Adına “natüralizm” dedikleri bir akım çıkarmışlar zamanında. Biz, günlük hayatta gördüklerimizi kendi süzgecimizden geçirsek de, onu var olan doğasından çıkarmadan edebi ürünler yaratacağız demişler. Bu akım da türlerden romanı etkilemiş. Çağımızın edebi ortamında bu işler pek gündemde olmasa da, hala natürel yazanlar var diye düşünüyorum ben. Nermin Yıldırım’ın da bu natüralist meslekte eser veren bir yazar olduğunu söyleyebileceğim kanısındayım. Çünkü o, hayatta görüp kendi zihninde filtrelediği her kareyi, çirkinse çirkin, güzelse güzel, ama en tabii haliyle yazıyor. İnsanın şahsi dünyasının en açığa çıkmayan kısımlarını, bazen toplumun gözlerini kapattığı en acı ve tiksinti verici yaşam sahnelerini, gümbür gümbür denecek bir doğallıkla sunuyor okurlarına. Unutma Beni Apartmanı, Nermin Yıldırım’dan okuduğum dördüncü roman. Ve gerek Rüyalar Anlatılmaz’da, gerek Ev’de, gerek Dokunmadan’da bu tabii havayı çok net şekilde soluduğumu hissettim. Bu durum Unutma Beni Apartmanı için de geçerli.
Unutma Beni Apartmanı, Nermin Yıldırım’ın ilk romanı. Okuyan toplum içerisinde şöyle bir algı vardır, ilkler, yazarların oturmamış, bir şeylerin eksik olduğu ürünleridir diye. Ancak Unutma Beni Apartmanı’nı okurken böyle bir şey hissetmiyor okur. Bununla birlikte, sanki yazarın tüm romanları tek bir romanmış da, Unutma Beni Apartmanı da o serinin ilk tuğlasıymış gibi. Ev, Rüyalar Anlatılmaz, Dokunmadan ve Unutma Beni Apartmanı dışındaki romanlarını henüz okumamış olsam da, bu dört romanı okuduktan sonra yazarın eserleriyle ilgili böyle bir kanıya vardığımı söyleyebilirim. Sanki Nermin Yıldırım’ın romanları, her yerinde bir başka hayat hikayesi olan bir toplumun içinde içsel bir yolculuğun sıralı hikayesi gibi. Bu fikrimi, romanlarının her birinin kapağındaki “ip” imgesiyle de destekleyebileceğimi sanıyorum.
Romanın ana konusunu, babaannesinin yanında, anne ve babasından ayrı büyümüş, aile sıcaklığını, aidiyeti, sahip olmanın ne olduğunu bilmediği için kayıplarının farkına bile varmaktan yoksun, içindeki derin boşluğu tanımlayamayan ve dolduramayan başkarakter Süreyya’nın içsel yolculuğu, içindeki düğümleri çözme çabası oluşturuyor. Okurun romandan alacağı mesajlar, gerek kurgu dahilinde, gerek kişisel çıkarımlar olsun, oldukça fazla. Ancak ben bunlardan özellikle birinin üzerinde durmak istiyorum. Yukarıda ana babasından ayrı büyüdüğünü söylemiştim Süreyya’nın. Babasının vefat ettiğine inandırılmış, daha kundakta bir bebekken annesi tarafından babaannesine bırakılmış, terk edilmiş olan Süreyya, yıllar sonra kendi çocuğunu da kundakta iken terk ediyor. Bu yaptığının doğru olmadığını içten içe seziyor belki, ama Süreyya kendi hayatında, kendi çocukluğunda bunu görmüş olduğu için, başka türlüsü gelmiyor elinden. Ne fazla, ne eksik. Ailesinden gördüğünün aynısı. Çocukluk, çocuklukta maruz kalınan olay ve tavırlar, sevgi ya da sevgisizlik, bağra basılmış olmak ya da terk edilmek, değerli olmak ya da değersizlik, ait olabilmek ya da olamamak, insan hayatının tamamını, çok ciddi şekilde etkiliyor. Hata üstüne hata yapıyor insan. Yanlış değil, hata. Çünkü bile bile yapılan yanlışa yanlış denir. Böyle insanlar bilmeden yapıyorlar yaptıkları her şeyi, fazlasını görmedikleri için, ellerinden başka türlüsü gelmediği için. Tıpkı Süreyya gibi.
“… Sagrada Familia’nın altında Marcel’le karşılaşmadan evvel kim olduğunu, ne yaptığını şimdi hiç hatırlamayan bendim. Kendisinden eser kalmayan bendim. İçinde sonsuz bir boşlukla hiç sevmemiş ve sevilmemiş bir hayalet gibi gezen bendim. Ada’ya baktım. Pırıl pırıl uyuyordu. Ona bakamayacağımı biliyordum. İhtiyacı olanları veremeyeceğimi,onu ve kimseyi çok sevemeyeceğimi biliyordum. Ne çocuk ne de anne olmayı biliyordum ben. Annemden aldığımı kızıma miras bırakacaktım. Daha fazlası elimden gelse, kuşkusuz yapardım.”
Unutma Beni Apartmanı, adını Cihangir’de, Kumrulu Yokuşu’ndaki apartmandan alıyor. Romandaki olaylar bu apartmanda geçmese de, apartmanın adının “Unutma Beni” oluşu bile romanın konusuyla epey bağlantılı, insan, olmamış saydığı, unutmaya çalıştığı hiçbir şeyi unutmuyor hiçbir zaman. Ardında bırakıp gittiklerine bile sessiz bir seslenişle “Unutma beni” diyor. Tıpkı Süreyya’nın kızı Ada’yı bırakıp giderken yaptığı gibi.
Unutma Beni Apartmanı’nda Nermin Yıldırım, hepimizin bildiği, şahit olduğu, ama belki farkına varamadığı, idrak edemediği gerçekleri, apaçık sunmuş okuruna. Çocukluğun, geçmişin, insanı bugüne taşıyan mefhumlarla dolu olduğunu, insanı inşa eden, yapan ya da yıkan, iyileştiren ya da yıpratan etkenlerle dolu olduğunu anlatmış Unutma Beni Apartmanı’nda. Üstelik buna öyle sürükleyici bir üslup giydirmiş ki, yarısından fazlasını metrobüste okuduğum bu roman yüzünden iki kere durağımı kaçırdım. Unutma Beni Apartmanı’nı da, Nermin Yıldırım’ın diğer romanları gibi şiddetle tavsiye ediyorum. Kitabı okuyacak olan herkese keyifli okumalar dilerim.
Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder