"Bu dünya öyle bir yer ki… Sizi barıştıran her kimse, savaştıran da odur! (…) Ve sizi her kim doyuruyorsa, bilin ki aç bırakan da odur!"
Zamir, sekiz yıl aradan sonra Hakan Günday’ın okuyucusuyla buluştuğu, Doğan Kitap’tan yayınlanan son romanı. Günday, bu süre içinde çeşitli senaryolar aracılığı ile ekranlarda yer almış olsa da uzunca bir zaman ara verdiği yazın dünyasında kendini özleten isimlerden.
Anlatı, en yalın haliyle hayata gözlerini doğuda bir sınır köyünde açan, açtığı gibi de kendini bir mülteci kampında bulan Zamir’in hikâyesini konu ediniyor. Zamir ismi bu metin için oldukça anlamlı; bu nedenle öncelikle kitaptan bir alıntı ile mülteci kampında bulunan, sahipsiz ve gelir gelmez bir patlayıcı ile yüzünü, gülüşünü, ağlamasını kaybeden bir bebeğe neden bu ismin verildiğini hatırlatmak istiyorum: “Bu bebek kimseye bir şey yapmadı. Bu bebek bir masum. Daha doğalı kaç gün oldu? Ama bakın, insanlar ona ne yaptı? Neden korkuyorum, biliyor musunuz? Bir gün büyür de insanlardan intikam almak ister diye korkuyorum. İçinde nefretle büyür diye korkuyorum. İşte bu bebeğin hayattaki en büyük mücadelesi bu olacak! Bu bebek daima vicdanı temiz kalsın diye savaşacak! Daima gerçek niyetiyle sınanacak! Ve şimdi biz ona öyle bir ad koyalım ki bu mücadelesini hiç unutmasın. Öyle bir ad olsun ki bu çocuk, sahip olduğu en kıymetli şeyin vicdanı olduğunu bilsin. Her şeyin bir niyet meselesi olduğunu anlasın! Niyeti daima iyi olsun! Adı her söylendiğinde bu çocuk doğru yoldan ayrılmaması gerektiğini hatırlasın. Bu öyle bir ad olsun ki...” O bebeğin adı Arapça’da “vicdan ve iyi niyet”, Rusça’da “barış için” anlamına gelen Türkçe’deyse “cümlede varlıkların adları yerine kullanılabilen kelime” olan Zamir oldu.” Ve Zamir romanı, bu isimle beraber, ekseriyetle barış ve vicdan kavramlarını merkeze alarak sadece onu, bunu değil; hepimizi anlatır, hepimizi eleştirir oldu.
Zamir, yaşadığı travmatik olayla beraber on yedi yaşına kadar All for All vakfının gözetiminde büyüyen, vakıf için olmayan yüzü aracılığıyla insanların vicdanına oynayarak bağış toplayan, sonrasında yaşadığı hayattan bunalıp vakıfla bağlarını kesen, uzunca bir süre tek başına ve ümitsiz bir halde yaşayan, ardından yaşadığı tüm acı olayları bir yakıta dönüştürüp heyecan içinde dünyada barışı sağlayacağının hayali ile Birinci Dünya Barışı Vakfı’nda çalışan bir sunucu. Zamir karakterinin barış sağlayan rolü aracılığıyla anlatıcı dünyanın dört bir yanındaki savaşlara, şiddete, kavgalara göndermelerde bulunuyor. Bu göndermelerin tamamı ya günümüzdeki olaylarla ya da tarihsel süreçte yaşanmış birtakım utanç kaynaklarıyla ilişkili halde okunabiliyor elbette. Anlatıcı, dünyanın sadece karanlık görünen tarafının değil, aydınlık, umutlu görünen yanının da karanlıktan beslendiğini barış sunucuları aracılığıyla çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Yine mülteciler konusunun işlendiği Daha isimli kitabının ardından bir gazete haberine denk gelen Günday, daha kötüsünü yazamayacağını, insanın aklına hayaline gelmeyeceğini zannettiği kötülüklerin dünyada zaten yaşandığını ifade ediyor. Bu eksende roman içinde okuyucunun sık sık bir soru ile karşı karşıya kalmasını amaçlıyor gibi: “Savaş için her şey mubahsa barış için de her şey mubah mı?” Bu sorular git gide çeşitleniyor anlatı boyunca: “Bir kişinin ölmesi mi binlerin ölmesi mi? İnsan barışı sağlamak için kötülükte nereye kadar gidebilir?” gibi.
Yaşadığımız zamanda, teknoloji hiç olmadığı kadar ilerlemişken gördüğümüz her türlü şiddet olayı (savaşlar, kadına şiddet, çocuklara şiddet vb) sadece bir tık uzağımızda kalıyor. Haliyle, dokunamadığımız, birlikte aynı kareyi paylaşamadığımız bu insanların haberi bir süre içimizi acıtsa da uzun vadede sadece bir haber olmanın ötesinde bir anlam taşıyamayabiliyor. Zaman öyle hızlı akıyor ki anda kalıp gerçek bir sorgulama, eleştiri, düşünme içine girmek mümkün olmuyor. Kitapta bu akış hızının hissiyatı Zamir’in bir uçaktan inip bir uçağa bindiği yoğun program aracılığıyla da okuyucuya geçiriliyor. Bu yoğunluğun gösterdiği başka bir şey de dünyanın dört bir yanında aynı anda kaos yaşandığı gerçeği. Belki eskiden olduğu gibi topla tüfekle değil ama politikayla, muktedir olanla ve hatta iyi görünen sivil toplum kuruluşlarıyla.
Kitapta Zamir kendine verilen isim ile beraber, hayatına dair iki önemli soruyu kendine sürekli hatırlatarak devam ediyor yürümeye. Bir patlamadan yüzünü kaybederek kurtulan, bu kurtuluş serüveninde de tam üç defa ölüp yeniden hayata dönen biri olarak “Neden o kampta ölmedim? Neden hayatta kaldım?” diye bir sorgulamanın peşine düşüyor mütemadiyen. Teknik anlamda, okuyucular olarak biz de Zamir’in bir dönüm noktası yaşayacağını hissediyoruz en başından itibaren ama Zamir, kendi ağzıyla şöyle cevap veriyor bu sorulara: “Oysa yakında büyülü bir an gelecek ve ben bambaşka bir insan olacaktım. Varlığım sonunda bir anlam kazanacaktı. Doğduktan 40 yıl sonra ilk kez gerçekten de yaşadığımı hissedecektim. Hepsinden önemlisi, sonunda o iki soru yanıtını bulacaktı.(…) Çünkü ben dünyayı değiştirecektim.” Gerçekten de yapıyor Zamir bu dediğini. Kitabın bu noktasında panteist bir yaklaşımla insanın tanrı oluşuna gönderme yapıyor, eğer herkes tanrı olabilecek kadar kıymetli ise insanın insanı öldürdüğü bir dünyanın mümkün olmadığını vurguluyor. Tasavvufta, şamanizmde, budizmde ve dahi birçok inanç sisteminde bu anlayış halihazırda zaten var; ancak Zamir bu anlayışı eyleme de geçirerek bir fark ortaya koyuyor. (Romanı henüz okumamış olanlar nedeniyle sahnenin ayrıntılarına daha fazla giremiyorum.)
Hakan Günday, önceki kitaplarında da olduğu gibi karanlık, distopik bir dünya yaratıyor okuyucusuna. Daha doğrusu, var olan distopik bir dünyayı geleceğe atfetmeden, zaten asırlardır yaşandığını vurgulayarak anlatıyor satırlarında. Gelecekle ilgili kötücül senaryoları düşünmenin ve üretmenin bir hayal ürünü olduğundan, o kötü diye adlandırdığımız her şeyin bugün de yaşanıyor olduğundan ve bizlerin de bu senaryoların sadece izleyicisi olduğumuzdan dem vuruyor. “Ve o hikâyelerin gelecekte geçtiğini iddia etmek, bugün herkesin herkese saldırdığı ya da baskı uyguladığı ülkelerde yaşayan insanlara yapılabilecek en büyük hakaretti! Dolayısıyla distopya, ancak geçmişi anlatan bir hikâye olabilirdi. Ne de olsa geleceğe dair kurulabilecek tek bir hayal vardı. Çünkü dünyanın distopik tarihinde henüz görülmemiş tek şey oydu: Ütopya!” Bazı kitaplar içindeki tek bir cümle ile tüm anlatıyı özetler nitelikte olabiliyor. Hatta bazı kitapları içindeki o tek cümle için bile okuyabileceğini düşünüyor insan. Epigrafta paylaştığım “Bu dünya öyle bir yer ki… Sizi barıştıran her kimse, savaştıran da odur! (…) Ve sizi her kim doyuruyorsa, bilin ki aç bırakan da odur!” cümlesi benim için tam da bu minvalde. Özetlemek gerekirse dünyanın sadece distopik yarınlarda değil, bugün de korkunç bir yer olduğunu ancak ümidin yine insanda zuhur edeceğini, insanın en kötüyü de en iyiyi de içinde sakladığını, güncel ve tarihsel zengin göndermelerle anlatan, son derece akıcı bir kitap Zamir.
Şimdi geriye tek bir soru kalıyor: Zamir, hangimiz? Zamir, gerçekten de kim?
Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder