Özgürlük için savaşanları hapsetmek büyük bir korkunun göstergesidir ve bu hapis müstakbel zaferin ayak sesidir. Dünya tarihinde örneğini çokça gördüğümüz tutuklu özgürlük savaşçılarının içinde Batı medeniyetini, Uzak Doğu ve İslam kültürünü onları meydana getiren dini, siyasi, ilmi ve estetik değerleriyle beraber yakından tanıması itibariyle özel bir yere sahip Aliya İzzetbegoviç. Entelektüel birikimi, keskin zekası ve güçlü iradesiyle çağının ihtiyaç duyduğu lider tipini en güçlü şekilde temsil etmiştir. Akif Emre kitaba yazdığı sunuş yazısında Aliya'yı "özgün bir lider ve düşünür prototipi" olarak tanımlarken içinde bulunduğu zor şartlar altında ortaya koyduğu fikirlerin çarpıcılına bakarak onun ne büyük bir mütefekkir olduğunu anlamanın mümkün olacağını ileri sürüyor.
Kendi önsözünde Aliya: "Okuyucunun göz atacağı (ve belki de okuyacağı) şey benim özgürlüğe kaçışımdır" diyor. Zindan, elbette sadece bedeni bir kısıtlamayı amaçlamıyor; esas itibariyle zihinsel ve duygusal bir yıpratma amaçlanıyor. İşte bu zihinsel hapisten okuyarak ve düşünerek kaçıyor Bilge Kral. Gizli gizli tuttuğu notları numaralandırarak tasnif ediyor. 1983-1988 yılları arasında hapiste geçirdiği beş yıl boyunca demokrasi, özgürlük, din, ahlak, kominizm, İslam gibi konular başta olmak üzere pek çok konuda fikir ortaya koyuyor. Bilge bir liderden bekleneceği gibi hapis hayatını bir çeşit arınma ve aydınlanma sürecine dönüştürüyor.
Bilge Kral'ın notlarında öne çıkan en önemli unsurlardan biri Hristiyanlık ve Roma tarihine ve tabi Avrupa tarihine derin ve objektif bir bakış geliştirmiş olması. O, Hristiyanlıkta bir estetik ve etik bakış buluyor ve Roma'nın yıkılışını bu estetik ve etikten uzaklaşmaya bağlıyor.
Medeniyet ve kültür kavramlarını da kendince tanımlıyor ve medeniyetin bilim ve teknikle birlikte ilerlediğini belirtirken kültürün din ve sanatla birlikte var olduğunu ifade ediyor. Bilimde bir tekamülün mümkün olduğunu ancak sanatta tekamül diye bir şey olamayacağını dile getiriyor. Bunu örneklerken Afrika'daki ilkel topluluklardan birinin yaptığı ahşap maskelerin estetik açıdan yirminci yüzyıl sanat otoritelerince oldukça beğenilmiş olmasını öne sürüyor. Yine Aristo'nun estetikle ilgili düşüncelerinin bugün bile geçerli olmasına rağmen bilimsel önermelerinin bugün oldukça saçma bulunması da Aliya'ya göre bu fikri destekliyor.
Darwin ve Michelangelo'yu da insanı ele alışları ya da alamayışları itibariyle eleştiriyor. Darwin insanı salt "beden" olarak ele almışken Michelangelo onu sadece "ruh" olarak görmüştür. Aliya ise insanın bu ikisinin terkibi olması hasebiyle bütün olarak incelenmesi gerektiğini düşünügor ve bu muhteşem terkibi ancak bir Tanrı'nın yaratmış olabileceğini de ekliyor.
Notların içinde resim, şiir, roman heykel gibi muhtelif sanatlara ilgili derin tahliller de var; komünizm, kapitalizm, nazizm gibi ideolojilere dair çıkarımlar da. Hatta Mustafa Kemal'in harf inkılabına dair görüşlerine de yer veriyor ve bu kararı kültürel bir yıkım olarak görüyor.
Okumak eylemiyle ilgili şöyle bir notu var Bilge Kral'ın: "Aşırı okuma bizi daha zeki kılmaz. Bazı insanlar kitapları basitçe 'yutarlar'... Bir arının poleni bala dönüştürmesinin 'dahili' çalışma ve zaman gerektirmesi gibi okuma da şahsi bir katkı gerektirir.". Bu dizeler onun okumasının derin bir tefekkür içerdiğini de gösteriyor.
Bir başka notunda: "Baharatın yemeğin yerini tutmaması gibi süsleme de muhtevanın yerini tutmaz. Bir kültürde muhteva çözülüp şekil halini alırsa bu durumda kesinlikle o kültürün çöküşüne ve yokoluşuna şahit oluyoruz demektir." diyerek kültürlerin yok olma sebeplerini de açıklıyor. Bu durum Roma İmparatorluğu'nda da geçerli Osmanlı İmparatorluğu'nda da.
Aristo'yla Beydeba'yı, Freud'la İbnü'l-Arabî'yi, İncil'le Kuran'ı aynı objektif bakışla okuyabilen; Hristiyanlık ve İslam'a aynı objektif bakışla yaklaşabilen; komünizm ve kapitalizme karşı İslam'ı aynı gerçekçi ve objektif izahlarla savunavilen asil ve güçlü bir irade. İyi okumalar…
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
Aliya İzzetbegoviç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aliya İzzetbegoviç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
23 Şubat 2020 Pazar
14 Mayıs 2019 Salı
Bağımsız bir duruş, sahih bir derinlik: Aliya
Bugün zihnimizdeki “Aliya” imgesinin inşasında merhum Âkif Emre’nin büyük bir payı var. Bizi Aliya İzzetbegoviç’i okumaya sevk eden sebeplerin başında Âkif Emre’nin onu merkeze alarak gerçekleştirdiği yazı ve röportajlar geliyor. Âkif Emre’nin vefatından sonra onun bütün yazılarını okurla buluşturmayı amaçlayan Büyüyenay Yayınları, Aliya İzzetbegoviç’le ilgili mesaisini Aliya ismiyle kitaplaştırdı.
Üç bölümden oluşuyor kitap. İlk bölümde Âkif Emre’nin çeşitli yayın organlarında yer alan Aliya İzzetbegoviç merkezli yazıları yer alıyor. İkinci bölüm ise Âkif Emre’nin Aliya İzzetbegoviç başta olmak üzere Bosna hareketinin öncüleri ve Bosna savaşı sırasında Aliya’nın yanında bulunmuş kişilerle yaptığı röportajlardan oluşuyor. Üçüncü bölüm de Âkif Emre’nin çeşitli platformlarda yaptığı söyleşiler, konuşmalardan meydana geliyor. Tam bir Aliya İzzetbegoviç şöleni diyebiliriz kitap için.
Âkif Emre, Aliya’nın düşünce mirasını, aksiyonunu ve ahlakını merkeze alıyor yazdıklarında. Onun entektüel kişiliğini, kendini nasıl geliştirdiğini, nasıl örnek bir ahlaka sahip olduğunu anlatıyor. Kör edici bir duygusallıkla değil dengeli bir duyarlılıkla ve soğukkanlı bir ifade ile kaleme aldığı yazılarında hesabı verilmemiş bir coşkunlukla hareket etmiyor.
Âkif Emre’nin rüzgarı arkasına alıp konuşmaya hevesli olmadığının en açık delili, Aliya’dan bahsederken onu övenleri de eleştirel bir hizaya çekmesidir bence. Yoksa ayağı yere basmadan ve Aliya’yı tanımadan övenler için “Aliya için her vesile yapılan övgülerde ısrarla görmezlikten gelinen husus, onun bir düşünür olarak İslamcılık düşüncesine yaptığı katkının görmezden gelinmesidir. Çağdaş İslam düşüncesinde yeri itibariyle, Aliya’nın kahramanlık öyküleri kadar ciddiyetle ele alınması gereken fikirleridir.” diyerek kendini ve Aliya’yı ayrıştırmaz, oradan da yelkenine bir rüzgâr dolmasını beklerdi.
Bu noktada sözü Âkif Emre’nin "Aliya Nasıl Anılmamalı?" başlıklı yazısına denk getirmek isterim. Çünkü vefat etmiş değerlerimizi anmak ve anlamakla ilgili imtihanımız pek çetin geçiyor. Vefat etmiş pek çok kıymetli şahsın hatırasını içi boşaltılmış birer tüketim nesnesine çevirme sabıkamız ise maalesef bir hayli kabarık. Ne diyor Âkif Emre? “Bir faninin her yıl anılması, varsa eğer, bıraktığı mirasın hatırlanmasına, muhasebe yapılmasına vesile oluyorsa anlamı olabilir. Ayrıca belki rahmet dilekleriyle bir Fatiha gönderilmesinden öteye ona bir katkısı olamayacağı açıktır. Aksi takdirde, anılmaya değer görülen bir insanın ardından ağıtların yakılmasının bir tür pagan ayinine dönüşme tehlikesi her zaman için vardır. Hele anılan kişi bir Müslüman'sa, içi boş sözlerle yüceltilerek totemleştirilmesi, ritüel haline gelen törensel ayine dönüşmesi ona yapılacak en büyük haksızlık olur.”
Bu kitap her ne kadar Aliya merkezli olsa da bir yandan da Âkif Emre’yi tanımamızı saplayacak ipuçları barındıran bir çalışma. Zira Âkif Emre’nin Aliya’nın hangi özelliklerini öncelediğini, dikkate değer bulduğunu takip ettikçe onun “dikkatini” ve “perspektini” de öğrenmiş oluyoruz. Âkif Emre, Aliya için “Yüzünde gölgesi olmayan bilge” derken biz bu cümleyi kuran kişinin hayatında da “gölgesiz bir samimiyet” görüyoruz. Gölgesizliğin giderek daha çehrede rastgeldiğimiz bir özellik olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?
Âkif Emre, niyetlerle değil kavramlarla yazmayı amaçlayan bir yazardı. Aliya için kaleme aldığı yazılarda da Âkif Emre, güzel bir kaside yazmamış yahut duygusal bir ağıt yakmamıştı. Tamamen duygusuz, teknik bir metin de değildi kaleme aldığı. O kendi yazı yolunu inşa ederken hep yaptığı gibi hem bağımsız bir duruşu hem de sahih bir derinlik talebini gözetmişti. Tıpkı Aliya İzzetbegoviç’in hayat çizgisini inşa ederken yaptığı gibi.
Ancak Aliya’nın da Âkif Emre’nin de bu tercihlerinin bir bedeli vardı. Zira niyetlerle değil kavramlarla konuşmak anlık rüzgârları kâra çevirmekten vazgeçmeyi gerektirir. Çünkü gemisini yürütmekten başka anlık bir niyeti olmayan kişi için kavramlar birer ayak bağıdır. Tıpkı Aliya İzzetbegoviç’in hayatında yaptığı gibi anlık rüzgarlarla yelkenini şişirmeye tenezzül etmeyen bir yazardı Âkif Emre. İkisini de farklı kılan tam olarak bu özellikleri idi.
Umarım Âkif Emre’nin yazı ve röportaj birikimi kitaplaşır ve yazdıkları, üslubu ve gayreti böylece gelecek kuşaklar için “ilham kaynağı” olmaya devam eder.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
Üç bölümden oluşuyor kitap. İlk bölümde Âkif Emre’nin çeşitli yayın organlarında yer alan Aliya İzzetbegoviç merkezli yazıları yer alıyor. İkinci bölüm ise Âkif Emre’nin Aliya İzzetbegoviç başta olmak üzere Bosna hareketinin öncüleri ve Bosna savaşı sırasında Aliya’nın yanında bulunmuş kişilerle yaptığı röportajlardan oluşuyor. Üçüncü bölüm de Âkif Emre’nin çeşitli platformlarda yaptığı söyleşiler, konuşmalardan meydana geliyor. Tam bir Aliya İzzetbegoviç şöleni diyebiliriz kitap için.
Âkif Emre, Aliya’nın düşünce mirasını, aksiyonunu ve ahlakını merkeze alıyor yazdıklarında. Onun entektüel kişiliğini, kendini nasıl geliştirdiğini, nasıl örnek bir ahlaka sahip olduğunu anlatıyor. Kör edici bir duygusallıkla değil dengeli bir duyarlılıkla ve soğukkanlı bir ifade ile kaleme aldığı yazılarında hesabı verilmemiş bir coşkunlukla hareket etmiyor.
Âkif Emre’nin rüzgarı arkasına alıp konuşmaya hevesli olmadığının en açık delili, Aliya’dan bahsederken onu övenleri de eleştirel bir hizaya çekmesidir bence. Yoksa ayağı yere basmadan ve Aliya’yı tanımadan övenler için “Aliya için her vesile yapılan övgülerde ısrarla görmezlikten gelinen husus, onun bir düşünür olarak İslamcılık düşüncesine yaptığı katkının görmezden gelinmesidir. Çağdaş İslam düşüncesinde yeri itibariyle, Aliya’nın kahramanlık öyküleri kadar ciddiyetle ele alınması gereken fikirleridir.” diyerek kendini ve Aliya’yı ayrıştırmaz, oradan da yelkenine bir rüzgâr dolmasını beklerdi.
Bu noktada sözü Âkif Emre’nin "Aliya Nasıl Anılmamalı?" başlıklı yazısına denk getirmek isterim. Çünkü vefat etmiş değerlerimizi anmak ve anlamakla ilgili imtihanımız pek çetin geçiyor. Vefat etmiş pek çok kıymetli şahsın hatırasını içi boşaltılmış birer tüketim nesnesine çevirme sabıkamız ise maalesef bir hayli kabarık. Ne diyor Âkif Emre? “Bir faninin her yıl anılması, varsa eğer, bıraktığı mirasın hatırlanmasına, muhasebe yapılmasına vesile oluyorsa anlamı olabilir. Ayrıca belki rahmet dilekleriyle bir Fatiha gönderilmesinden öteye ona bir katkısı olamayacağı açıktır. Aksi takdirde, anılmaya değer görülen bir insanın ardından ağıtların yakılmasının bir tür pagan ayinine dönüşme tehlikesi her zaman için vardır. Hele anılan kişi bir Müslüman'sa, içi boş sözlerle yüceltilerek totemleştirilmesi, ritüel haline gelen törensel ayine dönüşmesi ona yapılacak en büyük haksızlık olur.”
Bu kitap her ne kadar Aliya merkezli olsa da bir yandan da Âkif Emre’yi tanımamızı saplayacak ipuçları barındıran bir çalışma. Zira Âkif Emre’nin Aliya’nın hangi özelliklerini öncelediğini, dikkate değer bulduğunu takip ettikçe onun “dikkatini” ve “perspektini” de öğrenmiş oluyoruz. Âkif Emre, Aliya için “Yüzünde gölgesi olmayan bilge” derken biz bu cümleyi kuran kişinin hayatında da “gölgesiz bir samimiyet” görüyoruz. Gölgesizliğin giderek daha çehrede rastgeldiğimiz bir özellik olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?
Âkif Emre, niyetlerle değil kavramlarla yazmayı amaçlayan bir yazardı. Aliya için kaleme aldığı yazılarda da Âkif Emre, güzel bir kaside yazmamış yahut duygusal bir ağıt yakmamıştı. Tamamen duygusuz, teknik bir metin de değildi kaleme aldığı. O kendi yazı yolunu inşa ederken hep yaptığı gibi hem bağımsız bir duruşu hem de sahih bir derinlik talebini gözetmişti. Tıpkı Aliya İzzetbegoviç’in hayat çizgisini inşa ederken yaptığı gibi.
Ancak Aliya’nın da Âkif Emre’nin de bu tercihlerinin bir bedeli vardı. Zira niyetlerle değil kavramlarla konuşmak anlık rüzgârları kâra çevirmekten vazgeçmeyi gerektirir. Çünkü gemisini yürütmekten başka anlık bir niyeti olmayan kişi için kavramlar birer ayak bağıdır. Tıpkı Aliya İzzetbegoviç’in hayatında yaptığı gibi anlık rüzgarlarla yelkenini şişirmeye tenezzül etmeyen bir yazardı Âkif Emre. İkisini de farklı kılan tam olarak bu özellikleri idi.
Umarım Âkif Emre’nin yazı ve röportaj birikimi kitaplaşır ve yazdıkları, üslubu ve gayreti böylece gelecek kuşaklar için “ilham kaynağı” olmaya devam eder.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
2 Ocak 2018 Salı
İslam Deklarasyonu ve günümüz üzerine
Tarih boyunca Batı’nın karşısında “İslam” hep bir öteki konumunda yer almıştır. Carl Schmitt’in[i] de söylediği gibi, “Düşmanlık, ötekinin varoluşsal olumsuzlanması olduğundan, savaş da düşmanlıktan doğar. Savaş düşmanlığın en uç noktada somutlaşmış halidir”[ii]. Batı’nın bu tutumu günümüzde de devam etmektedir. Düşmanlık tutumlarının bir örneği de Bosna… Bu diyarın zulme karşı başkaldırısında önemli bir rol üstlenen Alija İzetbegović (bizim deyimimizle Aliya)… Batı’nın düşmanca tavrının örneklerinden biri olan Bosna’da, Bosnalılar, bir İslam toplumu ve dünya kardeşliği örneği göstererek; dil, din, ırk, mezhep ayrımı yapmadan huzur içinde yaşadılar. Ne yazık ki(!) Bosna’da öteki (Müslüman) mevcuttu. Batı için bu durum yeter bile artardı zulüm için. Buna rağmen Aliya’nın zulüm sonrası, halkı intikamı terk etmeleri, adil şekilde yaşamaları ve masumlara dokunmamaları yönünde tavsiye vermesi ne kadar adil ve hakkaniyetli birisi olduğunu göstermektedir. Hem mücadeleci yapısıyla öne çıkan hem de bilge-entelektüel yapısıyla öne çıkan liderin önemli bir eseri: İslam Deklarasyonu ve İslami Yeniden Doğuşun Sorunları.
“Müslümanlar neden geride kaldı?” sorusuna cevap verirken, “Tarih hayat ile alakalı bir hikâyedir. Hayat ise özgürlüğün, kendiliğin ve öngörülmezliğin tezahürüdür. Bundan dolayı bu soruya kesin yanıt olamaz.”, diyerek bu faktörü göz ardı etmememizi söylüyor. İslam Tarihi’nde de Aliya’nın ifadesiyle 2 sebep öne çıkıyor, bu gerilemenin arka planında: Moğol istilası (dış sebep) ve İslam’ın teolojik yorumu (iç sebep). Bilindiği üzere bu toprakları savurup geçen bir istilayla karşılaşıldı yüzyıllar önce. Moğol istilası… Bununla birlikte şehirler-yapıtlar büyük bir yıkımla karşılaşmıştır. Yıkımın getirisi olarak da ne yazık ki muazzam bir kaynak, irfan, medeniyet tarihin puslu zamanlarında yok olup insanlığa yeni gelişimler yolunda fayda sağlayamamıştır. İç sebep olarak bahsedilen İslam’ın teolojik yorumu meselesi ise, insanların İslam’ı sadece din, inanç olarak görmesi ve toplumsal hayattan, gündelikten İslam’ın uzaklaşması… Ki İslam sadece bu değildir. O bir yaşam biçimi, pratikle teoriğin en mükemmel bir şekilde uyumudur. Aliya bu hususta şöyle demiştir, “Hayatı sadece din ve dua ile değil, aynı zamanda çalışma ve bilimle tanzim etmek gerektiğine inanan, dünya tasavvurunda ibadethane ile fabrikanın yan yana olması gerektiğine izin vermekle kalmayıp talep eden, insanları sadece terbiye etmek değil aynı zamanda onların dünyadaki hayatını kolaylaştırmak gerektiğini düşünen ve bu iki hedefin birbirine kurban edilmesi için hiçbir sebebin bulunmadığı fikrinde olan kimse, o İslam’a aittir.”
Günümüzün belki de en yaygın skolastik, bağnaz düşüncelerinden olan “İslam’ın gelişmeyi, ilerlemeyi reddeden ve dinin bilimin karşısında yer alması” fikri. Bu ötekileştirmenin bir ürünüdür. Batı’nın İslam’ı yok saymaya çalışması, yeni doğan bir günün habercisi olan tan vaktini engellemeye çalışmasıdır. Ne yazık ki bu fikirler kimi Müslümanların da iç kimliğine işlemiş durumdadır ve kendilerine “biz Batı’ya muhtacız, Batı bilginin ve aydınlığın merkezi vs…” demekten alamıyorlar. Fakat İslam, “Kuran ve Hadisin yanında gerçekte var olan olayların, hukuk, şehir, devlet ve medeniyet yaratan hareketin adıdır.”. İslam gerilemeyi reddeder. Nitekim İslam’ın ana kaynağı olan Kuran-ı Kerim’in ilk emri “Yaratan rabbinin adıyla oku.”[iii] ayetidir. Dahası bizim için yegâne örnek olan Hz. Muhammed (sav), “Hikmet, değerli bilgiler müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa almaya daha hak sahibidir.”[iv] buyurmuştur. Bu yüzden İslam insanın bilgi ve üretim düzeyinde zamanına ayak uydurmasını, kendini her daim donanımlı tutmasını ister. İslam kadere boyun eğmek değil, dünyayı değiştirme arzusunu ortaya koymaktır. Bunun en can alıcı örneklerinden birisi de Peygamberin vefatından 100 yıl sonra gerçekleşen Puvatya Muharebesidir[v].Yenilgiyle sonuçlanmasına rağmen bu çaba dünyayı değiştirme arzusundan dolayı oluşmuştur. O halde bir Müslümanda bulunması gereken en önemli unsurların başında mücadele gelmelidir. Bu hususta Fransız Jacques Rissler bir iddia ortaya atarak İslam’ın 6 şartı olduğunu söyler ve 6. şartı mücadele olarak tanımlar. İslam’a olan bir nefretin, önyargının getirdiği bir sonuç olarak İslam hakkında olumsuz hükümler, görüşler öne sürülmektedir. Günümüz Müslüman topluluklarına da bu algı lanse edilmektedir. Bu görüşlere karşı-tez niteliğinde olabilecek fikirlere Aliya kitapta yer etmiştir. Bunlara örnek verecek olursak Dozy şöyle der, “Bu parlak kültürün çekiciliğinden etkilenen bütün Hristiyan Avrupa’dan çok sayıda gönül adamı ve başkaları, Kurtuba, Toledo ve Sevilya’daki İslam Üniversiteleri’nin derslerine katılmak üzere akın ediyordu.”. İlk Müslümanlar, günümüzde yaygın olunan bir kesim anlayışın aksine pagan kültürü-batı kültürü adı altında olan şeyleri inceleme, tanıma yoluna girmişler, onları çevirip faydalı olanları kendilerine almışlardır.
Aliya Kuran üzerine tefekkür ederek İslam-Kuran ahlakı üzerinde durmuştur. Bu doğrultuda, din ahlaktır, onu hayata geçirmek ise terbiyedir diyerek İslam ahlakının sevgi ve merhamet yerine daha çok hak ve adaleti öncelediğini belirtmiştir. Günümüzde İslam’ın toplumsal hayatta tatbik edilmesi üzerine, “Bugünkü İslam dünyası, içinde gerçek dinin az, fakat sözel, şekli dinin çok olduğu tipik örneğidir. Hiçbir yerde dine adanmışlık yok -fakat aynı zamanda ve sadece prensip olarak- din kayıtsız olarak öne çıkarılır. Ancak talepler pratikte daha az yerine getirilir.” demiştir. Maalesef günümüzde Kuran yalnızca “kutsal” bir sembol konumundadır. Kanun olmaktan çıkmıştır ki tam tersi olması lazım iken. Kanun gibi anlaşılmadığı için de dinin formları karşılıksız kalmakta, insanlar teoriği pratiğe, uygulamaya dönüştürmemektedir. Fakat İslam rahatlık değildir; görevdir, taleptir.
Kitabın bir bölümünde “Müslümanlar ve İsrail” konusuna, günümüz İslam dünyasının en acı olaylarından biri olan Filistin-Kudüs Davası’na değinmektedir, Bilge Kral. Tarihi bilgiler ışığında olayları açıklarken, Yahudilerin Filistin’deki varlığının milattan önce 10. yüzyıla dayandığını söyler, fakat milattan sonra 70. yıldan 1948 işgaline kadar bu topraklarda Yahudi ‘devlet’ topluluğu yoktur. İlk 6 asırda Kudüs hâkimiyeti, Roma-Bizans-Pers arasında değişmiştir. Kudüs’ü 638’de halife Ömer-ul Faruk teslim alır. Şehrin İslam hâkimiyeti boyunca her üç din için özgür bir şehir olduğuna değinerek önemli bir noktaya ulaşmaktadır, Aliya. Küçük bir örnek olarak yola çıkarsak, özgürsüzlük durumu yılları Kudüs tarihinde hâkimiyette Müslümanların olmadığı zamanlardır. İslam hâkim olduğu topraklarda kaosa, adaletsizliğe karşı durmuş hürriyete, hakkaniyete önem vermiştir. Yani vahye dayalı dinlerin tavırlarına karşılık İslam’ın tutumu farklıdır. O bu dinleri hoşgörü üzerine değil, “tanıma” üzerine etkileşime girmiştir. Onların ibadethaneleri, aynı tanrının yüceltildiği gerçek ibadethanelerdir.
Aliya eğitime, İslam’a uygun yetiştirilmeye önem vermiş ve bunu açıklarken “Müslüman mı yoksa Tebaa mı yetiştiriyoruz?” diye sorarak günümüz Müslüman toplumuna yönelik bir özeleştiri yapmıştır. Fertlere yanlış bir eğitim asırlardır söz konusudur. Dinin emirlerinden olan emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i anil münker (iyiliği emredip kötülükten alıkoymak), haksızlığa karşı haklının yanında olmak, zulme karşı sessiz kalmamak bir Müslümanın karakterini oluşturması gerekirken, düşmanın eğitimli, sert ve acımasız olduğu bir zamanda Müslümanlara nazik olmayı, kadere boyun eğmeyi, her türlü iktidara itaat içinde olması öğretiliyor. Maalesef aktif bir hayat yerine önlerine pasif bir hayat sunuluyor. Müslüman halkları idare eden dürüst, adil bir emir olması gerekirken bunu “idare etmek için değil idare edilmek için eğitilme” nedeniyle başaramamaktayız. Bu konuda Aliya’nın şu sözü maalesef üzücü gerçekleri özetlemektedir, “Gencimize İslam’ın ne olması gerektiği değil, eskiden ne olduğu anlatılmaktadır.”. Gerçeklerle yüzleşmek yerine bizim ‘şanlı tarihimiz’i abartıp dersler çıkarmak yerine sadece övünmemiz gibi…
Bu buhran halinin kurtuluşu için bir diriliş, uyanış, devrim gerekli. Evet, ama nasıl? Aliya, devrimi yapabilecek iki çeşit insan vardır der: Müslüman, Komünist. İslam ileriye doğru hareket ederek bir geri dönüşü hedef alır. Eskiyi silip atmaz, kendimize-manevi değerlere dönüşümüzü içine alır. Komünizm ise, devamlılığın kesintiye uğratılması, yıkım-yeniden teşkilatlanmanın mekanik süreci, kurum ilişkilerinin değişimi… Peygamberler dinin elçisi, vahyi insanlara yayan-tebliğ eden… Sadece ibadet yönü ele alındığında elçinin gerçek görevi görünemez. Müslümanların bu durumda olmasının sebeplerinden birisi de bu tek yönlü bakıştır. Peygamberler sosyal ve ahlaki hayatı ıslah etmek için de gönderilmişlerdir. Unutulmamalıdır ki Hz. Muhammed’in geldiği toplum ahlaki çöküntünün içerisindeydi. Reformasyon dinin normlarını kendi asli manasına dönmeleri için bir taleptir ve güçlü bir yenilenmeyi harekete geçirir. İslam’ın bugünkü hayatı Hz. İsa’nın geldiği vakitteki Yahudilere benzer. “Dinin şekli tarafı yerine getiriliyor lakin ruh-heyecan kaybolmuştur.”. İslam sadece onu konuşmak, tebliğ etmek, şekli tarafını ortaya koymak değil, onu hissetmek, yaşamak, ruhlara işlenerek eyleme dönüşerek teoriğin dökümüdür. “İslam, düşünmeden öte eylem biçimidir. Felsefeden öte hayat pratiğidir.”, der Aliya…
Fertlerdeki bu İslami yaşayış, pratik zamanla yayılarak İslami toplum-düzen halini alır. “İslami düzen, din ve kanun, terbiye ve güç, ülkü ve çıkarlar, manevi toplum ve devlet, gönüllülük ve zorlamanın birliğidir. Kelimenin tam manasıyla itidalli davranmaktır.” Orta yoldur bir yanıyla İslami düzen. Fıtrat gereği aşırılıklar rahatsızlık verir. Bu unsurların senteziyle beraber iki yapı ortaya çıkar: İslami toplum ve İslami iktidar. İlki İslami düzenin içeriğidir, ikincisi de formudur. İslami toplumun hayatta kalması için de çalışma-mücadele şarttır. Fakat Aliya bu konuda insanın iki meseleyi kafasından kaldırması gerektiğini söyler: “Mucize inancı ve başkalarından yardım beklemek.". Açık bir düşünceyle tembellikten uzak yolumuza devam etmeliyiz. İslami düzen oluşturma da karşımıza çıkan önemli bir unsur: Ahlak. Dünyadaki her güç ahlaki güçle başlar (örnek: Reform, Kapitalizm). Çünkü insanlarda ahlak oturursa eğer topluma yayılır ve ortak bir fikir, zihniyet; dolayısıyla güç oluşur.
Gerçekleştirilmek istenen şey, öncelikle insanların ruhlarına işlemezse daha ilk aşamada hedef kaybedilir. Bu yüzden, fert kendi hayatını Kuran ahlakı ile şekillendirmeden İslami düzen-toplum-arayış istemek hayalden öteye gidemez. Aliya, İslami düzenin ön şartı olarak dini tecdidi açıklarken şöyle der: “Ahlaki heyecanın kalitesi, eşya üzerinde hakim olma psikolojisi, sıradan insanların olağanüstü işleri yapabilme kabiliyet ve cesaret kazandıkları, fedakarlık gösterdikleri bir gerçek ve pratik idealizmin yaşanmasıdır. Dini tecdid, içinde günlük imkan ölçülerinin kıymetinin kalmadığı birey ve bütün toplulukların kendi idealleri uğruna beklenmedik bir fedakarlık derecesine yükseldikleri, dinin yeni kalitesidir (niteliğidir)”. Ruhun bu hali olmadan değişimin –devrimin- gerçekleşmesi mümkün değildir.
Son olarak dünyada yaşanan ahlaki bunalım, büyük kırılmalar, zulümler vs. gösteriyor ki İslami yeniden doğuş, dünyanın geniş alanında umudun ve çıkışın bir adıdır. Çünkü önemli gelişmeler, atılımlar önemli buhran-kırılmalardan sonra ortaya çıkmıştır. Ki tarih tekerrürden ibarettir. Coğrafya ve zaman yeni bir akım-kişi-fikir doğumunda çok önemlidir. İbn Haldun[vi] o ortam ve zamanda yaşamasaydı dersler çıkartarak başvurduğumuz Tavırlar Nazariyyesi[vii] ortaya çıkar mıydı? Numan bin Sabit[viii] insanların hızla İslam’a girdiği bir dönemde önemli bir kavşak olan Irak’ta doğmuş olmasaydı İmam-ı Azam olur muydu? Günümüzde de son iki yüzyılın vermiş olduğu bir itilmişliğe-ayrıştırılmaya-ötekileştirilmeye rağmen daha güçlü daha kararlı bir şekilde ayağa kalkmaya ihtiyaç vardır. Ümmetin mazlumları bunu bekler…
[i] Alman hukuk profesörü ve siyaset kuramcısı. (1888-1985)
[ii] Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, s.63.
[iii] Alak suresi 1.ayet
[iv] (Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 17)
[v] (10 Ekim 732) Endülüs Emevilerileri ile Fransa‘yı yöneten Franklar arasında yapılmış bir muharebedir.
[vi] Modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi. (d.1332/ö.1406)
[vii] İbn Haldun’un ileri sür¬düğü ve devletlerin oluşum ve gelişimleriyle ilgili beş aşama öngören kuram. Kısaca “zafer-hâkim olma mücadelesi-refah-kanaat ve sulh-yıkılış” diye ayırılabilir.
[viii] Ebû Hanîfe Nu‘mân b. Sâbit b. Zûtâ b. Mâh (ö. 150/767) Hanefî mezhebinin imamı, büyük müctehid. İslâm’da hukukî düşüncenin ve ictihad anlayışının gelişmesinde önemli payı olup daha çok Ebû Hanîfe veya İmâm-ı Âzam diye şöhret bulmuştur.
Hasan Basri Yapıcı
twitter.com/hbasriyapici
“Müslümanlar neden geride kaldı?” sorusuna cevap verirken, “Tarih hayat ile alakalı bir hikâyedir. Hayat ise özgürlüğün, kendiliğin ve öngörülmezliğin tezahürüdür. Bundan dolayı bu soruya kesin yanıt olamaz.”, diyerek bu faktörü göz ardı etmememizi söylüyor. İslam Tarihi’nde de Aliya’nın ifadesiyle 2 sebep öne çıkıyor, bu gerilemenin arka planında: Moğol istilası (dış sebep) ve İslam’ın teolojik yorumu (iç sebep). Bilindiği üzere bu toprakları savurup geçen bir istilayla karşılaşıldı yüzyıllar önce. Moğol istilası… Bununla birlikte şehirler-yapıtlar büyük bir yıkımla karşılaşmıştır. Yıkımın getirisi olarak da ne yazık ki muazzam bir kaynak, irfan, medeniyet tarihin puslu zamanlarında yok olup insanlığa yeni gelişimler yolunda fayda sağlayamamıştır. İç sebep olarak bahsedilen İslam’ın teolojik yorumu meselesi ise, insanların İslam’ı sadece din, inanç olarak görmesi ve toplumsal hayattan, gündelikten İslam’ın uzaklaşması… Ki İslam sadece bu değildir. O bir yaşam biçimi, pratikle teoriğin en mükemmel bir şekilde uyumudur. Aliya bu hususta şöyle demiştir, “Hayatı sadece din ve dua ile değil, aynı zamanda çalışma ve bilimle tanzim etmek gerektiğine inanan, dünya tasavvurunda ibadethane ile fabrikanın yan yana olması gerektiğine izin vermekle kalmayıp talep eden, insanları sadece terbiye etmek değil aynı zamanda onların dünyadaki hayatını kolaylaştırmak gerektiğini düşünen ve bu iki hedefin birbirine kurban edilmesi için hiçbir sebebin bulunmadığı fikrinde olan kimse, o İslam’a aittir.”
Günümüzün belki de en yaygın skolastik, bağnaz düşüncelerinden olan “İslam’ın gelişmeyi, ilerlemeyi reddeden ve dinin bilimin karşısında yer alması” fikri. Bu ötekileştirmenin bir ürünüdür. Batı’nın İslam’ı yok saymaya çalışması, yeni doğan bir günün habercisi olan tan vaktini engellemeye çalışmasıdır. Ne yazık ki bu fikirler kimi Müslümanların da iç kimliğine işlemiş durumdadır ve kendilerine “biz Batı’ya muhtacız, Batı bilginin ve aydınlığın merkezi vs…” demekten alamıyorlar. Fakat İslam, “Kuran ve Hadisin yanında gerçekte var olan olayların, hukuk, şehir, devlet ve medeniyet yaratan hareketin adıdır.”. İslam gerilemeyi reddeder. Nitekim İslam’ın ana kaynağı olan Kuran-ı Kerim’in ilk emri “Yaratan rabbinin adıyla oku.”[iii] ayetidir. Dahası bizim için yegâne örnek olan Hz. Muhammed (sav), “Hikmet, değerli bilgiler müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa almaya daha hak sahibidir.”[iv] buyurmuştur. Bu yüzden İslam insanın bilgi ve üretim düzeyinde zamanına ayak uydurmasını, kendini her daim donanımlı tutmasını ister. İslam kadere boyun eğmek değil, dünyayı değiştirme arzusunu ortaya koymaktır. Bunun en can alıcı örneklerinden birisi de Peygamberin vefatından 100 yıl sonra gerçekleşen Puvatya Muharebesidir[v].Yenilgiyle sonuçlanmasına rağmen bu çaba dünyayı değiştirme arzusundan dolayı oluşmuştur. O halde bir Müslümanda bulunması gereken en önemli unsurların başında mücadele gelmelidir. Bu hususta Fransız Jacques Rissler bir iddia ortaya atarak İslam’ın 6 şartı olduğunu söyler ve 6. şartı mücadele olarak tanımlar. İslam’a olan bir nefretin, önyargının getirdiği bir sonuç olarak İslam hakkında olumsuz hükümler, görüşler öne sürülmektedir. Günümüz Müslüman topluluklarına da bu algı lanse edilmektedir. Bu görüşlere karşı-tez niteliğinde olabilecek fikirlere Aliya kitapta yer etmiştir. Bunlara örnek verecek olursak Dozy şöyle der, “Bu parlak kültürün çekiciliğinden etkilenen bütün Hristiyan Avrupa’dan çok sayıda gönül adamı ve başkaları, Kurtuba, Toledo ve Sevilya’daki İslam Üniversiteleri’nin derslerine katılmak üzere akın ediyordu.”. İlk Müslümanlar, günümüzde yaygın olunan bir kesim anlayışın aksine pagan kültürü-batı kültürü adı altında olan şeyleri inceleme, tanıma yoluna girmişler, onları çevirip faydalı olanları kendilerine almışlardır.
Aliya Kuran üzerine tefekkür ederek İslam-Kuran ahlakı üzerinde durmuştur. Bu doğrultuda, din ahlaktır, onu hayata geçirmek ise terbiyedir diyerek İslam ahlakının sevgi ve merhamet yerine daha çok hak ve adaleti öncelediğini belirtmiştir. Günümüzde İslam’ın toplumsal hayatta tatbik edilmesi üzerine, “Bugünkü İslam dünyası, içinde gerçek dinin az, fakat sözel, şekli dinin çok olduğu tipik örneğidir. Hiçbir yerde dine adanmışlık yok -fakat aynı zamanda ve sadece prensip olarak- din kayıtsız olarak öne çıkarılır. Ancak talepler pratikte daha az yerine getirilir.” demiştir. Maalesef günümüzde Kuran yalnızca “kutsal” bir sembol konumundadır. Kanun olmaktan çıkmıştır ki tam tersi olması lazım iken. Kanun gibi anlaşılmadığı için de dinin formları karşılıksız kalmakta, insanlar teoriği pratiğe, uygulamaya dönüştürmemektedir. Fakat İslam rahatlık değildir; görevdir, taleptir.
Kitabın bir bölümünde “Müslümanlar ve İsrail” konusuna, günümüz İslam dünyasının en acı olaylarından biri olan Filistin-Kudüs Davası’na değinmektedir, Bilge Kral. Tarihi bilgiler ışığında olayları açıklarken, Yahudilerin Filistin’deki varlığının milattan önce 10. yüzyıla dayandığını söyler, fakat milattan sonra 70. yıldan 1948 işgaline kadar bu topraklarda Yahudi ‘devlet’ topluluğu yoktur. İlk 6 asırda Kudüs hâkimiyeti, Roma-Bizans-Pers arasında değişmiştir. Kudüs’ü 638’de halife Ömer-ul Faruk teslim alır. Şehrin İslam hâkimiyeti boyunca her üç din için özgür bir şehir olduğuna değinerek önemli bir noktaya ulaşmaktadır, Aliya. Küçük bir örnek olarak yola çıkarsak, özgürsüzlük durumu yılları Kudüs tarihinde hâkimiyette Müslümanların olmadığı zamanlardır. İslam hâkim olduğu topraklarda kaosa, adaletsizliğe karşı durmuş hürriyete, hakkaniyete önem vermiştir. Yani vahye dayalı dinlerin tavırlarına karşılık İslam’ın tutumu farklıdır. O bu dinleri hoşgörü üzerine değil, “tanıma” üzerine etkileşime girmiştir. Onların ibadethaneleri, aynı tanrının yüceltildiği gerçek ibadethanelerdir.
Aliya eğitime, İslam’a uygun yetiştirilmeye önem vermiş ve bunu açıklarken “Müslüman mı yoksa Tebaa mı yetiştiriyoruz?” diye sorarak günümüz Müslüman toplumuna yönelik bir özeleştiri yapmıştır. Fertlere yanlış bir eğitim asırlardır söz konusudur. Dinin emirlerinden olan emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i anil münker (iyiliği emredip kötülükten alıkoymak), haksızlığa karşı haklının yanında olmak, zulme karşı sessiz kalmamak bir Müslümanın karakterini oluşturması gerekirken, düşmanın eğitimli, sert ve acımasız olduğu bir zamanda Müslümanlara nazik olmayı, kadere boyun eğmeyi, her türlü iktidara itaat içinde olması öğretiliyor. Maalesef aktif bir hayat yerine önlerine pasif bir hayat sunuluyor. Müslüman halkları idare eden dürüst, adil bir emir olması gerekirken bunu “idare etmek için değil idare edilmek için eğitilme” nedeniyle başaramamaktayız. Bu konuda Aliya’nın şu sözü maalesef üzücü gerçekleri özetlemektedir, “Gencimize İslam’ın ne olması gerektiği değil, eskiden ne olduğu anlatılmaktadır.”. Gerçeklerle yüzleşmek yerine bizim ‘şanlı tarihimiz’i abartıp dersler çıkarmak yerine sadece övünmemiz gibi…
Bu buhran halinin kurtuluşu için bir diriliş, uyanış, devrim gerekli. Evet, ama nasıl? Aliya, devrimi yapabilecek iki çeşit insan vardır der: Müslüman, Komünist. İslam ileriye doğru hareket ederek bir geri dönüşü hedef alır. Eskiyi silip atmaz, kendimize-manevi değerlere dönüşümüzü içine alır. Komünizm ise, devamlılığın kesintiye uğratılması, yıkım-yeniden teşkilatlanmanın mekanik süreci, kurum ilişkilerinin değişimi… Peygamberler dinin elçisi, vahyi insanlara yayan-tebliğ eden… Sadece ibadet yönü ele alındığında elçinin gerçek görevi görünemez. Müslümanların bu durumda olmasının sebeplerinden birisi de bu tek yönlü bakıştır. Peygamberler sosyal ve ahlaki hayatı ıslah etmek için de gönderilmişlerdir. Unutulmamalıdır ki Hz. Muhammed’in geldiği toplum ahlaki çöküntünün içerisindeydi. Reformasyon dinin normlarını kendi asli manasına dönmeleri için bir taleptir ve güçlü bir yenilenmeyi harekete geçirir. İslam’ın bugünkü hayatı Hz. İsa’nın geldiği vakitteki Yahudilere benzer. “Dinin şekli tarafı yerine getiriliyor lakin ruh-heyecan kaybolmuştur.”. İslam sadece onu konuşmak, tebliğ etmek, şekli tarafını ortaya koymak değil, onu hissetmek, yaşamak, ruhlara işlenerek eyleme dönüşerek teoriğin dökümüdür. “İslam, düşünmeden öte eylem biçimidir. Felsefeden öte hayat pratiğidir.”, der Aliya…
Fertlerdeki bu İslami yaşayış, pratik zamanla yayılarak İslami toplum-düzen halini alır. “İslami düzen, din ve kanun, terbiye ve güç, ülkü ve çıkarlar, manevi toplum ve devlet, gönüllülük ve zorlamanın birliğidir. Kelimenin tam manasıyla itidalli davranmaktır.” Orta yoldur bir yanıyla İslami düzen. Fıtrat gereği aşırılıklar rahatsızlık verir. Bu unsurların senteziyle beraber iki yapı ortaya çıkar: İslami toplum ve İslami iktidar. İlki İslami düzenin içeriğidir, ikincisi de formudur. İslami toplumun hayatta kalması için de çalışma-mücadele şarttır. Fakat Aliya bu konuda insanın iki meseleyi kafasından kaldırması gerektiğini söyler: “Mucize inancı ve başkalarından yardım beklemek.". Açık bir düşünceyle tembellikten uzak yolumuza devam etmeliyiz. İslami düzen oluşturma da karşımıza çıkan önemli bir unsur: Ahlak. Dünyadaki her güç ahlaki güçle başlar (örnek: Reform, Kapitalizm). Çünkü insanlarda ahlak oturursa eğer topluma yayılır ve ortak bir fikir, zihniyet; dolayısıyla güç oluşur.
Gerçekleştirilmek istenen şey, öncelikle insanların ruhlarına işlemezse daha ilk aşamada hedef kaybedilir. Bu yüzden, fert kendi hayatını Kuran ahlakı ile şekillendirmeden İslami düzen-toplum-arayış istemek hayalden öteye gidemez. Aliya, İslami düzenin ön şartı olarak dini tecdidi açıklarken şöyle der: “Ahlaki heyecanın kalitesi, eşya üzerinde hakim olma psikolojisi, sıradan insanların olağanüstü işleri yapabilme kabiliyet ve cesaret kazandıkları, fedakarlık gösterdikleri bir gerçek ve pratik idealizmin yaşanmasıdır. Dini tecdid, içinde günlük imkan ölçülerinin kıymetinin kalmadığı birey ve bütün toplulukların kendi idealleri uğruna beklenmedik bir fedakarlık derecesine yükseldikleri, dinin yeni kalitesidir (niteliğidir)”. Ruhun bu hali olmadan değişimin –devrimin- gerçekleşmesi mümkün değildir.
Son olarak dünyada yaşanan ahlaki bunalım, büyük kırılmalar, zulümler vs. gösteriyor ki İslami yeniden doğuş, dünyanın geniş alanında umudun ve çıkışın bir adıdır. Çünkü önemli gelişmeler, atılımlar önemli buhran-kırılmalardan sonra ortaya çıkmıştır. Ki tarih tekerrürden ibarettir. Coğrafya ve zaman yeni bir akım-kişi-fikir doğumunda çok önemlidir. İbn Haldun[vi] o ortam ve zamanda yaşamasaydı dersler çıkartarak başvurduğumuz Tavırlar Nazariyyesi[vii] ortaya çıkar mıydı? Numan bin Sabit[viii] insanların hızla İslam’a girdiği bir dönemde önemli bir kavşak olan Irak’ta doğmuş olmasaydı İmam-ı Azam olur muydu? Günümüzde de son iki yüzyılın vermiş olduğu bir itilmişliğe-ayrıştırılmaya-ötekileştirilmeye rağmen daha güçlü daha kararlı bir şekilde ayağa kalkmaya ihtiyaç vardır. Ümmetin mazlumları bunu bekler…
[i] Alman hukuk profesörü ve siyaset kuramcısı. (1888-1985)
[ii] Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, s.63.
[iii] Alak suresi 1.ayet
[iv] (Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 17)
[v] (10 Ekim 732) Endülüs Emevilerileri ile Fransa‘yı yöneten Franklar arasında yapılmış bir muharebedir.
[vi] Modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi. (d.1332/ö.1406)
[vii] İbn Haldun’un ileri sür¬düğü ve devletlerin oluşum ve gelişimleriyle ilgili beş aşama öngören kuram. Kısaca “zafer-hâkim olma mücadelesi-refah-kanaat ve sulh-yıkılış” diye ayırılabilir.
[viii] Ebû Hanîfe Nu‘mân b. Sâbit b. Zûtâ b. Mâh (ö. 150/767) Hanefî mezhebinin imamı, büyük müctehid. İslâm’da hukukî düşüncenin ve ictihad anlayışının gelişmesinde önemli payı olup daha çok Ebû Hanîfe veya İmâm-ı Âzam diye şöhret bulmuştur.
Hasan Basri Yapıcı
twitter.com/hbasriyapici
21 Ekim 2014 Salı
Bilge Kral'ın yaşatan ve yaşayan konuşmaları
"Aliya İzzetbegoviç'in bizim serhad bölgemizde varlığımızı korumak bakımından yaptığı hizmetler, sadece oradaki halkımızın, insanlarımızın, kardeşlerimizin saadeti bakımından değil, bütün insanlığın saadeti bakımından eşsiz bir mana ve değer taşımaktadır."
- Necmettin Erbakan, İgman Dağı Gibi Adam programından
19 Ekim 2003 tarihi, sadece Bosnalı Müslümanları yasa boğan değil tüm dünya insanlarını ilgilendiren bir tarih. Hayatını Müslümanların sorunları üzerine düşünmeye, Batılıların baskılarına boyun eğmeyecek bir özgürlük sahası temin etmeye, Bosna halkının ve diğer tüm Müslümanların bağımsızlığını sağlamaya adayan; bir liderin, askerin ve devlet adamının hayata veda ettiği tarih. Aliya İzzetbegoviç'in vefatının üzerinden tam 11 yıl geçmiş. Fikirleri kitaplarda yaşamaya devam ediyor. Yalnızca kitaplarda. Oysa Aliya, SDA'nın (Stranka Demokratske Akcije - Demokratik Hareket Partisi) Genel Kurulu'ndaki veda konuşmasında fikirlerinin yaşaması gerektiğini, aksi halde Bosna halkı ve tüm Müslümanlar için kara günlerin yeniden gelebileceğini açık bir şekilde ifade etmişti:
"Bu günleri gösteren yüce Allah'a hamd ediyorum. Tarihimizi kanımızla yazdık. Evlerimiz yakılıp yıkıldı. Düşmanlarımız mert değildi, alçakça katliamlar yaptılar. Yapılan katliamları dünya şimdilerde ortaya çıkartılan toplu mezarlardan anlamaktadır. Bu gerçekleri haykırmıştık, duyan olmamıştı. Tüm acılara rağmen çok şükür ayaktayız. Yıkılan ev ve camilerimizi yeniden inşa ettik. Şehitlerimizi rahmetle anıyoruz. Onlarla inşallah cennet'de buluşacağız, onları Allah'ın ve meleklerinin huzurunda şanlı direnişlerinden dolayı kutlayacağız. Gelinen noktada herşey bitmiş değil, yeni başlıyoruz. Başlattığımız mücadelede eksiklikler olmasına rağmen bir yerlere geldik. Bundan sonra görev sizlerindir. İlerleyen yaşım ve sıhhatim nedeniyle aktif siyaseti bırakıyor, bir nefer olarak ömrümü halkıma hizmet etmek isteyen siyasilere destekle yaşayacağım. Allah'a hamd ediyorum ki bugün elimdeki dalgalanan bayrağı teslim edeceğim inanmış yüzbinler var. Artık Bosna Hersek hür ve bayrağımız kendi topraklarımızda dalgalanıyor. Selam sana ey halkım. İmanınıza, bayrağınıza ve devletinize sımsıkı sarılın."
İslâm dünyasında fikirlerin eyleme dönüştüğünde nelere imkân sunacağı hususunda yegane insanlardan gösterilebilecek Aliya'nın babaannesi Üsküdarlı bir Türk. Bu hususta Sırpların katliamları boyunca Boşnakları katlederken "Türkler ölüyor!" dediklerini de hatırlatmak gerekir. Tarih boyunca Türk adı, dünyanın her neresinde olursa olsun Müslümanı tanımlamıştır zira. İşte bununla birlikte zoru, çileyi ve özgürlük uğruna ölümü göze almayı seçen Aliya'nın da hayatına baktıkça, İsmet Özel'in Türklük tanımının yine ispatıyla buluşmuş oluyoruz: "Kafirle çatışmayı göze alan Müslüman'a Türk denir."
Hukuk eğitimi gören, avukat olarak çalışan, Genç Müslümanlar Örgütü'ne üye olduğu gerekçesiyle üç yıl hapis yatan, fakat burada entelektüel çalışmalarına hız kazandırıp Bosna'daki halkın özgürlüğü için elini taşına altına koymaya 20 yaşında karar veren Aliya, 1983 yılında düşünceleri sebebiyle 14 yıl hapse mahkum olmuştur. Cezasının 5 yılını hapiste geçiren Aliya, Yugoslavya'nın dağılma sürecinde Demokratik Eylem Partisi'ni kurmuştur. Sırplara ve Hırvatlara karşı yürütülen bağımsızlık savaşına liderlik etmiştir. 1995'te savaşa son veren Dayton Anlaşması'yla birlikte Bosna-Hersek'in bağımsızlığının da altına imzasını atmıştır. 2000 yılında, yani 75 yaşındayken sağlım sebepleriyle devlet başkanlığından istifa etmiş, ömrü boyunca hakka ve haklılığa doğru olan yürüyüşünü 19 Ekim 2003'te tamamlamış, sırlanmıştır. Onun için yazılmış kitaplara, söylenmiş sözlere ve belgesellere bakıldığında hakkında özgürlük savaşçısı, eylem adamı, siyasetçi gibi sıfatlarla karşılaşmak mümkün. Lakin ona en yakışan sıfatı ise kendi askerleri ve halkı vermiştir: Bilge Kral. Helalle haramın birbirine bulandırıldığı 20. yüzyılda verilmiş belki de en doğru unvanlardan biridir bu.
Savaşın en çok can kaybına sebep olan günlerinde, etrafında patlayan bombalara aldırış etmeden yürüyen bir adam Aliya. Saraybosnalı kadının "Başkan, korkmuyor musun?" sorusuna ise "Korkuyorum, ben de insanım. Fakat beni yürüten şeyler, korkularımdan daha büyük" diye cevap vermiştir. Sadece Bosna halkı için değil insanlık için yürümüştür Aliya. Ömrü boyunca yürümüştür.
"Konuşmalar", hem Aliya'nın hem de dönemin halet-i ruhiyesi adına bir portre gibi. Okuyucu, konuşmaları okurken hakikaten dinliyormuş gibi hissedebilir, bu tamamen Aliya'nın üslubu ve hükmetme gücüyle alakalı. Şahsen bir Sun Tzu'nun "Savaş Sanatı"nı bir de Tolstoy'un "Savaş ve Barış"ını okurken kendimi savaşın içinde hissetmiştim. Bu kitap da üçüncüsü olmuştu okuduğum dönemde. Bir de İsmet Özel'in "Partizan" şiiri, kitabı bitirir bitirmez yankılandı kulaklarımda.
"İnsanlar felsefeden fazla hoşlanmazlar. Akıl yürütme biçimleri oldukça basittir. Çetnikler gelir, insanlar kaçar; Ustaşalar gelir, insanlar kaçar. Partizanlar gelir, insanlar kaçmazlar. Peki bu neden böyledir? Çünkü onlarla konuşulur, Partizanlar kadınları ve çocukları öldürmezler. Partizanlar, zaman zaman düşmanlarına karşı oldukça acımasız ve kaba bir biçimde davranırlar, ancak kadınları ve çocukları öldürmüyorlardı. Sonuçta zafer onların oldu."
Asimile olmayı, tarihi sadece acımasızca kazananların yazmasını reddeder Aliya. Daima telkinlerde bulunur. "Lütfen bizim tarihimizi yazın, insanlara yaşadıklarımızı yazın, kinle değil hakikatle doldurun insanları, halkımızı" der. Müthiş askeri kabiliyetinin yanında ciddi bir mütefekkirdir o. Düşünmeden hareket etmez, tedbiri elden bırakmaz, tevekkülsüz yaşayamaz. Her sözüne, toplantısına, konuşmasına ve hatta bildirisine "Sevgili kardeşlerim, arkadaşlarım" diyerek ve Allah'ın selâmını vererek, adını anarak başlar. Düşünce sistemini ta hapis zamanlarında genişletmiş, fikirlerini eyleme geçirecek donanıma genç yaşta erişmiştir. Bu yüzden de günümüz siyasilerinin tam zıttında, kendi geleceği için değil halkının geleceği için çalışmıştır. İlk kez Türkçeye çevrilen "Doğu ve Batı Arasında İslâm" adlı harikulade kitabında kendisinin söylem ve eylem pratiği ortadadır. Öte yandan "Özgürlüğe Kaçışım" adlı hapis notlarından oluşan kitabında ise hangi yazarların hangi kitaplarından istifade ettiğini açık açık yazar. Dostoyevski, Tolstoy, Bergson, Kant, Hermann Hesse, Shakespeare, Machiavelli, Muhammed İkbal, İbn Nedim, Thomas Mann, Henrik İbsen, Hegel, Ebu Cafer Taberî, Aristo, Adorno, Huxley, Adam Smith, Kierkegard bunlardan sadece bazıları.
Hacılara ve Boşnak kahramanlara hitaben Mayıs 1994'te Mekke'de yaptığı "Büyük Hakikatlerin Sadeliği" konuşmadaki bir bölüm, beni derinden etkilemiştir. Önce bu bölümü aktarmak isterim:
"Allah, Kur'an'da savaşmamızı emrediyor. Ve bizler savaşmalıyız. Bu iki yıl boyunca, savaşmaksızın kurtuluşun mümkün olmadığına kendimizi ikna ettik. Tüm hayat bir mücadeledir ve yalnızca bu büyük gerçeği görenlerin hayatta kalma şansı vardır. Yüce Allah'a şükürler olsun ki, bizler savaştık ve bugün, burada, sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum."
Şimdi de bu bölümü okuduktan sonra aklıma gelen hadis-i şerifi buraya almak isterim:
"İslâm’ın değirmeni durmadan dönecektir. Siz hep bu değirmenin döndüğü, mücadelenin devam ettiği yerde bulunun. Agâh olun. Kur’an’la Sultan ayrılacaktır."
Hakkın, adaletin ve hakikatin olduğu yeri temin edenler daima mücadele edenlerdir. Bu yüzden Aliya İzzetbegoviç de asla unutulmayacak olan mücadelecilerdendir. Rahmet olsun.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Necmettin Erbakan, İgman Dağı Gibi Adam programından
19 Ekim 2003 tarihi, sadece Bosnalı Müslümanları yasa boğan değil tüm dünya insanlarını ilgilendiren bir tarih. Hayatını Müslümanların sorunları üzerine düşünmeye, Batılıların baskılarına boyun eğmeyecek bir özgürlük sahası temin etmeye, Bosna halkının ve diğer tüm Müslümanların bağımsızlığını sağlamaya adayan; bir liderin, askerin ve devlet adamının hayata veda ettiği tarih. Aliya İzzetbegoviç'in vefatının üzerinden tam 11 yıl geçmiş. Fikirleri kitaplarda yaşamaya devam ediyor. Yalnızca kitaplarda. Oysa Aliya, SDA'nın (Stranka Demokratske Akcije - Demokratik Hareket Partisi) Genel Kurulu'ndaki veda konuşmasında fikirlerinin yaşaması gerektiğini, aksi halde Bosna halkı ve tüm Müslümanlar için kara günlerin yeniden gelebileceğini açık bir şekilde ifade etmişti:
"Bu günleri gösteren yüce Allah'a hamd ediyorum. Tarihimizi kanımızla yazdık. Evlerimiz yakılıp yıkıldı. Düşmanlarımız mert değildi, alçakça katliamlar yaptılar. Yapılan katliamları dünya şimdilerde ortaya çıkartılan toplu mezarlardan anlamaktadır. Bu gerçekleri haykırmıştık, duyan olmamıştı. Tüm acılara rağmen çok şükür ayaktayız. Yıkılan ev ve camilerimizi yeniden inşa ettik. Şehitlerimizi rahmetle anıyoruz. Onlarla inşallah cennet'de buluşacağız, onları Allah'ın ve meleklerinin huzurunda şanlı direnişlerinden dolayı kutlayacağız. Gelinen noktada herşey bitmiş değil, yeni başlıyoruz. Başlattığımız mücadelede eksiklikler olmasına rağmen bir yerlere geldik. Bundan sonra görev sizlerindir. İlerleyen yaşım ve sıhhatim nedeniyle aktif siyaseti bırakıyor, bir nefer olarak ömrümü halkıma hizmet etmek isteyen siyasilere destekle yaşayacağım. Allah'a hamd ediyorum ki bugün elimdeki dalgalanan bayrağı teslim edeceğim inanmış yüzbinler var. Artık Bosna Hersek hür ve bayrağımız kendi topraklarımızda dalgalanıyor. Selam sana ey halkım. İmanınıza, bayrağınıza ve devletinize sımsıkı sarılın."
İslâm dünyasında fikirlerin eyleme dönüştüğünde nelere imkân sunacağı hususunda yegane insanlardan gösterilebilecek Aliya'nın babaannesi Üsküdarlı bir Türk. Bu hususta Sırpların katliamları boyunca Boşnakları katlederken "Türkler ölüyor!" dediklerini de hatırlatmak gerekir. Tarih boyunca Türk adı, dünyanın her neresinde olursa olsun Müslümanı tanımlamıştır zira. İşte bununla birlikte zoru, çileyi ve özgürlük uğruna ölümü göze almayı seçen Aliya'nın da hayatına baktıkça, İsmet Özel'in Türklük tanımının yine ispatıyla buluşmuş oluyoruz: "Kafirle çatışmayı göze alan Müslüman'a Türk denir."
Hukuk eğitimi gören, avukat olarak çalışan, Genç Müslümanlar Örgütü'ne üye olduğu gerekçesiyle üç yıl hapis yatan, fakat burada entelektüel çalışmalarına hız kazandırıp Bosna'daki halkın özgürlüğü için elini taşına altına koymaya 20 yaşında karar veren Aliya, 1983 yılında düşünceleri sebebiyle 14 yıl hapse mahkum olmuştur. Cezasının 5 yılını hapiste geçiren Aliya, Yugoslavya'nın dağılma sürecinde Demokratik Eylem Partisi'ni kurmuştur. Sırplara ve Hırvatlara karşı yürütülen bağımsızlık savaşına liderlik etmiştir. 1995'te savaşa son veren Dayton Anlaşması'yla birlikte Bosna-Hersek'in bağımsızlığının da altına imzasını atmıştır. 2000 yılında, yani 75 yaşındayken sağlım sebepleriyle devlet başkanlığından istifa etmiş, ömrü boyunca hakka ve haklılığa doğru olan yürüyüşünü 19 Ekim 2003'te tamamlamış, sırlanmıştır. Onun için yazılmış kitaplara, söylenmiş sözlere ve belgesellere bakıldığında hakkında özgürlük savaşçısı, eylem adamı, siyasetçi gibi sıfatlarla karşılaşmak mümkün. Lakin ona en yakışan sıfatı ise kendi askerleri ve halkı vermiştir: Bilge Kral. Helalle haramın birbirine bulandırıldığı 20. yüzyılda verilmiş belki de en doğru unvanlardan biridir bu.
Savaşın en çok can kaybına sebep olan günlerinde, etrafında patlayan bombalara aldırış etmeden yürüyen bir adam Aliya. Saraybosnalı kadının "Başkan, korkmuyor musun?" sorusuna ise "Korkuyorum, ben de insanım. Fakat beni yürüten şeyler, korkularımdan daha büyük" diye cevap vermiştir. Sadece Bosna halkı için değil insanlık için yürümüştür Aliya. Ömrü boyunca yürümüştür.
"Konuşmalar", hem Aliya'nın hem de dönemin halet-i ruhiyesi adına bir portre gibi. Okuyucu, konuşmaları okurken hakikaten dinliyormuş gibi hissedebilir, bu tamamen Aliya'nın üslubu ve hükmetme gücüyle alakalı. Şahsen bir Sun Tzu'nun "Savaş Sanatı"nı bir de Tolstoy'un "Savaş ve Barış"ını okurken kendimi savaşın içinde hissetmiştim. Bu kitap da üçüncüsü olmuştu okuduğum dönemde. Bir de İsmet Özel'in "Partizan" şiiri, kitabı bitirir bitirmez yankılandı kulaklarımda.
"İnsanlar felsefeden fazla hoşlanmazlar. Akıl yürütme biçimleri oldukça basittir. Çetnikler gelir, insanlar kaçar; Ustaşalar gelir, insanlar kaçar. Partizanlar gelir, insanlar kaçmazlar. Peki bu neden böyledir? Çünkü onlarla konuşulur, Partizanlar kadınları ve çocukları öldürmezler. Partizanlar, zaman zaman düşmanlarına karşı oldukça acımasız ve kaba bir biçimde davranırlar, ancak kadınları ve çocukları öldürmüyorlardı. Sonuçta zafer onların oldu."
Asimile olmayı, tarihi sadece acımasızca kazananların yazmasını reddeder Aliya. Daima telkinlerde bulunur. "Lütfen bizim tarihimizi yazın, insanlara yaşadıklarımızı yazın, kinle değil hakikatle doldurun insanları, halkımızı" der. Müthiş askeri kabiliyetinin yanında ciddi bir mütefekkirdir o. Düşünmeden hareket etmez, tedbiri elden bırakmaz, tevekkülsüz yaşayamaz. Her sözüne, toplantısına, konuşmasına ve hatta bildirisine "Sevgili kardeşlerim, arkadaşlarım" diyerek ve Allah'ın selâmını vererek, adını anarak başlar. Düşünce sistemini ta hapis zamanlarında genişletmiş, fikirlerini eyleme geçirecek donanıma genç yaşta erişmiştir. Bu yüzden de günümüz siyasilerinin tam zıttında, kendi geleceği için değil halkının geleceği için çalışmıştır. İlk kez Türkçeye çevrilen "Doğu ve Batı Arasında İslâm" adlı harikulade kitabında kendisinin söylem ve eylem pratiği ortadadır. Öte yandan "Özgürlüğe Kaçışım" adlı hapis notlarından oluşan kitabında ise hangi yazarların hangi kitaplarından istifade ettiğini açık açık yazar. Dostoyevski, Tolstoy, Bergson, Kant, Hermann Hesse, Shakespeare, Machiavelli, Muhammed İkbal, İbn Nedim, Thomas Mann, Henrik İbsen, Hegel, Ebu Cafer Taberî, Aristo, Adorno, Huxley, Adam Smith, Kierkegard bunlardan sadece bazıları.
Hacılara ve Boşnak kahramanlara hitaben Mayıs 1994'te Mekke'de yaptığı "Büyük Hakikatlerin Sadeliği" konuşmadaki bir bölüm, beni derinden etkilemiştir. Önce bu bölümü aktarmak isterim:
"Allah, Kur'an'da savaşmamızı emrediyor. Ve bizler savaşmalıyız. Bu iki yıl boyunca, savaşmaksızın kurtuluşun mümkün olmadığına kendimizi ikna ettik. Tüm hayat bir mücadeledir ve yalnızca bu büyük gerçeği görenlerin hayatta kalma şansı vardır. Yüce Allah'a şükürler olsun ki, bizler savaştık ve bugün, burada, sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum."
Şimdi de bu bölümü okuduktan sonra aklıma gelen hadis-i şerifi buraya almak isterim:
"İslâm’ın değirmeni durmadan dönecektir. Siz hep bu değirmenin döndüğü, mücadelenin devam ettiği yerde bulunun. Agâh olun. Kur’an’la Sultan ayrılacaktır."
Hakkın, adaletin ve hakikatin olduğu yeri temin edenler daima mücadele edenlerdir. Bu yüzden Aliya İzzetbegoviç de asla unutulmayacak olan mücadelecilerdendir. Rahmet olsun.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)