Anakronik ve ideolojik bakış açısı, önemli şahsiyetleri kurgulanmış bir tarihin içine sokarak evvela onların anlaşılmasına mâni olur. Bu anlaşılmazlık neticesinde söz konusu şahsiyetler, tarihin sol yahut sağ yanına düşerek, hayatlarında belki de hiç önemi olmayan meselelerin, kavramların referansları olur. Meraklı okuyucu, durup dururken kendini bir sarmalın içinde bulur. Bu sarmalda temel kaynakların ve üzerine çalışılan şahsiyetin bizzat yazdığı eserlerin rengi maalesef ki yoktur. Bunların yerini araştırıcının siyasi gözlüğü almıştır. Dolayısıyla okuyucu, merak ettiği şahsiyeti daha tanımadan soğur veya okurken dahi onu belirli kavramların gölgesinde konumlandırır.
Türk tasavvuf tarihinin bu tip sıkıntılardan dolayı en çok zarar görmüş, kurgulanmış bir tarih anlayışının içine hapsedilmiş simalarından en önemlisi Şeyh Bedreddin’dir. Rumeli (Simavna) çocuğu olan, Fetret Devri gibi kıldan ince kılıçtan keskin bir zamanda yaşamış, zamanın en önemli hocalarından dersler (sarf, nahiv, fıkıh, hadis, astronomi, mantık, felsefe) almış, kelâm ve fıkıh âlimi Seyyid Şerîf Cürcânî ve Anadolu’nun İbn Sînâ’sı diye anılan hekim Hacı Paşa ile ders arkadaşlığı yapmış, Sultan Berkuk’un oğlu Memlük sultanı Ferec’e sarayda üç yıla yakın eğitim vermiş, önceleri tasavvufa mesafeliyken evliliğinden sonra tavır değiştirip Ahlatlı Şeyh Seyyid Hüseyin’e intisap etmiş, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin sistemleştirdiği vahdet-i vücûd öğretisine sımsıkı bağlı kalmış, saltanat mücadelesinde bulunan Mûsâ Çelebi’ye kazasker olmuş, yazdığı İslâm hukukuna dair Câmiʿu’l-fusûleyn’i ve tasavvufa dair Vâridât’ı geniş coğrafyalarda okunmuş, hâlâ üzerlerinde büyük soru işaretleri gezinen müridlerinden Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal gibi isimlerin de etkisiyle isyancı kabul edilip Çelebi Sultan Mehmed tarafından idamına hükmedilmiş ve yine Rumeli’de (Serez) fânî alemden bâkî âleme göç etmiş, sadece bu paragraftan bile anlaşılabileceği gibi son derece destansı yaşamış, ardında efsanevi hikâyeler ve menkıbeler bırakmış nadide isimlerden biridir Şeyh Bedreddin. Onu bir başka Simavlı; hâcegân yolunun ulularından Ubeydullah Ahrâr’ın müridi, İstanbul’daki ilk Nakşibendî tekkesini kuran Emîr Buhârî’nin şeyhi, Nakşibendiyye’nin Anadolu ve Rumeli’de yayılmasına öncülük etmiş Abdullah-ı İlâhî şöyle değerlendirir: “Vâsılînin kutbu, Hakk’ı gerçekleştirenlerin sultânı, muvahhidinin delili… Şeyh Bedreddin diye bilinen şeriat ve din kemâlinin ta kendisi Kadı-oğlu Mahmud.”
Hilmi Ziya Ülken, İslâm düşünürleri arasında en güçlü olarak İbnü’l-Arabî’yi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’yi ve Şeyh Bedreddin’i kabul ettiklerini söylerken, acaba Nâzım Hikmet neden sadece Şeyh Bedreddin’e dair destan yazmıştır diye bir soru sorabilir miyiz? Neden sormayalım? Bizi bir neticeye götürecekse, arı kovanına çomak sokmak götürecektir. “Nâzım Hikmet’i Şeyh Bedreddin Destanı’nı yazmaya iten neden, kendisine bir soy bulmak kaygusu idi. Bedreddin Destanı güzeldi, ama amacına ulaşmayan bir oka benziyordu. Çünkü târihsel diyalektik, Bedreddin hareketine göre değil, Osmanlı’nın kurmuş olduğu devlet çekirdeğine göre işliyordu” demiş Profesör Cahit Tanyol. Demek ki ortada, Bedreddin’i merkeze alarak devletle insan, siyasetle velayet, akılla iman ve hatta tasavvufla isyan arasında olabildiğince makul bir denge kurabilecek çalışmalara ihtiyaç var. İşte, Samet Altıntaş’ın Ben Şeyh Bedreddin: Derviş-Devlet-İsyan’ı, bu cesareti ve özgünlüğü ilk sayfasından son sayfasına dek taşıyan bir çalışma. Altıntaş, tarihin mutlak değil muğlak olduğunu hatırlatırken, asıl hikâyenin çoğu zaman geçmişin net alanlarında değil flu alanlarında saklandığını söylüyor.
Osmanlı’nın idari mekanizmasına itiraz ettiği için sağcılar tarafından dudak bükülen Bedreddin, solcuların her fırsatta yaklaşmaya çalıştığı bir isim. Yine sağcılar tarafından zındıklıkla itham edilen Bedreddin, solcular için hakiki bir komünist. Onu anlamak ve tanımak isteyen bir meraklı kendini çok büyük bir kaosun içinde buluyor böylece. İşi hiç de kolay değil. Bir taraftan dünyevi arzular, diğer yandan siyasi ihtiraslar sebebiyle çoktan yorumlanmış bir Bedreddin var karşısında. Yazar, dekoderi kitabın en başında kuruyor: “Bedreddin figürü sofistike bir biyografi aslında. Hem öyle marşlar okunarak değil, az biraz Muhyiddin İbnü’l-Arabî’yi bilmekle belki anlaşılabilir. Çünkü ilerleyen satırlarda da karşımıza çıkacağı üzere Simavlı’nın vahdet-i vücûd anlayışıyla hemhal olması, hayatını baştan ayağa değiştirecek bir tavır olacaktır. Evet, ‘hakikat’in vizöründen maziye bakmak perdeyi çekip pencereden gelen soğuk havayı teneffüs etmek gibidir.”
Ben Şeyh Bedreddin, ‘art of storytelling’ örneği bir kitap. Samet Altıntaş gözüne yakın (yakîn) gözlüğünü takıp, Michel Balivet’ye göre “belli düşünce hareketlerinin ve sospolitik gerginliklerin kesişme noktasında yer aldığı açık” olan Bedreddin’in üzerine tozlanmış perdeleri kaldırarak gidiyor. Edebiyatın gölgesinde serinleyerek tarihin aralık kalmış pencerelerini de kapatıyor, cereyanın metafizik olanına işaret ediyor. Bunu yaparken önemli sorular sormayı da unutmuyor: “Şeyh, tımar sistemine tamamen, büsbütün, baştan sona karşı mıydı; yoksa uygulamadaki suiistimalleri tashih etme yolunu mu seçmişti?”
Kitabın bol fotoğraflı, bol referanslı oluşu, bir belgesel çekimine misafir ediyor okuru. Belki de Altıntaş’ın en etkileyici taktiği, çalışmasını kuşatan İsmet Özel şiirleri. Açıkçası bunca yıl İsmet Özel okumuş biri olarak, dizelerin Şeyh Bedreddin’e ne kadar uyduğunu keşfetmek büyüleyici oldu. Buyurun, celladına gülümseyip gülümsemediğini bil(e)mediğimiz Bedreddin’in hafızalardaki fotoğrafının şerhi: “Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar / ben yaşarken koptu tufan / ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat / her şeyi gördüm içim rahat / gök yarıldı, çamura can verildi / linç edilmem için artık bütün deliller elde…”
1924 yılında mübâdele yoluyla Serez’i gözyaşları içinde terk eden Türkler, ihtimal ki türbesini kazıp Şeyh Bedreddin’in kemiklerini kendilerince güvenceye alırlar. Kemikler uzun seneler Sultanahmet Camii’de -bazı rivayetlere Fatih Camii’nde- ve 1961 yılına dek Topkapı Sarayı’nda muhafaza edilir. Bakanlar Kurulu kararı ile 29 Kasım 1961 günü İstanbul’da, Divanyolu üzerindeki II. Mahmud Türbesi’nde toprağa verilir. Ne kadar ilginçtir ki Osmanlı’ya isyân eden Şeyh Bedreddin’i cumhuriyet idaresi sahiplenmiş, padişah ve devlet ricalinin mezarlarının merkezine yerleştirmiştir. Ahmed Güner Sayar bu durumu “akıl ve akılcılıkla açıklanamaz” sözleriyle değerlendirir. Kitaptan şu şaşırtıcı satırlarla/sorularla yazıma nihayet vermek isterim: “Çelebi Mehmed’in kızı Hafsa Sultan tarafından Şeyh’in idamından yirmi üç sene sonra, yani 1443’te Bursa’da inşa ettirdiği caminin adının Bedreddin olması tesadüf müdür, ya da Şeyh’e karşı geç kalınmış bir devlet özrü müdür? Ve Nâzım annesi Ayşe Celile Hanım’ın oğlunu görmek için 1949’da Bursa’ya gelip, Bedreddin Camii’nin yakınlarında ev tutması tarihten bir ikaz mıdır?”
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
*Bu yazı daha evvel Okur dergisinin 21. sayısında yayınlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder