı
Gülseydi bir kere tüm garipler, fakirler, evsizler."

Şair kendi oğluna da sesleniyor. "Bir Zamanlar Bu Ülkede" şiirinde;

"Sana koca bir kitaplık, koca bir ana, koca bir omuz / sana koca bir Türkiye, yeni değil" dizelerinde hem aile kavramına vurgu yapılırken hem de Türkiyenin köklü tarihine bir vurgu var. Aynı şiirin son dizelerinde şair acı bir gerçeği haykırıyor;

"Büyüdükçe dünyadan tiksineceksin
Sakın şaşırma."

"Altıpatlar" şiirinde de babalığın ağır yükü hissediliyor:

"Baba olmak kocaman bir taştır her an fırlamaya hazır
Fırlatılmaz baba çünkü sığmaz bir ele."

"Eve Dönemeyince" şiirinde ise şair baba'yı aile kavramıyla eşliyor ve ailenin varlığını babanın varlığına bağlıyor.

"Babalar eve dönemeyince hayat devam etmez.
Orada biter hayat ev için, ocak için.
Umut biter."

Kitapta yer alan şiirlerde şairin eleştirisinden nasibini alan bir diğer kavram da kentleşme ya da modernizm. "Uzaktaki Yakın" şiirinde kentleşmeye eleştirisini şu dizelerle yapıyor;

"Uzay çağında yaşıyormuşuz öyle diyor muhtar 
Belediye başkanı kol kola geziyor birkaç müteahhitle 
Bölünecek aileler gösteriyor, satılacak gönüller 
Kondular tehdit ediliyor, çocukların maçını kamyonlar bölüyor 
Hiç durmadan dönüşüyor arsız bir cehenneme."

Aynı şiirin devamında eski ve yeni sokak karşılaştırması görülüyor.

"Halk otobüsünde gebeler ayakta durunca
Çimen görmek için bilet almak zorunda kalınca
Evde ekmek kalmayınca ve gece karnım acıkınca
Karnımda taşırım yüreğimi çünkü kimseler duymaz açlığını
Açtır benim yüreğim yer sofralarına
Kapı tokmaklarına, misafir odalarına
Kimsenin kimseye sırtını dönmediği
Çocukların ayaklarını babalarının ağızlarına sokmadığı günlere açtır karnım
Geçmişin merakı geleceğimi yıpratır, yıpratır, yıpratır."

Modern yaşam "kiracı" diye bir kavramı da soktu hayatımıza. Kiracılık ve kiracıya bakış açısı da şairin eleştirisinden nasibini alıyor.

"Sondan Bir Önce" şiirinde; "aşırı yük yazıyor asansörde ben binince / kiracı olduğumu anlamış gibi yazıyor" dizeleri gündelik yaşamın her anında insanların ekonomik durumlarının ağırlığını üzerinde taşıdıklarının göstergesi. "Plaza Türküsü" şiirinde de modern insanın yozluğunu okuyabiliyoruz.

"...
Sokak çocuğundan korkarlar, gözleri security arar ve sonra hemen taksiiii"
...
Madencilere pek üzülürler yetin üstündeki madende her gün öldüklerini görmezler
...
Acayip muhaliftirler ev ve mobilya dergileri okuyup orta doğuyu çözerler
Masalarını paylaşmayı sevmezler ama askeri ve sınırları gereksiz bulurlar
...
Ne Türk müziği ne de Türk tarihi kabul ediyor nesai saatlerimi."

Şair; mü'min ve Müslüman tanımlarını da sorguluyor. Kentsel yaşam ya da modernizm içinde evrilen İslam'a bir karşı duruş sergiliyor. "Hayatı Kolaylaştıran Dizeler" şiirinde;

"Ne fena / cumaları Allah'a daha çok inanıyorlar" dizeleri ibadetin bir alışkanlığa dönüştüğünü gözler önüne seriyor.

"Akşamları" şiirinde; "Kaylûle / evine kat çıkan sahabeye selam vermeye Resûlün / genellikle orta katları tercih eden utanası ümmeti / ... / evine selamsız ve ayakkabıyla girip / tuhaf sevinçler peşinde hikmet arayan sevgili rezil ümmet" dizeleri ise samimiyetimizi çoktan kaybettiğimizi gösteriyor.

"Altıpatlar" şiirinde; "insanın kendine yük oluşu bir varoluş problemi olamadı / omuzlarda dağların kaldırabildiği şeyler yoktu" dizeleri Allah ve kul arasındaki sırrın unutulduğunu söylüyor.

Şair, at ve yol üzerine pek çok imge kuruyor. Özgürlük ve yakınlaşmayı bu iki unsur üzerinden vermeye çalışıyor. Derviş yolda gerek düsturunca uzaklaşmayı yakınlığa şart görüyor.

"Atımı dürüstlüğün bahçesine bağlardım..."
"Adalar çok banaldir ama fayton güzeldir atlarımızın öldürüldüğünü bilmezler"
"Kılıçlarımızı ve atlarımızı geri alacağımız günleri bekliyoruz"
"Adıma uygun bir at bulsam buradan gideceğim"
"Atlarımız öldü dilimiz döndü amentümüz silinmedi göğsümüzden be hain"
"Son model her şeyden vazgeçip atlarımıza da kavuşuruz bir gün korkma"

Her şiirde bir sıkışmışlık, bunalmışlık var. Plazaların, gökdelenlerin, araba kornalarının, yetişilmesi gereken mesailerin arasında sıkışmış bir meczup, bizi özgürlüğe ve Dost'a çağırıyor. Bunu yaparken bütün riyakarlığımızı da yüzümüze vuruyor. Keyifli okumalar.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

30 Temmuz 2018 Pazartesi

İçimizdeki şarkısı hiç bitmeyen şehre dair

"İçim Galata Kulesi, taş taş üstünde..."
- Ezginin Günlüğü, Gemiler Gibi

Kitaba geçmeden evvel Yağız Gönüler hocamdan bahsetmek istiyorum. Bundan yaklaşık üç buçuk yıl önce Kaan Murat Yanık’ın sunduğu “Edebiyat Kokusu” programında tanımıştım kendisini. O günden beri de yazdıklarını, okuduklarını, önerilerini takip ederek kendisinden çok şey öğrendim ve öğrenmeye de devam ediyorum. Bu vesileyle bir kere daha teşekkür ediyorum.

Şarkısı Biten Şehir; ‘dünyanın en güzel yeri’ olan o kadîm mirasımızın gözlerimizin önünde fütursuzca “betonlaştırılmasını” gönlüne kabul ettiremeyen ve bunu engellemek için elini taşın altına koyan bir kalemin eseri.

Hem yaşım gereği hem de İstanbul’un kokusunu -kendimi bildikten sonra- ilk kez 2016 yılında içine çekmiş biri olarak İstanbul’un bozulmamış güzelliğini fotoğraflardan, filmlerden, Tanpınar’ın Huzur’undan ve daha başka kitaplardan biliyorum sadece. Fakat buna rağmen İstanbul’a yapılanları gördükçe insanın içinin sızlamaması pek mümkün olmuyor. Kitabın sonlarına doğru okuduğum birkaç cümle de tıpkı böyle içimi sızlattı. Bir mimarlık kongresi için İstanbul’a gelen Uluslararası Mimarlar Birliği Başkanı Jaime Lerner Bu şehri Mimar Sinan’ın torunları inşâ etmiş olamaz.” diye bir cümle kurmuş. Bu utanç bence hepimize bir ömür yetmeli. Fethi Hz. Muhammed (s.a.s) tarafından müjdelenen bir şehri biz hangi amaç uğruna yok ediyoruz? Bu soruyu sorarken bile üzülüyorum; çünkü İstanbul’un kokusunu henüz istediği gibi içine çekememiş biri olarak yapılan her kıyımda sanki biraz daha eksiliyorum. Ah Güzel İstanbul filmindeki o muhteşem cümleyi keşke hâlâ gönlümüz rahat bir şekilde kurabiliyor olsaydık. Ne diyordu Sadri Alışık: “Âh Güzel İstanbul… Nasıl da bozulmamış o bin yıllık güzelliğin.

Kitabın başında Lüffi Bergen’in yazmış olduğu takrîz yazısındaki bir cümle beni derinden etkiledi: “Yeryüzü alabildiğine geniş ve nüfus son derece sınırlı olduğu halde Habil ile Kabil’i birlikte yaşamaya zorlayan bir gerekçenin bulunması gereklidir.”. İstanbul’da da milyonlarca insanı bir arada yaşamaya zorlayan bir gerekçe olabilir; fakat insanları kendine görmeden bile âşık eden dünya harikası bu şehre kıymanın bir gerekçesi olabileceğini düşünmüyorum, dahası düşünmek istemiyorum. Zîrâ sunuş yazısında Yağız Gönüler hocanın “Varlığı güzelleştirecek, iyileştirecek olan en büyük araç insan.” cümlesinden sonra aksini düşünmek mümkün mü? Çünkü Turgut Cansever hocanın da dediği gibi “İnsanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir”. Dünyayı yaşanmaz hale getirmek değil.

Fakat ne yazık ki başta İstanbul’da yaşayanlar olmak üzere hepimiz bu değişime alışıyoruz. Zamanla normal karşılıyoruz. İnsanız, günlük telaşların içinde düşünmeyi bırakıveriyoruz. Kitapta Sadettin Ökten hocanın bir konuşmasından yapılan alıntı da bu durumu şöyle anlatıyor: “Kırk yıl önce Üsküdar sahilinden gördüğüm o nefis siluetle şu anki siluet arasında büyük fark vardır. En başlarda bu acıyı daha yoğun yaşıyorduk, şimdi bakıyoruz; fakat o gökdelenleri, büyük ve çirkin yapıları görmüyoruz, göremiyoruz. Unutmayın, insanın önce gözleri alışır, sonra gönlü.”. Bu manzaraları bazen belki çok normalmiş gibi izliyoruz, ağlanacak halimize de bazı bazı gülüp geçiyoruz. “Bizim büyük çaresizliğimiz” de bu olsun.

Kitapta Sinan Yılmaz ile yapılan bir söyleşideki şu cümleler özellikle dikkatimi çekenler arasında: “Mesela bu şehirde yaşayan bir öğretmen, öğrencilerinin elinden tutup onları hâlâ yeşil kalmış bir alana götürüyorsa, velileri bu yönde teşvik ediyorsa, tarihi eserleri tanıtma amaçlı bir gezi düzenliyorsa, onlara Yahya Kemal’in şiirlerini ödev olarak veriyorsa, Beş Şehir tavsiye ettiği kitaplar arasına girmişse şehre sahip çıkıyor demektir. Herkes öncelikli olarak ‘Ben ne yapabilirim?’ sorusunu kendisine yöneltmeli. Ortaya çıkacak listenin peşinde yürümek, bu şehre sahip çıkmak demek.”. Aslında hepimiz özelde İstanbul ya da yaşadığımız başka şehirler için, genelde de bu ülke için ne yapabiliriz sorusunu kendimize sormalı ve elimizi bir şekilde taşın altına koymalıyız. Dünyayı belki tek başımıza güzelleştiremeyiz; fakat bu düşünceye sahip olmak ve onu yaymak için çabalamak pek çok değerimizi kurtarmaya yeter. En azından böyle umut etmekten başka şansımız yok. Öyle ki “Umutsuz olmaz. Umutsuzluk insanı da şehri de bitirir.” diyor, Yağız Gönüler.

Yine Sinan Yılmaz ile yapılan söyleşiden birkaç cümleye değinmek istiyorum: “Dünyanın en sıradan şehirlerinin bile böyle hoyratça değişmediğini düşünürseniz, İstanbul’da olan bitenler için sözün bittiği yere geliyorsunuz... Ne kadar isterdik hep güzel şeyler yapılsın ve biz de avuçlarımız patlayıncaya kadar alkışlayalım.”. Buradan da yine Ah Güzel İstanbul filmindeki bir cümleye aklım ister istemez gidiyor: “Ah ihtiyar medeniyet! Çocuklarına sağlam, yepyeni bir dünya kurmaktan aciz misin? Bizi yabancı diyarlardan getirttiğin süslü yalanlarla mı besleyeceksin?

Şarkısı Biten Şehir; İstanbul’u dert edinmenin yanında ‘mahalle’nin yok olmasından, değerlerimizi çabucak yitirmemizden, şehir düşüncesinden ve aile olabilmekten bahsediyor. Ayrıca bu alanda çalışma yapmış Turgut Cansever, Sadettin Ökten, Lütfi Bergen gibi isimlerle yapılan söyleşilerin ve konuşmaların da kitapta yer alması konuya çok yönlü bakabilmemizi sağlıyor. Tüm bunları anlatırken de söz konusu alanla ilgili zengin bir okuma listesini yazar okuyucularına sunuyor.

Yazarın “Esasen şehir, mekân ve meydan için son sözü vicdanlar söyleyecektir.” cümlesiyle yazımı bitirirken kitabın özünü oluşturan İstanbul’un biricikliğini kitaptaki denemelerden birinin de adı olan “Başka Bir İstanbul Yok” cümlesiyle yeniden dile getirmek istiyorum. İstanbul her şeye rağmen hâlâ çok güzel. Bizim ise bu güzelliği korumaktan başka şansımız yok. “Çünkü İstanbul’un manevi iklimi, hepimizden ayrı ayrı hesap soracaktır.

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

17 Temmuz 2018 Salı

Her şey çocuklar için

"Bu elini sımsıkı tutan babadır
Hayata tümsekleri sarsmadan geçmesini tenbihler
Çocuk bu yumuşak sesin üzerine boylu boyunca uzanır
Hafifçe kısılmış sesi
Dikkatli ve kaçırmamaya çalışmaktadır."
- Cahit Zarifoğlu, Anlaşılması Güç Bir İnsanlık

"...o serin bereket gölgeleri çocuklar
yani çocuk o güzel tüccar
yorgunluklar alıp kargılar dağıtan
geceye karanlıktan önce gelen çocuklar..."
- İsmet Özel, Yorgun

Ruh bilimciler açısından insan denilen karmaşık varlığın en önemli dönemi çocukluk evresidir. Hatta çocukluktan da öte bunu bebekliğe, 0-3 yaşa, 0-2 yaşa kadar götürenler de vardır. Hâl böyle olunca anne babaların bu dönemler için çocuklarına nasıl davranması gerektiğiyle ilgili sorular da çok önemli olmuştur, olmaya da devam edecektir. Şunu belirtmem gerekir ki, genel bir ifadeyle, maalesef ki çocuk yetiştirme konusunda milletçe çok eksiklerimiz var. ‘Ne var kardeşim, annemiz babamız bizi çok iyi yetiştirdi’ veya ‘Batılı psikiyatrların, psikolojik danışmanların normlarıyla bizim kültürümüz bir değil, dolayısıyla da çocuk yetiştirme şeklimiz bir olamaz’ gibi ifadelerle savunulamayacak bir durumdur bu. Tabiî ki çoğunluğun annesi babası çocuklarının üstüne titremiştir ve kendilerince olabilecek en iyi şekilde çocuklarını yetiştirmeye çalışmıştır. Fakat mesleğin içinden biri olarak söyleyebilirim ki, şu andaki çocukların bir kısmı ya aşırı serbest ve kuralsız yetiştirilmekten dolayı içi boş bir özgüven patlaması yaşamaktadır ya da ailesi tarafından aşırı baskıyla büyütüldüğü için içine kapanık, kocaman insan olduğu halde kendi işini kendi halledemeyen kişiler olmuşlardır. Bu da yanlış giden bir şeylerin varlığına en büyük delildir.

Türkiye’de çocuk ruh sağlığı, anne baba tutumları, çocuk yetiştirmeyle ilgili yayınların sayısı veya niteliği -bence- gayet iyi. Özellikle nitelik olarak ‘çocuk’ konusundaki uzmanlarımız gayet yeterli. İş okuma kısmında. Bazı kitaplar akademik bir dile sahip olduğu için ağır bir şekilde okunsa da, dili oldukça sade ve akıcı kitaplar da mevcut. Bunlardan biri de, ‘çocuk’ denilen deryayla ilgilenen ve bu konudaki yazılarını geçtiğimiz mart ayında kitaplaştıran şair ve yazar Yağız Gönüler’dir. Karakum Yayınevi etiketiyle neşredilen kitap, “Unuttun Ama Çocuktun: Bir Babanın Endişeleri” başlığını taşıyor ve ebeveynlere biraz sağlı sollu darbeler indireceğini daha başlığından belli ediyor.

‘Çocuk’ konusuna girdiğimizde ülkemizde karşımız çıkacak en önemli kişilerin başında gelen Mustafa Ruhi Şirin, hayatını bu alana adamış isimlerinden biri. Kitabın da takdim yazısını neşreden Şirin’in ismini ben, bundan birkaç yıl önceye kadar İtibar dergisinde düzenli olarak yayımladığı ‘Çocuk Anayasası’ konusunda yaptığı çalışmaları anlatan yazılarıyla tanımıştım ve dikkatimi çekmişti. Hatta kendi kendime ‘Türkiye’de böyle çalışmalar yapan insanlar da mı var?’ diye sormuştum. Kendi kendime oldukça sevinsem de Şirin’in de yazılarında yakındığı pek çok şey gibi bu konuya da çok itibar gösterilmemişti. Fakat bu tür çalışmaların, hem bu konu hakkındaki kitapların hem de başka başka çalışmaların bir gün etkisinin çok yüksek olacağına eminim. Hayırlısı.

Önsöz ve sonsöz dışında beş ana bölümden kitabını oluşturan yazar onlara sırasıyla şu isimleri vermiş: Dil, Mekân, Zaman, Teknoloji, Bir Soruşturma. Bölümlerin isimleri bile aslında sadece çocuklar için değil, bu hayatta daha iyi yaşayabilmek için bizlerin de nelere dikkat edeceğimizin ipuçlarını veriyor.

Gönüler kitabının önsözünde çocukluğuna gidiyor ve bir modern dünya eleştirisiyle beraber konuya giriş yapıyor. Çocukluğunun elinden alınmasını anılarına değinerek anlatıyor yazar. Burada kendi çocukluğumu hatırladım. Köyde büyümeme rağmen, sokakta oynayan son nesildik biz. Bizden sonrakiler sokağı bil(e)medi. Bu sebeple olacak yazarla sağlam ve bir o kadar hüzünlü bir empati kurduğumu söyleyebilirim. Gönüler de zaten kitabını yazış amacını şöyle açıklıyor: “Hem çocukluğunu doğru düzgün yaşayamayan kuşağıma hem de annelere babalara seslenmek için yazdım bu kitabı.

Kitabın ilk bölümünde üzerinde durulan şey dil bahsi. Konuşmak. Bu aslında çocuk yetiştirmedeki en önemli ve en masrafsız şeydir. Kitap da dönüp dolaşıp bu bahse dayanıyor zaten. Yazar da masallarla birlikte anlatımın ve sözlü geleneğin çocuk üzerindeki olumlu etkisine değiniyor. Bununla birlikte, televizyonun zararlarının otizme kadar dayanmasını aktarıyor ve bu bahiste muhabbet kavramının önemini hatırlatıyor. Yine çocuğun rol model olarak aldığı anne babanın davranışlarının çocuk üzerindeki etkisini de yazısına konu eden yazar, çocuğun ilk kelimelerinde dahi bu durumun gözlemlenebileceğini şöyle açıklıyor: “Günümüzde, bebeğin ilk kullandığı sözcüklerden birinin ‘lan’, ‘vurdum’, ‘kestim’, ‘kan’ olması yeterince korkutucu değil mi? Hikâyesi olan bir evde bu mümkün olabilir mi?

İkinci bölümde mekân açısından çocukluğun izlendiğini görüyoruz. Burada hangi mekân sorusu aklıma düştü. Şehirdeki mekân mı, kırsal mekân mı? Bu konuyu aslında kitabın dördüncü bölümü olan teknoloji konusuyla birleştirebiliriz. Teknolojik aletlerin çocukların eline geçtiği anda mekânın öneminin azaldığına hatta bittiğine inanıyorum. Çünkü artık köylerdeki çocukların da elinde tablet var. Dışarıda oynayacak bir arsa olsa da çocuk için cazip olan elindeki kutucuk.

Yazar, mekân konusunda beklendiği gibi yanlış kentleşme konusunu göz ardı etmiyor. Oyun alanı kalmayan çocukların yaşamına değiniyor. Özellikle şehirlerde çocuk açısından tamamen paraya endeksli bir eğlence anlayışı olmasına ve bu tür birçok şeye değiniyor ve bölümünü hitama erdiriyor: “Kentleşme stratejisinde çocuklara yer verilmemesi ve çocukların düşünülmemesi geleceğimi karartmıştır. Maalesef bu vaziyetiyle yöneticiler yeni yeni yüzleşmektedir. Belediyelerin son derece sunî düzenlenmiş parkları ve AVM’lerin en alt katındaki oyun alanları dışında çocukların gidebileceği hiçbir yer kalmamıştır. Hayvanlarla bir tanışıklık kurabilmeleri için ailelerin arabalarının olması ve hafta sonları kilometrelerce yol gidip ciddi bir ücret vermeleri gerekiyor artık. Çünkü şehrin şarkısı bitti, sokaklar şiir söylemiyor.

Kitapta ilk bölümden sonra, Gönüler’in, konu özelinde hem kendi yazıları hem de bu konularla ilgili yazılmış Türk veya yabancı yazarların kitap incelemeleri yer alıyor. Fakat başka yazarların kitaplarını incelese de aralarda kendi fikirlerini, kendi okumalarını okura yansıtıyor. Bu hem yazarın fikirleri doğrultusunda bir okuma imkânı sunuyor hem de çok farklı yazarlardan konu hakkında pasajlar okumamızı sağlıyor.

Her bölümü tek tek özetlemek istemiyorum fakat son bölüm de kitabın ilgi çekici kısımlarından biri. Yazar burada çeşitli ruh bilimcilere “Çocuk Gelişiminde Ebeveynlerin Hataları ve Çözüm Önerileri” başlığı altında iki soru yönlendiriyor ve onların cevaplarını bize aktarıyor. Bu bölüm kitabın değerine değer katmış diyebilirim. Direkt işin içindeki kişilerden, hem de farklı farklı yedi kişiden bu önerileri okumak bir anne babanın nasıl davranması gerektiğini başka gözlerden de görmesi açısından oldukça doyurucu.

Tabiî ki Yağız Gönüler deyince aklıma ‘kitap’ geliyor. Kitabın sonundaki okuma önerisi ‘nereden başlamalı’ diyen anne babalara veya anne baba adaylarına hazine gibi bir kaynak sunuyor. Her şey çocuklar için.

Zor bir şey çocuk yetiştirmek. Dengesini sağlayıp, hem fizyolojik hem de psikolojik bir varlığın yetişmesini, büyümesini, gelişmesini sağlamak çok kolay değil. Anne babalardan çok büyük özveri istiyor. Bunun yolunu anlatıyor kitap. Tabiî ki bilimsel bilgilerle beraber. Uğraştığımız kişiler birer makine değil, insan. Bir yerini bozduğumuzda yedek parçasını takıp düzeltebileceğimiz varlıklar değil. Bu yüzden çok dikkatli olmak gerekiyor çocuğu yetiştirirken. Çünkü hiç farkında olmadığımız bir davranışımız çocuk için büyük hasar bırakabilir. Bunun önüne geçmeli. Tabii ki önce bu kitabı temel alarak.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

14 Mayıs 2018 Pazartesi

Bir şehrin şarkısı susturulunca

Kadim şehirler, yerlerini ruhsuz kentlere bıraktı. Yağız Gönüler’in Şarkısı Biten Şehir adlı kitabı tam da bu noktayı anlatıyor. Şehirlerin kadim ahenklerinin bittiği, mahallelerin yerini apartman ve sitelerin aldığı bir zamanda Gönüler bize “Neyi kaybettiğini hatırla” ihtarında bulunuyor.

Nasıl şehirlerde yaşadığımız nasıl insanlar olduğumuzdan bağımsız bir soru değil. Hacı Bayramı Veli, “Ben dahi bile yapıldım taş u toprak arasında” derken şehrin inşasıyla o şehirde yaşayan şahsiyetlerin yetiştirilmesi arasındaki bağı vurgular. Bu noktada bizim dahi yapıldığımız beton ve çelik arasındaki yerimizin sorgulanması gerekiyor. Yağız Gönüler’in Şarkısı Biten Şehir adlı kitabı bu sorgulanmanın tezahürlerinden biri.

Tabii ki şehirlerin hangi malzeme ile yapıldığından daha önemli ve kritik olan soru “Şehirlerimiz hangi düşüncenin ürünü?” sorusu ve kitap da tam bu sorudan başlıyor. Yağız Gönüler; Turgut Cansever, Sadettin Ökten, Akif Emre, İbrahim Zeyd Gerçik gibi bu soruyu mesele haline getiren yazarların eserlerini esaslı bir şekilde okuyarak kitap boyunca bu sorunun peşine düşüyor.

Şarkısı Biten Şehir'in bir güzelliği de röportajlar. Yağız Gönüler, “ben” diye başlayıp “ben” diye bitiren biri değil. Yaptığı alıntıları küçük müdalelerle kendisinin kılmaya tenezzül etmiyor ve kitabını bir kütüphanenin kapısı kılıyor. Aynı şekilde de Semih Akşeker ve Sinan Yılmaz gibi isimlerle yaptığı röportajlara bu kitapta yer vererek, kitabın kendi sesinden ibaret kalmamasını sağlıyor. Şarkısı Biten Şehir kendisiyle yetinmeyen okurunu bir kütüphanenin eşiğine götürüp, yol gösteren bir kitap. Kolay, kestirme, pratik ve pragmatik çözümler sunmuyor. Zaten son yüz-yüz elli yılda başımıza ne geldiyse “günü kurtarmayı” amaçlayan pratik ve pragmatik reçetelerin astarı yüzünden pahalıya gelen çözümlerinden gelmedi mi?

Şehri birbirinden soyut tek tek konutların bir toplamı olarak görüp tanımlamak zannediyorum ki düştüğümüz en büyük tuzaklardan biri. Şehrin şarkısını susturan da bence tam olarak bu zaten. Burhan Eren’in Turgut Cansever ile yaptığı söyleşi kitabın son sözünü teşkil ediyor. Cansever bu söyleşide “Ortak güzellik duygusu temelidir. Osmanlı toplumunun ortak güzellik değerleri vahşi Batı değerleri ithal edilerek Türk aydınları tarafından tahrip edilmiştir. O zaman Sinan’ın eserleri toplumdan tecrit edilmiş, taş yığını haline düşürülmüşlerdir. Bu değerler allak bullak edildi. Ne için? Paris’e benzemek için. Hangi Paris’e? Bonapart’ın isyan edebilecek Fransız halkını top ateşine tutup bastırabilmek için tasarladığı Paris’e… Bu değerleri ve eserleri görmemizi engelleyen en önemli gözlük, Batılılaşma gözlüğüdür, apartmancılıktır.” diyerek şarkıyı kimin veya neyin susturduğunu ifşa ediyor. Söz şehirleşmeden açılınca mesele, kişisel cehalet ve hırslarla izah edilebilecek kadar basit olmaktan çıkıyor. Yağız Gönüler’in kaleminden okursak mesele tam olarak şudur: “Küreselleşmenin dünya kentleri üzerindeki hâkimiyeti farklı ellerle ama aynı taktiklerle sürüyor. Büyük kentlerin en doğusuna, batısına, kuzeyine ve güneyine “yerleştirme/kaçırma” taktiği. Bu taktikte hedef kitle önce suburbia’daki gibi orta sınıftı. Ancak piyasa koşulları, azgın inşaat rantları, toprağın işgâli ve öngörülemeyen genişleme; kent coğrafyasıyla birlikte o kentte yaşayan sınıfları da birbirinden hızlı biçimde uzaklaştırdı. Artık aynı blokta oturduğu görülen ailelerin birbirlerinden çok farklı yaşamları, hiç olmazsa hayalleri var. Eskiden bir mahalleyi paylaşan ailelerin hepsinin ortak hayalleri olduğu, bir kahvehane sohbetine kulak vermekle kolayca anlaşılabilir bir şeydi.

Şarkısı Biten Şehir bir nostalji kitabı değil bir ihtar kitabı. Unutmanın konforuna ve teslimiyetine karşı yazılmış bir hatırlatma kitabı. Evet, ihtar etmek rahatsız edicidir. Zira hatırlatmak sorumlulukları gündeme getirmektir. Yağız Gönüler, kitabında bize hangi şarkıdan mahrum kaldığımızı ihtar ediyor. Şarkısı Biten Şehir bu yüzden kıymetli bir çalışma…

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 31. sayısında yayınlanmıştır.

8 Mayıs 2018 Salı

Kaybolan çocukluk

Çocuğu anlamak, insanı anlamaktır. Çocuğu düşünmek, insanı düşünmektir. Çocuğu konuşmak, insanı konuşmaktır.” Peki, bizler çocuğa dair neler yapıyoruz hayatımızda? Dijital kalelerimizin ardındaki dünyalarına hapsedilen çocuklar, özlerinde var olan ağaca çıkma, denize taş atma, sokakta oyun oynama yetilerini gün geçtikçe daha da kaybediyorlar. Ağaçlara, sulara, dağlara, ateşe anlamlar yükleyip onların da ruhları olduğunu düşünen ataların torunları bugün tablet ile TV arasında sıkışmış, ateşi evde yanan set üstü ocaktan; suyu musluktan; dağları ise televizyonlardan izliyor artık. Sokaklar ise çoktan kaybedilmiş durumda.

Evet 90’lı yıllarda son maçına çıkan çocuklar, beşte devre onda biter derken bunu kastetmiyorlardı belki ama vinçler, iş makinaları ve beton yığınları onuncu golünü çoktan attı bile. Mağlup olan çocuklar ise şimdilerde büyüdüler ve baba oldular. İşte o son golü yiyen takımın belki de en önemli oyuncusuydu Yağız Gönüler. Yazar kimliği ile babalık duygusunu birleştirerek cümlelerini ilmik ilmik nakşetmiş Unuttun Ama Çocuktun kitabında. Bir babanın endişelerinin anlatıldığı eser; dil, mekân, zaman, teknoloji, bir soruşturma başlıkları altında beş bölüme ayrılmış. Bu bölümlerde birçok düşünürü, yazarı, çocuk eğitimiyle ilgili akademisyeni görebiliyoruz. Turgut Cansever’i okuyoruz mesela. Ufki şehirlere duyulan hasret aslında geleceğimize dair duyduğumuz kaygıların bir sonucu. Çünkü ufki şehirde Türk mahalleleri var, bize ait sokaklar, oyun alanları var. Bu oyun alanları girişlerinde tabelası olmayan ancak çocukların yaratıcılıklarıyla şekillenen boş araziler, üzerine çıkılacak ağaçlar, kenarında oynanacak dereler, nehirler… Gülten Akın: “Evleri yüksek kurdular / cama, betona boğdular / usumuzdaydı unuttuk / topraktan uzakta kaldı / toprağa bağlı olanlar” derken ne kadar da haklıydı… Yola gidenin ardından eldeki tasla toprağa su döken teyzeler şimdilerde dedikodu programları izler oldular. Çocuklara aktarılacak olan kültürel birikim hurdacıya sattığımız tel dolapların içine yüklendi ve gitti. Amerikan mutfak adı verilen ve bir aralar ülkemizde de moda hâline gelen mutfak tipi, mutfakları fabrika gibi işleten Türk kadınına önce birer mikrodalga fırın aldırdı ve sonra düzen bozuldu. Geleneklerinden uzaklaşan milletler, kısa zaman içerisinde küreselleşmenin ağına düşmüş birer örümcek hâline geliyorlar. Bu bağlamda; geleneğin ve kültürün taşıyıcısı olan aile kurumuna yönelik analizleriyle de kitabın ayrı bir önemi bulunmaktadır.

Gönüler’in bir önceki kitabı olan ve yine Karakum Yayınevi tarafından yayımlanan Şarkısı Biten Şehir’de, yazarın ayrıntılı bir incelemeyle ele aldığı kent algısı temasına bu kitapta az da olsa yer verilmiş. Çocukluğumuzun en haşarı dönemlerinde çok gürültü yapınca bazı amcaların ve teyzelerin “gidin ötede oynayın” sözlerini anımsatıyor bizlere ve ekliyor; aslında ötesi denilen yer, olmayan bir mekân ve hiç yaşanılmaması gereken bir zaman dilimini işaret ediyordu. Dolayısıyla zaman ve mekâna dair yazılarda da çocukluğun ve şehirlerin yok oluşundan dem vuruluyor. Teknoloji, kitabın dördüncü bölümü ve burada teknoloji ile çocuğun belki de çocukluğun soğuk savaşından söz eden Gönüler, hafızaların tükendiğini ve dikkatlerin dağıldığından yakınıyor. Yakınmalar, hatalar, sıkıntılar; peki çözüm yolu nerede? Kitabın beşinci ve son kısmı işte kitapta söz konusu olan çocuk-şehir-medeniyet üçlemesine dair sorunlara çözüm önerileri sunuyor. Bu çözümler sıralanırken ebeveynlerin hataları da okuyucuya aktarılıyor. Bu bölümde yazar, alanlarında uzman olan birçok kişiyle söyleşmiş. Prof. Dr. Erol Göka, Prof. Dr. Kemal Sayar, Psikolog Cihan Çelik, çocuk eğitimi konusunda yazarın röportaj yaptığı isimler arasında yer alıyor. Çözüm önerileri arasında çocukları 3T’den uzak tutmak da var. Ne mi bunlar? Televizyon, tablet, telefon. Bunları kontrol etmeli, çocuğu doğaya çıkarmalı, sohbet etmesini sağlamalı… Çünkü doğada nesli tükenen ağaçlar, otlar ya da hayvanlar değil; nesli tükenen varlık: insanın ta kendisi. Akranlarından çok ekranları gören çocuk ne derece mutlu olabilir? Ne ile yetinebilir? Bir musibetin bin nasihatten daha etkili olduğunu savunan ataların bu sözündeki hikmet şuydu aslında: yaşa, deneyimle, kaybet ve yeniden ayağa kalk. Oysaki şimdi hiçbir şeyi tecrübe edemeyen çocuk kaybetmeye tahammül bile edemiyor, sonuç ise hüsran. Gönüler’in kitabını okuyan her anne, baba, eğitimci öncelikle kendi iç hesaplaşmasını yapmak zorunda kalıyor. Yazarın eleştirileri aslında okurun kendi kendine soru sormasına neden oluyor? Çünkü kitapta anlatılan başkasının değil bizzat okurun öyküsüdür ve okuyucu da bu öykü içerisinde hangi rolde olduğunu tespit ederek kendi boy aynasına bakmak zorundadır.

Kitap, arka kapağında da yazdığı gibi özetle “Geleceğe dair hayal kurarken çocuklardan ve çocukluktan bahsetmiyorsak, o gelecekten umut bekleyemeyiz. İçinde çocuğun ve çocukluğun olmadığı bir gelecek hayali, umutsuz ve ruhsuz bir geleceği işaret eder. Çocuklarımızı böyle bir geleceğe teslim edemeyiz. Onlara dair sorular sorarak işe başlamalıyız. Eğer doğru çözümler arıyorsak en önce doğru soruları sorabilme yeteneği kazanmalıyız. Eleştirmeyi, derinlemesine düşünmeyi asla terk etmemeliyiz. Bu çağda sorulacak doğru soruların hepsinde olduğu gibi aranacak cevaplar arasında da çocuklar ve çocukluk muhakkak yer almalıdır.” ana fikri doğrultusunda kaleme alınmış. Kitap, tüm büyümüş çocuklara unuttukları bir şeyi bir zamanlar çocuk olduklarını hatırlatıyor. Nâzım’ın dediği gibi, ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz ya da dünyamıza inecek ölüm. Bizler; çocuklarımıza teneffüs ettikleri bu yaşamı güzel kılmak, dünyayı daha da yaşanabilir bir yer yapabilmek için emek vermeye devam ettikçe, umut var olacaktır. Çocukların şeker yiyebilme ümidini yüreğinde saklı tutan eğitimcilerin ve özellikle de babaların bu kitabı okuduktan sonra endişelerinden sıyrılacağını söyleyebilirim.

Ömer Ünal
omerunalturkce87@gmail.com
* Bu yazı daha evvel Aydınlık Kitap'ta yayınlanmıştır.

1 Mart 2018 Perşembe

Şehri, şehirleşmeyi, şehirleştirilmeyi dert edinmiş kitap

Yağız Gönüler'in "Şarkısı Biten Şehir" adlı kitabını okudum.

Kitap hakkında kendimce bir iki kelime etmezden önce Yağız ağabeyin bana bu paylaşımları yapmamda en büyük ilham kaynağı olduğundan bahsetmeden geçemeyeceğim. Önce bir Instagram sayfası, ardından da Blogspot platformu üzerinden yazdığım küçük, amatör yazıların beni günden güne geliştireceğine dair inancımda Yağız ağabeyi izlemek, çok ama çok fazla etkili oldu bende. Kendime örnek aldığım nadir şahsiyetlerden biridir kendisi. Daha nicelerine ışık olmuştur eminim. Kendisine buradan teşekkür etmek isterim.

Karakum Yayınları'ndan çıkan Şarkısı Biten Şehir kitabını bir tür deneme olarak nitelemek mümkün. Kitapta Gönüler'in denemelerinin yanısıra, şehircilikle meşgul olmuş insanlarla yaptığı çok uzun olmayan ancak hem sorularıyla hem cevaplarıyla birer bilgi birikimi haline gelmiş röportajları, kitaplar ve şahsiyetler hakkındaki çeşitli yazılarını görmekteyiz. Sadettin Öktem, Turgut Cansever, İsmet Özel, Ahmet Yüksel Özemre, Sinan Yılmaz adını sıklıkla duyacağımız isimlerden bazıları. Yazarın bir başka önemli fikri de şehir ile aileyi birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak, birbirinin tamamlayıcısı, et ile tırnak gibi görüyor oluşuydu. Mekanik toplumdan organik topluma geçiş olarak değerlendirilen bizler gibi geçiş toplumlarında, geleneklerinden kopmamak adına mücadele eden bir avuç insanız şurada ve aile bizim bamtelimiz. Aile vurgusu bu yüzden beni ayrıca bir tatmin etti. Yağız Gönüler'in kitaplarla ilişkisini bilen bilir. Benim bu yazılarda şehircilikten hariç olarak en çok dikkatimi çeken şey, kitaplardan bahsederken yazarların kitaplarının ilk sayfalarında, kitaplarını kimlere ithaf ettiklerine yer verdiklerini önemsemiş olmasıydı. Daha önce bu atıflar hiç dikkatimi çekmemişti, ancak fark ettim ki gerçekten çok büyük zerafet, çok büyük incelik bulunduruyor içlerinde.

Doğma büyüme bir Üsküdarlı olarak kitabı okurken canım çok sıkıldı. Her gün sövdüğüm Üsküdar'daki meydan ve sahil şeridi genişletme projeleri ve Twitter'da dolaşan Çengelköy düzenleme planlarının yanında, ayakkabılarım İstanbul'un asla bitmeyen inşaatının içinde yıpranır giderken, zaten yeterince sövmüşken, tuz biber ekti bu kitap. En beğendiğim yazıların başlıkları şöyle: "Şehri Öl(dür)ürken Sessiz Kalabilen Katil", "İnsan ve Plastik" ve "İçinde Apartman, Site veya Kat Geçen Türkü Duydunuz mu? 

Şehri, şehirleşmeyi, şehirleştirilmeyi dert edinmiş, Maslak'tan geçerken İstiklal'de yürürken "ulan bir yerlerde bir hata var ama?" diye aklından geçirmiş herkesin okumasını öneriyorum. Yazarın kendi görüşler ve bilgi birikiminin yanında atıfta bulunduğu nice yazar ve kitaplar da bize bu alanda kendimizi geliştirmemiz adına bir yol haritası çiziyor.

Her zamanki gibi buraya bir alıntı bırakıyor ve keyifli okumalar diliyorum!

"Türkler evlerinde hela (hala köylerde görmek mümkündür),evin aşağı yukarı 50 metre dışında olur. Orada destur denerek abdest bozulur. Mesela abdest bozmak diyoruz. Bundan Türk^ün abdestsiz gezmeyeceğini anlamamak, ya mankafaların işidir ya da Yahudilerin. Türk abdestsiz gezmeyi başına gelecek musibetlerin garantisi olarak görür. Bu yüzden 'şanssızlık oldu' demez, 'kaza oldu' der. Tuvalet, Türk evine dikilmiş incir ağacıdır."

Betül Kavalcı
twitter.com/kavalcibetul

17 Temmuz 2017 Pazartesi

40 kitapla yolda olmak ve düşünmek

“GERİCİ SANATA HÜCUM”
“Bugünkü Türkiye edebiyatı geri kalmış bir edebiyattır. Çünkü Türkiye insanının çağdaş gerçekliğini ifade edememektedir geri, bu yüzden de gerici edebiyatı belli başlı iki grupta toplamak gerektiği kanısındayız. Bunlardan birincisi sağcı, idealist, düşüncenin uzantısı kokuşmuş bir edebiyattır ve düzenle bütünüyle uzlaşma halindedir. Bir de gerici gibi görünmediği halde gerici olan bir başka edebiyat vardır ki, bu da kendini hayatta yenileyemeyen, hayat tarafından eskitildiği için gerici olan edebiyattır. Bugün hâlâ egemenliklerini sürdüren “sanatçıların” Türkiye’deki devrimci mücadeleye pasif tutum takınmaları bizim edebiyat alanındaki devrimci mücadelemize hız vermiştir. Biz bu pasif tutuma karşı tepkiyiz. Yeni şartların, devrimci mücadelenin bir sonucuyuz. Halktan uzaklaşmış, onun değerlerine yabancılaşmış olan bir sanat ister istemez emperyalizmin aleti olmak zorunda kalacaktır. Oysa Türkiye her alanda canını dişine takarak, var olma savaşını verme dönemindedir. Bu yüzden edebiyatçı olarak sanat alanında girişeceğimiz mücadele de, aslında devrimci hareketin bir parçası olacaktır. Halktan alacağız ve sanatımızla halkın diri yanlarını uyarmaya çalışacağız. Kendimizi bununla görevli sayıyoruz. Biz gerici sanata karşı mücadele ederken, toplumculuğun yanlış anlaşılma biçimlerine de karşı çıkacağız. Sanatın en önemli özelliği, insanı derinliğine bilinçlendirmesidir. Sanatçı, toplumcu kaygılarla da olsa, sanatın bu temel özelliğini kavramazsa, günlük kaygıların, günlük politik dalgalanmaların adam olursa gülünç durumlara düşer. Biz eğer bugün toplumcuysak, bu biraz da eskiden okuduğumuz yazarların bilinçlerimizde bıraktığı derin etkilerin sonucudur. Sanatın uzun süreli, derinliğine bir etkisi vardır. Yalnızca bugünü anlatmakla değil gelecek kuşakları hazırlamakla da yükümlüyüz.”

Yukarıda yazdığım cümleler, 1969 yılında İsmet Özel ve Ataol Behramoğlu tarafından yayımlanmaya başlayan “Halkın Dostları” dergisinin çıkış manifestosudur. 1.sayının ilk sayfasında yer alır ve ne amaçla bu dergiyi çıkarma gereği duyduklarını net biçimde ifade eder. Buraya az bir kısmını aldım. (Dileyen olursa tamamını gönderirim) Bu, şimdilik burada dursun. Yazının ileriki bölümlerinde tekrar döneceğim.

Kitap okuma eylemi, maalesef ki toplumumuzun birçok kesimince küçümsenen bir şeydir. Çok kitap okuyan birilerine ‘alim mi olacaksın’ diye sözle sataşmada bulunan bazı kişiler, ömrünün çok büyük kısmını ilim ve bilimle uğraşarak geçiren kişilere de zaman zaman pervasızca saldırılarda bulunabiliyorlar. Kitap okumayı -hele hele roman ve şiir- gereksiz, faydası olmayan –burada tek fayda kriterleri para-, zaman çalan bir şey olarak görenler, bu zamanı çok boş işlere harcamaktan ise geri durmuyor. Bu ve bunun gibi düşünce yapılarının bir sonucu olarak gördüğüm eğitim sistemimizin de kitap okuma ve okutma konusunda son derece yetersiz oluşu, bu durumu bir kısır döngüye sokuyor ve içinden çıkılmaz bir girdap halinde sona doğru yaklaşıyoruz. Artık bir konuyu araştırmak için kitaplara bakan kalmadı. Herkes o mükemmel (!) beyninden saçma sapan yorumlarını etrafa saçıyor ve bir konu hakkında tartışırken saatlerini, günlerini araştırmaya ve okumaya harcamış kişilere "okumadım ama bence öyle değil" gibi argümanlarla absürt cevaplar verebiliyor. Okuyanların çıkmazlığı ve okumayanların baskın oluşu toplumdaki birçok kargaşanın sona ermemesine sebep oluyor. Kitaplar hakkında yazılmış bir kitap hakkında yazmak, bu cümle gibi biraz karışık bir durum. Yağız Gönüler’in Yolda Olmak kitabı, 2017 yılında İhtimal Dergisi Yayınevi’nden neşredilmiştir. İçinde Yağız Gönüler’in kendisi için belirlediği 40 yol arkadaşı, kendi dünyasını oluşturan 40 kitap hakkındaki yazılarını bulabiliriz. Yaklaşık iki yüz sayfa olan bu kitabı okurken yazar, okura hiçbir zaman "şunu oku, bunu okuma" dayatması yapmıyor ve tamamen kişisel dünyasını sanki yine kendine anlatıyormuş gibi yazıyor. Yola çıkmayı haklı çıkmak olarak gören Gönüler, yolda olmayı ise bu kitaplar sayesinde edebi bir hâle getiriyor ve bir arayış içine giriyor. Kitaplar hakkındaki yazılarını kuru bir tanıtım veya salt bir eleştiri olmaktan çıkaran yazar, yazdığı kitabın konusuna paralel bir şekilde kendi fikirlerini de bir deneme gibi yazıyor. Zaten okuması da bu yüzden keyifli ‘Yolda Olmak’ı. Kendi açımdan söyleyecek olursam; piyasada birçok kitap dergisi var. Fakat bu dergileri alıp başından sonuna kadar keyifle okuduğumu hiç hatırlamam. Ancak bu kitabı başından sonuna kadar hiç sıkılmadan okudum ve kendimce de birçok çıkarımda bulundum. Birçok okur için de geçerli olacağına inanıyorum bu durumun. Buradaki ‘keyif’ sözüyle eğlenmeyi kastetmiyorum. Aksine bazen rahatsız eden, bazen düşündüren bir ‘keyif’ bu. Bir şeyleri öğrenmenin, sorgulamanın keyfi.

Bu kitabı incelemek için bazı ölçütler belirlemek gerektiğini düşündüm. Bunun için yazarın seçtiği kitapların genel olarak ilgilendiği konulara, seçtiği yazar ve yayınevlerinin toplumun hangi kesiminden görüldüğüne (olduğuna değil görüldüğüne) ve yazarın kendi görüşlerini neye yönelttiğine dikkat etmeye çalıştım. Önce kitapların genel olarak konularına ve yazarın fikirlerine değineceğim:

Yağız Gönüler seçtiği kitapların özelinde ve kendi fikirleri doğrultusunda modern hayatın getirdiği çıkmazlara, diğer kitaplar aracılığıyla bolca değinmiş. Şehirleşme, maddi hayatın getirdiği yıkımlar, teknoloji, içinde bulunduğumuz çağın özellikleri hakkındaki eleştiriler kitapta bol bol bulunurken, yazar, incelediği ilk üç kitapta ‘yürümek’ eylemine değinmiş ve neredeyse unuttuğumuz bu eylem hakkındaki fikirlerini “Sivil İtaatsizlik-Yürümek", "Yürümeye Övgü" ve "Yürümenin Felsefesi” kitapları aracılığıyla okura ulaştırmış. Yürümeyi, içinde birçok güzel anlamları barındıran, eylemden ziyade bir tavırlar bütünü olarak görüyorum. Yürüme üzerine düşünmeyi, okumayı değerli buluyorum diyen yazar şöyle devam ediyor: “Yürüyerek yorulmak diye bir şey vardır ki keyfi anlatılamaz. Yürüdükten sonra yemek yiyen, kitap okuyan, müzik dinleyen, arkadaşlarıyla sohbet eden yahut uyumaya çekilen birinin yaşadığı tadı hiçbir şey anlatamaz. Yürümek keyfî bir şey olduğu kadar sıhhîdir de. Her ikisini de sağladığını düşünürsek yürümek, insan olmaktır. İnsan olduğumuzu hissetmek ve insan kalabilmek adına yürümeliyiz. Bu yürüyüşler bol dedikodulu ve çekirdekli bir akşam gezintisinden çok, bir keşif yürüyüşü olmalı. Kendimizi keşfe çıkmalıyız yürüyüşle.

Yolda olmaya talip olan bir yazarın satırlarına yansıyan bu düşünceler, düşünce ve istikamet açısından da tutarlı bir ilişkiyi bizlere gösteriyor.

Yağız Gönüler’in rahatsız olduğu düşünceleri biraz evvel söylemiştim. Bu düşünceler doğrultusunda hakkında yazdığı kitaplarla ilgili, yazılarına birçok yorumunu katan yazarın en ilgi çekici yazılarından biri Kemal Sayar’ın “Yavaşla: Bu Dünyadan Bir Defa Geçeceksin” kitabı için yazdığıdır. Maalesef, birçoklarının dediği gibi çağ, hız çağıdır. Buna ayak direyenler olduğu kadar kendini buna kaptıranlar da çoktur. Her birimiz zaman zaman durup düşünsek de, kendimizi kaptırdığımız zamanlar oluyor. Kemal Sayar’ın bu harika kitabına Gönüler de mükemmel bir yorum katıyor ve kitabı okumayanlar için insanda hemen gidip okuma isteği uyandırıyor: “Kaderini seven insan kuşkusuz kendisini, hayatını, ailesini, eşini, dostunu, varsa çocuğunu, ülkesini, devletini, milletini de daha çok sevecektir, sahiplenecektir, tüm bunlara sahip çıkacaktır. Hayatın akışına kafayı takmaktansa, zamanın hayrını keşfetmek için dalmalıyız daha derinlere. Eskiler ‘vakt-i şerifler hayrola’ derdi. Zamanı hayırsız geçirmemeli. Ne plan yapmakla ne de hızlı olmakla hayatın derinlikleri ve güzellikleri keşfedilemez. Bunu keşfetmiş olacak ki ‘Hayat siz planlar yaparken başınıza gelen şeydir.’ demiş John Lennon. Kemal Sayar ise şöyle diyor: ‘Güzellik ancak onu durup temaşa edecek zamanınız varsa size bir şeyler söyler. Günümüzde görmenin yerini bakmak hatta bakmanın yerini göz atmak alıyor.’”

Sanat, sanatsızlık, modern çağın çıkmazları, modern insanın bir anlam üzerine yaşamayışı Yağız Gönüler’in kitap incelemelerini yazarken sık sık değindiği konulardan. Viktor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” (ki enfes bir kitaptır) kitabını incelerken ‘anlam’ üzerine yazdığı son pasaj kitabın önemini okura hissettirirken, insanın kendisini de sorgulatıyor: “Bugün annelik duygusunu beslediği kediyle veya köpekle karşılayacağını, canının sıkıntısını alışveriş yaparak geçireceğini, şifayı yalnız modern tıpta bulacağını, maaşındaki artışla insanlığını yücelteceğini, takım elbise giyerek özel olacağını, hızlı bir yaşamla mutluluğu yakalayacağını, yirmi beş katlı ve havuzlu bir konutun ev anlamına geldiğini, cipe binmenin saadet getireceğini, sıkıntıları çözecek formüller geliştirmek yerine huzurun kaçmakta olduğunu, yaşamak sevgisinin haz peşinde koşarak geleceğini zanneden her insan; ‘anlamsız’ insandır. Yaptıklarının hiçbir anlamı olmadığının farkında değildir ve bu yüzden de çabuk sıkılır, huzursuzdur, mutsuzdur, güçsüzdür, bezgindir ve hastadır. Şifası anlam’da saklıdır.

Kitabı, içerdiği konular ve yazarın fikirleri doğrultusunda daha sayfalarca anlatabiliriz; ancak bu kadarı kâfidir diye düşünüyorum. Şimdi diğer meseleye geçmek istiyorum: Kitapların temsil ettiği ya da temsil ettiği düşünülen kutuplara.

Toplumda -bence- eskiden beri var olan fakat son zamanlarda iyice ayyuka çıkan bir durum gözlemliyorum: “Şunu yaparsan şu’cu olamazsın, bunu yaparsan bu’nu yapamazsın” gibi son derece sığ düşüncelere, takip eden okurlar son zamanlarda bolca rastlamıştır. ‘Ötekileştirme’nin zirveye çıktığı zamanlardayız ve bunun edebiyat alanına da yansımasını üzüntüyle karşılıyorum. Fikrî veya kurmaca eserlerin okunmasını kendince bir düzene koymaya çalışan bir takım kişiler, insanları ve fikirlerini okudukları kitaplar üzerinden kategorileştirmeye çalışıyor ve bunu yaparken de kendine bakmak aklının ucundan geçmiyor. Yazının en başına aldığım ‘Gerici Sanata Hücum’ bildirgesinden bir kısmını, şu anda söylüyor olduklarım için yazdım. Sanat, kimsenin tekelinde olamaz, olmamalıdır. Sanat sanattır. Yağız Gönüler’in kendi yol arkadaşlarını seçerken, kendisi için tamamen şifa olduğunu düşündüğü kitapları seçmesini takdirle karşıladım ve bu yazarların temsil ettiği dünya görüşlerinin bambaşka olmasını keyifle izledim. Seçtiği yazarlar arasında Atasoy Müftüoğlu, Kemal Varol (Yağız Gönüler gezici falan da değildir), İsmet Özel, Gazali, Sadettin Ökten, Ercan Kesal, Mustafa Kutlu, Şule Gürbüz, Abdurrahman Arslan ve birçok farklı dünya görüşünden yazar olması insanı şu’cu bu’cu yapmaz. Tam tersine şifa arayan bir okur, bir benî adem, bir fert yapar. Yağız Gönüler’in bu kitapla gerçekleştirdiği çıkışını, sanatı tekeline almaya çalışan bir takım insanlara karşı İsmet Özel ve arkadaşlarının zamanında yaptıklarına benzetiyorum ve Gönüler’in “Gerici Sanata Hücum” diyerek haykırdığını duyuyorum. Hangimiz Nazım’ın bir şiiriyle Necip Fazıl’ın bir şiirinden çok etkilenmedik veya hangimiz İsmet Özel’e birçok konuda hak vermedik? Yahut insan psikolojisini en iyi yansıtan ve psikanalizin kurucusu Freud’un bile çok önem verdiği Dostoyevski’yi okuduk diye Hristiyan mı olduk? Ateist felsefecilerden okurken dinden mi çıktık? Bu tür gerici düşünceleri söyleyenlere önem vermemek ve okumalarımızı çeşitlendirmek, kendi kültür ve fikir dünyamız için çok faydalı olacaktır.

Üstelik Gönüler, daha önce de belirttiğim gibi yazar okura şu kitabı okumalısın veya şundan uzak dur dayatmasını yapmıyor ve kitap seçme üzerine, kitap okuma üzerine düşüncelerini, incelediği kitapların arasında bolca sıkıştırıyor: “Okuyuşunda samimi olan bir insan kitap seçmez, kitap onu seçer. Ne okuyayım diye de düşünmez, kitap onu bulur. Birbirlerini okurlar böylece. Kütüphanesinin ya da kitaplığının önünde dakikalarca ‘ne okusam?’ diye düşünen bir okuyucuyu bu düşünce yorar. Tam bu anda kitap aramaktan vazgeçerse, bir süre sonra okuması gereken kitap kalbine düşüverir, aklı da bu düşüş karşısında kenara çekilir. Adımlar hemen o kitabın olduğu rafa gider ve sayfalar çevrilmeye başlar. Daha ilk sayfalardan seçim yapmanın değil beklemenin kıymeti anlaşılır. Bekleyince olur her şey. Beklentisiz bir bekleyişle beklemek.

Metinlerini oluştururken incelediği kitaplardan bol bol alıntılar kullanan yazar, metinler arası geçişe de çok önem veriyor. Bu sayede daha güvenilir ve sağlam yazılar ortaya çıkıyor. Deneme gibi yazdığı için, bazı yazılarında güncel meseleler hakkında fikirler de bulabiliyoruz. Sonuçta tek bir yönden değil, birçok yönden incelendiği için de daha verimli yazılar ortaya çıkıyor.

Yazımı, bu kitabın adının isminin geldiği yer olan, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz kıymetli yazar Âkif Emre’nin Büyüyenay Yayınları’ndan neşredilen Çizgisiz Defter kitabından bir pasajla bitiriyorum. Bu vesileyle merhuma Allah’tan rahmet diliyorum: "Yolda olmak, sonu olmayan bilinmeze doğru çıkılan yolculuğun her adımında harf harf, satır satır yazılması demektir. Yolculuk önümde açılan çizgisiz bir defterdir. Ve her yolculukta atılan ilk adım, alınan o ilk soluk bu çizgisiz defterin nelerle ve nasıl dolacağının bilinmezliği ile yeniden anlam kazanır. Defalarca gördüğümüz yerlere sefer ederken de ilk kez keşfedilmenin mahremiyetini, masumiyetini telkin ede ilk yolculuğa dönüşür…"

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10