3 Kasım 2023 Cuma

Kahramanlıkla hainlik arasındaki o ince çizgi

"Neye yemin ettiysen, onun için yaşarsın. Ne yaşarsan sen osundur. Devlet benim elime neşteri verirken sadece cerrah olmaya değil, gerekirse vatan için cellat olmaya da yemin ettim. Bunun için de yaşarım inatla..."

Cumhuriyetimizin 100. yılını idrak ettiğimiz 2023 yılı, sadece ülkemiz için değil dünya için de zor geçti, geçiyor. Hastalıkların ve ekonomik krizlerin üzerine savaşlar da eklenince, insan bağımsızlığın önemini bir kere daha kavrıyor. Bizler, Milli Mücadele dönemini okullarda okuyup, sonra Türk edebiyatının güzel romanları arasında biraz volta attıktan sonra bir kenara bırakıyoruz. Giderek bayramdan bayrama hatırlanan bir nostaljiye dönüşme tehlikesi var o şanlı Milli Mücadele dönemimizin. Oysa İstiklâl Harbi, Türk milletinin her an hatırlaması gereken, bu topraklardaki beraberliğin ve bağımsızlık mührünün en önemli kaynağı.

Edebiyatımızda o dönemi ve sonrasını hatırlamak, satır aralarındaki hakikatleri çözebilmek, tarih ilminin hüneri olan geçmişten ibret alma meselesini yaşamak için neler okuyoruz? Öncesi ve sonrasıyla Milli Mücadele döneminin hem şehirdeki hem köydeki reaksiyonları için Yakup Kadri Karaosmanoğlu, yine dönemin tansiyonunu ölçmek için Halide Edip Adıvar, Türk tarihinin önemli şahsiyetlerinin hayatını bir roman üslubu sürerek öğrenmek için Şevket Süreyya Aydemir, örselenmiş bir medeniyetin izini tarihin ve sanatın her yönüyle kavrayabilmek için Yahya Kemal, bilhassa cumhuriyet sonrası dönemde yaşadığımız anlam kırılmaları için Ahmet Hamdi Tanpınar, insanımızın yaşadığı psikolojik çözülme için Peyami Safa, kaybolan anahtarlarımız için Sâmiha Ayverdi, İstanbul’un ve özellikle Boğaziçi’nin değişimi üzerine Abdülhak Şinasi Hisar ve elbette Halit Ziya Uşaklıgil, Reşat Nuri Güntekin, Mithat Cemal Kuntay, Tarık Buğra, Falih Rıfkı Atay, Kemal Tahir...

Özellikle Milli Mücadele dönemi ve İstiklal Savaşı'na dair yaptığı çalışmalarla, hâlâ aydınlatılamamış ya da raflarda tozlanmaya terk edilmiş meseleleri yeniden gündeme taşıyan bir isim Selim Erdoğan. Savaş tarihini anlatırken saha çalışmalarından da nasıl yararlanılması gerektiğini ders niteliğinde gösterdiği üç eserle kendisini tanıdı tarih okurları: Sakarya: Türk Bitti Demeden Bitmez, Büyük Taarruz: Dağlarda Tek Tek Ateşler Yanıyordu, İstiklal: Vatanımda Bir Tek Düşman Kalmasın. Tarihçi hassasiyetiyle fakat roman üslubuyla kaleme aldığı kitapları, Türk’ün istiklal yürüyüşünün hiç bitmemesi gerektiğine dair de birer uyarı gibiydi aslında. Çünkü mücadeleye, hele ki bu 'çok çiğ çağ'da daha çok ihtiyaç duyuyoruz. Bağımsızlığın ve bir arada oluşun kıymetini dünyada süregelen her felakette yeniden anlıyoruz. Selim Erdoğan'ın yakın zaman önce Kronik Kitap'tan yayınlanan kitapları arasına bir yenisi eklendi. Hain, başından sonuna kadar soluk soluğa okunan bir milli mücadele romanı. Alt başlığı "Mezarıma Tükürecekler!" romandaki hiç azalmayan heyecana gayet iyi bir atıf. Yeri gelmişken, Kutan Ural'ın şahane kitap kapaklarına bir yenisini eklediğini de söylemek lâzım.  

Hain'de 1919-1920 yıllarına dönüyoruz. Yani Türklerin gözbebeği, dünyanın da her zaman nazarlarını çeken İstanbul'un işgal altında olduğu zamanlara. Balkan Harbi'nin ve Cihan Harbi’nin yaraları henüz kapanmamışken, insanlardaki endişe ve kaygı en üst noktadayken şimdi bir de İstanbul'a itilaf devletleri dadanmıştır. Amaç, Türk coğrafyasını dört bir yandan bölmek. Başlangıç noktasının İstanbul olması bile bu işaret değil miydi zaten? Bir ülkeyi kalbinden vurmak, onun geri kalan uzuvlarını da işlevsiz hale getirmek demek. İşte bu dönemde, bir Türk zabiti olan Ahmet Muhtar da diğer insanlar gibi yorgunluğunu sırtlamış, geleceğin neler getireceğini düşünmekten harap olmuş vaziyette ayakta kalmaya çalışmaktadır. İstanbul'un karanlık ruh hali, onun da üzerini sarmıştır. Oysa Anadolu'da durum bambaşkadır. Mustafa Kemal Paşa önderliğinde pek çok vatansever bir araya gelmiş, memleketin bağımsızlığı için canla başla çalışmaktadır. Onlar, Anadolu'da başlayacak hareketin vatanı düşmandan temizleyeceğine iman edercesine iş başındadır. Yeri gelmişken, Selim Erdoğan, romanın kurgusu içinde sık sık tarihi sor(u)nları da okurun önüne getirir ve onunla birlikte cevaplar arar. Mesela:

"Şimdi diyorsun ki 'Cihan Harbi'ne memleketi İttihatçılar durduk yere soktu, koskoca imparatorluğu batırdı.'. Öyle mi Ahmet Muhtar? O zaman şuna ne dersin? Ben de diyorum ki, Cihan Harbi'nin geleceği daha Balkan Harbi'nde belliydi. Saflar aşağı yukarı belli olmuştu. Hatta 1330'un Kanun-i Sâni'sinde Londra'da harekât planlarını yaptıklarını bile biliyoruz. Orada Rusların tüm gücüyle üzerimize çullanmasına karar verildiğini de. Yani Binbaşı, Almanlarla ittifak yapmaktan başka çaremiz kalmayacağını da hesaba katarak yapmışlardı planlarını."

Ahmet Muhtar, kahramanlıkla hainlik arasında derin bir sınav verecektir. Burası romanın sırrı ve aynı zamanda yazarın hüneri. Zaten Selim Erdoğan tarih kitaplarında aslında romana ne kadar yatkın olduğunu da göstermişti. İçindeki milli duyguların hırpalanmasıyla boşluğa düşen Ahmet Muhtar'ın İngilizlerden gelen bir iş birliği teklifiyle ne zamandır ölü olan ruhu kıpırdamaya başlar. Tam bu esnada okurun önünde de bir bomba patlıyor: Enver Paşa hayranı olan, memleketi için pek çok cephede savaşmış, ne kadar yorgun olsa da mutlaka canını siper edip vatanı için savaşacağından emin olduğu Ahmet Muhtar, yoksa ihanetin eşiğine mi yürüyecek? Hatta o kapıdan içeriye mi geçecek? Güm.

"Birbirine eklenmiş cevapsız sorular yürümeyi yeni öğrenmiş çocuklar gibi kafasının içinde oradan oraya koşturmakta, başı çatlarcasına ağrımaktadır. Hesapta Cuma’yı Gül Camii’nde kılacak, anasını babasını görecektir ama zihni bu kadar doluyken hangi soruya ne cevap vereceğini, kime ne yalan söyleyeceğini bilmemektedir. ‘Açık, mavi gökyüzü iyi gelir’ diyerek kendini Karaköy yoluna vurmuştur ama ayakları tedirgin, yüreği ise kasvet yüklüdür. Köprüden geçerken her zamanki gibi dünyasının değiştiğini hisseder. Bir anda şapkalı, saten kısa etekli kadınların yerini çarşaflı olanlar alır. Fötr şapkalı, takım elbiseli mösyöler ise âdeta buharlaşıp yok olmuşlardır. Ne yana baksa gördüğü yamalı ütüsüz pantolonları ve kalıpsız fesleriyle kendi gerçekliğidir."

Zaman zaman şarkıların, İstanbul türkülerinin eşlik ettiği romanda oldukça zengin bir şehir panoraması da var. Her milletten esnaf, birbirinden çakal tüccarlar, 'milli inadı'nı sürdüren Türk savaş gazileri, İttihatçılar, İngilizler, mandacılar, Kuvâ-yı Millîye'ciler, kaosun hüküm sürdüğü ortamda Pera'da gecesini gündüzüne katan Levantenler, şöhret sahipleri, paranın uşakları... Burada karakterler arasındaki diyaloglar ve dönemin krizleri, yazarın hüneriyle romanı renklendiriyor.

"- Peki Haim Efendi, madem bu Galata’da, Pera’da kim var kim yok tanırsın, Veronese’yi de bilir misin? Cadde-i Kebir’deki.
- Bilmez miyim kuzum? Dimitri’nin lüks mobilya dükkanidir. Topraği bol olsun, sevimsiz herifin teki idi. Ama mallari İstambol’un bir nümerosu idi her daim. Duydum, öldürmüşler yazıhanesinde. Çok paran olduğunu yüz kişi bilse, o yüzün bir tanesinin aklı parana kaysa yeter kuzum. Aliverir canini. Ortalikta fiyakayla gezersen, o fiyakanin atlari kadar yasarsin. Sonra da dört kolluya bindirirler kuzum.
"

Bazen Nâmık Kemal'in "Ecdâdımızın heybeti ma'rûf-ı cihândır / Fıtrat değişir sanma! Bu kan yine o kandır" dizelerini hatırlatıp duygulandıran, bazen Emin Bülent Serdaroğlu'nun "Garbın cebin-i zalimi affetmedim seni / Türk’üm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi!" dizelerini hatırlatıp coşturan, zaman zaman hüzünlendiren, öfkelendiren, dopdolu, sürükleyici bir roman Hain. Mücadelenin en milli olanına bir armağan, geleceğe gürbüz bir hatıra...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder