Reşat Nuri Güntekin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Reşat Nuri Güntekin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Kasım 2023 Perşembe

Sevgi, imkansız olanı mümkün kılar

Reşat Nuri Güntekin, 25 Kasım 1889 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Babası Askeri Doktor Nuri Bey, annesi Erzurum Valisi Yaver Paşa’nın kızı Lütfiye Hanım’dır. İlköğrenimini Çanakkale’de yapmıştır. Galatasaray Lisesi’nde bir yıl okuduktan sonra İzmir’deki Fransız okuluna girmiştir. Ancak bu okulu bitirmeden ayrılmıştır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni 1912 yılında bitirmiştir. Aynı zamanda liselerde öğretmenlik, müdürlük, Milli Eğitim Müfettişliği, Paris Kültür Ataşeliği yapmıştır. UNESCO’da Türkiye’yi temsil etmiştir. Romanları, hikâyeleri, tiyatro eserlerinin yanı sıra çeşitli çevirileri vardır.

Eserlerinde insan sevgisine geniş yer vermiştir. Aynı zamanda Anadolu insanının yaşantısını, sorunlarını ve inançlarını ele almıştır. Çalıkuşu romanı ise öncelikli olarak “İstanbul Kızı” adıyla dört perdelik bir oyun olarak yazılmıştır. Fakat savaş koşullarından dolayı sahnelenemeyeceği için Çalıkuşu adıyla roman olarak yayımlanmıştır. Zira eser Türk edebiyatında gerçekçi romana yönelimin ilk örneklerinden olmuştur. Ayrıca Atatürk’ün en beğendiği eserlerden de biridir. Bunu söylediği şu sözlerle biliyoruz: “Biliyor musunuz dün gece Reşat Nuri Bey’in Çalıkuşu romanını okudum, çok beğendim. İhmal edilmiş Anadolu’yu genç bir hanım öğretmenin yaşadığı zorlukları ne güzel anlatmış. Bitirince İsmet’e vereceğim. Sonra da sizler okuyun.

Kitap ise konu itibariyle, Feride ve Kâmran arasındaki aşkı anlatmış olsa da romanın bütününü toplumsal olaylar teşkil etmiştir. Eser ise bu minvalde şöyledir: Feride, küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmiş hem yetim hem de öksüz bir kızdır. Teyzeleri tarafından bakılıp, büyütülür. Genç kız olunca da Nötre Dame de Sion Fransız yatılı okulunda okur. Ancak dönemin diğer kadınlarından oldukça farklıdır. Nitekim türlü türlü yaramazlıklarından hatta ağaçlara tırmanmasından dolayı arkadaşları ve öğretmenleri ona “Çalıkuşu” lakabını takar.

Gelgelim yaz tatilini teyzesinin köşkünde geçirirken kuzeni Kâmran ile arasında yakınlaşmalar olur ve kısa zaman içerisinde de bu yakınlaşmalar aşka dönüşür. Nişanlanırlar. Ancak Feride, düğün gününe yakın tanımadığı yabancı bir kadının getirdiği mektuptan Kâmran’ın İsviçre’de iken Münevver adında hasta bir kızla ilişkisi olduğunu öğrenir. Ve evlilikten vazgeçerek her şeyi bırakıp, kimseye görünmeden kaçar. Kendini mesleğine, öğretmenliğe adar.

Fakat bu yeni sayfa bu yeni başlangıç onun için hiç kolay olmaz. Nitekim nereye gideceğini düşünürken aklına sütannesi gelir ve onun yanına gider. Bir süre yanında kalır. Bu zaman içerisinde de iş için sürekli başvurularda bulunur. Çabalarının sonucunda da Anadolu’da bir ilkokul öğretmenliği elde eder. Zeyniler köyüne yolculuğu başlar. Artık neşeli, hayat dolu bir kız olmaktan çok ağır başlı bir öğretmen hanım olmuştur. Özellikle Zeyniler köyünde Munise ile yaşadıkları hayatının değişmesine yol açar. Munise, ortada kalmış, annesi kötü yola düşmüş küçük bir kızdır. Bu sebeple köylüler kızı hiç sevmezler. Hatta ona kötü davranırlar. Feride ise bu kızcağıza çok acır ve zaman içerisinde Munise’yi evlat edinir. Ancak ne var ki Zeyniler köyü okulu kapatılır. Feride bir süre sonra kız öğretmen okulunda Fransızca öğretmeni olarak görev alır. Fakat bir müzik öğretmeninin kendisine duyduğu aşk dedikodulara sebep olur ve tayinini ister. Böylelikle de birçok yeri gezmiş olur.

Bir zaman sonra da doktor Hayrullah Bey’le tanışır. Onun himayesine girer. Fakat bu sırada Munise çok hastalanır ve hayatını kuşpalazından dolayı kaybeder. Feride ise üzüntüsünden hasta olarak günlerce doktorun evinde kalır. Tabii bu durum dedikodulara yol açar. Hayrullah Bey ise insanların ağzını sırf kapatmak için Feride’ye evlenme teklifinde bulunur ve kağıt üzerinde evlilik yaparlar.

Bir zaman sonra da Doktor, Feride’nin defterini bulur, Kâmran’a olan aşkını okur. Ve araştırmalar yaparak bilgiler edinir. Ardından bir mektup yazarak defteri paket haline getirir. Feride’ye ise ölümünden sonra bu paketi Kâmran’a götürmesini vasiyet eder.

Ve aradan günlerin geçmesiyle doktor vefat eder. Feride de hem paketi teslim etmek hem de özlediği teyzesini görmek üzere Tekirdağ’a gider. Paketin içinde neyin olduğunu bilmeden teslim eder. Fakat ne tesadüf ki Kâmran ile karşılaşır. Kuşadası’na geri dönemez. Teyzesi ise bu sırada paketi Kâmran’a verir. Kâmran ise okuduğu defterden ve mektuptan her şeyi öğrenir ve Feride’nin onu hâlâ çok sevdiğini anlar.

En nihayetinde ev ahalisinin oynadığı bir oyunla iki sevgili tekrar bir araya gelir ve kitap mutlu bir kavuşma ile sonlanır.

Kitaptan sevdiğim alıntılar:

"Sevgi, şefkat denen şeyde ne mucizeler var yarabbi!"

"Kapalı bir mahzende sızan bir ışık parçası, yıkık bir duvarın taşları arasında açmış sıska bir çiçek, her şeye rağmen bir varlık, bir tesellidir."

"Dünyada, bir parça iyilik edebilmekten daha güzel bir şey olmuyor."

"İnsan, yaşadığı yerlerde beraber bulunduğu insanlara görünmez ince tellerle bağlanırmış; ayrılık vaktinde bu bağlar gerilmeye, kopan keman telleri gibi acı sesler çıkarmaya başlar, her birinin gönlümüzden kopup ayrılması, bir ayrı sızı uyandırırmış. Bunu yazan şair ne kadar haklıymış!"

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

28 Ağustos 2023 Pazartesi

Anadolu’yu içeriden görebilmek

Reşat Nuri’nin Anadolu Notları, aslına bakılırsa oldukça sıradan denebilecek satırlar içerir. İşi gereği Anadolu’nun pek çok yerine yolculuklar yapmak durumunda olan bir Milli Eğitim müfettişi yazarın karşılaştıkları, yaşadıkları ve gözlediklerinden oluşan, içten ve kendiliğinden yazılmış yazılardır. Romantik gibi gözükse de oldukça gerçekçidir. Yazarın, görüp düşündüklerini zorlanmaksızın basitçe dile getirdiği yerler oldukça değerli tespitler içerir.

Özel bir gayret ve amaç yokmuş gibi hissettirdiği için midir bilinmez ama okurken kendinizi bir anda dönemin atmosferine bütünüyle kapılmış bulursunuz. O sıradan cümlelerin lirik bir şekilde ruhunuza işlediğini hissedersiniz. Çok az yazar Anadolu’yu Reşat Nuri kadar içeriden görebilirmiştir. Onu, bir tiyatro dekoru gibi olması gereken her şeyi eksiksiz fazlasız yazının gerekli yerlerine yerleştirmiştir. Oyuncular ilk andan itibaren bellidir ve mutlaka ilginç bir olay örülmektedir. Anadolu, onun büyük sahnesidir. Anadolu insanı ise basitliğinin ve çaresizliğinin içinde sakladıklarını sadece kalpten bir bağla bağlandıklarına açtığı, ancak yakından tanımakla kendini gösteren ve bu nedenle üzerinde epeyce çalışılması gereken oyuncularıdır.

Bu yazılar bir bakıma yol notlarıdır. Özellikle yolların ve vasıtaların durumunu, kaldığı otellerin temizliğini, yediği yemeklerin ve içtiği suyun kalitesini çok dert edinir Reşat Nuri. Sineklerden başı derttedir. Kalacak otel, yiyecek lokanta bulmakta sıkıntı çekmektedir. Dönem, 30’lu 40’lı yıllardır ve yazar, bir şehirden bir diğerine giderken yanında mutlaka su taşımaktadır çünkü temiz su bulamama ve ancak kaynatarak içmek durumunda kalma gibi zorluklar yaşanma olasılığı bulunmaktadır.

Anadolu’nun eğlencesizliği ve keyifsizliği de onun için bir başka önemli konudur. Akşam olunca mütevazi kapıların ardına çekilen ve dışarıdan bakıldığında hayli sıkıcı denebilecek küçük hayatların iç tarafına yönelik gerçek bir merak ve ilgi duymaktadır. Onun yazarlığının sırrı da galiba bu gerçek merakın peşinde, bitmeyen bir heyecanla arayışta olduğunu hissettirmesidir. Dışarıdan görünenle değerlendirme yapmayacak kadar yazarlığının bilincindedir.

Tulûat tiyatroları üzerinde önemle durur mesela. Bu tiyatrolar durgun suyun dalgalanmasına neden olduğu için, bu kapalı insanların gönlünü eğlenceye ve bir bakıma kısa süreliğine dış dünyaya açtığı için hayli önemlidir. Onun izlediği, tiyatrolar değil tiyatrolar esnasında halkın nasıl izleyip nasıl tepkiler verdiği, oyunculardan hangilerini daha çok beğendiği, kendisini daha çok hangi tiplerle özdeşleştirdiğidir.

Denebilir ki Reşat Nuri, Anadolu’yu bir büyük tiyatro oyunu gibi durmaksızın izlemiştir. Kendisinin de ana kahramanı Anadolulu karakteridir. Bu kadar bütünleşince de ister istemez hem her şeyi yakından ve içeriden hem de görülmeyen açılardan görme imkânları bulmuştur. Buna bağlı olarak aynı zamanda bu insanları ve hayatlarını savunma ihtiyacı duymuştur, denebilir.

Örneğin, Anadolu’yu gezen veya gözlemlerini yazan pek çok kişinin en çok şikâyet ettikleri konulardan biri, mahalle kahveleridir. Genel eğilimimiz bunun miskin şarkın sembolü olduğu yönündedir. Geriliğimizi hatırlatmakta, her türlü serseriliğin, kumarın, kavganın ve dedikodunun mekânı gibi algılamaktayızdır. Mehmet Akif’in sert dizeleri hepimizin hafızasındadır. Oysa Reşat Nuri öyle düşünmemektedir.

Kahveler üzerine olan yazılarından birini, kendi tabiriyle “tam kahve düşmanlarının tasvir ettiği gibi bir kahve”den yazamaktadır. (s.158). Bu küçük kasabada henüz saat akşamın 6.30’udur ve hayat çoktan evlerin içine çekilmiş, kandiller yanmıştır. Ne kadar evsiz barksız ve evlerinde sıkılmış insan varsa kahveye toplanmıştır. Oyun oynayanlar, dedikodu yapanlar, ertesi gün kurulacak pazara gelmiş köylüler, serseriler, emekliler…

Güzel amma burasını kapatırsan biz bu kadar kişi bu saatte nereye gideceğiz?” (s.158). diye sorar ve şöyle devam eder: “Ben neyse ne…Bugün varsa yarın yok…Gelgeç bir misafir…Fakat ötekiler ne yapacaklar? Şu neredeyse sobanın içine girecek başı, boynu sarılı ihtiyarın evde acaba ateşi var mı? Bekleyeni var mı? Karısının bu zamana kadar yaşamış olması şüpheli…İçinde artık bulunmayan sıcak ve rahat köşeyi arar gibi durmadan döndüğü, kıpırdandığı yatağa şimdiden girerse sabahı nasıl bekleyecek?” (s.159).

Tıpkı bunun gibi kahvede o an gördüğü memurların, esnafın, köylülerin hayatlarını ayrı ayrı hayal eder ve genellikle eğlencesiz, tekdüze, yorucu ve neşesiz, kimsesiz bulur. Kahve bütün bunlar için kesin ve önemli bir ihtiyaçtır. Taşra yalnızlığının ve bunaltısının atıldığı ender mekânlardan biridir.

Bu insanlara zamanlarını neden burada öldürüyorlar demek de çok yanlıştır çünkü burada geçirilen zaman sanılanın aksine hiç de ölü değildir. Bilakis, en canlı hallerini içeriyor olabilir. Bu insanlardan özellikle eğitimli olanların neden kitap okumadıklarını sormak da ona göre çok yersizdir. Her ne kadar bu insanların bir kısmı kasabanın ileri gelenleri, okuyup yazmışları olsa da neden kitap okumuyorlar demek “Niye piyano çalmıyorlar’ demek gibi bir şeydir. Kafayı kitap okumaya alıştırmak, parmakları piyano çalmaya alıştırmaktan kolay değildir. Ona göre yetişmek, hazırlanmak lazım gelirdi. Okumak, bir kitaptan alınan elemanlarla kendine manevi bir dünya yapmak, onun içinde tek başına yaşayabilmek demektir.” (s.160). Bu ise çocukluktan itibaren buna göre yetişmiş ve bu şekilde yaşamış olmaktan gelen güçlü itiyatlar gerektirmektedir.

İşsizleri de savunur Reşat Nuri. Bu insanlar kahvelere geldikleri için işsiz değildirler; işsiz oldukları için kahvelere gelmektedirler. Burası da olmasa işsizliklerine bir de yalnızlık ve bunalım eklenecektir. Hele artık tekaüte ayrılmış devlet düşkünleri! Bu insanlar hiç değilse henüz şahitleri hayatta olan üç beş hatırayı anlatacak birilerini bulmakta ve bu sayede hayata tutunmaktadırlar. Ya bu da ellerinden alınırsa?

Her durumda Anadolu insanını savunacak bir şey bulsa da bu durum kaleminin vakarından kaybettirmez. Bir kere daha, onların yaşadıklarını içeriden duymakla ilgili bir durumdur bu. İçeriden görebilme kaçınılmaz bir savunma ihtiyacı doğurur. Yazarlık ise tam anlamıyla içine girebilmekle, görünmeyene nüfuz edebilmekle ilgili olduğundan, bu yazılar kalıcıdır.

Anadolu Notları’nın bir başka ilginç bölümü -belki de en ilginç yeri- para ve Anadolu insanının parayla olan ilişkisi üzerine olan yazılardır. Özellikle köylüde para fikri üzerine birkaç yazı yer alır ki hayli ilginç gözlemler barındırır. Okuduktan sonra bugüne kadar neden bu bölüm üzerinde yeterince durulmadı acaba diye kendi kendime düşünmeden edemedim. Çok ince ve bir o kadar derin tahlillerle yüklü bir bölüm bu da.

Anadolu köylüsü ilk bakışta paraya fazla önem veriyormuş, para karşısında zaafları varmış gibi gözükür. Reşat Nuri bunu, para düşkünlüğünden çok paranın ele geçtiğinde mutlaka doğru kullanılmasının hayati derecede önemli oluşuna bağlar: “Anadolu’nun paraya tapıyor görünmesi hasisliğinden değil, onun en lüzumlu yerde kullanmak fikir ve meylinden doğar…toprağın, sermayelerin en aşınmazı olduğunu o herkesten iyi anlamıştır. Hasılı Anadolulu hasis değil sadece taş ve kayadan koparırcasına güçlükle eline geçirdiği birkaç parayı ucu ucuna getirmek gayretiyle yanan bir fakirdir.” (s.259).

Bir keresinde de Reşat Nuri’nin içinde olduğu araç yolun bir yerinde batağa saplanır. Şoför telaşla ne yapacağını bilmeyerek uğraşsa da nafile, kımıldatamaz. İlerdeki tepede onları izleyen bir köylü oturmaktadır. Şoför, uzaktan, “Haydi baba. Mandaları al, gel..” (s.263) demesi üzerine Reşat Nuri, şaşırarak “görünürde köy filan yok bu adam kalktı nereye gidiyor” diye sorma ihtiyacı duyar. Bunun üzerine şoför, “An ne çarıklı bezirgândır onlar…Makinelerin yolun neresinde batacaklarını bilirler. Mandalarını bir yerlere saklayıp kapana kısılmamızı gözetlerler. Artık ne tutturabilirlerse insaflarınadır.” (s.263-264).

Gerçekten de köylü, fırsattan istifade etmenin türlü yollarını bilen, kurnaz bir adamdır. Bu kervan geçmez yolda bütünüyle adamın insafına kalmışlardır. Durumdan istifade yüksek bir ücret talep edeceği, şantaj yapacağı bellidir fakat şoförün mırın kırın edeceğini düşünen adam daha baştan Reşat Nuri’yi gözüne kestirerek “çıkarırım ama ücretini senden alırım, tamamsa” der. Reşat Nuri, “Kavga edecek bir şey yok baba…Anlaşırız” diyerek sorumluluğu üstlenir. Derken, adam aracı battığı yerden çıkarınca çok yüksek bir ücret olduğunu düşünse de 25 kuruş talep eder. Gerçekteyse yapılan işe mukabil oldukça makul bir rakamdır. Reşat Nuri bunun üzerine şöyle der ki bu onun genel bakışını da yansıtır: “Efendi Anadolulu…Boşuna yorulma. Sen ahlaksızlığa karar verdiğin zaman da beceremeyeceksin.” (s.265).

Son bir not olarak, devlette uzun süre çalışıp kenara çekilenlerle köylünün tutumunu karşılaştırdığı bir yerde şöyle der: “Köylüdeki yiyemediğini yemiş görünmek manisine mukabil onda [devlet düşkünlerinde] yediğini yememiş görünme manisi…Fakat birincinin yalanı, ikincinin zelil dilenciliğine nispetle ne kadar vakur ve sempatiktir…” (s.270).

Reşat Nuri okuduğunuzda, yalansız bir şeyler okumanın zevki edebiyatla birleşerek kendimizi bir tiyatro sahnesinde izleme hissi yaratır. Ve oyun sıkıcı değilse bunun nedeni, içimizden geçirip bir türlü hayata dökemediğimiz, olanca eksik yanlarımızdır!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

13 Nisan 2020 Pazartesi

İbretlik bir ders

Reşat Nuri’yi hep çok sevmişimdir. Bunun pek çok nedenlerinden biri de Anadolu’yu ve devlet memurlarının hallerini çok iyi anlatıyor oluşudur. Salgın, tam olarak bu ikisini aynı anda ibretlik bir ders gibi anlattığı, en sevdiğim hikâyelerindendir. Herkesin eve kapanıp yeni okuma listeleri yaptığı bugünlerde Salgın’ın da zorunlu okumalardan olduğunu belirtmek isterim. Hikâye kısaca şöyledir:

Hayat karşısında gerçek anlamda hiçbir şey yapmamanın ruhu ezen yorgunluğu ve her şeyin ölüme dönüşecek olmasının verdiği anlam yokluğuyla baş edemeyen zayıf bir karakterdir Gökpınar kaymakamı. Uzun yıllar taşrada ve taşra halkıyla baş başa olmanın verdiği bezginlik zamanla bir azaba dönüşmüştür.

Dairesinden nadiren dışarı çıkan, çıktığında ise ya mezarlığa yahut dere kenarına giden, insan arasına çok fazla çıkmayan, en sevdiği iki ağaçtan biri ölümün hüznünü hatırlattığı için servi ve diğer, yaşamın zevkini simgelediği için söğüt olan, dışarıdan bakıldığında tuhaf ama yakınlaştıkça sıradanlaşan bir ruh hali vardır Kaymakam’ın. Mutluluk onun için söğüt yaprakları gibi kararsız ve elle tutulamazdır; tıpkı hayatın kendisi gibi. Tıpkı kendisi gibi!

Otuz küsur yıllık memuriyet hayatı onda karar vermek, herhangi bir meseleyi kestirip atmak kabiliyetini büsbütün dumura uğratmıştır. Öyle olunca, gelen talepleri karara bağlayan kişi uzunca bir süredir Yazı İşleri Müdürü’dür. Taşradaki hemen her devlet dairesinde var olan, yerli halkı iyi bilen, gözü açık, zaman içinde üstündeki ve altındakileri idare etmekte pek mahirleşmiş biridir Yazı İşleri Müdürü. Kaymakamın bizatihi kendisine gelen ve üstünkörü okuyup öylece çalışma masasının çekmecesine attığı talepler ve haberdar etmeler hariç olmak üzere ne iş varsa Yazı İşleri Müdürü ona bırakmaksızın karara bağlar, gereğini yerine getirir.

Kaymakam, günlerden bir gün, yılda iki kere temizlediği masasının çekmecesindekileri atmadan önce bir kez daha okumaya dalınca iki satırlık bir cevabı bile çok gördüğü mektuplardan birine dikkat kesilir. Mektup, Karlıbey köyü ilkokul öğretmeni Cevdet’ten gelmiştir ve köyde baş gösteren bir salgını haber vermekte, derhal harekete geçilmemesi halinde olası toplu ölümlerden söz etmektedir. Köyde salgına tutulanlar, şiddetli baş, arka ağrıları ve kusmalarla yatağa düşmekte, ateşleri yükselmekte ve birkaç saat içinde kendilerini kaybetmektedirler. Üç dört gün bu halde can çekiştikten sonra da ölüp gitmektedirler.

Cevdet Öğretmen, canhıraş bir halde, doktor olmadığı için hastalığın ne olduğunu elbetteki bilemediğini, sadece gördüklerini anlattığını, elli hanelik köyde bir anda altı kişinin benzer şekilde ölmesinden hareketle bunun kuvvetle muhtemel bir salgın olduğunu yazmaktadır. Kaymakam ne kadar yorgun ve kararsız ise Cevdet öğretmen de bir o kadar cevval, dinç ve kararlı, işine ve kendine inanan bir mizaçtır. Cumhuriyet eğitimi almış, eğitimsizliğin büyük dert olduğunu Anadolunun ücra köylerinde yakından tanıma fırsatı bulmuştur. Bütün gözü karalığıyla şöyle yazar:

Köylüler, cahil insanlar, hastalıktan sakınmasını, korunmasını bilmiyorlar. ‘Aman çoluk çocuğunuzu kollayın belki geçer’ diyecek olursam kızıyorlar. ‘Biz çok şükür Müslüman insanlarız. Hastadan iğrenmek günahtır’ diyorlar. Okulun eski öğretmeni olan ihtiyar imam da onları benim aleyhime kışkırtıyor. ‘İmanımızı bütün tutalım. Allah’a yalvaralım. Bir suçumuz, günahımız varsa affetsin. Kim bilir ne kusurlarımız var ki Allah bu belayı gönderdi’ diyor. Bu dağ tepesinde bütün dünya ile alakasını kesmiş garip, fakir köylülerin cehaletlerinden başka ne günahları olur? Halbuki o suçun sorumlusu da kendileri değil. Şimdiki halde bu salgın karşısında yapılan tedbir hastaları hocaya nefes ettirmekten ve köyün başından bu belayı defetmek için akşam namazlarında Kunut duasını okutmaktan ibarettir.

Bu durum karşısında Öğretmen, binbir zahmetle ağır kış şartlarında dağ köyünden kasabaya giderek nahiye müdürüne durumu anlatır ama hiçbir sonuç alamaz. Nahiye müdürü, başından savmaya çalışır. Bir şey yapmamış olmamak için ise bir süre sonra jandarmalarla solfato ilacı yollar köye. Bunun üzerine, Cevdet öğretmen yolu izi belli olmayan en sapa bu köyden kalkıp bir kez daha yollara düşer ve müdüre, “Bey, ayaklarını öpeyim. Bilmediğimiz bir hastalığa solfato ilacı kâr eder mi?” der. Buna hiddetlene müdür ise, “Ne diye üstüne lazım olmayan şeylere karışıyorsun? Ne diye izin almadan işi bırakıyorsun” diye azarlar.

Kaymakam, mektubu okudukça ne yapacağını bilemez, sayfalar eline “çam sakızı gibi yapışır”. Tabii ki hemen Yazı İşleri Müdürü’nü çağırır ve mektubu okutarak bu öğretmeni tanıyıp tanımadığını sorar. Yazı İşleri Müdürü, okuduklarından çok rahatsız olmuştur. “İstanbul öğretmen okulunun başımıza bela ettiği kişilerden…kendisini gayet iyi tanırım. Huysuzdur, geçimsizdir, ukaladır. Anarşist gibi bir adamdır. Köylü ile daima hır çıkarır.” diye cevap verir. Resmi yanı olmayan mektubu yırtıp atarak meseleyi kökünden çözmeyi önerir. Fakat Kaymakam bunu yapamaz, eli gitmez, içsel bir huzursuzluk duyar. Hayat karşısındaki bütün yorgunluğunu ve bedbinliğini bütünüyle üzerinden atmasına vesile olacak bir fırsat yakalamışcasına bir hisse kapılır. İlçedeki doktorun derhal gönderilmesini ister.

Yazı İşleri Müdürü, ayak diretir, türlü yalanlarla doktor Remzi’nin gitmesinin henüz elzem olmayabileceğini söylerse de Kaymakam umulmadık bir sertlikle karşılık verir. Yazı İşleri Müdürü yine de en azından Nahiye Müdürü’ne yazarak “gerçek” durumu öğrenme konusunda Kaymakam’i ikna eder, pek tabii ki gelecek cevabı kendi yazmışcasına bilerek.

Gelen cevapta, Cevdet Öğretmen’in geçimsiz ve köylülerle her fırsatta ters düşen, üzerine vazife olmayan işlere karışıp duran bir düzen bozucu olduğu yazmakta, hastalıkla ilgili durumu bilerek abarttığı ve devleti zor durumda, aciz bırakmaya çalıştığı yazmaktadır. “Karlıbel köyünün sağlık durumunda endişe edecek bir olağanüstülük olmadığını zannetmekle birlikte…” kasaba doktorunun çıktığı bir başka köy görevinden kasabaya döner dönmez göndereceğini de yazmaktadır. Yanı sıra Cevdet efendinin kendisine gelişlerinde haddini aştığı ve saygısız davrandığı, hükümetin güvenirliğini zedeleyecek sözler söylediği ve makam atlayarak kaymakamlığa yazı yazmasının üzüntü vericiliği de belirtilmektedir.

Bu sürüncemeler içerisinde Karlıbel salgını mektubu, gündelik olaylar arasında unutulur gider. On iki sonra kaymakamlığın bir üst mercii olan mutasarrıflıktan bir yazı gelir. Cevdet öğretmenden giden yeni bir mektuptan hareketle kaleme alınan yazıda, Karlıbel köyündeki salgından ve ölenlerin sayısının on üçü bulduğundan bahsedilerek, öğretmenin tüm çabalarına rağmen nahiye müdürlüğü ya da kaymakamlığın herhangi bir eylemde neden bulunulmadığı sorulmaktadır. Konunun incelenerek durumun ecilen bildirilmesi istenmektedir.

Nihayet sözde başka bir köye vazifeye giden doktor Remzi Bey nahiyeye dönmüş ve zorunlu olmasa asla yapmayacağı bir biçimde olanca kar fırtınasına rağmen jandarma neferleriyle birlikte Karlıbel’e gitmek üzere ikna edilmiştir. Ne var ki, kar kış kıyamet kısa sürede takatlerini keser ve yol üzerindeki bir başka köyde konaklayan doktor, Karlıbel hakkında köyün alaylı ihtiyar öğretmeninden bilgi alır. Öğretmen’e göre sorun öğretmendedir. Hastalık mastalık hep uydurmadır vs. Kar da iyice arttığından, Doktor Karlıbel’e gidemeyerek yeniden nahiyenin yolunu tutar. O da artık vazifesini yapmıştır.

Bir süre sonra Tanin’de Karlıbel köyündeki salgında on beşten fazla vatandaşın telef olduğunu bildiren birkaç satırlık bir yazı çıkması üzerine bu kez İl Sağlık Müdürü Vali tarafından tahkikat için görevlendirilir ve bu amaçla ilçeye gelir fakat o da vazifesini bir an önce, toz kaldırmadan yapıp işi başından savmaya çalışan, yükselmesini yalnızca dalkavukluğuna borçlu bir adamdır.

Tıpkı kaymakam gibi güzel yazıya, şiire, hat sanatına düşkündür ve Kaymakamla olan görüşmelerin konusunu daha ziyade bu konular teşkil eder. Ve, “bereket versin” Müdür, Yazı İşleri Müdürü’nün yakın dostu Kozacı Şakir’in eniştesidir. “Ahbaptan adama ziyan gelmez” fehvasında çok geçmeden Kozacı Şakir’in evinde büyük eğlenceler tertip edilmeye başlanır. Ne kadar eşraf varsa Kozacı Şakir’in sazlı sözlü eğlenceli akşam yemeğinde toplanır. “Zevk ehli” Sağlık Müdürü, durumdan pek memnun, herkese abartılı iltifatlarla coşkudan coşkuya atılmaktadır. Eğlencelere katılan kadı efendi ona göre “kabına erişilmez bir alim”, “öğretmenlerden biri, “Müslüman Aristo”, ve şeyh efendi, “Batı alimlerinin hariçte aradıklarını kendi nefsinde bulmuş ve davayı kökünden halletmiş bir arif”tir.

Tahkikat için gelen Sağlık Müdürü, eğlencelerden kalan vakitlerde, işi olabildiğince ağırdan almakta, kardan kapalı yol dolayısıyla köye bir türlü erişilemediğini resmi kayıt altına aldırıp işi “güzellikle” kapatmaya çalışmaktadır. Neticede bir ‘fen adamı”dır ve idari işlerden anlamaması gayet normaldir. “Bir deli bir kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkarmaya çalışmaktadır”. Hep birlikte el birliğiyle işin üzerini örtmeye çalışırlar. Karlıbel köylüleri dışındaki herkesi kurtaran bir rapor düzenleyip durumu nihayetlendireceği esnada son bir kez görüştüğü Yazı İşleri Müdürü’nün boş bulunup anlattıklarıyla içine bir kuşku düşer. Bunun üzerine tahkikatı sürdürür ve yakın köylerden gelip geçen köylülerle konuşur fakat yine duruma dair gerçek bir bilgi alamaz. Alamadıkça Cevdet öğretmene olan öfkesi artar. Tıpkı diğerleri gibi o da Cevdet öğretmenin mübalağacı, yalancı ve ortalığı bilerek karıştırarak kendini göstermeye çalışan bir adam olduğuna her defasında yeniden hükmeder.

Neticede, “ne şiş yansın ne kebap” türü bir tahmini ve danışıklı bir raporla ilçeden ayrılmak ve bu belalı işten sıyrılmak üzereyken bu kez de ilçeye neden geldiği belli olmayan çekirdekten yetişme, zeki ve dürüst aynı zamanda “kolay ve parlak muvaffakiyetlerle kendini göstermeyi seven” bir mülkiye müfettişi gelir. Adam aslında konudan bihaberdir fakat Sağlık Müdürü bu haberi alır almaz içine yine bir kurt düşer ve derhal gidip müfettişi ziyaret eder. Onu buralara taşıyan dalkavukluğundan en ufak bir şey esirgemeyerek müfettişi göklere çıkarırken bir yandan da tam bir boşboğazlıkla olan biteni anlatıp kendisinin bir fen adamı olduğunu, müfettişin engin idari tecrübesiyle raporunu sonlandırabileceğini ifade eder.

Neye uğradığını şaşıran müfettiş hem durumu hem de durumun içinde kendi açısından yatan fırsatı görerek işe dahil olmayı düşünür ise de bir gün sonra güçlü bir diş ağrısıyla uyanınca bütün hevesi kaçar ve durumu idare edip bir an önce İstanbul’a dönse iyi olacağını düşünür. “Bu Karlıbel işine el koymak tehlikeli bir şeydir…”. Müfettiş de engin tecrübesinin gösterdiği yolda ilerleyerek, Sağlık Müdürünü çağırır, inceleme evrakını şöyle bir gözden geçirip ona göre “gerekenleri yapacağını” söyleyerek ilçeden ayrılır ve hikâye burada biter.

Yaşananların ardından İl’in kararı şöyledir: “adi bir mevsim hastalığını helak edici bir salgın şeklinde haber vererek halkı dehşete düşürdüğü, devlet dairelerini ihmal ve salgının yayılmasına meydan vermekle itham eylediği, bu dairelerin başındaki kişileri üst makamlara şikâyet suretiyle fitne ve fesat çıkarmaya çalıştığı ve bunlara sırf yaradılışındaki karıştırıcılık ve intikamcılık meyillerinin sebeb ve etkili olduğu belirmiş bulunan Karlıbel öğretmeni Cevdet Efendi’ye kat’i bir ihtar ve on beş gün maaş kesme” cezası verilmesine…

Ona bu tebliği götüren zarf havalar açılıncaya kadar nahiye postanesinde bekledikten sonra Karlıbel’e gidebilmiştir. Birkaç gün sonra da sararmış, buruşmuş, kirlenmiş fakat açılmamış olduğu halde üstünde şu satırlarla geri dönmüştür:

Muallim Cevdet efendinin bir buçuk ay evvel bilinmeyen bir hastalıktan dolayı vefat ettiği anlaşılmış olmakla iade kılındı.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
* Bu yazı daha evvel Serbestiyet'te yayınlanmıştır.