Hüseyin Akın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüseyin Akın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Aralık 2020 Pazar

Öğretmenimin söyledikleri

Deneme, tanımı itibariyle diğer yazın türlerinden daha rahat ve özgür bir şekilde kalem oynatabildiğimiz bir alandır. Yazar, herhangi bir konudaki fikirlerini kanıtlama zorunluluğu olmaksızın özgürce dile getirir. Elbette, deneme yazarının bu özgürlüğüyle beraber, alanında uzman bir kişi olması ve öne sürdüğü fikirlerini destekleyecek alıntı ve örnekler vermesi de beklenir. Kısaca, deneme yazarı kanıtlama zorunluluğu olmaksızın fikirlerini ileri sürerken öncelikle kendini ikna edecek destekleyici alıntıları ve örnekleri de sunmalıdır. İyi bir denemenin ilk şartı, üslup ve teknik özelliklerin öncesinde alanında uzman bir kişinin kaleminden çıkmış olmasıdır. 

Toplumumuzun en önemli sorunlarından biri, her alanda uzman olan kişilerdir. Özellikle gazete ve televizyonlarda ülke gündemi ne olursa olsun; sanattan siyasete, kültürden edebiyata, dinden tarihe kadar her tartışmada aynı simaların uzman olarak karşımıza dizilmesine alışık olduğumuz için gerçek anlamda “uzman”ın nasıl bir şey olduğunu doğrusu pek de bilmiyoruz. Hüseyin Akın, şair kimliğiyle tanıdığımız bir öğretmen. Kendisini “öğretmen şair” olarak tanımlamıyor. Şairliğini öğretmenliğinin gölgesine almayı reddediyor. O bir “şair öğretmen” Yani öğretmenliğini şairliğiyle destekleyen, şairliği esas kimliği kabul eden ve kimliğiyle öğretmenliğini bütünleyen bir sanatçı. Söz konusu eğitim ve eğitim meseleleri olduğunda söz hakkının verilmesi gereken ilk grup öğretmenlerdir ancak kamuoyunda gördüğümüz kadarıyla eğitimle ilgili fikri alınmayan ya da fikrine en az değer verilen grup yine öğretmenler.

Hüseyin Akın, bir imam-hatip mensubu. 12 Eylül ve 28 Şubat başta olmak üzere muhafazakâr camianın hedef alındığı girişimlerden ziyadesiyle etkilenmiş ancak bir eğitimci olarak bu süreçleri düşünsel bir kazanıma dönüştürebilmiş bir isim. Bana Öğretmenini Söyle, Hüseyin Akın’ın öğrenim hayatı, imam-hatip ve din eğitimi başta olmak üzere Türk eğitim sisteminin başlıca meselelerini ele aldığı deneme kitabı. Meseleler çok yeni değil belki ama bir eğitimcinin kaleminden çıkmış olması, dahası bu eğitimcinin meselenin bizzat içinden gelmiş olması yazıların ehemmiyetinin de artırıyor. Aynı zamanda şair olan Akın, denemelerinde şiirsel bir dil de kullanıyor, gereksiz teferruatlarla sözü yormak yerine meselenin özüyle okuyucuyu baş başa bırakıyor.

Çocuk eğitimi ve ebeveynlik üzerine şunları söylüyor Akın: “Hiçbir şeyi artık çocukların uzanamayacağı yerlerde saklama ihtiyacı hissetmiyoruz. Çünkü şimdinin çocukları her yere uzanabiliyor. Sadece zehirli ilaçlara değil, kuytu köşelere, izbe bilgilere, şiddet ve cinsellik içeren ses görüntü ve imajlara kolayca ulaşabiliyorlar.” Eğitimin esas gayesi çocuklarımızın ahlâkî değerleri kazanmaları olmalıdır. Ahlâkî değerlerden yoksun bir nesil zihinsel yönden ne kadar geliştirilirse geliştirilsin toplumu muasır medeniyetler seviyesine ulaştıramaz. Eğitim, evlerimizde ve anne baba kontrolünde başlar. Bir çocuğun altı yaşına kadar evde tecrübe ettikleri, eğitim hayatının geri kalanına yön verir. Her şeyden önce bütün anne babalarının çocuklarına doğru örnek teşkil etmeleri ve onlara doğru tecrübeler edinecekleri yaşam alanları sağlamaları gerekir.

Akın, din eğitiminin camiye indirgenmiş olmasına tepki gösterirken camilerdeki yaşantının da İslam dininin hassasiyetlerine uygun olarak düzenlenmediğini belirtiyor: “Demem o ki camiler de efradını cami, ağyarını mâni olmalı. Camilerin ağyarı omuzları birbirine değdiği hâlde kalpleri birbirine ulaşmayanlardır. Ehl-i din birbirini bilmemek insaf değil!” Çocukluğunun camilerini bu şekilde resmediyor Akın, günümüzde epey yol alınmış olmakla birlikte özlediğimiz cami ortamını maalesef bulabilmiş değiliz. Cami ve okul arasındaki gerginliği de şu sözlerle veriyor Akın: "Cami okula çok uzaktı, okul da camiye. Uzak dedimse öyle fiziki mesafe olarak falan değil tabii. Birinden diğerine geçerken nefesim daralır, kalbim sıkışırdı. Okul camiden kaçardı, cami okuldan.” Bu sözler, sadece iki mekânın değil, toplumun iki kesiminin de birbirine ne denli uzak olduğunun ifadesidir.

Akın’ın eleştirilerinden 12 Eylül darbesi de payını alıyor: “O kadar uzun bir sabahtı ki 12 Eylül sabahı, bütün vakitlerden zor kullanarak bir şeyler çalmış gibiydi. Bizi birbirimize düşürenler, kahraman edasıyla bu kanlı kavgayı sona erdiriyordu. Şimdi bütün memleket olay yeri inceleme alanıydı. Jandarmalar eşliğinde okul koridorlarında yürüdüğüm günleri hatırlıyorum.” Yazıların pek çoğunda 12 Eylül’ün mirası olan müfredat, zorunlu din dersi, milli güvenlik dersi ve okul uygulamalarını sert bir dille eleştiriyor Akın.

Çocukluğumuzun acıları arasında önemli bir yeri olan beslenme saatlerini de şairane bir üslupla ele alıyor Akın ve ironik bir biçimde yüzümüze vuruyor bu acıyı: “Beslenmek uzun vadeli bir şeydi, oysa benim acelem vardı. Çünkü çok zayıftım. Zeytin, peynir, reçel ve yumurta gibi temek müfredattan oluşuyordu bu beslenme saati. Pastırma, sucuk ve muz müfredat dışı beslenme unsurlarındandı. Hiç unutmuyorum, bir keresinde sınıfımızdan bir arkadaşın beslenme çantasında muz yakalanmıştı da öğretmen ne yapacağını şaşırmış ve o arkadaşın velisini çağırıp ikaz etmişti.

Kıyamet aşısı olan milletler er geç kendilerine gelirler.” diyor Akın. Türkiye’nin gittikçe dinden uzaklaştığı, seküler bir yapıya büründüğü yönündeki değerlendirmelere karşı 15 Temmuz direnişini örnek göstererek karşı çıkıyor. 15 Temmuz direnişi, Türkiye üzerinde oynanmak istenen oyunları bozarken Türk toplumunun değerleri itibariyle nereye doğru evrildiğini de göstermiştir.

Akın, eline çuvaldızı almadan önce iğneyi kendine batırmayı ihmal etmiyor. Tepkilerini bir çeşit refleks olarak değil, arka planı sağlam bir karşı çıkış olarak sunuyor. Din kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin ismi ve Din kültürü öğretmenlerinin nitelikleri başta olmak üzere okullarımızdaki din öğretimine yönelik öğretmen, müfredat ve sistem eleştirileri yapıyor. Din Kültürü Öğretmeninin kriterlerini de kendince sıralıyor: “… coşkulu olmalı din öğretmeni, mizah kabiliyeti güçlü olmalı. Gerektiğinde dünyayı ve de dünya telaşını tiye almayı bilmeli. Dost olmalı öğrencileriyle… Kabına sığmamalı. Eğreti durmamalı. Kendini beğenmeli (kibirli demedim) ama kendini sevdirmek için uğraşmamalı. Çalıp söylerse iyi olur. Özellikle modern çalgılar. Resim ve karikatür yapanı makbuldür. Kitaba para vermeli. Tecrübesi arttıkça daha bir genç olmalı, genç düşünmeli, gençlerden yana olmalı. Her dilden selam verebilmeli. Her rengi sevmeli. Yeşile takılıp kalmamalı. Hiç konuşmadan anlatmalı bazı şeyleri öğrencilerine. Çok öğüt vermemeli, aklını öğrencileriyle paylaşmalı ve onlara danışmayı da ihmal etmemeli…

Seçmeli Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in (sav) Hayatı derslerine yönelik talebin azalmasıyla ilgili de farklı bir yaklaşım getiriyor Akın. Esasen Müslüman bir ülkede bu derslerin okullarda verilmesinin, seçmeli ya da zorunlu olmasının tartışma konusu dahi olmaması gerekirken sanki ülke kalkınmasının önündeki en mühim meseleymiş gibi gündemde tutulması manidardır. Akın: “Kur’an’ın Müslüman evlerde okunma oranı ne kadar ki okullarda bunun daha fazlasını bekliyoruz? Hz. Peygamber’in hayatı evlerimizde gerçekten aile gündemini oluşturuyor mu, çok merak ediyorum?” derken toplumun bu konudaki duyarsızlığını eleştiriyor.

Bir imam-hatipli olarak imam-hatip kuşağının bu ülke için ne ifade ettiğini de ortaya koyuyor Akın: “İmam-Hatip kuşağı bu ülkenin mayasını, dokusunu ve kokusunu hatırlatmak gibi bir vazifeyi hakkıyla yerine getirmiş, okumuş insan profilinin kendi öz değerlerine yabancılaşmak gibi bir kadere boyun eğmesine karşı çıkmış ve bu makûs talihi yenmiştir.

Akın’ın eleştirilerinden bilim tapıcıları da nasibini alıyor. Bu bilim tapıcıları, her türlü buluşu, ilerlemeyi ve güzelliği Batı’dan beklemeyi kendilerine görev edinmiştir sanki.

Müslümanların bilimsel bir çalışma yapabileceklerine ihtimal dahi vermedikleri gibi İslam’ı da ilerlemenin önünde bir engel olarak görürler. Akın bu insanları şu şekilde tasvir ediyor: “Kendi insanının işe yaramazlığına kalpten inanıp diliyle bunu ikrar eden adamlar kutsal bir inek muamelesi yaptıkları bilime Müslüman ilim adamlarının da ulaştıklarını bir türlü kabul etmek istemezler. Hâlbuki bilim “el-ilim” kaynağından sadece bir katredir. Ucunda bulma hedefi ve aşkı yok ise bilmek insanın üzerinde yük olmaktan öteye gitmez.

Öğretmen tavrına ve öğrenci psikolojisine yönelik de bir değerlendirmesi var Akın’ın: “Lise ikinci sınıftaydım Arapça hocası bana var gücüyle Türkçe bir lisanla bağırmıştı: Çık dışarııı! Derste başka şeylerle ilgilendiğim için fena hâlde bozulmuştu. Başka şeyler dediği dışarıda başımı her sağa çevirişte pencereden gözüme ilişen mezar taşından başkası değildi: ‘Biz de yaşardık siz gibi/ Siz de geleceksiniz biz gibi’ tam tamına böyle yazıyordu kenarları çiçek işlemeli mezar taşında.” Bu sözler birkaç gün önce okuduğum bir başka yazarın sözlerini hatırlattı. Ali Ayçil şunları söylüyordu: “Öğretmen, pencereden bakarken gözüne göçmen kuşlar takılan bir öğrencinin hayretini dikkat dağınıklığı saydığı gün kaybetti.” İki yazar, iki ayrı deneme kitabı ama aynı hassasiyeti yakalayan iki anlatım. Denemede kanıtlama amacı güdülmez ama sözü yormadan, doğru yerden söyleyen yazar, okuyucuyu ikna edemese de derdini ayan eder. Yazarın da derdini ayan etmekten öte derdi yoktur zaten.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

3 Eylül 2017 Pazar

Şirinleşen topluma dair haklı tespitler

"Müslümanlar dünya ölçüsünde bir hareketin sorumluluğu altıda, kendi kaynaklarına yakışır bir vekar ile insanlar üzerindeki hâkimiyetleri ne kadar büyük olursa olsun diğer düşünce sistemlerine benzemekten, onların değer ölçülerine şirin görünmekten imtina etmelidirler. Müslümana yakışan haklı olduğunu göstermek olmalıdır."
- İsmet Özel, Şirin mi olalım haklı mı?, 17.06.1977, Yeni Devir

Her yanımız şirin kaynıyor. Ancak bu şirinler maalesef bildiğimiz şirinler (The Smurfs) değil. Mesela bir şirin baba var, her şeyin en doğrusunu o biliyor ve en güzelini o yapıyor. Bir şirine var, görseniz nasıl da merhamet ve vicdan metinleri yazıyor, okur ağlarsınız. Sonra güçlü şirin var, sadece yoksulları ve yetimleri yenebiliyor. Gözlüklü şirin çoğu zaman şirin babayı taklit ediyor ve sürekli onu övüyor. Şakacı şirin zerre kadar güldürmüyor çünkü mizahla lakaytlığı birbirine karıştırıyor. Somurtkan şirin var, ciddi olmayı asık suratlı olmakla karıştırıyor. Hayalci şirin rüya görmeyeli seneler olmuş.

Sakar şirinin devirdiği çamlar toplu konutlar için elverişli bir arazi meydana getirdi. Obur şirin televizyon ekranını çok seviyor, iyi alıştı oralara. Aşçı şirin pişmiş aşa su katıyor. Süslü şirin o kadar çok aynanın kırılmasına vesile olmuş ki bastığı yerde diken bitiyor. Usta şirin uzun zamandır çiklet çiğnemenin orucu bozup bozmayacağını tartışıyor. Korkak şirin kendine uygun bir makam buldu, yine de korkuyor. İzci şirin gökdelen dikmenin sevap olduğuna karar vererek tüm çadırlarını yaktı. Ressam şirin uzun yıllardır çizmek için güzel bir şey arıyor, müzisyense ilkokulda blok flütte kalmasına rağmen belediyelerin göz bebeği. Bir de bebek şirin(ler) var, onlar da büyüyecekler inşallah, ağabeyleri gibi olacaklar. Şirin şirin...

Yukarıdaki iki paragrafta biraz gevezelik yapmış gibi görünüyor olabilirim, lakin yapmadım. Bunlar eminim ki sizlerin de içlerini kolayca doldurabileceğiniz karakterler, dedim ya her yanımız şirin kaynıyor. Fakat bir de haklılar var. Üstelik sayıları hiç de az değil. Onlar bir şeyler yolunda gitsin diye kendilerinden vermeye devam ediyorlar. Hep sabır diyorlar ama bu sabrın arkasında suskun kalmak sessiz olmak gibi sevim ve şirinli davetler yok. Haklı olan hem yazar hem konuşur. Şiir de söyler türkü de. Hüseyin Akın işte öyle haklılardan. İsmi gibi konuşup soyadı gibi yazanlardan.

Tespitçi Dükkânı, Akın'ın deneme kitaplığının yeni üyesi. Ülke Edebiyat'tan Haziran 2017'de çıktı. 160 sayfalık kitap, özellikle 2000'li yıllar Türkiye'sini ve insanını en gerçekçi yerden anlatmaya çabalıyor. Bir Hüseyin Akın klasiği olarak sadece yazılarının başlıklarından birkaç tanesini buraya uygun gelecek sanırım: "Mehdi Gelince Nasıl Karşılamalıyız?", "Madem Materyalist Değilsin Bu Kadar Materyal Ne?", "Ödül Niçin Verilir ve Ne İşe Yarar?", "Sahte Bala Hayır, Sahte Dine Evet mi?", "Müzikten Korkmayın O Kimseye Bir Şey Yapmaz", "Gitti Tevatür Geldi Twitter", "Anne Bana Terlik At, Ruhsatlı Olsun!". Herhâlde meramımı anlatabilmişimdir. Aslında gündem, güncel ya da gündelik denilen parkurda ömrü kısa gibi olsa da tartışma alanlarına girmiş ve her birini meşgul etmiş mevzuların, fikir ve düşünce fukaralığımızdan kaynaklandığını çözümlüyor Akın. Bir öğretmen olarak tıpkı Nurettin Topçu'nun maarif davası gibi da kendi davasını, davalarını ortalığa saçıyor. İnanın saçılan her yerden hepimiz için ayrı dava dosyaları çıkabilir. Mesela kendi dosyamı "Ateisti Olmayan Din: Futbol" başlıklı yazıdan aldım, inceliyor. Sizi de kitabın hemen başındaki "Tarafçılar, İyi Tarafçılar ve İtirafçılara" serlevhâlı yazıdan bir paragrafla meşgul ediyorum:

"Hakikatin herkesi kendine çekecek sabit bir mekânı kalmamış. Herkes kalabalığa doğru koşuyor. Herkesin kendini haklı ve kârlı çıkaracak bir kalabalığı var artık. Kalabalığın gücü hakkın ve haklının gücünü bastırmaya yetmiyor. Amigolar, holiganlar, alkışçılar memleketin her tarafını stadyuma çevirmiş. Okuduğunuz köşe yazılarından ıslık sesi işitmiyor musunuz, yoksa benim kulaklarımda mı sorun var?.. Taraf borsasında öne çıkan düşünceler ve kişiler her an el değiştirebiliyor. Kârlı tarafta bulunmak tipik bir muhafazakâr (ne de olsa muhafaza+kâr: Kârı muhafaza edendir) tavrıdır. Haklı olana hakkını teslim etmek hem yürek hem de adalet isteyen bir çabadır." [sf. 22-23]

Günümüzün belki de en çirkin yüzleri, bize kadim mensubiyetlerimizden bahsederken o mensubiyetlerden fersah fersah uzakta yaşayan, bir de üstüne servet sahibi olan yüzleridir. Ahlâk, vicdan, merhamet, asalet, erdem gibi meseleleri yazılarına ve konularına 'malzeme' eden bu çirkin yüzler, esasen bizi akan giden, Zygmunt Bauman'ın deyimiyle "akışkan" modernitenin işgali altında kalmamıza sebep olan iklime sabit tutmanın derdindeler. Kapitalist ahlâk bunu gerektiriyor. Akın da şöyle diyor: "Ekranlardan irfanî gelenek telkini yapmak her şeyden evvel erkâna uygun düşmeyen bir gayrettir. Kem âlâtla kemâlat olmuyor çünkü. Ekrandan erkân öğrenen kimselere rastladınız mı siz hiç? Ekran olsa olsa bir salon aynasıdır. İnsanlar ona bakarak saçlarını tarar, makyajlarını tazeler, kravatlarını takıp üstlerini giyinirler. Yüzsüzdür ekranlar, kim ona bakarsa ondan yüz devşirir. Zamanla insanı da kendisi gibi yüzsüzleştirir. Yüzü olmayan bir bakışa dönüşür insan, "irfani gelenek" sohbet ve muhabbet der, insan sıcaklığından bahseder; ekranlar ise ne gelecek dinler, ne gelenek; insanın bakışlarını âna çivilemeye ikna eder. Şimdi vardır ve o şimdidir." [sf. 42]

Bir gülün açışının kaç sayfa süreceği, bir yetimin gülüşünü yazmak için kaç defter gerektiği, muazzam bir kitap olan tabiatın sesinin kaç notaya sığabileceği gibi meselelerle evet, şairler ilgileniyor daha çok. 'Bu tip' şairlerin denemeleri de şu tip oluyor: Esaslı, düşünceli, hasbi. Bir şey yazmak için kartvizite ihtiyaç duymazsanız, bir şey söylemek için minnet de etmezsiniz. Bu böyledir. Şair de böyledir. Gençliğe hitabesini de şöyle yapar: "Nazım Hikmet'i eleştirsinler, ama korkmasınlar. Kürt-Türk, Alevi-Sünni, Solcu-Sağcı... Bu toprakların muhtelif renkleri ve realitesiyiz. Ait olduğumuz müşterek değerler gölgemizin gövdemizi izlediği gibi bizi takip eder. Yunus da bizim sesimiz, Karacaoğlan da Pir Sultan Abdal da. Şeyh Galip'ten, Sezai Karakoç'a ulaştıracak yol bu gelenekten geçer. Bugünün Türkiye'sini okumak için İsmet Özel'i baştan başlayarak yeniden okumak gerekir. Mustafa Kutlu okunmadan kaybettiğiniz renk, eda ve iklimi bulamazsınız." [sf. 94]

Ara not: Pir Sultan'ın Tevhid ismiyle bilinen-söylenen bir deyişi vardır bilirsiniz. "Arifler dükkanı açmış / ne ararsan var içinde" der. Belki de Hüseyin Akın'ın kitabına isim vermiştir, kim bilir...

Yalnızca aynı cenahın müminleri mi kardeştir? Müminlik telif ya da ücret mi gerektirir? Mümin kardeşliği için kurumsallaşmak, holdingleşmek, şirketleşmek şart mıdır? İşte tüm bu kritik ve acımasız meseleler için sarı çiçeğe "Müminler kardeş midir?" diye sormuş Hüseyin Akın. En büyük parçalamayı evvela bir araya gelenlerin yaptığını anlatarak. Haksızlık/haklılık iktidarının nice zulümlere kapı araladığını anlatarak. Her tabelanın aslında aramıza giren bir şey olduğunu anlatarak. Fitne artık bir raf ürünü gibi oldu. Çok uzaklarda aramaya gerek yok. Üstelik ömrü de çok uzun, serin ve kuru yerde saklayarak kullanabiliyorsunuz. "Hepiniz birden Allah'ın ipine sımsıkı sarılın (Âli İmrân 3/103)" ikâzına karşın ne bir özeleştiri yapan var ne de muktedirlere yönelik bir eleştiri. Mazlumun yanında "görünen" bir zalim mi arıyorsunuz? İşte zulmün tanımı. Akın'ın yorumu şöyle: "Fırkalaşmayı cemaat olmak zannedenlere son sözümüz şudur: Şer bir araya geliyor, küfür cem oluyor, yalancılar ittifak kuruyor, peki ya siz birbirinize selamı sabahı bile çok görecek denli hakikat denilen o mutlak bütünden ayrılarak acaba hangi derde deva, hangi yaraya merhem oluyorsunuz?" [sf. 118]

Hakikatin ikazları eşliğinde akıyor kitap. "Allah, aklını kullanmayanları rezilliğe mahkûm eder (Yunus 10/100)" bir tarafta, "Başınıza gelen her musibet kendi ellerinizle yaptıklarınızdan dolayıdır (Şûrâ 42/30)" diğer tarafta. Elbette ikisi de aynı tarafta. Eğitimin insan değil eleman yetiştirmeye dayalı olduğu, mahallelerin çökertilmesiyle konuşmaya mahal kalmadığı, yüksek yüksek sitelerde kurulan ailelerin terapistlerden çıkamadığı, herkesin din dersinden 5 aldığı ama ne hikmetse arsızın hırsızın hiç eksik olmadığı, herkesin her şeyi herkesten iyi bildiği, bilgiden zehirlenenlerin gıdadan zehirlenenleri geçtiği, bilmeyene bildiren mekanizmada bir tek haddini bildirenin bulunmadığı zamanlardayız. Bu zamanlar uzun sürecek gibi görünüyor, şiddeti daha da artarak. Olan yine garibe, fukaraya olacak. Böyle bitsin bu yazı, tıpkı Tespitçi Dükkânı'nın kapanış satırları gibi:

"Televizyondaki hoca efendi yarım saattir sakız çiğnemek orucu bozar mı sorusunu cevaplamaya çalışıyor. Ya yalan söylemek ya gıybet, iftira ve adaletsizlik yapmak bunlar bir sakız-oruçlu ilişkisi kadar merak edilmiyor. Daha fazla kazanmak için işçisini asgari ücret koşullarında çalıştıran patronun orucunu hiçbir güç bozamıyor nedense. Garibanının orucu yağmur suyuyla bile bozuluyor."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Mayıs 2017 Salı

Hatır için değil hakkaniyet için söyleyen şair

"Ben ki hayattan düştüm, kime çektimse böyle
Gelmeseydim dünyaya o kadar kırılmazdım
Bu yüzden seviyorum her şeyi ölesiye."
- Yaşamak Ölesiye, Yan Tesir, sf. 13 

Her şairin, her şiir okuyucusunda ayrı bir yeri vardır, olmalıdır. Bu bir ululama değil, aksine kadir kıymet bilmektir. İsmet Özel'in dizelerindeki "Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar / ben yaşarken koptu tufan / ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat / her şeyi gördüm içim rahat" hakikatini söyleyebilmek için; sanatçılara yaşarken değer vermelidir has bir okuyucu. Bu hususta Orhan Veli'yi haklı çıkarmamalı: "Ölürüz diye mi üzülüyoruz? / ne ettik, ne gördük şu fani dünyada / kötülükten gayri?"...

Hüseyin Akın, her şiir kitabını birer ders niyetine okuduğum, günümüz Türk şiirinin nadide bahçelerinden biri. Kanaatim odur ki, birçok has şiir takipçisi yahut sevdalısı için de öyle. En azından öyle olmalıdır. Bir öğretmen olarak ne şanslıdır onun öğrencileri. Birkaçıyla tanıştım, bu şansın farkında olanlar da vardı olmayanlar da. Hayat zaten kimi affedip kimi affetmeyeceğini böyle seçer: Farkında olanlar yahut olmayanlar.

Ay Tanığım Olsun, Ömrümün Kısa Günü, Kumaştan Çalan Terzi, Çöl Vaazları ile toplu şiirlerini barındıran Sevmek Karanfil ve Kiraz adlı kitaplarından sonra Yan Tesir'in beşinci şiir kitabı olduğunu söyleyebiliriz şair için. Şule Yayınları etiketiyle Mayıs 2017'de neşrolunan kitap, iki bölümden oluşuyor: Hüseyni Şiirler ve Türkçe Sözlü Hafif Şiir. Toplam 38 şiir var Yan Tesir'de. Kitabın ismi, bölüm isimleri ve şiirlerine verilen isimler, tıpkı deneme kitaplarında olduğu gibi Hüseyin Akın'ın bir "isim seçme erbabı" olduğunu gösteriyor. Hem titiz, hem de dahice. Birkaç misal vereyim: Yaşamak Ölesiye, Diş Bileyciler Çarşısı, Ölürsem Ölürüm, Süper(sin), Sinop/sis, Allah'ın Pastasından Bir Dilim, Annemden Duyduğum Kadarıyla Hayat, Gece Nöbetinde Bir Oğulun Babasına Söylediğidir, Kayıp Kızlar İlahisi, Son/Uç İlahisi, Söylenmemiş Yalana Bir Şey Gerekmez, Yağmura Kısa Film...

Hüseyin Akın'ın bir diğer Allah vergisi özelliği, maşallah ki hafızasıdır. Ayrıca bugüne kadar birlikte yer aldığımız söyleşi yahut panellerde gördüm ki kendi şiirlerinden çok İsmet Özel şiiri okur, ama ezberden okur. "Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir" diye başlar, mûsıkî biler bir ritimle sonuna kadar belirgin bir âhenkle okur. Bu âhenk anlayışı, hiç şüphe yok ki tüm şiirlerinde görünebilir. Bir müzik albümü dinlenirken nasıl ki ruhta sakinlik ve sükûnet tebarüz ediyorsa, Akın'ın şiirleri de aynı etkiyi yaratır. Yalnız bazen insan oturduğu yerden kalkmak, yumruğunu havaya kaldırmak ister. Bazen de benim gibi "bu dizeyi ben yazmak isterdim ama yazmış kadar oldum" der. Özellikle şu son söylediğimi en çok yaşadığım şair Hüseyin Akın'dır. Çok istediğim bir şeyi yapacağım şimdi, şiirlerinden kıtalar değil mısralar paylaşacağım:

- Heceden geçmeseydim ben ona bahçe derdim
- Abartsaydım seni ben gökyüzünü öperdim
- Google'dan mezun çocuklar bunu bilirler
- Bağışlar her şeyi bir keman sesi
- İnsan bir şeyler söylemek için hayata dair yaklaşır çiçekçilere
- Yok, bulamadım dünya gibisini, dolaştım bütün oyuncakçıları
- Herkes tarih okur, ben pencereden bakarım
- Herkes yerli yerinde, yerinde değil tabir
- Niye geldik dünyaya? Damatlık beğenmeye
- İnsanın gündemi: kendinden geçmek
- Susulan her sözcük kopabilir

Topraktan uzak göğe yakın ama gökyüzüne değil. Böyle yaşıyoruz. Şair bu yaşayışta "Evin yolu bu kadar, ekmek yoksa savaş var / avuca tüneyen kuş "gök nerde?" diye sordu" dizeleriyle nöbet tutuyor. Tüm uykusuzlukları hakkında konuşurken, "onu ben bir poğaça kâğıdına sarmıştım" diyor. Bunca uyanık arasında kendince bir uyku türküsü tutturuyor: "Bırak gözü açıklar hayatı sobelesin / yumalım gözümüzü, kanatlansın şarkımız."

Deneme yazmak, herkesin deneyebileceği bir şey gibi gözükse de kendince bir tavır, karakter ve duruş gerektirir. Şiir biraz da Allah vergisidir ama deneme olunca Allah, kulunu "buyur kağıt ve kalem, göster hünerini" der gibi bırakır. Bu bırakılışla birlikte deneyici, eğer şairse, kelimeleri bir saz semaisi gibi diziverir. Ortaya içten, dürüst ve gerçek metinler çıkar. Bu minvalde, son yıllarda Hû DönüşüKaybolmak İçin Nereye Gitmeli? ve Yalan Dünyanın Yanlış İşleri gibi çok önemli kitaplara imza atan Hüseyin Akın'ın yeni bir deneme kitabı daha görücüye çıkıyor: Tespitçi Dükkânı. Bu haberi vermeden bu yazıyı bitirseydim içim rahat etmezdi. İçimin tam manasıyla rahat etmesi için kitaptan bir paragraf aktarmam da lâzım: "İnanmakla sevmek arasında sanki dağlar varmış gibi birinden diğerine giden yolları önyargılarımız ve peşin fikirlerimizle tıkıyoruz. Saatlerce oturup kalkıyoruz ama birbirimizin gözlerinin içine bakmadan ve yüreğine hiç dokunmadan..."

Bu yazının başlığını Hüseyin Akın'ın son köşe yazısından devşirdim. Bir görev bilinciyle ve samimiyetle devşirdim. Çünkü şair Hüseyin Akın'ı da öyle bilirim. Popüler olandan, piyasa edebiyatından, performans şenliklerinden uzak; hatır için değil hakkaniyet için söyleyen bir şair olarak bilirim. Hakiki şairlerin koruyucusu Allah, daima gönlünü genişletsin...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

18 Eylül 2014 Perşembe

Hû: Dönüşü daima kendine yap

Şair Hüseyin Akın'ın bu yıl Ülke Kitap'tan bir toplu şiir (Sevmek, Karanfil ve Kiraz), üç de deneme (Kaybolmak İçin Nereye Gitmeli, Yalan Dünyanın Yanlış İşleri, Hû Dönüşü) kitabı yayımlandı. Bir nevi Türk edebiyatının şiir alanına mitralyözle, deneme alanına mayınlar döşeyerek yeniden girmiş oldu şair. Neden mayınlar döşeyerek? Deneme denen arazide atılacak her adım bir risktir. Biz Türkler buna risk yerine rızk mı demeliyiz? Evet, demeliyiz. Rızkı aramanın peşine önce şiirle düşen Hüseyin Akın, Hû Dönüşü'nde mayınlarını modern hayat üzerine kuruyor. Modern hayatın her cilvesini birer mayınla havaya uçuruyor. Uçuşanlar da genellikle din, muhafazakarlık ve kültür tohumlarıyla yeniden toprağa serpiliyor. Okuyucuya düşen ise okuduklarını birer tohum kabul ederek toprağa serpilmesinde rol almak, sabretmek ve güçlenmek. Sonrası ise başta söylenene ulaştıracaktır; rızka.

Ben Hüseyin Akın'ın deneme kitaplarını okumaya şöyle başlıyorum: konu başlıklarını içindekiler bölümünden peş peşe okuyorum. Sonra tahayyül edebileceğim şeyleri sıralıyorum. Neler geldi aklıma? Ezanı kötü okuyan müezzinler, insanların sürekli mazeret üreten bir fabrika haline dönüşmesi, hidayeti takunyada ve takkede aramak, camiye iki bin liralık iki ayrı akıllı telefonla girmek, sabah işe başlamadan evvel mesai arkadaşına hal hatır sormamak, gösteriş budalalığı, insanın gördükleriyle bildiklerini birbirine karıştırması, alaycılık ile mizahın arasındaki çizgi, ciddiyetle tebessüm arasındaki dostluk, inanç ve iman arasındaki kuvvetli bağ. Hatta şöyle özetlemek isterim ki Hûd Suresi'nin 112. ayetinde bize "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" diye meal edilenin aslında "Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol" hakikatine Hû Dönüşü farklı bir yolla tevcih etmemiz gerektiğini anlatıyor. Yine ve yine: görmek isteyene. Görmek de bu tip hususlarda kesinlikle gönülle olan bir eylemdir.

"Özeleştiri niteliğinde bir kitap. Herkesin 'U dönüşü' yaptığı bir dünyada insanları Mevlânâ misali Hu dönüşüne davet ediyorum. Hidayet yazıları da diyebilirsiniz buna. Biraz ironik çokça hüzünlü yazılardan oluşuyor. Sosyal meselelere edebi bir kıvamla yaklaşmanın örnekleri. Sosyal ve dini mevzuları şiirle düşünmek nasıl bir şey onu ortaya koymaya çalıştım. Kısacası 'Hu dönüşü', dönüşü olan bir kitap. Dönüp dolaşıp okumak gerek." (Röportaj: Vecd gerek bize, vicdan gerek, 16 Nisan 2014)

İnsanın şerefinin, hayvanlardan ayrıldığı noktada olduğunu keşfetmek için söze bakmak gerekiyor. Yani ağza. İnsanın dili acaba kalbinin titreşimlerini mi ahenkle aktarıyor yoksa beynindeki hırs kalıplarını mı tezgaha döküyor. İlkinden yana olanların tercihi, şüphesiz ki tilki olmamaktır. Çünkü tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer, kürkçü dükkanıdır. İnsanın ise dönüp dolaşıp geleceği yer yine kendidir, kalbidir, gönül istikametidir.

"Ahlaklı olmanın imkânları büsbütün elimizden alınmadan, başkasına gittiğimiz kadar kendimize gelelim." (Ahlâk vardır ve birdir, Hû Dönüşü, sf.33)

"Her türlü elbise insan nefsinin fırtınalarıyla savrulur ya da açılır; sadece takva elbisesidir sımsıkı sarıp insanı kendine iade eden." (Tepmeli tepki, Hû Dönüşü, sf.73)

Malum, Ramazan ayını geride bıraktık. Bu ayı bir "Yorulmama ayı" hödüklüğü ve "Nerede o eski ramazanlar?" berduşluğu ile geçirmemek adına da Hüseyin Akın'ın çok sade, güçlü ve derin anlamlı cümleleri var:

"Huylu huyundan vazgeçer mi? Evet, geçer. Ramazan ayı tam da bunun içindir. Karaktere yapışan tozları silkeler."

"Ramazan ve oruç, alışkanlıklarımızı terbiye eder. Geri çekilmeyi öğretir. Kurulu insanın ayarlarını değiştirir." 


Hû Dönüşü, Hüseyin Akın’ın denemeleri arasında geldiği, döndüğü son nokta. Şair nereye geldi yahut döndü? Kendine. Kendimize gelmemiz için u değil, hû dönüşü yapmamız gerektiğini anlatan bu deneme kitabı, neyi kaybettiğimizi hatırlamamız için tekrar tekrar denememiz ve düşünmemiz gereken fikirlerle dolu.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
* Bu yazı daha önce Dergâh dergisinin 294. sayısında yayımlanmıştır.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Toplu şiirde lezzet

“Ey bu bahçelerde esen eski şarkılar: Nerdesiniz?
Belki de ulu ağaçların yapraklarına saklanmış: Susuyorsunuz.”
- Bâki Süha Ediboğlu (Kürdîlihicazkâr: Avni Anıl)

Toplu şiirler, şair için ne kadar kıymetliyse okuyucu için de bulunmaz nimet. Zira bulunmayan o ilk kitaplar, merak edilen o ilk şiirler, şairin şiir serüveni direkt olarak izlenebiliyor toplu şiirlerle. Son dönem Türk şiiri üzerine bahsedeceğimiz ilk isimlerden Hüseyin Akın, edebiyatımızdaki 25. yılını doldurmuş şairlerden. Ülke Kitap tarafından taptaze yayımlanan “Sevmek, Karanfil ve Kiraz” işte bu 25 yılın şiirini ortaya koyuyor. Burada yine başa dönüyoruz, daha önce yayımlanan şiir kitaplarının bulunmasının çok zor olduğunu, özellikle de ilk iki kitabı bulmanın imkansızlığını düşünürsek toplu şiirlerin okuyucunun kütüphanesine nasıl bir zenginlik katacağını da anlayabiliriz.

Şiirlerinde ölümle burun buruna bir koku verir Hüseyin Akın. Fakat bunu dervişane, yani ölümün hayatın en doğal hâli olduğunu vurgulayarak yapar. Kanaviçe Kırları adlı şiirinde “Der ki içimden bir ses, sen hep öyle yalın kal / yol ne kadar çekse de durduk yerde ölünür” dizelerinden bunu anlayabiliyoruz. Hayatın içinde bir erkeğin yaşayabileceği en zirve ve en çöküntü duygular da yine şairin şiirinde bir izlek. Buradan Bakınca şiirince “Az şey değil bir kızı bir babadan çekip almak / bir konup bir havalanmış diye tam tepesinden gökyüzü” dizeleri de bunun bir örneği olsun. Yer yer kafiye, yer yer de modern şiir teknikleri Hüseyin Akın’ın şiirinde bolca bulunuyor. Şair bir yerde durmuyor, kendini en iyi nasıl ifade edecekse orada yer bulmak, yer yoksa da yer açmak istiyor. Bu sebeple uzun dizeler de görebiliyoruz, lirik ve kısa ifadeler de. Ama içinde hep bir özgünlük, hep bir özgürlük. Kumaştan Çalan Terzi şiirine bakalım: “Benim dilim varmıyor “nehir düştü!” demeye / çalınmış kumaşlardan terzi bir dağ dikiyor.

Toplu şiirlerin kronolojik irtibatı düşünülünce, okunan şairdeki tabiri caizse kuruluş, gelişme ve yükselme, duraklama dönemlerini yakalayabiliyoruz. Hüseyin Akın’ın toplu şiirlerinde daima bir kuruluş heyecanı, sürekli bir gelişme ve yükselme emeği, kesintisiz bir durgunluk var. Coşkuyla münasebeti hiç kesilmiyor okuyucunun. Özellikle Çöl Vaazları kısmında şair, okuyucunun eline kalemi aldırıyor. Burada şimdi bir duralım. Günümüz şairinin temel kaygılarından “altı çizilecek dize” ile Hüseyin Akın’ın “ele kalem aldırma” coşkusu arasında bir irtibat yok. Burada ciddi bir mübayenet var. Zira okuyucunun hafızasına çalışıyor şair, buradaki çalışmaktan bir boksörü hafızada canlandırmak mümkün. Dizenin hafızaya ve gönle kolay yerleşeni makbuldür. Bu yüzden Çöl Vaazları kısmı diğer bölümler arasından sıyrılıyor. Gol sevinci için formasını çıkarmayı tercih eden bir ileri uç oyuncusu gibi.

Şafak sökmeden daha alfabeyi”, “Aklıma düşürür hep yaşamak tasasını / ey aşk, ışıklı odalarda beni yeniden doğur”, “Bir parmak kalkıyor, mazereti var / hayat diyeceğini asla unutmaz”, “Sanki bana benziyorsun birazcık içten gülsen / Harbiye’den Elmadağ’a bir uçtan uca gülsen”, “Nerde bir yol daralsa sanki annem oluyor / bu gök denizinde ay takılırken oltaya”, “Nolurdu bizi bir kez göze alsa yaşamak / hatırlasa yürürken yalnız bıraktığını / evlerin kapılardan dışarı aktığını”, kitabın Çöl Vaazları bölümünden dizeler. Elbette bu “bölüm” isimlendirmesi doğru değil, toplu şiirlerde bölümlerin adlarının zaten daha önce yayımlanmış kitaplarının adları olduğunu belirtmemize pek de gerek yok.

Kitapta dört bölüm olduğundan bahsetmiştim. Sevmek, Karanfil ve Kiraz adlı ilk bölüm, Hüseyin Akın’ın 1986-1996 yılları arasında yazdığı şiirlerde oluşuyor. Oldukça doyurucu bir bölüm. İlk şiir “Kırk Numara İstanbul”dan son şiir “Ölesiye”ye kadar fasıl dinliyor gibi oluyoruz. Belirli bir makamda peşrevle başlıyor; kâr, birinci beste, ikinci beste, ağır semai, yürük semai ve saz semaisi şeklinde ilerliyor gibi adeta. İkinci bölüm “Ay Tanığım Olsun” adında. 1990-1998 yıllarını kapsıyor. İsmi gibi, coşkun ve sevgi içerikli şiirler dikkat çekiyor. “Sevgi Sloganları” ile başlıyor, “Arkadaşlarım” ile bitiyor. Tabutta Rövaşata filmindeki şu repliği hatırlatıyor: Ama arkadaşlar iyidir. Üçüncü bölüm olan “Çöl Vaazları”, şairin 1998-2001 arasında yazdığı şiirlerden oluşuyor. Hüseyin Akın’ın, çektiği her okla hedefi tam isabet vurduğu şiirler bu bölümde. Şairin geçmişe gelecekten bakması, çekip gitme isteği ve ölümün tüm samimiyeti gizli dizelerde. Kalpten gelen isyanı naif bir sesle çıkarıyor Hüseyin Akın:

“İşte gidiyorum ne dediğimi bilmeden
Küçüldükçe göğüm serinliklere çarpıyor gölgem
Baltalardan daha kesin duanıza muhtacım!..”
(Kedi Gölü)

“Jilet kirletir kanı, acıyı iple çeker
Ölüm değmemiş hayat elbet dokunaklıdır.”
(Giderayak)

“Gece geldi unutuşa dayandı
Bir kitaptan tam karşıya geçerken
Bütün sözler tutuldu
Bütün sayfalar yandı.”
(Geceye Dipnot)

Son bölüm Kumaştan Çalan Terzi, şairin 2001-2003 şiirlerini barındırıyor. Hüseyin Akın’ın kenara çekilme devri diyebiliriz bu bölüm için. “İşte şiirler burada, bense oradayım”, yani aynı yerde. Ancak burada okuyucuya bir sunum yapılıyor zarif bir tepside. Günümüzle içli dışlı, halet-i ruhiye temsili bir şiir olan “Mezin Dayı”dan:

“Nasıl olsa boşalmış zamanın zembereği
Bu metal gülümseyiş bu dijital çocuklar
Bir tek düşleri gerçek, çıkmayan sakalları
Sen bir halvet kollarsın, bir nefeslik kaçamak
Tutmuşsun yakasını bir salavattır gider
Mıhı çıkmış dünyanın boş bir inattır gider.”

Şiirdeki üslubunu denemelerinde de kurmuş, “lezzete düşkün” okuyucuya hitap eden, daima temiz bir disiplinle yazan Hüseyin Akın’ın 25 yıllık öyküsü diyebiliriz Sevmek, Karanfil ve Kiraz için. Sevmek güzel, karanfil dokunaklı, kiraz coşkun…

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
* Bu yazının tamamı kirkincikapi.com'da yayımlanmıştır.

20 Mart 2014 Perşembe

Kendini kaybet ki kendini bul

“Şair başkaldırır ve rahatsız eder. Eşya ile kavgası vardır. Dolayısıyla nesneyle sıkı fıkı olanlara karşı da şairin tavrı bellidir.”
- Hüseyin Akın

Kaybolmanın önemi üzerine konuşmak lazım. Kaybolmanın bir insanı feraha ve sıhhate nasıl kavuşturacağı üzerine kafa yormak lazım. Kaybolmak dendiğinde kaç farklı anlam aklımıza gelirse gelsin, Hüseyin Akın'ın "Kaybolmak, kimsenin tarif edemediği özlenen bir uzaklığa, hiç düşünmediğimiz bir anda kavuşmaktır" sözü tam gerçeği işaretliyor. Kaybolmak aslında kavuşmaktır, kaybolan insan kendine kavuşma hususunda bir şeyleri göze almış, göze aldığı şeylerin üstesinden gelip kendini bulmayı amaç edinmiştir. Hiç düşünmediği anda keşfeder insan kaybolmayı ve ardından kendini yakaladığında yapışır yakasına hiç şüphesiz: Neredeydin?

Şehir, kent, il. Ne dersek diyelim modern hayatın içinde biz ne kadar kaybolduğumuzu zannetsek de aslında kaybolmuyoruz. Kaybolmaya olan ihtiyacımızın her gün arttığını söylemek çok daha doğru olur. O kadar kalabalığız ki, bu kalabalıklık kendi içimizdeki gürültüyü, aceleciliği, kopyala yapıştır düşünceleri, dijital algıları birbirine karıştırıyor. Egede bir ihtiyarın her gün söylediği gibi, "kafa gidik" bir hal alıyor. Ruhsuzlaşıyoruz. Bu sürecin en tehlikeli yanı ise aslında her şeyin farkındayız. Bir ölü toprağı üzerimizde, belki asırlardır, belki dünden beridir ama hep vardır. "Hedefi ve kıblesi olan insan kaybolur" diyen şairin denemelerinin her birinde ne kadar hedefsiz ve kıblesiz olduğumuz tarif edilirken, bir umut kapısı daima açık bırakılıyor. Şair gayet iyi biliyor her karamsarlıkta bir umudun saklı olduğunu, saklı bulunması gerektiğini.

Edebi anlamda lezzetli, fikri anlamda akla yatkın, vicdani anlamda ise can sıkıcı metinler barındırıyor Hüseyin Akın'ın denemesi. İnsan, canını sıkan şeye daha çok kulak kabartıyor. Bildiğini zannedip aslında hiç bilmediğini, uğradığını zannedip aslında hiç yolundan geçmediğini, baktığını zannedip aslında hiç görmediğini anlıyor bu sıkıcılıkta. Nihayet sıkı can da kolay çıkmıyor bu kaybolma yolunda. Şair, denemelerinde hem kendini hem okuyucu kaybolmaya yönlendirirken, diğer kaybolanlardan da istifade ediyor. Mesela:

"Mustafa Kutlu hacca dair bir yazısında "Hac biraz da kaybolmaktır" diyordu. Bu sözü tuttum. Öyle ya, kaybolmazsan nasıl hacı olacaksın! Hacda kaybolmak yakın zaman, yakın mekân ve yakın insanı unutarak, tıpkı mahşerde gibi sadece kendine rucu edebilmeye vesiledir. Hedefi ve kıblesi olan insan kaybolur."

"Dünyada yolu çatallanan tek varlık insan. Onun için kendini insandan başka kaybeden varlık da yok. Bilincimiz olmasaydı olduğumuz ve bulunduğumuz yeri bize kim haber verebilirdi? Ya bütün yollar yürünebilir olsaydı? Bunun cevabını İsmet Özel veriyor: "Bir insanın önündeki bütün yollar yürünebilir ise o insan kaybolmuştur."

Kaybolma eylemini insan ne kadar gerçekleştirebilir ya da insan kaybolmanın neresindedir diye düşündüğümüzde hakikaten kaybolabiliriz. Bu yolda yürürken bastığımız yerlere bir iz bırakıp geri dönme fikri asla taşımamalıyız. Aklı dönüşte olanın fikri gidişte olabilir mi? Mümkün değil.

Hüseyin Akın'ın, denemelerinin başlıklarını özenle seçtiği belli. Bu başlık meselesi hem kolay iş değil, hem de metinle olan ilişkisiyle direkt bütünlük göstermesi çok önemli. Merak ettirmeli ama iddiasını da altındaki metinle doğrulamalı. "Gaybı olmayanın kaybı da olmaz", "Modern zamanlarda inziva verili dilden şiire yükselmektir", "Şiir, ölüme hazırlıktır", "Karne amel defterinden bir sayfadır", "Hayatınız ideal mi yoksa ideolojik mi?", "Tüccarlar neden şiir okumazlar?", "Sağlık neye yarar", "Korkunun ecele faydası vardır", "Evde var insan!", "Edebiyatı hayata alet edelim", "Ölüleri niçin severiz?", "Uykunuz gelirse ona iyi davranın", "İnsanda damping!", "Anlamak cesaret ister", "Korkma sönmez!", "Nazım Hikmet'in Dergâh'ı neden yıkıldı?", "Milli fukaralık" ve "Kem âlatla kemalat olmaz" oldukça ilginç konu başlıklarından bazıları. Üslup çok lezzetli, içerik sade ve öz.

Bu denemeyi okumadan evvel ellerimizi ve yüzümü yıkamamız gerekiyor. Elbette musluk ve suyun bu yıkamayla bir ilgisi yok. Zira:

"...Şair de böyledir, yapay ışıklarla karartılmış dünyayı elleriyle aydınlatmaya çalışır. İnsanın kalbindeki önce yüzüne oradan da ellerine sirayet eder. Kalbi temiz olanın elleri de temizdir."

Önce kendini kaybet ki kendini bul. Bulurken aradıklarının her birinde yeniden bul. Her buluşunda ise daha fazla kendin ol. Çabuk ol ama acele etme.

Şairin bir şiirindeki gibi: "Yüreğimi çabuk tutmalıyım sevgiye ve kine"...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf