Batılı paradigma içinde serpilen Siyasal İslam’ın henüz irtifa kaybetmediği, patlamış bir balon gibi sönmediği aksine ziyadesiyle ümit vaat ettiği dönemlerdi. Amerika bir süre önce Sovyetlere karşı desteklediği Afganistan’ı işgal etmişti ve bizim coğrafyada Afgan cihadı miti köpürtülüyordu. ‘Amerikalıların desteğiyle’ Ruslara dünyanın kaç bucak olduğunu gösteren mücahitler şimdi Amerika’ya da haddini bildirecekti. Tam da bu dönemler bizdeki siyasallaşmış İslami kesim sisteme entegre olabilmek için kırk takla atarken, siyasallaşamamış İslami kesim asırlık ezberini tekrar ediyor, hilafetin ve silahlı mücadelenin şartlılığından, düzenin gayriislamiliğinden girip demokratik devletin tağutluğundan, destek verenin kâfirliğinden çıkıyordu. Müslümanlar bir birlik olsaydı neler yapacaklardı neler! Birlik olunması konusunda birlik olan ümmet birliğin bir araya geleceği yer/fikir/hareket konusunda birlik olamıyordu. Hepsi İslam’a diye kendi kliğine, kendi tandansına, kendi mezhebine, kendi meşrebine, kendi görüşüne, kendi dergâhına, kendi tekkesine, kendi hocasına, kendi şeyhine çağırıyordu –ki hâlâ da değişen bir şey yok. Değişen bir şey yok demişken, Said Halim Paşa’nın (1865-1921) Buhranlarımız ve Son Eserleri adlı yüz yıl öncesini anlatan kitabı bölgenin zihniyetinde asırlardır değişen bir şeyin olmadığını çok güzel özetliyor.
Konuya dönersek, ABD Afganistan’ı işgal ettiğinde kanın hızlı aktığı çağlarımdaydım. Sokaktaki vatandaşın derdi yine geçimdi –bu da değişmemiş- fakat özellikle camilerin çay ocağındaki abiler hararetle Amerika’nın Afganistan’ı işgalini konuşuyordu. Kabul edilemez bir zulümdü bu yaşananlar. Daha önemlisi Müslümanların izzeti ayaklar altındaydı, böyle yaşanmazdı. Her birinin ağzından silahlı cihat etmenin yüceliği ve farziyeti dökülüyor, arkasından sigaralar yakılıyor, çaylar tazeleniyordu. Cihat kavramını kategorize ederek uygulamadaki farklılıkları meşrulaştıranlar da yok değildi elbette fakat konumuz onlar değil. Yine o günlerden bir gün sıklıkla gittiğim caminin çay ocağında aynı konu başını almış gidiyordu. Zannedersin önümüzdeki çayların son yudumlarını almadan kalkıp Kabil’e gireceğiz. Yarım ağızla da söylense gidenlerin olduğunu duyuyorduk. Bir süre önce İran’a, Bosna’ya, Çeçenistan’a gidenlerin anlatıldığı hikâyelere yenileri ekleniyor, konuşmalar hak vermeler ve hayıflanmalar arasında gidip geliyordu. Söylemlerdeki çelişkiye dayanamayan birkaç yeni yetme olarak “madem meselenin İslami açıdan karşılığı bu, neden gitmiyoruz” deyivermiştik. Şu an hatırlıyorum da, ilginç bir ruh haliydi. Öyle ki birisi kalkın gidelim dese geri durmayacak kişiler tanıyordum. Serzeniş-soru arası bu söylemimiz “öyle damdan düşer gibi olmaz, filan hoca efendiden izin çıkmadıkça gidemeyiz” şeklinde karşılık bulmuştu. “Tırnağının üzerinde kâinatı temaşa eden şeyh efendiler” “Müslümanların izzetinin ayaklar altına alınışını” orada göremiyorlardı sanırım. Gerçi buna gerek de yoktu, postmodern dönemdeydik ve artık savaşlar televizyondan canlı yayınlanıyordu. Bu laçkalığı anlamam çok uzun sürmemişti fakat meselenin sosyo-kültürel ve psikolojik boyutunu anlamam için biraz daha zaman geçmesi gerekmişti. Teoriyle pratik ve/veya vahiy ile amel arasındaki uçurum inancı sarsar nitelikteydi. Silahlı cihadın kutsallığı üzerine edindiğim onca bilgi, dinlediğim vaaz, okuduğum yazı ve Müslümanların uyumsuz tavrı büyük bir sorun olduğunu gösteriyordu. Bu süreçte cihadın farz olduğunu düşünen ama iş uygulamaya gelince geri duranların ruh halini az çok anlamıştım ama hâlâ eksik olan bir şeyler vardı. Yahya Konuk müstear ismiyle Bülend Tokgöz’ün yazdığı Bosna’dan Afganistan’a Cihadın Mahrem Hikâyesi adlı özeleştiri içeren çalışma havsalamdaki kopuk yanıtların büyük bölümünü birbirine bağlamıştı. Kitap her şeyden önce bölgeye dair sosyolojik bir değerlendirme içeriyordu ve insanın daha doğrusu -özellikle de cihada giden- Müslümanların psikolojileri hakkında önemli açılımlar sunuyordu. Bülend Tokgöz en kısa haliyle gerek yönetim kademesindeki gerekse asker pozisyonundaki mücahitlerin yeterli İslami bilgiye ve savaşacak teknik anlayışa sahip olmadıklarını söylüyordu. Söylediği diğer bir önemli şey ise cihada gelenlerin gelmeden önceki hayatlarında içe kapanık, pasif, başarısız, ötekileştirilmiş, tutunamamış, çoğunlukla psikolojik sorunları olan bunalımlı karakterler oluşuydu. Dolayısıyla cihat bölgesindeki davranışları da bu minvalde oluyordu. Zaten geldikleri yerde umduklarını da bulamıyorlardı. Nasıl ki cihadı zorunluluk olarak gören ama bir şekilde gitmemeyi seçenlerin ruh hâlini görerek anlamıştım, Bülend Tokgöz’ün eseri de cihada gidenlerin (en azından çoğunluğunun) ruh halini anlamama yardımcı olmuştu. Konu hakkında daha detaylı bilgi için İslam’ın Psikanalizi eseriyle Müslümanların bilinçaltını (ve dinamiklerini) göstermeye çalışan Fethi Benslama’nın (1951) kısa bir süre önce yayınlanan Ölüm Siyaseti: Cihatçı "Üst-Müslümanlar" isimli eserine bakılabilir. Benslama, DAEŞ özelinde ele aldığı konuyu psikanalitik açıdan irdeliyor ve “Cihatçı Üst-Müslümanlar”ın sahip olduğu psikolojiye dair tespit ve çıkarımlarını yaptığı klinik çalışmalarla destekliyor. Bu bağlamda köktenci diye tanımlanan örgütlere (daha iyi ve/veya işe yarar bir Müslüman olmak için) katılan kişilerin psikolojik durumlarını analiz eden yazarın söyledikleri çok önemli. Özellikle bu eğilimi gösterenlerin çoğunluğunun belirli bir yaş aralığında olması ve hayata karşı hayal kırıklığına uğramaları ortak noktaları olarak göze çarpıyor. Gitmemeyi seçenlerin sisteme uyumu sağladığından henüz (modern) hayatla olan bağlarını koparmadığı görülüyor. Buradaki pragmatist uyum kısmen ‘başarı’ ya da ötelenen-ütopist bir ‘ümit’ olarak ele alınabilir.
Bu uzun giriş Bedel isimli kitaba dair değerlendirme içindi. April Yayınları tarafından neşredilen Bedel, Elliot Ackerman’a ait bir roman. İki yüz yirmi iki sayfalık eseri Türkçeye Algan Sezgintüredi çevirmiş. Genel çerçevede yazar hayatın bir bedel olduğunu anlatıyor diyebiliriz: Almaya çalışırken ödenen bir bedel… Elliot Ackerman, hikâyenin geçtiği Afganistan’da görev yapmış bir ABD’li. Esere bu açıdan baktığımızda bölgenin sosyolojik, coğrafi ve kültürel durumunu iyi tahlil ettiği görülüyor. Diğer taraftan Afganistan ve savaş denildiğinde akla ilk gelen cihat oluyor fakat kitapta bildiğimiz manada cihat kavramına çok fazla vurgu bulunmuyor. Savaşan kesimlerin kendi bölgelerindeki gücü elinde bulundurmak isteyen örgütümsü yapılar olduğunu görüyoruz. Cihat kavramı yerine ise kültürel yapı ve gelenekler öne çıkarılıyor. Kullanılan yanlı dilden ziyade anlatılanların gerçeklerle büyük oranda örtüşüyor olması asıl rahatsız edici durum. Yazarın romanı propaganda amaçlı yazdığı söylenebilir elbette. Tıpkı Bülend Tokgöz’ün cihat kavramını ve mücahitleri itibarsızlaştırmakla suçlanması gibi. Fakat cihat adı altında yapılanlar ve sonuçları değerlendirildiğinde hiç de iç açıcı bir manzara çıkmıyor ortaya. Bu yüzden esere salt roman olarak bakmak ne kadar sorunluysa katıksız propaganda malzemesi olarak bakmak da o denli sorunlu diye düşünüyorum.
Elliot Ackerman, Afganistan’ın neredeyse tamamında süregiden savaşın lokal bir bölgedeki yansımalarını ele alıyor. Birbirine üstünlük kurmaya çalışan küçük askeri grupların (çete de denilebilir) rutin hayatı nasıl sekteye uğrattığı görülüyor. Bu gruplar yer yer tehdit ettikleri halkı katletmekten çekinmeyecek derecede gözleri dönmüş haldedir. Böylesi bir saldırıda ailesini kaybeden onlu yaşlardaki Aziz ve bir iki yaş büyük abisi Ali köylerinden ayrılmak durumunda kalıyor. Birkaç yıl gâh dilenerek gâh pazarda ayak işleri yaparak idare etmeye çalışıyorlar. Bu süreçte savaşan gruplar arasındaki çatışmalar hız kesmeden devam ediyor. Ali’nin az da olsa büyük olması sorumluluk almasını neden oluyor. Aziz babasının intikamını almaları gerektiğini düşünürken Ali onun okumasının gerektiğini söylüyor ve medreseye gönderiyor. Aziz, kültürlerinde bedel denilen ve şerefle özdeşleşmiş önemli bir uygulama olan intikamı almamalarını anlayamıyor fakat abisine de karşı çıkamıyor. Bir gün pazaryerine yapılan saldırıda Ali ağır şekilde yaralanıyor. Aziz’in hastanede tanıştığı bir asker kendi gruplarına katılması karşılığında abisine iyi bakılacağının garantisini veriyor. Başka çıkar yol bulamayan Aziz bir yandan ayağını kaybeden Ali’nin bakımı bir yandan da hem babası hem de abisi adına bedel almak için paralı askerlik yapmaya başlıyor. Gittiği askeri bölgede kendisi gibi bedel alarak şereflerini kurtarmak için gelen gençlerle karşılaşıyor. Bir yandan abisinin bakımı için para kazanma zorunluluğu bir yandan da geleneğe bağlılığın getirdiği idealist bir ruhla asker olan Aziz kısa sürede savaşın iç yüzüne tanık oluyor. Savaşan insanlardaki bıkkınlığa rağmen çaresizce devam edişlerini görüyor.
Aziz, ailesinin şerefini kurtarmak için intikam almak istediği kişi dışında kimseyle sorunu olmadığını düşünse de şartlar onu fazlasını yapmaya itiyor. Tanık olduğu olaylar bölgedeki savaşın farklı ideallere ve/veya davaya sahip düşmanlar arasında olmadığını gösteriyor. Bağlı olduğu komutanın savaşıyor gözüktüğü kişilere gizlice destek veriyor olmasının nedenini anlaması zaman alıyor. Komutan bölgeyi kontrol altında tutmak için bir düşman meydana getiriyor ve el altından destekliyor. Bu süreçte Amerikalıların savaşan gruplara silah, para ve giyecek-yiyecek desteği sağladığını fark ediyor. Savaş para kazandıran bir iş koluna dönüştürüldüğünden insanların da bunu kanıksadığı görülüyor. Ali’nin şeref meselesi olarak gördüğü savaş kârlı bir sektöre dönüşmüştür. Öyle ki, savaşan tarafların para kazanmak ve yaşamlarını devam ettirmek için savaşın bitmemesi gerektiğine inanmaktadır. Barışın gelmeyeceğini, özellikle askerlerin eliyle mümkün olamayacağını söyleyen bu insanlara göre para kazanmak ve hayatların devam ettirmek için savaş devam etmelidir. Barışı istemek faydasız değil ayrıca ahmaklıktır. Çünkü savaşarak sadece para değil güç de kazanılır. Savaşı bitirecek yegâne şey daha büyük bir savaştır.
Açıkçası romanın alt metni (ya da yazarın amacı) kitabın hemen başındaki alıntıdan belli oluyor. Buhari’den (810-870) “Harp hileden ibarettir.” şeklinde yapılan alıntı, Müslümanların bilinçaltının ortaya koymaya çalışan yazarın (ve temsil ettiği düşüncenin) bilinçaltını gayriihtiyari ortaya koyuyor. Buradan hareketle, İslami bir değer olan cihat kavramıyla kültürel/geleneksel bir değer olan bedel kavramı ilişkilendirilmeye ve/veya birbirinin anlam içeriğine indirgenmeye çalışıldığı açıkça görülüyor. Afganistan’da veya İslam coğrafyasının herhangi bir yerinde Müslümanların düşünce ve davranışlarının temelinde dini bir referans olduğu bilgisi veriliyor veya izlenimi oluşturuluyor. Hile yapmak bu bölgedeki insanların hayat anlayışı şeklinde bir sonuç çıkıyor ortaya. Fakat yukarıda da değindiğim gibi, adil olacaksak eğer, bu algının oluşmasında en az Batılılar kadar Müslümanların da etkisi/payı olduğunu söylemek gerekiyor. Tarih boyunca olduğu gibi bugün de birçok dini değerin Müslümanlar tarafından araçsallaştırılarak çıkar için kullanıldığı açıkça ortada olan bir durum. Eserde de bunu görüyoruz. Ayrıca üzerinde durulabilecek bir başka konu ise Müslümanların hayatında dinin gerçekten nerede durduğu meselesi diyebiliriz. Örneğin romanın kahramanları kolaylıkla yalan söyleyebiliyor, birbirini aldatabiliyor veya rahatlıkla alkol alabiliyor ya da günün önemli bir parçası olan namaz gibi unsurlardan hemen hemen hiç bahsedilmiyor. Bu anlamda yazarı suçlamamak gerekiyor zira coğrafyaya baktığımızda çizilen resmin gerçeklik payının son derece fazla olduğu görüyoruz. Kısacası din Müslümanların hayatında kültürel bir aidiyetten başka anlam taşımıyor. Zaten benzer metinlerde İslami öğelerin egzotik bir aksesuar olarak yer verildiğine tanık oluyoruz. Yerel kültürün, kıyafetlerin ve coğrafi özelliklerin insanlar üzerindeki yansımaları oryantalist bir bakışla sunuluyor.
Romanda dikkat çekilebilecek önemli bir detay Amerika’nın üstlendiği rol diyebiliriz. Maddi imkânlarını kullanan ABD aynı coğrafyanın insanlarını birbiriyle savaştırarak bölgede üstünlük kurarak siyasi ve ekonomik kazanımlarını devam ettiriyor. Bu yıkıcı rol başta ABD olmak üzere Batı’nın kurumsallaşmış ve artık değişmeyen yapısal özelliğinden kaynaklanıyor. Üstelik Batı, sebep olduğu yıkımı kendisine kurtarıcı misyonu vererek yapıyor. Ele geçirdiği epistemolojik üstünlüğü ontolojik üstünlüğe dönüştürebiliyor. Daha önemli olan diğer bir detay ise bölge insanının ortaya koyduğu pragmatist ve saldırgan hatta vahşi tavır. Aynı değerlere sahip bölge insanı üstünlüğü ele geçirmek için birbiriyle savaşıyor. İnsan öldürmenin bu kadar ucuzlaştığı bir yerde işlenen tüm cürümlerin dava adı altında kutsanarak yapılıyor olmasının akla ve vicdana uyar hiçbir açıklaması olamaz. Bu coğrafya hiçbir ilkeye dayanmayan bu sorunlu anlayış yüzünden Batı’nın uygulamalarına maruz kalıyor. Fakat asıl mesele şu ki, Batı bu coğrafyadan el-eteğini çekse bile içimizdeki ilkesizliği ilke edinmiş iktidar sevdalılarının onlardan aşağı kalmayacak olması gerçeğiyle birlikte yaşıyoruz. Bu acı gerçek inanç ya da ideoloji meselesinden öte bir kültür ve zihniyet sorunu olarak içimizde duruyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder