Ne zaman bir Cioran kitabı okusam aklıma hemen bir soru takılıyor: Cioran okumayı niye bu kadar seviyorum, daha doğrusu Cioran’ın yazdıklarına ve kendisine niye bir değer atfediyorum? Bunun cevabını da biliyorum aslında. Çünkü Cioran kendi içinde yaşadığı bütün çelişkilere ve tutarsızlıklara rağmen samimi bir yazar ve salt karamsarlıktan ziyade mizahtan da beslenebiliyor. Bu durum modern çağ filozoflarından gördüklerimin aksine benim en çok hoşuma giden durum. Herhangi bir yere bağlı olmadan fikirlerini ortaya saçan, bazen intihar düşüncesine kadar ilerleyip bazen mizahın gülümseten yüzünü bize gösteren Cioran bence son dönem filozofların en samimisi. Ayrıca Cioran okumayı sevmemin başka bir yönü daha var. Elime ne zaman bir Cioran kitabı alsam aklıma Franz Kafka’nın o ünlü sözü geliyor: İnsanı ısıran ve sokan kitaplar okumalıyız. Okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar. Cioran bu sözü farklı bir şekilde söylüyor: Zihnin ıstıraplarına hizmet etmeyen kelimeler kitlelerin midesini doldurmaya yeter sadece. Kafka’nın sözüne ek olarak Cioran da kitaplar hakkında böyle düşünüyor ve onun bütün kitapları da bu cümlesi doğrultusunda okunuyor zaten.
Doğru bildiğimiz/sandığımız, daha doğrusu bir değer atfettiğimiz şeylere baltasını acımasızca indiriyor Cioran. Tabiî inançsızlığının(?) getirdiği duyguyla bazen hoşumuza gitmeyen şeyler söylese de zaman zaman öyle şeyler söylüyor ki, bu adam mı hiçbir değere inanmayan ve her şeye savaş açan kişi, diyebiliyor okur. Her halükarda Cioran okuru diri tutuyor. Felsefe kitaplarının zaman zaman düştüğü miskinlik tuzağına düşmüyor onun kitapları. Hep sert hep kavgacı. Özellikle kırk-kırk beş yaşına kadar yazdıkları. Çünkü bu yaşa kadar yazdıklarında Cioran’ın Paris’te girmek istediği muhitçe kabul edilmeme durumu da hissediliyor. Küçük bir çatı katından önce Paris’e sonra da dünyaya savurduğu aforizmalarla –kendini filozof olarak görmese de- birçok kişiye ve bana göre de yirminci yüz yılın en önemli ve yalnız filozoflarının arasına giriyor. Fark ediliyor ki ülkemizde de Cioran okurları günden güne artıyor. Bu bir yandan iyiyken diğer yandan bu karamsarlığın alıcısının çoğalması belki de sosyolojik çalışmalar yapanlar için iyi bir konu olabilir. Yeni bir Cioran kitabı yayımlandı Türkçede. Cioran’ın muhtemelen otuzlu yaşlarının başında yazdığı düşünülen kitap 1944’e tarihleniyor. Net bir tarih yok yani. Hatta kitabın ismi bile yok aslında. Kitabın adını Fransız yayıncılar Cioran’ın el yazmalarındaki ilk aforizmadan alarak koyuyorlar: Hiçliğe Açılan Pencere. Baştan sona aforizmalardan oluşan kitabın son 9-10 sayfası Cioran’ın 1948 yılında bir dergide yayımladığı fragmanlardan oluşuyor. 172 sayfayı içeriyor kitap ki bu sayı Cioran kitapları için fazla bir miktar. Fakat Işık Ergüden’in çevirisi okumayı kolaylaştırıyor. Yine de şuna değinmek istiyorum, Hiçliğe Açılan Pencere yazarın zor okunan kitaplarından biri. Aforizma/fragman olması okuru yanıltmasın. Hatta şimdiye kadar dilimize çevrilen kitaplarından en zor üç dört kitabından biri diyebilirim anlaşılma açısından.
Cioran hayatının ergenlik ve ilk gençlik diyebileceğimiz dönemlerinde uykusuzluk rahatsızlığından çok çekmiş biridir. Onun geceler boyu uyumadan sokaklarda gezdiğini biliyoruz verdiği söyleşilerden. Tabiî ki bu durum yazılarına da yansımıştır ve çoğu zaman uykusuzluğun ona yaptıklarını/yaşattıklarını kâğıda dökmüştür. Özellikle ilk dönem kitaplarında bunu daha sık görüyoruz. Ben Cioran için bu kitabı da ilk dönem kitaplarında dâhil etmek istiyorum. Çünkü onun ‘vecd’ ve uykusuzluk dönemlerindeki kendisiyle hesaplaşmasını bu kitapta da bol bol görüyoruz. Bu hesaplaşmaya bence Tanrı’yı arama ve onunla hesaplaşma isteği de giriyor. Kendini inançsız olarak tanıtsa da bir kuyunun dibinden seslenir gibi sesleniyor Tanrı’ya: “Tanrım! Sen bana hiçbir şey vermedin. Kendime bile ait değilim ben. … Her şeyin –en başta da Sen’in- tamamen düşüş halindeki zihnin saçma sapan lafları olması mümkün müdür? Senin –özlemlerimin kâh üstünde, kâh altında kalan- nesnelerine dokunamam, iç sıkıntısıyla ilgisizlik arasında, cehaletim ve lanetim içinde dönüp duruyorum. … Senin mirasından en ufak bereket bulamayan ben senin mülkünün kalıntılarını Hiçlikten dileniyorum.”
Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu kitabında “şeffaflık toplumunun ne enformasyonda ne de görüş alanında boşluğa tahammülü vardır. Ama gerek düşünce gerekse ilham boşluğa ihtiyaç duyar” der. Cioran’ın “boşluk” kavramını irdelemesini zaten her kitabında görüyoruz ama bu kitabında hatırı sayılır bir yer vermiş bu kavrama. Chul Han’ın söylediği farklı bir bağlamda ele alınabilir ama Cioran’ın boşluğu da onu dış dünyadan koparan ve onun düşüncesini bileyen bir şeye dönüşüyor. Toplumsal hastalıktan kurtulup kendi kendine oluşturduğu boşluk sayesinde hem ilhama hem düşünceye varmaya çalışıyor yazar.
İsmet Özel şiirinde “Benim elbet bir bildiğim var: hayat saçma sapandır” der. Bu noktayı Cioran “hayat sonsuzluğun –anbean yaşanan- krizidir, hiçbir yasanın önleyemediği bir saçmalık patlamasıdır” şeklinde yorumlar kendine göre. Şair ve filozofun buluşup birbirine temas ettiği noktadır burası. Bu iki “cins” kafanın belki de az yerde buluştuğu noktadır dünyanın saçmalığı. Hatta her cins kafanın belki de. Bu iki adamı niye bu kadar sevdiğimi Cioran’ın bu kitabıyla daha iyi fark ettim.
Zaman ve müzik kavramlarının Cioran’ın vazgeçemediği iki kavram olduğunu onu daha önce okuyanlar fark etmiştir. Tabiî ki Tanpınar’da olduğu gibi “zaman ve musikî” gibi algılanmasın ama temel bakışlarda bir benzerlik söz konusu olabilir yine de. Fakat farklı pencerelerden. Müziğin gücü ve zamanın verdiği ıstırap Cioran’ın hayatının her bölümünü her anını etkilemiştir, olumlu veya olumsuz. Bu kavramları daha yoğun kullandığı kitapları olsa da Hiçliğe Açılan Pencere’de de hatırı sayılır şekilde irdeliyor bunları. Cioran’ın en güzel pasajlarının bazılarının zaman konusunda söyledikleri olduğunu da düşünüyorum. Zaman’a normal bir insandan ziyade derinine nüfuz etmeye çalışarak bakmaya çalışıyor. Bu da ona acı veriyor.
İnsan her zaman sıkı kitaplar okuyamıyor. En azından bu benim için böyle. Oturup saatlerce okunabilecek bir yazar değil Cioran, yazdıklarının yoğunluğundan dolayı. Ancak kitaplarının her an elimin altında oluşu (okunmuş veya okunmamış) bir okur olarak bana, bunaldığım zamanlarda gidip dertleşebileceğim bir büyüğümün olduğu hissini veriyor. Ne garip değil mi bunu Cioran hakkında söylemem. Bunu mizahının gücü sayesinde olduğunu düşünüyorum. Evet, Cioran karamsar bir yazar ancak örneğin bir Sylvia Plath siyahlığında değil. Onu bu siyahlıktan ara ara parlayan mizah ışıkları kurtarıyor.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13