Radyoyla olan ilişkimizin son 20 yılda azalan bir eğri göstermesinin başlıca sebebi sosyal medyanın kuvvetlenmesi olsa gerek. Biraz da sadece dinlemekle yetinmeyip izlemek istememiz de olabilir. Oysa bir dönem radyo programlarıyla yaşardık. Spor programlarının da müzik programlarının da en kalitelileri; belki mekanın rahatlığından ve özgürlüğündan olsa gerek radyolarda yer alırdı. Toplu taşımadan başka bir araç kullanmayan birisi olarak Youtube ve Spotify gibi uygulamaların radyonun yerini çoktan aldığını görebiliyorum. Radyo belki de gülünç geliyor artık insanlara. Oysa hikâyesi varsa programın, çok güzel bir anı olarak kalabiliyor hafızada.
Ateş Arabaları; çekirdek dinleyici kitlesi olan, kalıcı izler bırakmış, sporumuzun ihtiyacı olan düşünme ve eleştirme noktasında ufuk açıcı bir radyo programıydı. NTV radyosunda yayın yapardı. 2014 Sedat Simavi Ödülleri'nde En İyi Radyo Programı dalında birincilik kazanmıştı.
Bir Galatasaraylı olarak Avrupa zaferlerinde aklımda kalan seslerin çoğunun Ercan Taner'e ait olması sebebiyle kendisine özel bir samimiyetim var. Çocukluğun izlerini takip edince Ercan Taner'le sık sık yollarımız kesişiyor. Mert Aydın'ı ise işini gerçekten iş olarak benimsemiş ve böylece bilgisini sürekli derinleştirmiş bir insan olarak tarif edebilirim. Yazıları ve televizyon programları vesilesiyle uzun bir dönem takip etmiş, sonra da ülkemizdeki futbol ortamının seviyesizleşmesi sebebiyle tüm yazarlardan uzaklaştığım gibi kendisinden de uzaklaşmıştım. Ateş Arabaları daha sonra kitap hâline getirildi ve NTV Yayınları tarafından yayınlandı. Sonra da baskılar tükendi, bulunmaz oldu. Zaten NTV Yayınları da kapandı. Şubat 2018'de Profil Kitap'ın yeniden bastığını görünce iştahlandım, bir solukta okudum. Ercan Taner'in önsözde dediği gibi geçmişi yeniden yaşatan ve günümüze farklı bakış getiren bir kitap Ateş Arabaları.
Kitap her ne kadar futbol alakalı olsa da içinde edebiyat, sinema; yani kitaplar ve filmler de geniş bir yer buluyor. Futbolla ilgili konuşmalarda, belirli bir takımın şehir tarihi de inceleniyor, tribün vaziyeti de. Bazı konu başlıklarından örnek verelim: "Asla Yalnız Yürümeyeceksin: Liverpool ve The Beatles", "Umberto Eco, Spor Kitapları, Wembley", "Nadia Comenaci, Sepp Maier, 70'ler ve Terör", "Kuzeyde Bir Spor Ülkesi: İsveç", "80'li Yıllar", "İki Futbol Devi: Barcelona ve Milan", "İki Gol Makinesi: Gerd Müller ve Lionel Messi", "60'lı Yıllar: George Best, The Beatles, JFK", "Dünya Kupası Tarihinden Sayfalar", "Kitaplar, Filmler, Geçmiş Zamanların Parlak Takımları", "Didier Drogba, Ben Johnson, Albert Camus, Baba Hakkı", "Irkçılık, Avrupa Futbolu, Sahada Gelen Ölümler", "Erdoğan Arıca, Naim Süleymanoğlu", "Laureus Ödülleri, Superbowl"...
Sadece Liverpool'un stadı Anfield Road'da değil, birçok statta çalınan, çok hoş bir şarkıdır You Will Never Walk Alone. Ancak bu şarkı Liverpool için yazılmamıştır. 1945'te Rodgers ve Hammerstein'ın Carousel isimli müzikallerinde yer alan bir şarkıdır. Eşini kaybeden bir kadını, kuzeni teselli eder ve "sana destek olacağız, asla yalnız yürümeyeceksin bu hayatı" der. Şarkının Liverpool tribünleriyle buluşmasını Mert Aydın şöyle anlatıyor: "Yıl 1963... Aslında önce 60'ların başında ilginç bir şekilde Manchester United tribünlerinde bu şarkı ilk kez söylenmeye başlıyor. Ama 1963'te Liverpool'lu bir grup Gerry & The Pacemakers bu şarkısı albümlerinde okuyorlar ve daha sonra ilginç bir şey oluyor. Stadın DJ'i, Anfield'da maçlardan önce tribünlere şarkılar çalan DJ, BBC'de o sırada ilk 10'da olan, haftanın en iyi 10 şarkısını sırayla çalıyor ve birinci sıraya geldiğinde You Will Never Walk Alone'u tüm tribünler birlikte söylüyor. Şarkı ilk 10'dan indikten sonra bile tribünler söylemeye devam ediyor. En sonunda Bill Shankly'nin de -o zamanki Liverpool menajeri- onayıyla şarkı bir anlamda neredeyse resmi Liverpool şarkısı halini alıyor."
Radyodaki sohbetin futboldan ansızın edebiyata geçmesi, hem futbol hem de edebiyat sever bir dinleyici için oldukça şaşırtıcı. Mesela Dünya kupaları ve Avrupa kupaları tarihinden bahsederken bir anda Umberto Eco ve onun efsanevî Ortaçağ kitabının bahse konu edilmesi şahane. Ardından 'iyi futbol dilencisi', çok sevdiğim Eduardo Galeano ile onun nefis kitabı Gölgede ve Güneşte Futbol'a değinilmesi pek güzel: "Galeano bir izleyici ama eli kalem tutan bir futbol izleyicisi. Zaman zaman çok amatörce yorumlar da okuyorsunuz. Yani amatörce yorum derken, normal bizim "kahvehane" yorumu dediğimiz yorumlardan da okuyorsunuz. Çünkü zaten profesyonel futbol yorumcusu olma gibi bir hedefi ve iddiası yok. Ama o kadar keyifle yazıyor ki siz de keyifle okuyabiliyorsunuz o belki de çok basit görünen yorumları."
Portekiz ve Hollanda futbolu, özellikle "futbolcu fabrikası" olmalarıyla meşhur. Bu anlamda kitaptaki Benfica, Porto, Sporting Lizbon konulu sayfalar oldukça zenginleştirici. Yine İsveç hakkındaki uzun sohbet de böyle. "İnsanlar ekmek keserken parmağını kesse ambulans giden bir ülkeden bahsediyoruz" diyor Ercan Taner. Ama öyle hikayeler anlatılıyor ki biz Türkler bunları pek bilmiyoruz. Mesela İsveç'te futbol terörünün yüksek boyutlarda olduğunu hiç bilmiyoruz. Tekrar Portekiz'e dönecek olursak, Mert Aydın ilginç bir 'lanet hikâyesi'nden bahsediyor: "Benfica 1961 ve 1962 Şampiyon Kulüpler Kupası'nda üst üste iki yıl Şampiyon Kulüpler Kupası'nı kazanıyor. 61'de Barcelona'yı, 62'de Real Madrid'i yenerek. Hani o efsane Madrid'i.. Takımın başında Macar kökenli çok önemli bir futbol direktörü var: Bela Guttman. Benfica ikinci şampiyonluktan sonra Bela Guttman'la yollarını ayırıyor. Guttman da beddua ediyor, diyor ki umarım benden sonra hiç Avrupa şampiyonluğu kazanamazsınız... Benfica 1963'te Milan'la, 1965'te İnter'le, 1968'de Manchester United'la, 1988'de PSV Eidhoven ile ve 1990'da Milan'la Şampiyon Kulüpler Kupası finali oynadı ve hiç birini kazanamadı."
Futbolun endüstriyelleşmesinin sadece taraftarları değil, sporun içinden sesleri de rahatsız ettiğini bilmek gelecek adına umut verici. Mert Aydın bu konuda önemli yorumlar yapıyor. Bir dönem şampiyon takımın alkışlanması gerektiğine dair yapılan yorumların şu anda çok geçersiz olduğunu, henüz o ortamı hazırlayacak ögelerin azlığını ifade ediyor. Diğer taraftan eskiden olduğu gibi derbiden önceki gecelerde 400-500 kişinin bir araya gelip dövüşmesinden artık eser kalmadığını da söylüyor.
Kitaplardan bahsedilirken Mert Aydın ilginç bir konuyu açıyor: O zamanlar henüz anılarını yazmayan Yılmaz Vural, tecrübeleri ve anıları... Kuzeyden güneye, doğudan batıya birçok şehir tanıdı, takım çalıştırdı; insanlar, coğrafyalar, davranışlar ve daha nice konu. Nitekim yazdı da Vural. İnadım İnat dedi. Sadece o değil diğer birçok futbol emekçisi yazsa, okusak diye yorumluyor Aydın. Çok da haklı. Ancak maalesef ki spor insanları arasında eli kalem tutan isimler pek yok bizde. Belki olanlar da kendilerini gizliyorlar. Eşe dosta kitap yazdıranlar da vardır elbette... Ercan Taner'in kitap konusunda önerdiği isimlerden biri de Simon Kuper. Özellikle de Ajax, Hollandalılar ve Savaş.
İşlenen konulardan biri de ırkçılık. Bu önemli konu hakkında, pek düşünülmeyen noktalara temas etmiş Ercan Taner ve Mert Aydın. Taner'in yorumu şöyle: "Irkçılar şunu da belirledi: Futbol her şeyin aynası. Futbol sahalarında yapılacak her şey dünya tarafından görülecek. Yani ırkçı propagandanın içinde bu da yer alıyor. Almanya olsun, İtalya olsun, İspanya'sı olsun. Bu yüzden bu tür ülkelerde bu tarz eylemlerin yapılması için stadyumlar seçiliyor. Stad dışında da sizin yabancı olduğunuzu anladıkları anda, hele siyahî olduğunuzu gördükleri takdirde onların arasına düşerseniz yapacak bir şey kalmıyor; ya hakarete uğruyorsunuz ya da darpla karşı karşıya kalıyorsunuz."
Burada İtalya futbolundan bir gerçeği de hatırlatmak gerek. SS Lazio takımı meşhurdur, bilinir. 1900 yılında İtalyan ordusundan bir grup subay kuruyor Lazio'yu. Takımın en önemli destekçisi ise dönemin İtalya diktatörü Benito Mussolini. Her ne kadar takımın isminde SS harfleri Societa Sportiva olarak resmî kayıtlara geçse de aslında bu harfler Waffen SS 'hatırası'nı yaşatıyor. Waffen SS, SS'in tıpkı Gestapo ve Totenkopf Division gibi bir kolu. Heinrich Himmler tarafından kuruluyor. Giyimleriyle şık, elit ve daha çok 'ajan işi' icraatlarıyla ünlü. Elbette ırkçıydılar ve çok fazla faili meçhul cinayete adları karışmıştı. İtalya'da birçok takım Societa Sportiva kısaltması olan SS harflerini kullandı ama II. Dünya Savaşı'ndan hemen sonra Waffen SS akla geliyor diye kaldırdılar. Dolayısıyla Lazio, kulübün kuruluş politikasını ve kurucularını koruyor, tribünü incelendiğinde bu açık biçimde görülür. Hatta bazen ırkçı futbolcuları kadrolarına katıp onları takım kaptanı bile yapıyorlar; Paolo Di Canio gibi. Bu noktada The Sun'daki Richard Forrester imzalı yazı okunabilir.
Ercan Taner'in anlattığı, ırkçılığın tam karşısında bir adamın, Bob Marley'in bir hikâyesiyle bu konunun ağır havasını dağıtalım: "Bob Marley top oynarken ayağında, sol başparmağında bir yara çıkıyor. Ona doktora gitmesi gerektiğini söylüyorlar, çünkü geçmiyor yara. ''Geçer geçer'' diyor ve en sonunda doktora gidiyor. Doktor ''eşine ender rastlanan bir kansere yakalanmışsın'' diyor. Deriyle ilgili olarak parmağını kesmek gerekiyor. Bob Marley inancına göre mezara ayağının ya da hiçbir uzvunun kesilmeden girmesi taraftarıydı. Böylece tedaviyi kesinlikle reddediyor ünlü şarkıcı. Operasyon geçirmesi için bayağı uğraşıyorlar, kabul etmiyor. Daha sonra ABD'ye inerken uçakta fenalaşıp hayata veda ediyor. Bir maç... futbol uğruna ayağında çıkan bir yara belki onun için bir işaret olabilirdi. Ama kaderine razı olmuş ve hayatını kaybetmiş."
Ateş Arabaları kitabı, ismini Hugh Hudson imzalı 1981 yapımı filmden alıyor, Chariots of Fire. Filmin dört Oscar'ı olduğunu belirtelim. Biri Yahudi diğeri Hıristiyan iki İngiliz atletin, 1924 Paris Olimpiyatları'ndaki hikâyesini anlatır. Kitapla birlikte tavsiye olunur.
Yağız Gönüler
Bir Galatasaraylı olarak Avrupa zaferlerinde aklımda kalan seslerin çoğunun Ercan Taner'e ait olması sebebiyle kendisine özel bir samimiyetim var. Çocukluğun izlerini takip edince Ercan Taner'le sık sık yollarımız kesişiyor. Mert Aydın'ı ise işini gerçekten iş olarak benimsemiş ve böylece bilgisini sürekli derinleştirmiş bir insan olarak tarif edebilirim. Yazıları ve televizyon programları vesilesiyle uzun bir dönem takip etmiş, sonra da ülkemizdeki futbol ortamının seviyesizleşmesi sebebiyle tüm yazarlardan uzaklaştığım gibi kendisinden de uzaklaşmıştım. Ateş Arabaları daha sonra kitap hâline getirildi ve NTV Yayınları tarafından yayınlandı. Sonra da baskılar tükendi, bulunmaz oldu. Zaten NTV Yayınları da kapandı. Şubat 2018'de Profil Kitap'ın yeniden bastığını görünce iştahlandım, bir solukta okudum. Ercan Taner'in önsözde dediği gibi geçmişi yeniden yaşatan ve günümüze farklı bakış getiren bir kitap Ateş Arabaları.
Kitap her ne kadar futbol alakalı olsa da içinde edebiyat, sinema; yani kitaplar ve filmler de geniş bir yer buluyor. Futbolla ilgili konuşmalarda, belirli bir takımın şehir tarihi de inceleniyor, tribün vaziyeti de. Bazı konu başlıklarından örnek verelim: "Asla Yalnız Yürümeyeceksin: Liverpool ve The Beatles", "Umberto Eco, Spor Kitapları, Wembley", "Nadia Comenaci, Sepp Maier, 70'ler ve Terör", "Kuzeyde Bir Spor Ülkesi: İsveç", "80'li Yıllar", "İki Futbol Devi: Barcelona ve Milan", "İki Gol Makinesi: Gerd Müller ve Lionel Messi", "60'lı Yıllar: George Best, The Beatles, JFK", "Dünya Kupası Tarihinden Sayfalar", "Kitaplar, Filmler, Geçmiş Zamanların Parlak Takımları", "Didier Drogba, Ben Johnson, Albert Camus, Baba Hakkı", "Irkçılık, Avrupa Futbolu, Sahada Gelen Ölümler", "Erdoğan Arıca, Naim Süleymanoğlu", "Laureus Ödülleri, Superbowl"...
Sadece Liverpool'un stadı Anfield Road'da değil, birçok statta çalınan, çok hoş bir şarkıdır You Will Never Walk Alone. Ancak bu şarkı Liverpool için yazılmamıştır. 1945'te Rodgers ve Hammerstein'ın Carousel isimli müzikallerinde yer alan bir şarkıdır. Eşini kaybeden bir kadını, kuzeni teselli eder ve "sana destek olacağız, asla yalnız yürümeyeceksin bu hayatı" der. Şarkının Liverpool tribünleriyle buluşmasını Mert Aydın şöyle anlatıyor: "Yıl 1963... Aslında önce 60'ların başında ilginç bir şekilde Manchester United tribünlerinde bu şarkı ilk kez söylenmeye başlıyor. Ama 1963'te Liverpool'lu bir grup Gerry & The Pacemakers bu şarkısı albümlerinde okuyorlar ve daha sonra ilginç bir şey oluyor. Stadın DJ'i, Anfield'da maçlardan önce tribünlere şarkılar çalan DJ, BBC'de o sırada ilk 10'da olan, haftanın en iyi 10 şarkısını sırayla çalıyor ve birinci sıraya geldiğinde You Will Never Walk Alone'u tüm tribünler birlikte söylüyor. Şarkı ilk 10'dan indikten sonra bile tribünler söylemeye devam ediyor. En sonunda Bill Shankly'nin de -o zamanki Liverpool menajeri- onayıyla şarkı bir anlamda neredeyse resmi Liverpool şarkısı halini alıyor."
Radyodaki sohbetin futboldan ansızın edebiyata geçmesi, hem futbol hem de edebiyat sever bir dinleyici için oldukça şaşırtıcı. Mesela Dünya kupaları ve Avrupa kupaları tarihinden bahsederken bir anda Umberto Eco ve onun efsanevî Ortaçağ kitabının bahse konu edilmesi şahane. Ardından 'iyi futbol dilencisi', çok sevdiğim Eduardo Galeano ile onun nefis kitabı Gölgede ve Güneşte Futbol'a değinilmesi pek güzel: "Galeano bir izleyici ama eli kalem tutan bir futbol izleyicisi. Zaman zaman çok amatörce yorumlar da okuyorsunuz. Yani amatörce yorum derken, normal bizim "kahvehane" yorumu dediğimiz yorumlardan da okuyorsunuz. Çünkü zaten profesyonel futbol yorumcusu olma gibi bir hedefi ve iddiası yok. Ama o kadar keyifle yazıyor ki siz de keyifle okuyabiliyorsunuz o belki de çok basit görünen yorumları."
Portekiz ve Hollanda futbolu, özellikle "futbolcu fabrikası" olmalarıyla meşhur. Bu anlamda kitaptaki Benfica, Porto, Sporting Lizbon konulu sayfalar oldukça zenginleştirici. Yine İsveç hakkındaki uzun sohbet de böyle. "İnsanlar ekmek keserken parmağını kesse ambulans giden bir ülkeden bahsediyoruz" diyor Ercan Taner. Ama öyle hikayeler anlatılıyor ki biz Türkler bunları pek bilmiyoruz. Mesela İsveç'te futbol terörünün yüksek boyutlarda olduğunu hiç bilmiyoruz. Tekrar Portekiz'e dönecek olursak, Mert Aydın ilginç bir 'lanet hikâyesi'nden bahsediyor: "Benfica 1961 ve 1962 Şampiyon Kulüpler Kupası'nda üst üste iki yıl Şampiyon Kulüpler Kupası'nı kazanıyor. 61'de Barcelona'yı, 62'de Real Madrid'i yenerek. Hani o efsane Madrid'i.. Takımın başında Macar kökenli çok önemli bir futbol direktörü var: Bela Guttman. Benfica ikinci şampiyonluktan sonra Bela Guttman'la yollarını ayırıyor. Guttman da beddua ediyor, diyor ki umarım benden sonra hiç Avrupa şampiyonluğu kazanamazsınız... Benfica 1963'te Milan'la, 1965'te İnter'le, 1968'de Manchester United'la, 1988'de PSV Eidhoven ile ve 1990'da Milan'la Şampiyon Kulüpler Kupası finali oynadı ve hiç birini kazanamadı."
Futbolun endüstriyelleşmesinin sadece taraftarları değil, sporun içinden sesleri de rahatsız ettiğini bilmek gelecek adına umut verici. Mert Aydın bu konuda önemli yorumlar yapıyor. Bir dönem şampiyon takımın alkışlanması gerektiğine dair yapılan yorumların şu anda çok geçersiz olduğunu, henüz o ortamı hazırlayacak ögelerin azlığını ifade ediyor. Diğer taraftan eskiden olduğu gibi derbiden önceki gecelerde 400-500 kişinin bir araya gelip dövüşmesinden artık eser kalmadığını da söylüyor.
Kitaplardan bahsedilirken Mert Aydın ilginç bir konuyu açıyor: O zamanlar henüz anılarını yazmayan Yılmaz Vural, tecrübeleri ve anıları... Kuzeyden güneye, doğudan batıya birçok şehir tanıdı, takım çalıştırdı; insanlar, coğrafyalar, davranışlar ve daha nice konu. Nitekim yazdı da Vural. İnadım İnat dedi. Sadece o değil diğer birçok futbol emekçisi yazsa, okusak diye yorumluyor Aydın. Çok da haklı. Ancak maalesef ki spor insanları arasında eli kalem tutan isimler pek yok bizde. Belki olanlar da kendilerini gizliyorlar. Eşe dosta kitap yazdıranlar da vardır elbette... Ercan Taner'in kitap konusunda önerdiği isimlerden biri de Simon Kuper. Özellikle de Ajax, Hollandalılar ve Savaş.
İşlenen konulardan biri de ırkçılık. Bu önemli konu hakkında, pek düşünülmeyen noktalara temas etmiş Ercan Taner ve Mert Aydın. Taner'in yorumu şöyle: "Irkçılar şunu da belirledi: Futbol her şeyin aynası. Futbol sahalarında yapılacak her şey dünya tarafından görülecek. Yani ırkçı propagandanın içinde bu da yer alıyor. Almanya olsun, İtalya olsun, İspanya'sı olsun. Bu yüzden bu tür ülkelerde bu tarz eylemlerin yapılması için stadyumlar seçiliyor. Stad dışında da sizin yabancı olduğunuzu anladıkları anda, hele siyahî olduğunuzu gördükleri takdirde onların arasına düşerseniz yapacak bir şey kalmıyor; ya hakarete uğruyorsunuz ya da darpla karşı karşıya kalıyorsunuz."
Burada İtalya futbolundan bir gerçeği de hatırlatmak gerek. SS Lazio takımı meşhurdur, bilinir. 1900 yılında İtalyan ordusundan bir grup subay kuruyor Lazio'yu. Takımın en önemli destekçisi ise dönemin İtalya diktatörü Benito Mussolini. Her ne kadar takımın isminde SS harfleri Societa Sportiva olarak resmî kayıtlara geçse de aslında bu harfler Waffen SS 'hatırası'nı yaşatıyor. Waffen SS, SS'in tıpkı Gestapo ve Totenkopf Division gibi bir kolu. Heinrich Himmler tarafından kuruluyor. Giyimleriyle şık, elit ve daha çok 'ajan işi' icraatlarıyla ünlü. Elbette ırkçıydılar ve çok fazla faili meçhul cinayete adları karışmıştı. İtalya'da birçok takım Societa Sportiva kısaltması olan SS harflerini kullandı ama II. Dünya Savaşı'ndan hemen sonra Waffen SS akla geliyor diye kaldırdılar. Dolayısıyla Lazio, kulübün kuruluş politikasını ve kurucularını koruyor, tribünü incelendiğinde bu açık biçimde görülür. Hatta bazen ırkçı futbolcuları kadrolarına katıp onları takım kaptanı bile yapıyorlar; Paolo Di Canio gibi. Bu noktada The Sun'daki Richard Forrester imzalı yazı okunabilir.
Ercan Taner'in anlattığı, ırkçılığın tam karşısında bir adamın, Bob Marley'in bir hikâyesiyle bu konunun ağır havasını dağıtalım: "Bob Marley top oynarken ayağında, sol başparmağında bir yara çıkıyor. Ona doktora gitmesi gerektiğini söylüyorlar, çünkü geçmiyor yara. ''Geçer geçer'' diyor ve en sonunda doktora gidiyor. Doktor ''eşine ender rastlanan bir kansere yakalanmışsın'' diyor. Deriyle ilgili olarak parmağını kesmek gerekiyor. Bob Marley inancına göre mezara ayağının ya da hiçbir uzvunun kesilmeden girmesi taraftarıydı. Böylece tedaviyi kesinlikle reddediyor ünlü şarkıcı. Operasyon geçirmesi için bayağı uğraşıyorlar, kabul etmiyor. Daha sonra ABD'ye inerken uçakta fenalaşıp hayata veda ediyor. Bir maç... futbol uğruna ayağında çıkan bir yara belki onun için bir işaret olabilirdi. Ama kaderine razı olmuş ve hayatını kaybetmiş."
Ateş Arabaları kitabı, ismini Hugh Hudson imzalı 1981 yapımı filmden alıyor, Chariots of Fire. Filmin dört Oscar'ı olduğunu belirtelim. Biri Yahudi diğeri Hıristiyan iki İngiliz atletin, 1924 Paris Olimpiyatları'ndaki hikâyesini anlatır. Kitapla birlikte tavsiye olunur.
Yağız Gönüler
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 32 sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder