Âkif Emre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Âkif Emre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Aralık 2023 Pazartesi

Bir tevhid meselesi: Filistin

Kudüs, biz Müslümanların ilk kıblesi olması dolayısıyla bir tevhid merkezidir. Fahr-i Kainat Efendimizin Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmesi sebebiyle de miracın şahidi konumundadır. Diğer yandan, Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta da kutsal sayılmış, asırlar boyunca pek çok inanıştan halkı bünyesinde himaye etmiştir. Osmanlı dönemi boyunca ilimden ticarete dek canlılığını korumuş, şehrin kaderinden olsa gerek pek çok mimari faaliyete ev sahipliği etmiştir. Memlükler ve Osmanlılar döneminde inşa edilen camiler, tekkeler, ribatlar, hankahlar, çarşılar; şehrin ekonomik ve sosyal hayatının can damarı olmuştur.

Kudüs’ün bilhassa Kanûnî Sultan Süleyman döneminde altın çağı yaşadığı söylenir. Sayısız inşanın yanı sıra vakıflar ve imarethaneler yoluyla da Kudüs oldukça renkli bir şehir hüviyeti kazanmıştır. Âkif Emre merhum bu hüviyeti şöyle yorumlar: “Modern zamanların siyasal projeleri işin içine girene kadar bütünlük oluşturan bir ahenkti Kudüs.

1917, Kudüs’ün tabiri caizse kaderinin değiştiği bir tarihtir. Balfour Deklarasyonu’yla birlikte İngiltere, Yahudilerin bu bölgede siyasi bir varlık kurmalarının gerekliliğine işaret etmiş, bunu sonuna kadar destekleyeceklerini de dile getirmişlerdir. Yaklaşık bir ay sonra bölgeye giren İngiliz askerleri, bundan sonra hiç dinmeyecek fırtınanın da habercisi olmuştur. Artık ne Filistin, Filistin gibi kalmış, ne de Kudüs, Kudüs gibi durmuştur. Tarihte gerçekleşmiş Haçlı Seferi’yle bir müddet kesintiye uğrayan Müslüman hakimiyeti, 1917 itibariyle yerini derin bir kaosa, karmaşaya ve giderek katliamlara bırakmıştır. 1917-1920 yılları arasında İngiliz askerî yönetiminin her şeyi baştan aşağı değiştirmeye çalıştığı yıllardır. Bu tarihlerde gerçekleşen büyük Yahudi göçleri, daha sonra gerçekleşecek hadiselerin de bir habercisi gibidir. Özellikle 1920’den 1936’ya kadar Kudüs’te huzura dair hiçbir şey kalmamış, sık sık silahlı eylemler yapılmıştır. 1948’deki Arap-İsrail savaşında Kudüs şehri doğu ve batı olarak ikiye bölünmüş, şehrin maddi ve manevi mirası talan edilmiştir. Bu tarihte şehirdeki Arap nüfusu 60.000 olmasına karşın Yahudi nüfusu 100.000’dir. 1967’de Yahudi nüfusu 200.000’e ulaşmıştır. Zira Arap-İsrail savaşında şehri bütünüyle işgal eden Yahudilerin en büyük ve bitmeyen planı, şehrin her köşesini Yahudileştirmektir. Bundan elbette sosyal ve ticari yaşam da nasibini alacak, Müslümanlar darbe üstüne darbe yiyecektir. Tüm bunlar yaşanırken Birleşmiş Milletler’in kınamaları, karşı çıkmaları, dünyanın çeşitli ülkelerinin sönük çıkışları da tarihin utanç sayfalarında yerini almıştır. Tıpkı vaktiyle Bosna’da gerçekleşenler gibi.

Bugün haritaya bakıldığında Filistin diye bir memleketin varlığının yalnızca kâğıt üzerinde olduğu net biçimde görülür. Zira İsrail, 1960’ların sonundan itibaren işlettiği korkunç politikalarla şehirde -burayı yüksek sesle ve her zaman dile getirmeliyiz- bir soykırım gerçekleştirmiştir. Şehirdeki tarihi yapıların yıkılması, Arapların gayrimenkullerine Yahudilerin el koyması, kadın-çocuk-ihtiyar demeden Filistinlilerin katledilmesi, nihayet şehirdeki Arap nüfusunu olabildiğince azaltmıştır. Ne acı ki Filistin’de yaşanan kayıpların yanında Yahudiler ve İngilizler tarafından hep öne sürülen Arap göçleri, devede kulaktır. Gelelim günümüze…

Artık karşımızda insanlık düşmanı, haysiyet yoksunu, şeytanı şaşırtacak kadar hain, katil oluşu herkes tarafından kabul görmüş bir İsrail gerçeği var. Bu gerçek öyle bir kerede ortaya çıkmış da değil. Adım adım, planlanmış bir şekilde oldu her şey. Başta biz Türkler olmak üzere zaman zaman gerçekleştirilen protestolar elbette önemliydi. Ama fiziki bir “işte buradayız!” duruşu olmadığı sürece, Yahudilerin işgalinin giderek artacağı da başka bir gerçekti. Bugün artık ‘ama’ların gölgesi altındayız. Ama dünya sistemi, ama politik manevralar, ama ekonomik kaygılar, ama hayatın gerçekleri. Oysa ama’dan sonrasının bir önemi kalmıyor. İki elimizi açıp Allah’tan af ve merhamet dilemekten başka ne yazık ki elimizden bir şey gelmiyor. Katili kınamakla bir yere varamayacağımızı, katilin ancak ve ancak cezalandırılarak bir yere varılacağını hepimiz biliyoruz. Ama uluslararası mahkemelerin “biraz ilginç” çalıştığını da sürekli görüyoruz. Artık şaşırmadığımız bir tuhaflık da şu: Değişik yaratık türleri var. Bunlardan en korkunç olanı, Müslümanların başına asla bir felaket gelmediğine inanan ve toplumu da buna inandırmaya çabalayan tür. Her şey Müslümanların başının altından çıkıyor onlara göre. Balkanlarda, Anadolu'da, Ortadoğu'da... Ve bunların mesleği de gazetecilik. Oysa düşünce sistemleri de davranışları da yalnızca rezillik. Başkası adına utanmak nedir, gün geçtikçe daha çok yaşıyoruz.

Takkeyi önümüze koyalım. Allah süt verir, sütlacı siz yaparsınız. Allah size sütlaç vermez yani. İster ki yarattığı kul aklını kullansın, çalışsın ve netice alsın. Sonra da tüm bunları yapabildiği için şükretsin. Biz şu anda gökten sütlaç bekliyoruz. Henüz aklımızı kullanma aşamasına geçemedik. Maalesef. Şu dakikadan sonra yapılması gerekenler o kadar ağır ve zor ki, tevhidle aramıza giren mesafenin cezasını çekiyoruz. Müslümanlar olarak ehl-i tevhid olamadık, ehl-i tevhidden ders almaya talip olmadık, bize bırakılmış en kıymetli mirasın tevhid bilinci olduğunu kavrayamadık. Haliyle birbirimizden de uzaklaştık. Hem de bir daha asla eskisi gibi yakın olamayacağımız kadar. "Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar” diye yazmıştı şair. Ruhumuzdaki ağırlığı bir dize ancak bu kadar kuvvetli taşıyabilir tüm zamanlara.

Hangi filmdendi hatırlamıyorum ama gerçekliği gün geçtikçe daha da ortaya çıkıyoran bir replik var: İnsanların acılarını anlayamazsın. Sadece öldüklerini anlayabilirsin. Kim bunun tersini söyleyebilir? Kim bu hakikati inkâr edebilir? İşte tevhidin önemi de burada aslında. Müslümanları birbiriyle bütün eden, hepsini aynı cephede, safta, kubbede buluşturan tevhid, bir başkasını anlayabilmenin, bir başkasıyla dost ve yâr olabilmenin gereğiydi. Şurasını haykırarak söylemek gerekir: Tevhid bayrağı yeniden dirilmedikçe, bir Filistin’den söz etmek mümkün olmayacak. Filistin’in dirilişi için tevhidin dirilişi de gerekli. Dolayısıyla Filistin’in siyasi, politik, ekonomik, dini bir boyutundan söz edeceksek, bunları kendimize dert edineceksek, önceliğimiz daima ve daima tevhid olmalı. Kabuktan öze geçmenin yegâne planı tevhid. Eğer ortak bir meselemiz varsa, bu meselemiz Filistin ve Kudüs ise, yani derdimiz sahiden de “ortak olmak” ise hani tevhid nerede?

İslâm Deklarasyonu kitabında Aliya İzzetbegoviç, çok önemli bir hatırlatmada bulunmuştu. Kudüs, sadece Filistin’in ve Arapların bir meselesi değil, yeryüzündeki bütün Müslümanların bir meselesidir demişti. Bu meseledeki tevhid boyutunu, tevhide olan ihtiyacımızı ise şöyle belirtmişti: İsrail, Filistin’de ve Kudüs’te yaptığı tüm eylemlerle aslında dünya Müslümanlarını tahrik etmektedir. Orada yapılan tüm hücumlar ve planlar, Müslümanlara yönelik birer hücum ve plandır.

Peki kopma nerede gerçekleşti? Onu da İz’ler kitabında merhum Âkif Emre, bir Filistinlinin ağzından şöyle aktarmıştı: “Çok acı çektik. Türkler buradan gittiğinden beri Filistin huzur görmedi. Aslında bizim çektiklerimiz Şerif Hüseyin'in halifeye isyanının bedelinden başka bir şey değildir… Türkler tekrar buralara gelmeden bizim ağız tadını bulmamız zor.

Yazımı, Âkif Emre’nin başka bir kıymetli kitabı olan Çizgisiz Defter’den bir alıntıyla bitirmek istiyorum: “Kudüs, Müslüman bilincin sürekli diri tutması gereken bir emanettir. Hatta yeryüzünde varlık iddiasını sürdürmesinin göstergesi... Kudüs'ün tutsaklığı aslında İslam dünyasının bedenen ve zihnen rehin alınışını hatırlatmalı. Bu acı gerçek kavranmadan yeni Selahaddinlerin çıkışını beklemenin de Selahaddin tipinin çağımızdaki örneklerini yetiştirmenin de imkânı kalmayacak.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

15 Aralık 2020 Salı

Boşluksuz şehirler ve boşluğa düşmüş insanlık

Şehir ve mimari üzerine metinler okumayı hep çok sevdim. Gezilen görülen yerlere daha önce bakılmadık bir yerden bakan, mümkünse tarihin ve sosyolojinin zenginliğiyle donanmış, dünyanın neresinde olursa olsun gönül coğrafyamızı da hatırlayan metinler beni çok heyecanlandırıyor. Gitmiş kadar olmak vardır ya, biraz öyle oluyor.

Âkif Emre merhumun yazdıklarını hep hassasiyetle okudum, okuyorum. Yolum Edirnekapı'ya her düştüğünde mezarını ziyaret ediyorum, üzerimde hakkı olduğunu düşünüyorum. Bu vesileyle her kitabını aynı heyecanla hazırlayan Büyüyenay Yayınları'na gönülden teşekkür ediyorum.

Mekânı Paranteze Almadan, dört yüz sayfayı aşkın bu kitap, kendi albümünden fotoğraflarla birlikte tam anlamıyla bir arşiv kitabı. Âkif Emre, bilhassa balkanlara dikkat kesilmiş bir zihindir. Özellikle Bosna'ya derin bir sevgisi vardır: "Türkiye'de yaşanan tarih katliamının yok ettiği mirasın izlerini tüm olumsuzluklara rağmen Balkanlar'da görmek mümkün. Osmanlı medeniyet birikiminin mimari anlamda yaşayan unsurlarını görmek istiyorsanız Balkanlar'a gitmeniz gerekiyor."

Fas'ta bir çarşı içinde kaybolurken ya da Üsküp'te bir cami avlusunda nefeslenirken ansızın sizi alır, Anadolu'nun ortasında bir yere bırakır. Okur, bizim coğrafyamızın aslında sınırlarla tarif edilemeyeceğini de anlamış, hissetmiş olur böylelikle. Öte yandan Avrupa'da, özellikle Londra ve Paris gibi şehirlerde yürürken bir caddenin hangi -korkunç- fikirlerle şekil kazandığını, ezber bozan bir bilinçle aktarır. Böylece mimarinin sadece bir inşa süreci değil, bir zihin faaliyeti olduğunu hatırlatır. Bazen bir kişinin fikrinin milyonlarca insanı asırlar boyunca etkilediği düşünülürse, medeniyet kavramı içinde mimarinin nasıl bir yer edindiği anlaşılabilir.

Peki İstanbul yok mu kitapta? Olmaz olur mu... Kapak zaten her şeyi anlatıyor. Ataşehir'deki Mimar Sinan Camii ve hemen ardında bugün İstanbul'daki bir çok yerde görülen, "meydan okuyan", ölçüsüz, hakikatsiz yapılar. Çünkü: "Yeryüzünde İstanbul kadar tecavüze uğramış hiçbir şehir yoktur. İstanbul adeta, bir milletin kültürel olarak kendi kendini sömürgeleştirmesinin göstergesi haline gelmiştir."

Âkif Emre; mimarînin oldukça ideolojik bir meslek olduğunu birçok yazısında dile getiriyor. Bir mimar; kendi düşünce dünyasının yanı sıra içinde büyüdüğü yahut etkilendiği düşüncelerin de etkisin yansıtıyor yapılara. Bu yapılar sadece bir caddeyi değil koca bir şehri meydana getiriyor. Kısacası bir insanın sağlıklı projeler geliştirmesinin, insan hakkını gözetmesinin, hukuka riayet etmesinin ve yalnızca bugünü kurtarmak adına değil geleceğe ulaşacak, tüm insanların huzur içine yaşamasını sağlayacak imkânları ortaya koymasının ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor:

"İnsan tekinin toplumun nesiller boyu hayatını şekillendirecek çözümler meselesi birkaç müteahhidin kâr hesaplarına emanet edilemeyecek kadar ciddi bir meseledir. Ve hiçbir disiplinin şehircilik ve mimari kadar insan ve toplum hayatının her anını ve nesiller boyu biçimlendirecek kadar kalıcı tesiri olamaz. Açılan bir caddenin kıvrımından imar izni verilen yeni bir yapılaşmaya, yükselen bir binanın çevresinden pencere ölçüsüne kadar her detay o şehirde, o evde yaşayan fertlerin hayatını biçimlendirdiği gibi gelecek nesillerin hayatını da ipotek altına alıyor. Bunca medeniyet, şehir, kültür edebiyatının yapıldığı bir dönemde hayata, şehre ve insana dair daha ciddi yaklaşımlar ortaya konmalı."

Birbirinden doğal ve güzel fotoğraflar eşliğinde kitabı dolanırken, okuyucunun zihnine sık sık soru sormayı gerektirecek şimşekler bırakıyor Âkif Emre. Mesela, neden caminin yakınındaki bir yapı, haşmetiyle o camiyi gölgeler? Neden demiryollarına, karayolları kadar önem verilmez? Eskiden boğazın manzarası ve kendine has sesleri içinde vapur seyahati yapmak büyük bir lezzetken, şimdi neden vapurdaki insanlar televizyon gürültüsüne maruz bırakılıyor? Asırlarca mezarlıklar şehrin görünür yerlerindeyken, bilhassa Müslümanlar yaşama 'ölüm dikkati'yle bakıyorken, şimdilerde mezarlıklar neden gözün hiç göremeyeceği, insanların kolay ulaşamayacağı yerlere yapılıyor? Suyun medeniyet, yağmurun rahmet olduğunu neden unuttuk? Tevekkül, kalp gözü, sabır ve rikkat hayatımızdan nasıl oldu da çıkıverdi?

Kitaptaki hac yazılarında merkez nokta elbette ki tevhid... Burada yazarın gözlem yeteneğinde tevhidin ne boyutta olduğunu görüyoruz. Gün geçtikçe tarih düşüncemizin içine nefret söylemi yerleşiyor ve tavaf sırasında bile bu ayrışma çabası, ötekileştirme biçimleri insanın ruhaniyetini zedeliyor. Fizikten bir türlü metafiziğe geçemeyişimizin bedeli, bir başkasında kusur ararken kendimize hiç bakmayışımız.

"Türkler arasında en sık duyduğum cümle: "Bu Araplardan adam olmaz!" Renklerin, dillerin harman olduğu bir yerde, daha çok muhafazakâr okumuşlardan sadır olan bir söz bu! Anadolu kasabalarından gelen müminler mütevekkil, sakin, kendi manevi ritminde, aşkın merkez etrafında dönmekte. Okumuşların bir tür nefret söylemine kaçan bu cümleleri tarihsel deneyimlerden öte bilinçaltını ifşa eder gibi. Kâbe'nin etrafı tam bir katliam manzarası sergiliyor. Söylenecek hiçbir şey yok: Edep sınırlarını zorlayan bir hayasızlık örneği; kuleler... "Araplardan adam olmaz" diyen bir umrecinin o kulelerde kaldığını öğrendiğimde sözün anlamı yerli yerine oturdu."

Şehir anlayışımız, geldiği yer itibariyle tıkanmış durumda. Şikayet etmekten çözüm bulmaya sıra gelmiyor. Hep Süleymaniye örneği veriliyor. Bunu yapmış bir medeniyetiz, peki şimdi neden bu düşünce dünyasından uzaklaştık? Elbette çok makul bir soru. O birikimin bugünlere neden yansımadığını sormak hepimiz için bir vazife. Âkif Emre, günümüz mimari anlayışının Mimar Sinan karşısında yaşanan eziklik duygusuyla irtibatlı olduğunu söylüyor. İlham almaya, tefekkür etmeye dayalı bir düşünce biçimi olsaydı, bu eziklik duygusuna tutunup kibirli ve ruhsuz yapılar ortaya çıkarılmazdı. Bir medeniyetten nasıl kopulur? Onun kaynaklarından, referans sistemlerinden ve tarihî tecrübesinden yararlanmayı bırakarak. Kısacası medeniyetin canlılığından faydalanmayarak. Oysa ki yeniden icat ederek yaşatmak mümkündü. Biz bunun yerine kaba bir taklitçiliğe sığındık. "Her taklit durağanlaşmayı işaret eder. Durağanlaşan değerler bir iç deniz gibi içe kapanır ve yaşama umudunu yitirir" diyor yazar. Geldiğimiz yer, tükendiğimiz yer esasında. Peki şimdiden sonra meselemiz ne olmalı? Bu soruya şöyle bir cevap bulabiliyoruz kitapta: "Süleymaniye'nin kitabesini okumaktan mahrum bir sanatçının Mimar Sinan'dan ilham alması, onun temsil ettiği değerlere nüfuz ederek yeni bir açılım yapmasını beklemek boşunadır. Mesele, tarihsel tecrübesi ve referanslarıyla yaşayan medeniyetimizle sağlıklı ilişkiye geçip, onu üretecek kurumları oluşturmadan halledilemez."

Anadolu insanının mekânla ilişkisi, 'bizi biz yapan' değerlerle aramızdaki mesafe, türlü coğrafyaları gezerken kazanabileceğimiz 'görme biçimleri', dağların sunduğu 'metafizik ürperti', turizmin 'aslında' ne olduğu, 'steril muhafazakârlık' ve daha nicesi kitapta kendine hususi yer bulan konular. Kitaba ismini veren makalenin son paragrafını buraya almak isterim: "Bütün sahteliği, abartısı, gösterişçiliğiyle tarihi duyumsama peşindeki insanımızı aptallaştıran turizmin iğvasına karşı, mekânı paranteze alan ruhun esintisini hissettiremezsek bu topraklarda ruhen ve fiziken mülteci olmaya mahkûm oluruz."

Mekânı Paranteze Almadan, özellikle son yirmi yılda değişen ve durağanlaşan şehir düşüncesinin insan ruhunda açtığı boşlukları ortaya seren bir arşiv-kitap. Yaşama biçimimizi gerçekten dert edinmiş bir gönülden, dertli gönüllere.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

23 Nisan 2020 Perşembe

İstanbul'a özlem, erguvana hasret


Rahmetli Âkif Emre ağabeyi çok severdim. Vefat ettiği gün bir fotoğraf paylaşılmıştı. Masasında yarım kalan bir çay ve poğaça, kalp krizi... Onun gündemin nabzına irfân nazarıyla bakarak yazdığı yazılar hep bana örnek teşkil etmiştir. Hâlâ da ediyor zira Büyüyenay Yayınları tüm kitaplarını basıyor, yazılarını derliyor.

İstanbul'u Yeniden Düşünmek ve Erguvanname kitabında Âkif Emre'nin İstanbul'a dair yazdıkları bir araya getirilmiş. Kitabın sonunda erguvan üzerine düşünceleri de var. Bu bölüme giriş sayfasında kendi el yazısıyla yazdığı Erguvanname başlığı, onun ileride böyle bir kitap düşlediğini de gösteriyor. Yazıların toplamına baktığımızda, kendi çektiği fotoğraflarla beraber İstanbul'da yaşayıp İstanbul'u özlediğimiz şu günlerde Âkif Emre hem kitaba seçilen isim gibi yeniden düşündürüyor hem de önemli bakış açıları kazandırıyor. Her zaman yaptığı gibi... Âşıklar herhalde bu yüzden ölmüyor. Onlar hakikatin adamları. Yazdıkları ve söyledikleri, bu dünyadan gittiklerinden sonra da yankı buluyor. Ne mutlu. Bu vesileyle de rahmet olsun. Yolu Edirnekapı'ya düşenler ağabeyi bulsunlar, Mehmet Akif Ersoy'un hemen karşı sağ çaprazında. Çok sevdiği İstanbul'un koynunda.

"Geleceği inşa edebilmek için tavır ve tercihlerimizin tarihini bilmek zorundayız" der Turgut Cansever. Âkif Emre de hemen kitabın başından, yani İstanbul'a dair yazmaya başladığı metinlerden anlaşıldığı gibi bu bakış açısını kavramış, yaşadığı şehirdeki mimarî gelişmelere bir tavır ve tercihler bütünü nazarıyla bakmış. Böyle bakınca da insanların daha güzel bir çevrede, ölçüyü esas alarak yaşama imkânına kavuşmaları için kaleminin eleştiri yönünü sivriltmiş. Son derece haklı olan bu eleştirilerde anlaşılıyor ki yazar, değişimin fikirsizliğini ve köksüzlüğünü hemen fark edenlerden. 2005 yılında yazdığı metinden bir paragraf şöyle:

"İstanbul'u kötü bir New York kopyasına indirgeyerek rant ekonomisinin kollarına teslim etmek isteyen, tarihi ve kültürel aidiyetinden sıyırarak seküler bir kimlik kazandırmayı amaçlayan ideolojik gayretlere karşı İstanbul bu muhafazakar zihniyetle savunulamaz. Tarihten intikam almak isteyen bir anlayışla sözüm ona modern şehircilik yapılmıştır. Yeryüzünde İstanbul kadar tecavüze uğramış hiçbir şehir yoktur. İstanbul adeta, bir milletin kültürel olarak kendi kendini sömürgeleştirmesinin göstergesi haline gelmiştir."

İnsanlara her ne kadar faydalanma imkânı verilse de toprak, tıpkı yeryüzünün her karışı gibi Allah'ın mülküdür. Bunu bilen bir Müslümanın keyfî tutumlar ve bir takım dünyevî kaygılar için yaşadığı şehirlerin, mahallelerin kadim değerlerini hırpalamaması, o değerlerle asla oynamaması gerekir. Nitekim Bursa'nın hâli ortadadır. Osmanlı'ya başkentlik yapmış ve seyyahlardan şehir bilimcilere, mimarlardan siyasîlere kadar yerli-yabancı herkesi kendine hayran bırakmış olan Bursa, tabiri caizse talan edilmiş bir görünümdedir. Bursa ovasına saplanmış beton hançerler zevksizliğin olduğu kadar bilgisizliğin de göstergesidir. İşte bu 'değişim'den İstanbul da nasibi almıştır. Zannedilmesin ki son yirmi yılda olup bitmiştir her şey. İstanbul ne hikmetse yine muhafazakârlığıyla takdir görmüş bir parti ve onun temsilcileri tarafından kadim değerlerinden koparılmıştır. Adnan Menderes ve Demokrat Parti öncülüğündeki 'yıkıp geçme' faaliyetleri Amerika ziyaretlerinde hayran hayran baktığı gökdelenlerle İstanbul'u da donatma hayalini kuran Turgut Özal'la devam etmiş, 2000'li yıllardan sonra da AKP eliyle nihayete ulaşmıştır. Şimdi birkaç yıl arayla Âkif Emre'den okuyalım:

"Sayfaları tarumar edilmiş metinlere benzedi İstanbul. İstanbul, fizik planda yazıları silinen bir kitap. Metinlerini okuyamadığımız elimizdeki kitabın sadece sayfa numaraları var." (1997)

"İstanbul'un bir 'dünya kenti' olmasını önermek İstanbul'un Müslüman kimliğini reddetmeyi içeren bir siyasal projenin sözcülüğüne soyunmaktır. Dünya kenti İstanbul, farklı kültürleri, dinlerin zenginliklerini yaşatan Müslüman İstanbul'a rağmen arkaik kültürlerin müzesi, ölü bir İstanbul projesidir. 'Dünya kenti İstanbul', İslam ve hatta Türk kimliğinden arındırılmış bir İstanbul önermesidir." (2005)

"Hesaplaşılması gereken; Ayasofya'nın, Sultanahmet'in kubbesine hançer gibi saplanan görüntü kadar bu görüntüye sebep olan insan tipi, siyaset anlayışı ve medeniyet, şehir-medine tasavvurundan yoksun/yabancılaşan zihniyet olmalı." (2011)

İstanbul'un eski zamanlarından yola çıkarak evleri, hatta o evleri oluşturan yapı malzemelerini, erguvanı ve erguvan mevsimini, erguvana en çok yakışan ahşabı ve havuzu da yorumluyor yeniden Âkif Emre. Ona göre eski İstanbul evlerinin en temel özelliği tabiatla uyum içinde olması. Bu da güzelliği ve ölçüyü belirginleştiriyor ve ortaya tevazu çıkıyor. İnsanı en çok şaşırtan ve hayret ettiren yapılarda bile bir tevazu bulunuyor. Burada malzeme de kendini ortaya koyuyor. Çünkü ahşap; belirli bir ömrü olan, bütün ömrü boyunca doğal kalan, kullanıldığı yıllar içinde yenilenebilen ve dolayısıyla onu kullananları bir şeylere mecbur eden, zorunlu kılan tarafı olmayan, rehin almayan, ferahlık ve huzur saçan bir malzeme. "Büyük yangınlarla kül olmamışsa bile, değişen zamana uyum gösterecek kabiliyette ya da fanilikteydi." diyor Âkif Emre ahşap için. Tıpkı erguvan gibi: "Bir fanilik hafızası olarak erguvan her an solmaya mahkum renkleriyle ebedi ve ezeli güzelliği hatırlatır."

İnsanın doğadan ve şehirden elini eteğini çektiğinde nelerin değiştiğini birkaç haftada gördük. Demek ki yeniden düşünmeliyiz. İstanbul'u, erguvanı, güzeli, iyiyi...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

14 Mayıs 2019 Salı

Bağımsız bir duruş, sahih bir derinlik: Aliya

Bugün zihnimizdeki “Aliya” imgesinin inşasında merhum Âkif Emre’nin büyük bir payı var. Bizi Aliya İzzetbegoviç’i okumaya sevk eden sebeplerin başında Âkif Emre’nin onu merkeze alarak gerçekleştirdiği yazı ve röportajlar geliyor. Âkif Emre’nin vefatından sonra onun bütün yazılarını okurla buluşturmayı amaçlayan Büyüyenay Yayınları, Aliya İzzetbegoviç’le ilgili mesaisini Aliya ismiyle kitaplaştırdı.

Üç bölümden oluşuyor kitap. İlk bölümde Âkif Emre’nin çeşitli yayın organlarında yer alan Aliya İzzetbegoviç merkezli yazıları yer alıyor. İkinci bölüm ise Âkif Emre’nin Aliya İzzetbegoviç başta olmak üzere Bosna hareketinin öncüleri ve Bosna savaşı sırasında Aliya’nın yanında bulunmuş kişilerle yaptığı röportajlardan oluşuyor. Üçüncü bölüm de Âkif Emre’nin çeşitli platformlarda yaptığı söyleşiler, konuşmalardan meydana geliyor. Tam bir Aliya İzzetbegoviç şöleni diyebiliriz kitap için.

Âkif Emre, Aliya’nın düşünce mirasını, aksiyonunu ve ahlakını merkeze alıyor yazdıklarında. Onun entektüel kişiliğini, kendini nasıl geliştirdiğini, nasıl örnek bir ahlaka sahip olduğunu anlatıyor. Kör edici bir duygusallıkla değil dengeli bir duyarlılıkla ve soğukkanlı bir ifade ile kaleme aldığı yazılarında hesabı verilmemiş bir coşkunlukla hareket etmiyor.

Âkif Emre’nin rüzgarı arkasına alıp konuşmaya hevesli olmadığının en açık delili, Aliya’dan bahsederken onu övenleri de eleştirel bir hizaya çekmesidir bence. Yoksa ayağı yere basmadan ve Aliya’yı tanımadan övenler için “Aliya için her vesile yapılan övgülerde ısrarla görmezlikten gelinen husus, onun bir düşünür olarak İslamcılık düşüncesine yaptığı katkının görmezden gelinmesidir. Çağdaş İslam düşüncesinde yeri itibariyle, Aliya’nın kahramanlık öyküleri kadar ciddiyetle ele alınması gereken fikirleridir.” diyerek kendini ve Aliya’yı ayrıştırmaz, oradan da yelkenine bir rüzgâr dolmasını beklerdi.

Bu noktada sözü Âkif Emre’nin "Aliya Nasıl Anılmamalı?" başlıklı yazısına denk getirmek isterim. Çünkü vefat etmiş değerlerimizi anmak ve anlamakla ilgili imtihanımız pek çetin geçiyor. Vefat etmiş pek çok kıymetli şahsın hatırasını içi boşaltılmış birer tüketim nesnesine çevirme sabıkamız ise maalesef bir hayli kabarık. Ne diyor Âkif Emre? “Bir faninin her yıl anılması, varsa eğer, bıraktığı mirasın hatırlanmasına, muhasebe yapılmasına vesile oluyorsa anlamı olabilir. Ayrıca belki rahmet dilekleriyle bir Fatiha gönderilmesinden öteye ona bir katkısı olamayacağı açıktır. Aksi takdirde, anılmaya değer görülen bir insanın ardından ağıtların yakılmasının bir tür pagan ayinine dönüşme tehlikesi her zaman için vardır. Hele anılan kişi bir Müslüman'sa, içi boş sözlerle yüceltilerek totemleştirilmesi, ritüel haline gelen törensel ayine dönüşmesi ona yapılacak en büyük haksızlık olur.

Bu kitap her ne kadar Aliya merkezli olsa da bir yandan da Âkif Emre’yi tanımamızı saplayacak ipuçları barındıran bir çalışma. Zira Âkif Emre’nin Aliya’nın hangi özelliklerini öncelediğini, dikkate değer bulduğunu takip ettikçe onun “dikkatini” ve “perspektini” de öğrenmiş oluyoruz. Âkif Emre, Aliya için “Yüzünde gölgesi olmayan bilge” derken biz bu cümleyi kuran kişinin hayatında da “gölgesiz bir samimiyet” görüyoruz. Gölgesizliğin giderek daha çehrede rastgeldiğimiz bir özellik olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?

Âkif Emre, niyetlerle değil kavramlarla yazmayı amaçlayan bir yazardı. Aliya için kaleme aldığı yazılarda da Âkif Emre, güzel bir kaside yazmamış yahut duygusal bir ağıt yakmamıştı. Tamamen duygusuz, teknik bir metin de değildi kaleme aldığı. O kendi yazı yolunu inşa ederken hep yaptığı gibi hem bağımsız bir duruşu hem de sahih bir derinlik talebini gözetmişti. Tıpkı Aliya İzzetbegoviç’in hayat çizgisini inşa ederken yaptığı gibi.

Ancak Aliya’nın da Âkif Emre’nin de bu tercihlerinin bir bedeli vardı. Zira niyetlerle değil kavramlarla konuşmak anlık rüzgârları kâra çevirmekten vazgeçmeyi gerektirir. Çünkü gemisini yürütmekten başka anlık bir niyeti olmayan kişi için kavramlar birer ayak bağıdır. Tıpkı Aliya İzzetbegoviç’in hayatında yaptığı gibi anlık rüzgarlarla yelkenini şişirmeye tenezzül etmeyen bir yazardı Âkif Emre. İkisini de farklı kılan tam olarak bu özellikleri idi.

Umarım Âkif Emre’nin yazı ve röportaj birikimi kitaplaşır ve yazdıkları, üslubu ve gayreti böylece gelecek kuşaklar için “ilham kaynağı” olmaya devam eder.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

24 Mayıs 2018 Perşembe

Aidiyetin, geleneğin, inancın paramparça edildiği zamanlarda yeniden Âkif Emre okumak

23 Mayıs 2017'de, 60 yaşındayken kalp krizi neticesinde vefat etmişti Âkif Emre. Bir fotoğraf paylaşılmıştı çalışma masasından; çay ve poğaça. Tıpkı yaşamı ve duruşu gibi. Sade, yalın, gerçek. O fotoğrafı hiç unutamıyorum ve o fotoğrafın yaşadığım şu hayatta nerede durduğunu çoğu zaman unutuyorum. Yeni bir ülkede yaşıyoruz sahi, yeni düşünceler, yeni duruşlar ve eskiye dair her şeyin unutuluşu. Eskiyle olan bütün irtibatın koparılışı, yok edilişi ve bir daha hatırlanmaması için her şeyin yapılması. Sürekli yeni şeyler söyleme ve yeni şeyler bekleme telaşı. Şöyle der Âkif Emre: "Yeni bir şey söylemek eski/meyen değerler üzerinden mümkündür."

Büyüyenay Yayınları, Emre'nin 'İz'ler ve Çizgisiz Defter kitaplarını neşretmişti 2015 ve 2016'da. Vefatından sonraysa Müstağrip Aydınlar Yüzyılı, ondan geriye kalan diğer metinleri de okuyabilmemize imkân sağladı. Alt başlığı, içeriğini oldukça güzel ifade ediyor: Gölgeli kelimeler, ödünç alınmış hayaller. Şimdilerde Göstergeler yeniden neşredildi, 21 yıl aradan sonra gazete yazılarıyla yeniden aramızda. Yeni Şafak’ta yayınlanan ilk yazısı "Ne okuyorsan 'o'sun" başlığını taşıyordu. Yani ilk paragrafta bahsetmeye çalıştığım 'unutma' hâlini topyekûn bir reddediş. Rahmet olsun her daim.

Müstağrip Aydınlar Yüzyılı, şu bölümlere sahip: Bir Teklif Bir İtiraz, Nîm-demokrat Devrin Muhasebesi, Bir Yeryüzü Tasarımı, Sekülerleşme Sınavı, Muhafazakar Neyi Muhafaza Eder?, Etnisite, Muhasebe. Peşinden eksiksiz bir dizin, 312 sayfa. Doya doya okumak, notlar almak. Bilhassa son dönemlerimiz üzerindeki perdeleri elden geldiğince aralayan, söküp atan yazılar. Şöyle en yakın zamanlarımıza yönelik bir yorumu hemen okuyalım: "Bir Müslüman'ın Müslümanlığından dolayı tek başına iktidarda olması, gücü elinde tutması, konumunun meşruiyetini sağlaması için yeterli değildir. İnanmış biri, güç ve iktidar ilişkileri bağlamında, ancak temel tasarımı, ilkeleri, adalet ve ahlâklı olması sebebiyle faziletli olur. Aksi durumda Müslüman olduğu için iktidarı zaten hak ettiği, o ne yaparsa doğruyu yapacağı vehmine kapılması kaçınılmaz. Bu durum kendine ve dolayısıyla iktidara tapınmayı gerektirir."

Âkif Emre'nin yalnız Türkiye'yi değil dünyayı yorumladığı pencere, İslamcılık penceresi. Günümüzde 'aynı' İslamcılığı kavramış, özümsemiz ve savunmuş insan sayısı ise belki bir elin parmağını geçmiyordur aydınlar arasında. Çünkü günümüzde İslamcılık, Muhafazakârlığa dönüşmüş ve dolayısıyla Amerikan menfaatleri neyi gerektiriyorsa o doğrultuda çalışmayı, üretmeyi, düşünmeyi gerektirecek bir hâl almış durumda. Epey oluyor. Artık her bir köşe yazarı otoriteye dönüşmüş, 'büyük oyun'u göre göre gözleri şaşı olduğundan televizyon ve belediye kapılarında proje kapmaya yönelmiş, sırtına mehter marşını yükleyip "Ortadoğu bizim!" diye haykıran birer sanal komando olmuş durumda. 6 Şubat 2016'da "Türk tipi oryantalist esatir" başlıklı yazısında “Ortadoğu'nun tapusu bizde, retoriğine sığınan muhafazakâr kesim, ne bu tapuyu okuyacak belgelere sahiptir ne de bunları elde edecek çalışma ciddiyetine ve azmine" demişti. Gerçek Hayat'ın internet sitesinde 16 Haziran 2016 tarihinde görünen bir yazı ise "Ortadoğu’nun tapusu bizde" diyordu okuyucuya. Tam da Âkif Emre'nin tarif ettiği aydın(!) tipi ve onun düşüncesi(?) bu. Gelinen son nokta, Müstağrip Aydınlar Yüzyılı'nda şöyle yer buluyor: "Türkiye'de yaşanan dönüşümle hesaplaşmadan modern, ılımlı, küresel kapitalizmle uyumlu bir modeli ihraç etmenin ve bunun sonuçlarını görmenin dayanılmaz hazzını yaşamak... Muhafazakar entelijansiyanın halet-i ruhiyesi bununla açıklanabilir. Buna 'tarihi derinlik' sosu ve 'neo-Osmanlı' perspektifi eklediğinizde entelektüel iştihanız daha da kabaracaktır."

Son dönemin hikâyesini aidiyetin, geleneğin, inancın parça parça departmanlaştığı seküler muhafazakarlık hali olarak tanımlıyor Emre. Bu hikayede kaybedenleri, mazlumları, darda ve zorda kalmışları hatırlamayan, kendinden başkasını yok sayan, olanı biteni sorgulamayan ve en büyük derdi pastadan kendine düşecek pay olan kitle için "bir büyük misyonla efsunlanmak ne dini davranıştır, ne de dini düşünüşle bağdaşır." diyor. Bir takım insanların inançlarından dolayı kendilerini üstün tutmasının, gücü ve iktidarı elinde barındırmayı hak olarak görmesinin neticesinde kibir, öfke ve nefrete bir davranış biçimi hâline geldi ve toplumsal hayatımızın her yanı siyasetin kirli yüzüne (temiz yüzü var mı?) bulandı. Gösteriş ve görgüsüzlük, nasibin ve nimetin karşılığı oluverdi. Başörtülü bir kadının beşyüz bin Türk lirasını aşan tutarlarda ciplere, araçlara binmesi eleştirildiğinde, kıskançlık ve haset söz konusu edildi. Devir rozet ve danışmanlık devri. Statükonun ve servetin dostluğu görenleri şaşkına çeviriyor: "İnsanların kazanıp helalinden harcamaları ile lümpen, saygısız bir şekilde servetini gösteriş vesilesi yapması arasında fark var. En azından toplumsal planda sergilenen sonradan görme zenginlik alametlerinin, değişimden çok yozlaşma işareti olduğu söylenebilir... İnançlarından dolayı taşıdıkları üstünlük duygusu ile güç ve iktidar sahibi olmanın getirdiği kibir görüntüsü toplumsal hayata hemen yansıyor. Üstelik daha önce karşı çıktıkları tüm davranış biçimlerini sergileyerek. İşte bu hal toplumsal değişim değil bir ahlâki çürümedir. Servetin nasıl kazanıldığı kadar nasıl harcandığı da Müslüman için sorgulanması gereken ölçüdür. Gösteriş, başkalarını yok sayan kibir, büyüklük ve de her taraftan taşan görgüsüzlük... Bu göstergeler bile değişim denilen şeyin mutlaka iyi olmadığını, tutuculukla, erdemin, ahlâkın korunma kaygısının farklı olduğunu gösterir."

Âkif Emre, kendi pusulasınca baktı dünyaya. Bu da tehlikeleri, tehditleri, tarzları ve tavırları öngörülebilir hâle getirdi çoğu zaman. Yalnız İslâm dünyasının dertlerini değil, tıpkı İslâm'ın buyur ettiği bütün insanlığın iyiliği ve güzelliği için düşündü, yazdı. Kötülüğe müdahale eden, foyayı meydana çıkaran, çakallığı ve hokkabazlığı affetmeyen tavrı ve yazıları, vefatına dek istikametine en ufak halel getirmedi. Sorularını sorarken günceli sorguladı ama geleceğin de yakasını bırakmadı. Hatta öyle sorular sordu ki bu sorular herkesin endişenmesi ve sabah-akşam düşünmesi gereken sorular oldu, tıpkı "Müslümanlık bu topraklar için ne ifade ediyor? sorusu, tüm bu hengâme içinde 'gelecek nesillere nasıl bir Müslümanlık algısı şekillendiriyoruz?' sorusundan bağımsız değil. Her şey olup bittikten sonra 'kayıp kazanç aritmetiğine hapsedilmiş bir Müslümanlık mı' yoksa 'yarınlara İslâm adına ne söylüyoruz' kaygısı mı Müslümanca sorumluluğumuzun ölçüsü olacak?" gibi.

Vefat sene-i devriyesinde Büyüyenay Yayınları'nın sosyal medya hesaplarından çok kısa bir metin yayınlandı. "Evet tam bir yıl oldu. Ardından dönen fırıldakları ve arabesk ağızları görse ne derdi diye düşünürüm hep. Şunu dediğini duyar gibi olurum: "O Zarf" işte. Allah'tan rahmet diliyorum. Ailesine ve dostlara da sabırlar." yazılmıştı. Metindeki 'O Zarf'ı anlamak için Hece dergisinin Nisan 2014 sayısına bakılmalı. Bulamayanlar, Mustafa Kirenci'nin Mimar ve Mühendis dergisinin 99. sayısındaki (Ocak-Şubat 2018) yazısına bakabilirler, şuradan. Kısaca: 1990'lı yılların başında bir gazete ortamına lüks kâğıda basılı bir davetiye gelir. Her şey o davetiyeden sonra kademe kademe değişiverir. Mesela: "Sarı saman kâğıdından mamul, mürekkep kokan dergilerin gözden ırak bir köşesine ismini yazdırmaktan ürkenler reklam afişlerinde boy göstermeye çabuk alışacaklardı. Matbaadan paket paket dergi taşıyan kalem erbabı, artık reklam ajansı yönetmeye başlamıştı. Son sayıya bir yazı yetiştirmek için âdeta doğum sancısı çeken, çayhane köşelerinde vatan kurtaranlar, deniz manzaralı ofislerde reklam sloganı bulmak için geniş salonları arşınlarken bulacaklardı kendilerini..."

Her şey bittiğinde (siyasal kavgalar, kamplaşmalar ve hatta savaşlar) geriye kalan insanların hayatla olan bağlantılarının ne durumda olacağını merak edecek kadar büyük bir yüreği vardı Âkif Emre'nin. Yazdıkları bu sebeple hâlâ nefes aldırıyor, ilham veriyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Ocak 2017 Pazartesi

Mekânlar ve zamanlar arası yol notları

Bugün köşe yazarlarındaki ve köşe yazılarındaki seviye herkesin malumu. Bir yanda malayani dille hamaset genişletenler, öte yanda lüzumsuz derecede teskin edici ve pasif kılıcı üslupla adeta zaman geçirenler.

Böyle bir ortamda Âkif Emre'nin seviyesi, bakış açısı, özgünlüğü, gerçek sorunu kavrama ve doğrudan anlatma gayreti takdir edilesi. Kurulduğundan bu yana Yeni Şafak'taki köşe yazılarını takip edenler, onun durduğu yerden hiçbir taviz vermeyen bir zihin olduğunu rahatlıkla söyleyebilirler. İlgi alanlarıyla, yaptığı röportajlarıyla ve belgeselleriyle, ülkemizin önemli 'yeni pencere açtıran' kalemlerinden biri olan Âkif Emre, Mart 2016'da Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Çizgisiz Defter'le mekânların ve zamanların izini sürüyor. Daha evvel gazetede yayımlanmış fakat dağınık hâldeki yazıların bir araya getirilmesiyle gayet hoş bir 'yol düşünceleri' kitabı ortaya çıkmış. Yazarın adımladığı yerler esasen her zaman kulak verdiğimiz, gözümüzün üzerinde olduğu yerler.

"Yol düşüncesi çeker insanı" derken aramanın, bulmanın, arayıp bulamamanın yahut aramadan bulmanın zevkini ve çilesini bir araya getiren bu yazıların sebeb-i gayreti 'önsöz yerine' şöyle özetlenmiş: "Yolda olmak, sonu olmayan bilinmeze doğru çıkılan yolcuğun her adımında harf harf, satır satır yazılması demektir. Yolculuk önümde açılan çizgisiz bir defterdir. Ve her yolculukta atılan ilk adım, alınan o ilk soluk bu çizgisiz defterin nelerle ve nasıl dolacağının bilinmezliği ile yeniden anlam kazanır. Defalarca gördüğümüz yerlere sefer ederken de ilk kez keşfedilmenin mahremiyetini, masumiyetini telkin eden ilk yolculuğa dönüşür..."

Endülüs denince hangimizin aklına o eşsiz medeniyet mirası gelmez ki? Düşünür dururuz hangileri yaşıyor, hangileri yok edildi, orada bizden birileri var mı hâlâ diye. Batı denince merak etmez miyiz Paris'in şehir tasarımını, Viyana'nın saraylarını ve müzelerini, Berlin'in sanat çehresini, Londra'nın parklarını ve bahçelerini, Hamburg'un denizle dostluğunu, Brüksel'in neden Ankara'yla kardeş şehir olduğunu?

Cahit Zarifoğlu, Beyrut'un gözyaşlarını neden Kudüs'ün yanına koymuştur da onun hâli karşısında "Müslümanlarsa uzakta / sanki başka / gelinmez bir dünyada" demiştir? Nerede Rumeli'ye dair bir şeyler görsek yahut işitsek gönlümüzü titretmez mi Selanik, Saraybosna, Üsküp ve Kosova? Denizlerde yeşermiş, Orta asya'nın Filistin'i olarak bilinen Patani bize ne kadar uzaktır. Hâfız-ı ŞirâzîŞeyh Sadi-i ŞirâzîFirdevsîŞems-i Tebrîzî isimleri geçince bir yerlerde, İran coğrafyasının derinliklerine dalmaz mıyız? Şiirinden müziğine, tarihinden mimarisine dönüp dolaşmaz mıyız? Peki ya yitip giden Bağdat, nice diyarlara açılan sonsuzluğuyla Dicle, 330 km2 yüzölçümüne milyonlarca halkı toplamış Erbil, son fotoğraflarıyla yüreğimizi dağlayan Halep hiç tarihimizden ayrı konabilir mi?

1517'de Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethetmesinden 1882'deki İngiliz işgaline kadar aramızda olan Osmanlı Afrika'sı Sevakin, atlarıyla olduğu kadar gecekondularıyla da gözü gönlü açan Cezayir, kentleştikçe yüreğimizde ateşler yakan Medine, bir Kâdirî zikriyle coşup kabaran Nil ve "benim muhacirim" diyebileceğimiz insanlarımızın gidip geldikleri yerler...

Zannedilmesin ki kitabın sayfaları boyunca aheste, masum "gezi yazıları" var. Tam aksine, gezerken görünmeyenleri ya da görünse bile hiç üzerinde durulmayan meseleleri, vaziyetleri tarihe not olarak düşüyor Âkif Emre. Yazıların yazıldıkları tarih önemli fakat güncelliklerini hiç kaybetmemesi zaten Büyüyenay'ın yayın politikasındaki kalitenin de bir göstergesi.

2001 yılındaki bir yazısında "Saraybosna'ya gelenler için romantizm bitmeli artık. Geçmişten kopmadan bugünün, yarının gerçeklerini görmek, yüzleşmek, hayatı doğru okumak zorundayız" diyerek Türk insanının bir şeyleri fark etmesini istiyordu yazar. Nitekim romantizm hâlâ sürüyor. Mostar köprüsünün vazifesi, niteliği üzerine hiçbir şey bilmeden önünde fotoğraflar çekiliyor ve Srebrenitsa'dan beri -aslında çok daha öncesinden- batının değişmeyen zihniyeti hiç de sorgulanmıyor. O batı, bilhassa da ABD, hiç işine gelmeyen adam Aliya İzzetbegoviç'i 'kabul etmek' durumunda kalmıştı. Müdahale aynen devam ediyor. 2001'deki bir başka yazısında Âkif Emre, yine ABD'nin 'hiç istemediği' adamlardan Hasan Cengic'in izahını, yani batının korkunç zihniyetini aktarıyor: "Batı; Müslümanları kültürel bir çeşni, renk olarak kabul etmeye hazır ama siyasi bir güç olarak asla!"

Yazarın, ruhunu kaybetmiş ve gittikçe de karışan Balkan tekkeleri konusunda hem gördüklerini hem de tecrübeli şahıslardan dinlediklerini kendi süzgecinden geçirerek anlattığı yazısı çok önemli. 'Bazı güçlerin' Bektaşîliği ayrı bir din olarak İslâm'dan koparmak istemesiyle, Balkanlardaki Müslümanlar arasında Bektaşî olan-olmayan gibi bir sınıflaşma söz konusu. Ortak bir bilince ulaşılamaması durumu daha da korkutucu bir hâle getiriyor. Mimarî olarak, içindeki yaşayan atmosfer açısından yaşayan Balkan tekkelerinden Uşşakî Hayati Tekkesi için yazar "Ohri'deki bu tarihî tekke mescidi, türbesi ve zikirhanesiyle Anadolu'daki bir tekkeden farksız. Ne var ki Anadolu'da tekke diyebileceğimiz otantik mimarisini koruyan eser kaldı mı?" diye soruyor. Cevabı ise Prizren'deki tarihi bir tekkede çaylar yudumlanırken Kosovalı bir dostundan alıyor: "Burada tekkelerin binaları ayakta, dışı sağlam ama içi boş. Türkiye'de ise binalar yıkılsa da içini dolduran hâlâ canlı..."

Şehirlere modernleşerek kentlere dönüşünce, şehir ruhu yerini otomatik bir kent ruhuna bıraktı. Kısacası, yazarın diliyle şehirler helâk oldu. "Kapitalizmin kriziyle tanık olduğumuz modern şehirlerin helakı olgusu, maddi uygarlığın ve önerdiği toplum modelinin, siyasaların da çöküşünün habercisidir" diyor Âkif Emre. Medeniyetimizin ortaya koyduğu mimarî eserler hâlâ ilham verici niteliğe sahipken biz bunları değerlendirmek yerine Amerikanvari beton yığınları inşa ettik. Yazar özellikle Balkan topraklarında bu durumun kıyaslamasını yapıyor: "Mostarlıların barbarlara karşı direnmesi gibi, modern dönemde bir savaşla yıkılan bir İslâm şehrinin, Mostar'ın, yeniden eski görünümüne kazandırılmış olması bir ilktir ve bu da mimari ve kültürel direnişle mümkün olmuştur. Mostar Köprüsü başka şehirler için de bir umuttur. Şehirlerin ruhu şehirleri terk etmez."

Modern yıkımla birlikte en çok zarar gören yerler İslâm şehirleri oldu. Balkanlardan Anadolu topraklarına ve orta doğudan Afrika'ya kadar tüm İslâm şehirleri tahrip edilerek bir dönüşüme maruz kaldı. İki tür değişimden bahsediyor yazar. Birincisi Balkanlarda, Sovyet uygulamasında olduğu gibi Müslüman egemenliğinin kaybıyla ortaya çıkan radikal bir kimlik değişimi zorlaması. İkincisi ise ulus-devlet sürecinde pozitivist-ilerlemeci yaklaşımla şehirlerin geleneksel dokusunun tahrip edilerek modernleştirme baskısına boyun eğmesi. Yunanistan'da 1925 yılında çıkarılan bir kanunla Selanik gibi şehrin silületini oluşturan birçok minare yıkılmıştı, yazarın hatırlattığı gibi. Bu bir örnek. Diğeri ise çok daha tanıdık: "Batıcı seçkinler eliyle modernleş/tir/me projeleri, şehirlerin dokusunu büyük ölçüde tahrip ederek, seküler şehircilik anlayışı ile geleneksel şehir yapısı yeniden dizayn edildi. Bunun sonucu olarak tarihi şehirlerin yerine kimliksiz kaotik metropoller ortaya çıktı. Tarihin gördüğü en büyük tarihi yıkımlardan birinin İstanbul'da gerçekleşmiş olması seküler seçkinlerin bu modernleşme anlayışlarının bir uzantısıdır."

Mekanizmanın işleyişini izah eden yazılarıyla Âkif Emre okurlarına bambaşka pencerelerden yeni bir umut oluyor. Ağustos 2006'da kaleme aldığı "Bir Şişe Suda Ahlâk Dersi" başlıklı yazısı bir sualle bitiyor. Bu sual bana İsmet Özel'in Üç Mesele'sinin bitiş sualini hatırlattı. İsmail Kara'nın söylediği gibi İsmet Özel'in "Güçlü bir topluma ulaşıp onun Müslümanlaşmasına mı, Müslüman bir topluma ulaşıp onun güçlendirilmesine mi çalışacağız?" sorusu olduğu yerde duruyor. Oysa İsmet Özel, "Üzerinde anlaşmaya varmamız gereken ana konu budur" diyordu. Âkif Emre ise yazısını gayet açık bir sualle, şöyle bitirmiş: "Küresel kapitalizmin çıkar ilişkileri kendi ahlaki normlarını da beraberinde getirmektedir. Ekonomik ve finansal açıdan sisteme entegre olarak kendi ahlâkî ölçülerinizi savunmak ne kadar mümkün?"

"Medine'nin Kentleşmesi" başlıklı yazı hangimizin ruhuna dokunmaz ki... Kâbe'nin etrafına o yüksek binaları yapan zihinlerle İstanbul gibi nice kadim şehri istila eden zihinler aynı, birbirlerinden hiçbir farkları yok. Yazardan okuyalım: "Ortaya konan çözümlerin biçimi modern dünyanın "kutsal turizminin" gereklerini gözetiyor. Bütçeye göre, her şeyin otellere göre dizayn edildiği, kutsal olanla profanın adeta kol kola sokulduğu bir düzenleme... Elbette günümüz Medinesi ilk dönemin hayatını yansıtmaz; yine de şehir-kutsal-mekan ilişkisini koparan düzenlemelerin Medine'nin ruhuna aykırı olduğunu söylemeliyiz. Medine'nin kentleşmesi sorunu, Müslümanların yaşadığı derin şehir ve medeniyet krizinin bedeli çok ağır biçimde tezahür etmiş biçimidir."

Çizgisiz Defter'i şehir üzerine okumalar yapmak maksadıyla yorumlamak mümkün. En azından kendi adıma bunu söyleyebilirim. İstifade ettiğim şeylerin başında geliyor şehir, mekan, insan ve zaman yorumları. Nitekim Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER) tarafından, "şehir yazıları" ödülünü almış bir kitap Çizgisiz Defter.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf