23 Mayıs 2017'de, 60 yaşındayken kalp krizi neticesinde vefat etmişti Âkif Emre. Bir fotoğraf paylaşılmıştı çalışma masasından; çay ve poğaça. Tıpkı yaşamı ve duruşu gibi. Sade, yalın, gerçek. O fotoğrafı hiç unutamıyorum ve o fotoğrafın yaşadığım şu hayatta nerede durduğunu çoğu zaman unutuyorum. Yeni bir ülkede yaşıyoruz sahi, yeni düşünceler, yeni duruşlar ve eskiye dair her şeyin unutuluşu. Eskiyle olan bütün irtibatın koparılışı, yok edilişi ve bir daha hatırlanmaması için her şeyin yapılması. Sürekli yeni şeyler söyleme ve yeni şeyler bekleme telaşı. Şöyle der Âkif Emre: "Yeni bir şey söylemek eski/meyen değerler üzerinden mümkündür."
Büyüyenay Yayınları, Emre'nin 'İz'ler ve Çizgisiz Defter kitaplarını neşretmişti 2015 ve 2016'da. Vefatından sonraysa Müstağrip Aydınlar Yüzyılı, ondan geriye kalan diğer metinleri de okuyabilmemize imkân sağladı. Alt başlığı, içeriğini oldukça güzel ifade ediyor: Gölgeli kelimeler, ödünç alınmış hayaller. Şimdilerde Göstergeler yeniden neşredildi, 21 yıl aradan sonra gazete yazılarıyla yeniden aramızda. Yeni Şafak’ta yayınlanan ilk yazısı "Ne okuyorsan 'o'sun" başlığını taşıyordu. Yani ilk paragrafta bahsetmeye çalıştığım 'unutma' hâlini topyekûn bir reddediş. Rahmet olsun her daim.
Müstağrip Aydınlar Yüzyılı, şu bölümlere sahip: Bir Teklif Bir İtiraz, Nîm-demokrat Devrin Muhasebesi, Bir Yeryüzü Tasarımı, Sekülerleşme Sınavı, Muhafazakar Neyi Muhafaza Eder?, Etnisite, Muhasebe. Peşinden eksiksiz bir dizin, 312 sayfa. Doya doya okumak, notlar almak. Bilhassa son dönemlerimiz üzerindeki perdeleri elden geldiğince aralayan, söküp atan yazılar. Şöyle en yakın zamanlarımıza yönelik bir yorumu hemen okuyalım: "Bir Müslüman'ın Müslümanlığından dolayı tek başına iktidarda olması, gücü elinde tutması, konumunun meşruiyetini sağlaması için yeterli değildir. İnanmış biri, güç ve iktidar ilişkileri bağlamında, ancak temel tasarımı, ilkeleri, adalet ve ahlâklı olması sebebiyle faziletli olur. Aksi durumda Müslüman olduğu için iktidarı zaten hak ettiği, o ne yaparsa doğruyu yapacağı vehmine kapılması kaçınılmaz. Bu durum kendine ve dolayısıyla iktidara tapınmayı gerektirir."
Âkif Emre'nin yalnız Türkiye'yi değil dünyayı yorumladığı pencere, İslamcılık penceresi. Günümüzde 'aynı' İslamcılığı kavramış, özümsemiz ve savunmuş insan sayısı ise belki bir elin parmağını geçmiyordur aydınlar arasında. Çünkü günümüzde İslamcılık, Muhafazakârlığa dönüşmüş ve dolayısıyla Amerikan menfaatleri neyi gerektiriyorsa o doğrultuda çalışmayı, üretmeyi, düşünmeyi gerektirecek bir hâl almış durumda. Epey oluyor. Artık her bir köşe yazarı otoriteye dönüşmüş, 'büyük oyun'u göre göre gözleri şaşı olduğundan televizyon ve belediye kapılarında proje kapmaya yönelmiş, sırtına mehter marşını yükleyip "Ortadoğu bizim!" diye haykıran birer sanal komando olmuş durumda. 6 Şubat 2016'da "Türk tipi oryantalist esatir" başlıklı yazısında “Ortadoğu'nun tapusu bizde, retoriğine sığınan muhafazakâr kesim, ne bu tapuyu okuyacak belgelere sahiptir ne de bunları elde edecek çalışma ciddiyetine ve azmine" demişti. Gerçek Hayat'ın internet sitesinde 16 Haziran 2016 tarihinde görünen bir yazı ise "Ortadoğu’nun tapusu bizde" diyordu okuyucuya. Tam da Âkif Emre'nin tarif ettiği aydın(!) tipi ve onun düşüncesi(?) bu. Gelinen son nokta, Müstağrip Aydınlar Yüzyılı'nda şöyle yer buluyor: "Türkiye'de yaşanan dönüşümle hesaplaşmadan modern, ılımlı, küresel kapitalizmle uyumlu bir modeli ihraç etmenin ve bunun sonuçlarını görmenin dayanılmaz hazzını yaşamak... Muhafazakar entelijansiyanın halet-i ruhiyesi bununla açıklanabilir. Buna 'tarihi derinlik' sosu ve 'neo-Osmanlı' perspektifi eklediğinizde entelektüel iştihanız daha da kabaracaktır."
Son dönemin hikâyesini aidiyetin, geleneğin, inancın parça parça departmanlaştığı seküler muhafazakarlık hali olarak tanımlıyor Emre. Bu hikayede kaybedenleri, mazlumları, darda ve zorda kalmışları hatırlamayan, kendinden başkasını yok sayan, olanı biteni sorgulamayan ve en büyük derdi pastadan kendine düşecek pay olan kitle için "bir büyük misyonla efsunlanmak ne dini davranıştır, ne de dini düşünüşle bağdaşır." diyor. Bir takım insanların inançlarından dolayı kendilerini üstün tutmasının, gücü ve iktidarı elinde barındırmayı hak olarak görmesinin neticesinde kibir, öfke ve nefrete bir davranış biçimi hâline geldi ve toplumsal hayatımızın her yanı siyasetin kirli yüzüne (temiz yüzü var mı?) bulandı. Gösteriş ve görgüsüzlük, nasibin ve nimetin karşılığı oluverdi. Başörtülü bir kadının beşyüz bin Türk lirasını aşan tutarlarda ciplere, araçlara binmesi eleştirildiğinde, kıskançlık ve haset söz konusu edildi. Devir rozet ve danışmanlık devri. Statükonun ve servetin dostluğu görenleri şaşkına çeviriyor: "İnsanların kazanıp helalinden harcamaları ile lümpen, saygısız bir şekilde servetini gösteriş vesilesi yapması arasında fark var. En azından toplumsal planda sergilenen sonradan görme zenginlik alametlerinin, değişimden çok yozlaşma işareti olduğu söylenebilir... İnançlarından dolayı taşıdıkları üstünlük duygusu ile güç ve iktidar sahibi olmanın getirdiği kibir görüntüsü toplumsal hayata hemen yansıyor. Üstelik daha önce karşı çıktıkları tüm davranış biçimlerini sergileyerek. İşte bu hal toplumsal değişim değil bir ahlâki çürümedir. Servetin nasıl kazanıldığı kadar nasıl harcandığı da Müslüman için sorgulanması gereken ölçüdür. Gösteriş, başkalarını yok sayan kibir, büyüklük ve de her taraftan taşan görgüsüzlük... Bu göstergeler bile değişim denilen şeyin mutlaka iyi olmadığını, tutuculukla, erdemin, ahlâkın korunma kaygısının farklı olduğunu gösterir."
Âkif Emre, kendi pusulasınca baktı dünyaya. Bu da tehlikeleri, tehditleri, tarzları ve tavırları öngörülebilir hâle getirdi çoğu zaman. Yalnız İslâm dünyasının dertlerini değil, tıpkı İslâm'ın buyur ettiği bütün insanlığın iyiliği ve güzelliği için düşündü, yazdı. Kötülüğe müdahale eden, foyayı meydana çıkaran, çakallığı ve hokkabazlığı affetmeyen tavrı ve yazıları, vefatına dek istikametine en ufak halel getirmedi. Sorularını sorarken günceli sorguladı ama geleceğin de yakasını bırakmadı. Hatta öyle sorular sordu ki bu sorular herkesin endişenmesi ve sabah-akşam düşünmesi gereken sorular oldu, tıpkı "Müslümanlık bu topraklar için ne ifade ediyor? sorusu, tüm bu hengâme içinde 'gelecek nesillere nasıl bir Müslümanlık algısı şekillendiriyoruz?' sorusundan bağımsız değil. Her şey olup bittikten sonra 'kayıp kazanç aritmetiğine hapsedilmiş bir Müslümanlık mı' yoksa 'yarınlara İslâm adına ne söylüyoruz' kaygısı mı Müslümanca sorumluluğumuzun ölçüsü olacak?" gibi.
Vefat sene-i devriyesinde Büyüyenay Yayınları'nın sosyal medya hesaplarından çok kısa bir metin yayınlandı. "Evet tam bir yıl oldu. Ardından dönen fırıldakları ve arabesk ağızları görse ne derdi diye düşünürüm hep. Şunu dediğini duyar gibi olurum: "O Zarf" işte. Allah'tan rahmet diliyorum. Ailesine ve dostlara da sabırlar." yazılmıştı. Metindeki 'O Zarf'ı anlamak için Hece dergisinin Nisan 2014 sayısına bakılmalı. Bulamayanlar, Mustafa Kirenci'nin Mimar ve Mühendis dergisinin 99. sayısındaki (Ocak-Şubat 2018) yazısına bakabilirler, şuradan. Kısaca: 1990'lı yılların başında bir gazete ortamına lüks kâğıda basılı bir davetiye gelir. Her şey o davetiyeden sonra kademe kademe değişiverir. Mesela: "Sarı saman kâğıdından mamul, mürekkep kokan dergilerin gözden ırak bir köşesine ismini yazdırmaktan ürkenler reklam afişlerinde boy göstermeye çabuk alışacaklardı. Matbaadan paket paket dergi taşıyan kalem erbabı, artık reklam ajansı yönetmeye başlamıştı. Son sayıya bir yazı yetiştirmek için âdeta doğum sancısı çeken, çayhane köşelerinde vatan kurtaranlar, deniz manzaralı ofislerde reklam sloganı bulmak için geniş salonları arşınlarken bulacaklardı kendilerini..."
Her şey bittiğinde (siyasal kavgalar, kamplaşmalar ve hatta savaşlar) geriye kalan insanların hayatla olan bağlantılarının ne durumda olacağını merak edecek kadar büyük bir yüreği vardı Âkif Emre'nin. Yazdıkları bu sebeple hâlâ nefes aldırıyor, ilham veriyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder