25 Nisan 2021 Pazar

İnsan zamana düştükten sonra

“Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan diriltilip çıkarılacaksınız."
- A’râf Suresi, 25. Ayet

“Hayat karşısında yorgunum artık
Ve zindeyim ölümün mihrabında.”
- Ahmet Erhan, Milattan Önceki Şiirler

Cioran’ın ilk okuduğum kitabı Çürümenin Kitabı’ydı, daha sonra dilimize çevrilen hemen her kitabını okudum sanıyorum. Zamana Düşüş’ü okuyana kadar da en beğendiğim, okurken bir şeylerin beynimi zorladığını hissettiğim ve farklı bir filozofla (o kendini filozof olarak görmese de) karşı karşıya olduğumu düşündüğüm kitabı Çürümenin Kitabı oldu. Ancak Zamana Düşüş, kendi içinde barındırdığı konu bütünlüğüyle ve bölümlerin sadece deneme türünden ibaret olmamasıyla, yani felsefî açıdan da sağlam işlenmesiyle benim açımdan Çürümenin Kitabı’nın bir adım önüne geçti diyebilirim.

Cioran, bu kitabında elbette adından da görebildiğimiz gibi zaman konusunu işliyor ancak yazarın temel malzemesi insan, insanlık bazen de ‘uygarlık’. Bu insanı ve insanlığı ta en başından ele almayı seçiyor yazar: Hayat Ağacı bölümünde de (aynı zamanda kitabın ilk denemesi) gördüğümüz gibi insanın Cennet’ten kovulması, ya da zorla kendini kovdurmasından itibaren yani.

Bilme isteği, arzu, kibir, zafer arzusu ve bunun dehşeti gibi konular kitapta işlenen ve insanın özellikleri olarak gösterilen en temel kavramlar. Cioran okurları bu kavramlara, yazarın bunları insanın temel özellikleri gibi görmesine zaten alışık olmalılar. Ancak bunları birleştirdiği nokta insanın zamana düşmesi. Zamana girmesi değil, düşmesi. Ona göre bir kibre kapıldı insan, Tanrı’ya baş kaldırdı, bilme isteğini engelleyemedi ve zamana, yani dünyaya düştü. Burada bir doğru çizmiş yazar: Bilme isteği, kovuluş, Tanrı’dan kopma, O’na bağlı olma gereğinin ortadan kalkması, İnsan’ın kibirli yüzü. Tanrı’ya olan bağlılığın sonunun nasıl geldiğinin gözlemi ve insanın içindeki kötülüğü çok iyi sistematikleştirmiş: “Ne kadar ‘olursak’, o kadar ‘isteriz’. Bizi fiiliyata iten, içimizdeki varlık-olmayandır.” İşin ilginç yanı, Cioran’ı kitabın özellikle ilk denemelerinde bazen bir nihilist bazen de bir sufi gibi görüyoruz. Nihilist’lik tamam ama bir sufi gibi davranması, onu tanımayanlara ilk başlarda garip gelebilir.

Birbirinden bağımsız gibi dursa da hemen her bölüm birbiriyle bir yerinden buluşuyor. Buna kitapla ilgisi en az gibi görünen Kuşkucu ile Barbar bölümü de dâhil. Anlaşılma ve üslûp açısından kitabın en zor bölümlerinden olan bu bölüm biraz ‘kuşkucuya ve kuşkuculuğa övgü’ tadında olmuş. Fakat ters köşe yapıp kuşkuculuğa yüklenmediği yerler de yok değil (kendisinin de bir kuşkucu olduğunu unutmamak lazım). Yalnız bu bölümü kitabın diğer bölümleriyle tutturduğu nokta ‘kuşkucunun kesinliklerle derdi’nin olması. Kesinlik, eylemlilik, fiiliyat, arzu duymak, istemek Cioran’a göre insanın doğal olmayan halleridir. Şimdi hatırlayamadığım bir başka kitabında dediği gibi, “istediğimiz an Şeytan’ın tahakkümü altına gireriz.” Bu minvalde baktığı için köşeli fikirlere de hep mesafeli duruyor ve keskin fikirlerin insanı insanlıktan çıkardığına karar veriyor. Cennetten dünyaya, yani zamana düşmesi bile bu tür bir zaaftan: Bilme isteğinden. Çünkü bilme isteği bir kesinliği ve içinde kibri ihtiva eder ona göre.

Cioran’ın elinde mermileri kelimelerden oluşan bir tüfek var ve ateş ediyor insana, insanlığa, uygarlığa. Uygarlaşmışın Portresi kitabın en ilgi çekici ve en sert bölümlerinden ilki belki de. Bahsettiği uygarlığın bir tarafı, açıkça yazmasa da kapitalist hayat sistemini temsil ediyor. Bütün insanlığı sisteme dâhil etmeye çalışan, amazonların balta girmemiş ormanlarından Afrika’nın çöllerine kadar girilmedik yer bırakmayan kapitalizmi insan, Cioran’ın o her zaman savunduğu şeyle yenmelidir: Eylemsizlik. Cioran’ın dervişane üslûbunu en çok bu bölümde görüyoruz diyebilirim. Birtakım psikolojik tahlillere de giriyor tezini açıklarken. İnsanın süflilik boyutuna inerken hangi adımlardan geçtiğine, ‘uygardan daha uygar olma arzusu’na işaret ediyor. Metnin başında incelemesini temel aldığı insanlıktan insan tekine geçmesini, kendi içine dönmeye çalışmasına bağlıyorum. Sonuçta kapitalist sistem, kitleleri avucuna alsa da son tahlilde ‘kandırdığı’ insan teki. Çünkü arzu, isteme güdüsü bireysel bir histir ve Cioran’ın değindiği ilk nokta da buraya değiyor. Eylemsizlik, sükûnet, istememe hâli ile sisteme tekil olarak direnerek uygarlığı saf dışı bırakabiliriz yazara göre. Peki, bu 2021 dünyasında ne kadar mümkün? Bu bölümde anlatılan şeylerin çoğunu, sistem eleştirisi yapan birçok yazarda görebiliriz ancak Cioran’ı farklı kılan onun sivri, kendine has üslûbu. Bu üslûpla uygarlığın röntgenini çekmiş yazar. Birçok şeyde de haklı gerekçelerle:

Her ihtiyaç, bizi hayatın yüzeyine yönelterek derinliklerinden kaçırır; değeri olmayana, olamayacak olana değer atfeder. Bütün tertibatıyla uygarlık, bizim gerçekdışına ve yararsıza meylimiz üzerine kuruludur. İhtiyaçlarımızı azaltmaya, sadece elzem olanı karşılamaya razı olsak, hemen o anda çökerdi. Bu yüzden, sürmek için, bize daima yeni ihtiyaçlar yaratmaya, bunları aralıksız çoğaltmaya zorlar kendini; zira acıya ve kıvanca ilgisizlik uygulamasının umumileşmesi, bir topyekûn yok etme savaşından çok daha vahim sonuçlara yol açabilir onun için.

…hangimiz, metropollere taşındıktan sonra, orada sükûnetini muhafaza edecek karakteri gösterebilir?

Saatlere bağımlı varlık, insani bir varlık mıdır hâlâ?

İnsanın zafer kazanma arzusunu, kibrini hem dünya sistemi açısından hem de insanın bireysel özellikleri bakımından sağlam bir şekilde ele almış yazar. Buna ilginç kavramları da katıyor. Örneğin hastalığı. Ona göre sadece ‘deliler normaldir’: “Deliler hariç tutulursa, övülmeye ya da kınanmaya kayıtsız kalan hiç kimse yoktur.” Ve ‘mutlak normallik saplantısı’ndan insanın nasıl kurtulacağını sorgular. Durum yine, yığınların normal olarak hayatlarını devam ettirmelerini sorgulamaya gelir ve gerçekten ufuk açıcı fikirlerini sıralar ardı ardına. Tabiî bunu sorgularken biraz da Hıristiyan keşişlerin çile ritüellerine bir selam çakmadığını fark etmemek olmaz. Her ne kadar birçok yerde dinleri ve özellikle Hıristiyanlığı topa tutsa da.

Kitabın nerdeyse her cümlesine uzun uzun bir şeyler söylenebilir. Biraz dağınık anlattığımın farkındayım. Birçok şey söylemek istemenin getirdiği bir dağınıklık bu ancak en azından Cioran’ın neyi işlediğini anlatabildiğimi sanıyorum. Bu kitap zor bir kitap. Yazarın aforizma tarzında yazdığı kitaplara göre çok daha zor fakat ben Cioran’ın en iyi kitaplarının da aforizma tarzı yazdıkları değil bu tür daha uzun bölümler halinde yazdıkları olduğunu düşünüyorum. Son bölüm olan Zamandan Düşmek bölümü aforizma tarzını anımsatsa da.

Ona göre önce zamana düştük, orada tutunamadık ve bir de zamandan düştük. İşte orası tarih bile değil. Dip nokta. Cioran da bu dip noktadan mı seslenmiş bize, yoksa en azından zamandan mı seslenmiş. Bu durum zaman zaman muğlâklaşsa da okur bunu ayırt edecektir. Keskin ve orijinal bir zekânın en önemli kitabını okuyarak tabiî ki.

Kısa bir paragraf da çeviri için: Hakkını vermek lâzım, Haldun Bayrı inanılmaz çeviriler yapıyor Cioran’dan. Bu kitabı ve yazarın diğer kitaplarını bu kadar temiz çevirebilmek ancak işinde çok iyi olmakla gerçekleştirilebilecek bir şey. Diğer mütercimlere bir şey demiyorum fakat Bayrı’nın çevirileri kendini olumlu anlamda fark ettiriyor.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder