"Ne yol biter ne yolcu. Hepsi gelir gider. Bir tek eşik bekler. Eşik en sadık derviştir, çünkü."
- Yağız Gönüler, Eşikte Beklemek
İnsan vasıl olmak ister elbet ama vuslatın yakıcı bir ateş olduğunu düşünemez. Çocukluğumuzdan itibaren her şeyi adım adım öğreniriz, sevdiğimiz şeylerin dozunu yavaş yavaş artırırız. Yeni doğan bir çocuğa kebap yedirmek hiçbirimizin aklından geçmez. Vücudumuzun dünyanın lezzetlerine hazır hale gelmesini bekleriz. İlk kelimelerini söylemeye başlayan bir çocuğun ilk önce anne mi yoksa baba mı diyeceğini merak ederiz ama bu çocuktan bize olan derin muhabbetini ballandıra ballandıra anlatmasını istemek hepimiz için abartılı olur. Bunun için çocuğun duygusal olgunluğa erişmesini bekleriz. Beklemek; olgunlaşmayı, hazır olmayı, layık olmayı da barındırır içinde. İstemek başlamaksa beklemek tamamlamaktır. Bekleyen, beklenenin rızasını aldığında kabul edilir. Toprağın altına bırakılan bir tohum beklemek suretiyle kavuşur güneşe. Buradan bakıldığında beklemenin pasif bir eylem olduğu düşünülmemelidir. Aksine, beklemek bilinçli ve aktif bir eylemdir. Öbür türlüsü beklemek değil vazgeçmektir. “
Tekkeyi bekleyen çorbayı içer.” düsturundaki beklemek miskin miskin oturmak değil; tekkenin müdavimi olmak, tekkenin hizmetkârı olmak, varlığını tekkeye adamaktır.
Ecdadımız “
Sel gider kum kalır.” sözüyle, sebat etmenin ve vefanın da ehemmiyetini vurgulamış. Bir kapıya kul olabilirsek kapının sahibinin muhabbetine de nail oluruz. Bu nedenle insanın kıymeti beklediği kapıyla ölçülür. Hangi kapının köpeğiysek o kapının nimetiyle rızıklanırız.
Bir şiirinde Yağız Gönüler “
Bana tutunacak çok dal verdi hayat / rüyalar, dualar, eskilerin ayak izleri ve kapılar” diyor. Hepimiz bir kapıya tutunuyoruz çoğu zaman farkında olmasak da. Eşiğinde beklediğimiz ve tutunduğumuz kapılar dünya kapısıysa bize ahiret saadeti veremez. Yağız Gönüler iki cihan saadeti için beklenecek eşikleri işaret ediyor
Eşikte Beklemek kitabında. Kitap, okuyucunun gönül kapısının eşiğinde bekleyen bir şairin dilinden yazılmakla birlikte okuyucuyu Dost kapısının eşiğinde beklemeye davet ediyor.
Yunus’un bir şiiriyle başlıyor kitabına Gönüler: “
Bir şâha kul olmak gerek hergiz ma’zûl olmaz ola / Bir işik yastanmak gerek kimse elden almaz ola.” Öyle bir sultanın kapısına kul olmalıyız ki bizi o kapıdan kimse kovamasın. Öyle bir eşiğe yaslanalım ki kimseler bizi oradan alıkoyamasın.
“
İnsan durduğu yerde tamir olamıyor öyle araba gibi. İnsan giderek tamir oluyor.” diyor bir yazısında Gönüler. Hayat, durduğumuz yerden öğrenilmiyor. İnsan, hata yaparak öğreniyor. Gitmek yani eylemde bulunmak, karar almak, bilinçlenmek, kendini bulmak ve en nihayet kendini gerçekleştirmek yani aslına ulaşmak insan olma serüvenimizi oluşturuyor. İnsan, bir kömür parçası değil ki durduğu yerde elmasa dönüşsün. İnsan kendini kendi parlatacak. Yol yürümeyen beklemenin ne olduğunu bilemez. Beklemek, Allah’ın lütuf ve keremi gökten yağmur gibi yağarken ellerini cebinden çıkarıp semaya açmaktır. Beklemek, kendini bilmeye götürür insanı. Kendini bilen kişi, nefsinin tuzaklarına karşı kendini nasıl koruyacağını da bilir. Kendini bilen kişi, yaratılışının gizlerini de bilir. Kendini bilen kişi yaratılmışlardaki ortak sırrı da bilir. Kendini bilen kişi, en nihayet Rabbini de bilir. Rabbini bilen kişi, başka kapı olmadığını da bilir. Dünya saadeti, ahiret azığı ancak o kapının eşiğinde bekleyenleredir.
Birisi durduk yere karşınıza çıkıp sizi çok sevdiğini, sizin için her şeyi yapmaya hazır olduğunu ve sizden de muhabbetine karşılık beklediğini söylese bu söylediğine hemen ikna olmazsınız. İddia sahibinin iddiasını ispat etmesi gerekir. Peki, nasıl ikna edecek sizi? Cebinden bir tomar para çıkarıp elinize tutuştursa ikna olur musunuz? Muhtemelen derhal parayı geri verirsiniz. Karşınızda yakasını, bağrını yırtıp parçalasa ya da herkesin ortasında sizi ne kadar çok sevdiğini haykırsa ya da ne bileyim bir kamyon dolusu gülü kapınızın önüne boşaltsa… Bütün bunlar bu şahsın size olan sevgisine ikna olmanız için yeterli olmadığı gibi şahsın sizinle ilgili farklı niyetleri olduğunu düşünmeye ve ondan uzaklaşmaya çalışırsınız. İnsanların bize karşı muhabbetlerine ikna olmamızı sağlayan en önemli unsur samimiyettir. Hesapsız kitapsız bir şekilde bizim etrafımızda güzellikler oluşturan birileri varsa, bize hayatı kolaylaştıran, yürüyeceğimiz yollardaki taşları temizleyen birileri varsa onların bize karşı muhabbetlerinden emin oluruz. Böyle bakıldığında sevginin, muhabbetin ispata ihtiyacı yoktur. Sevgi, gösterilecek bir nesne değildir. Gönülden gönüle kurulan bir köprünün adıdır muhabbet ve herkes geçemez o köprüden.
Gönül Dağı dizisindeki
Sefer karakterinin
Zahide’ye olan aşkındaki teslimiyetle kurulabilir ancak bu köprü. Yanmadan muhabbet olmaz.
Enderunlu Ali Bey’in bir
uşşâk bestesini alıntılıyor Gönüler. “
Kaydet beni de ‘defter-i uşşâk’a a mâhım.” diyor bestede Enderunlu Ali Bey. Beklemek, kayıt defterine adını düşürmektir. Yusuf’un köle pazarında satışa çıkarıldığı gün ihtiyar bir kadıncağız da alıcılar arasında bekler. “
Sen neyine güvenerek Yusuf’a talip oluyorsun be kadın?” diye horladıklarında, “
Yarın Hakk divanında Yusuf’un taliplileri arasına beni yazsınlar da varsın alamayım.” der. Neye talip olmuşsak oyuz aslında.
Beklemek, kendi kusurunu görmektir. Kusurunu gören kişi kendine çeki düzen verir. Kendi kusurunu düzelten kişi zamanla başkalarının kusurlarını da görmemeye başlar. “
Kusur görenindir.” buyurmuş büyüklerimiz. Etrafımızda kusur diye adlandırdığımız her ne varsa Hakk katında bir ölçüye bağlıdır ve beğensek de beğenmesek de olmuş ve olacak her şey Hakk’ın iradesine dahildir. Sebzelerin dibine döktüğümüz hayvan gübresi kötü kokar ama sebzeler için yararlıdır. Kimi kaynaklarda
Hz. İsa (
as) ile ilgili kimi kaynaklarda ise
Hz. Muhammed (
s.a) ile ilgili anlatılan bir kıssa da köpek leşini gören arkadaşlarının iğrendiklerini belirtmeleri üzerine “
Dişleri ne kadar da güzel.” buyurdukları anlatılır. Bir köpeğin bir balığı koşamadığı için hakir görmesi ne kadar saçmaysa güzelin çirkini, zenginin fakiri, akıllının ahmağı hakir görmesi de o kadar saçmadır. Balığa yüzme yetisini veren Allah onu suya koymuştur ki koşmaya hiçbir zaman ihtiyacı olmayacaktır. Aynı şekilde insanlar da sahip oldukları yeteneklerle, mal varlıklarıyla imtihan edileceklerdir. “
Biliniz ki kuşkusuz, mallarınız ve çocuklarınız (sizler için birer) imtihandır.” ayetinin sırr-ı hakikati de budur. Buradaki mallarınızdan kasıt zahiren servet olarak düşünülse de her türlü yetenek, güzellik ve zekâ da buna dahil edilebilir.
Gönüler “
Neticede mana da içine girecek bir madde arar.” diyor kitaptaki bir yazsında. Güzellik, muhabbet, samimiyet, nezaket, dostluk, huzur, güven vs. duyguların birer kavanoza doldurulup satıldığını düşünebilir misiniz? Her şey kendi kabında muhafaza edilir. Muhabbetin kabı da Muhammed’dir (s.a.). Muhammed (s.a.) kapısına kapılanmadan muhabbet gıdasına talip olunamaz. Sen bir makamın önüne gitsen ve dışarıda beklemeye başlasan. İçerideki makam sahibi senin orada olduğunu nereden bilecek. Bunu kapıda bekleyen kişiye bildirmen ve öyle beklemen gerekir. Her kapının bekleyeni ayrıdır. Yüzbaşının emir eri ile orgeneralin emir eri rütbece eşit olabilir mi? Kapı ne kadar şerefli ise kapıda bekleyen de o kadar şerefli olur. Bu yüzden “
Şeref-ül mekân bi’l-mekin” buyurmuş büyüklerimiz. Muhabbet manası Muhammed (s.a.) maddesine bürünerek var oldu ve ondan sonra da “
Benim varisim alimlerdir.” hadisinin sırrınca Allah dostu ulemanın suretinde varlığını devam ettiriyor. Buradan hareketle “
Alimin ölümü alemin ölümü gibidir.” hadisini, muhabbetin yok olması alemin varlık sebebinin de yok olması gibidir şeklinde anlayabiliriz.
Bir kutsi hadiste Cenab-ı Hakk’ın “
Ben gizli bir hazineydim. Bilinmekliği sevdim ve mahlûkatı yarattım.” buyurduğu rivayet edilir. Allah, bilinmek ister, Allah’ı bilmek de ancak sevmekle mümkündür. Akılla bir yere kadar gidebilen insan, gönül kanatlarını açabilirse Allah insanı Aşk göğünde rızıklandırır. “
Onların kalpleri vardır, onunla düşünmezler.” ayetinin sırrı da Cenab-ı Hakk’ın insana akıl yoluyla değil kalp yoluyla yaklaştığıdır. “
Ben yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım.” kutsi hadisi de Allah’a duyulan muhabbetin büyüklüğünü işaret ediyor.
Yağız Gönüler’in daha önce pek çok yazısında yer verdiği
Ebû’l Hasan Harakânî‘nin şu sözü hepimize günlük yaşantımızda gönül ferahlığımız için bir pusula hükmü taşıyor: “
Alim sabah kalkar ilmini artırmak için çabalar. Zahid, zühdünü artırmak ister. Tacir de ticaretini artırmanın peşine düşer. Ebû’l Hasan ise bir kardeşinin gönlüne ferahlık, huzur ve yücelik ulaştırma derdindedir.” Sahi, en son ne zaman bir kardeşimizin gönlüne ferahlık, huzur ve yücelik ulaştırdık? Evliya menkıbeleri hep eskilerden anlatılınca velilerin hepsi geçmiş zamanlarda yaşayıp gitmiş sanıyoruz. Gönüler, “
Bugünün evliyası sessiz, davasız, iddiasız; iyinin, güzelin, hayrın ve paylaşmanın derdinde. Eyliyanın en mühim huyu nedir? İnsanın ağırlığını, yükünü almasıdır. Bugünün evliyasını nasıl tanırım? diye soruyorsan söyleyeyim. Çaktırmadan gözyaşı silen biri varsa yakınlarında, onu evliya bil.” diyor. Sahi, biz en son ne zaman bir yetim başı okşadık, en son ne zaman sol elimizden habersiz sağ elimizi uzattık bir düşküne? Sahi, başkalarının gözyaşı ne kadar umurumuzda?
Kişinin dilinde kim varsa gönlünde de o vardır. Yağız Gönüler; kitabında sıklıkla Yunus Emre,
Mevlânâ,
Niyâzî-i Mısrî,
İbnû’l Arabî, Harakânî,
Hermann Hesse,
Jung,
Lütfi Filiz,
Muzaffer Ozak,
Ahmet Amiş Efendi,
Süheyl Ünver,
Sadettin Ökten ve
Yahya Kemal gibi isimleri referans gösteriyor. Bu da bize Gönüler’in ruh dünyasına dair bir izlenim kazandırıyor. Yola çıkmaya niyet edenler için, yolun taşlarına, dikenlerine ve bu taşların, dikenlerin birer nimet oluşuna dair samimi bir iç döküş gibi okunuyor
Eşikte Beklemek. Eşiğinde beklediğimiz kapılar şahidimizdir.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com