2018’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Olga Tokarczuk, Peter Handke’e etik körlük neticesinde verilen ödülün ve akademideki taciz söylemlerinin gölgesinde kaldı. Nobel’e ve akademiye karşı itirazlar yükselirken güvensizlik; bir ipliğin inceldikçe incelen gövdesine büyük ve keskin bir ağırlık gibi oturdu.
Akademide bu hususlara dair tartışmalar sürerken William Blake şiirinden alıntılanan, "sür pulluğunu ölülerin kemikleri üzerinde" dizesi, Polonyalı yazar Olga Takarczuk romanına isim olarak Türkçeye kazandırıldı. Çeviri kokmayan, ustalıkla dilimize tercüme edilen bu romanın arka fonunda, hayatını sanrılarla geçiren İngiliz mistik şairi Blake’in sesini duyuyor ve sanki doğaüstü hayallerin görüntülerini resmeden çizgileriyle karşılaşıyoruz. Metinlerarasılıktan beslenen Takarzcuk, Blake çevirileri yapan baş karakteri Janina’nın yardımıyla Blake’e uzun soluklu bir methiye diziyor. Şiirin müzikal perspektifi romana dahil olduğundan ve şiirin imkânlarından fazlaca yararlanıldığından; şiire açılan bir romanın, kabuğunu kırarak nasıl yol aldığına şahit oluyorsunuz.
Klodzko Vadisi’nin el değmemiş coğrafyasının eteğinde, sonsuz bir boşluğun doldurduğu köyde yaşayan Janina isimli karakterle başlayan hikâye, başta bir polisiye gibi görünse de kara mizahtan ve yer yer masaldan beslenen yanıyla türler arasında gidip gelen rahatsız edici bir roman. İşlenen tuhaf ve faili meçhul cinayetler, kelimelerle resmedilen işkenceler romanın rahatsız ediciliğini bir üst seviyeye taşıyor. Avlandığı geyiğin kemiğiyle boğulan bir köylüyle, ufak tefek onlarca geyik izinin yanında ölü bulunan birkaç köylü, akıllara şu soruyu getiriyor: Hayvanlar, kendilerini avlayan ve işkence eden insanlardan intikam mı alıyor?
Bu soru aslında kitabın esas meselesine girişin de bir ilk basamağı. Bununla birlikte hayvanların günlük hayatta neye karşılık geldiğini, onlara nasıl muamele edildiğini, av kulübelerinin etrafında oluşan korkutucu hayvan ölümlerinin yasallığındaki ironiyi, bir böceğin ve bir insanın ölümündeki anlaşılmaz farklılığı üzerine düşünmeye başlıyor ve felsefik bir sorgulamaya sürükleniyorsunuz. Bir süre sonra soranın siz mi, yazar mı, yoksa kaçık baş karakter mi olduğunu bilmeden sorgulama zincirinin kalın ve kopmaz bir halkası olarak buluyorsunuz kendinizi. Ve içinizden sesler yükseliyor: İnsan neden yerin kabuğunda kibir ve hükmedicilikle yürüyor? Nasıl oluyor da birilerinin yaşam ve ölüm hakkını elinde tutabiliyor? Bir ruha sahip olanın yalnızca kendisi olduğunu nasıl düşünebiliyor? Neden gazeteler, entelektüeller ve aydınlar bir kaplan hayvanat bahçesinden kaçmadıkça hayvanlarla ilgilenmiyor?
Böylelikle okur; romanın, hayvan hakları savunucusu, ekoloji uzmanı ve vejetaryen olan Olga Takarzcuk’un dert edindiği meseleleri dile getirmek için yazara imkân verdiğine tanık oluyor. Yazar bir nevi hayvanların sözcülüğünü üstlenerek insanların kanıksanan düzenine itiraz ediyor. Bir böceğin ölümüyle bir insanın ölümünün eşit olduğunu ve aslında hareket eden her şeye hürmet edilmesi gerektiğini hemen her fırsatta vurguluyor.
Bütün bunlar, iyi bir kurgu, şaşırtıcı bir son ve soğuk ironiyle harmanlayarak yapıldığından; yani merak, okurun yakasına bir yaka çiçeği gibi takıldığı ve onu bu duygunun ardından götürdüğünden romanın tezine takılmak yerine içinizde kıpırdanan soru işaretlerinin peşinden gidiyorsunuz. Ve sanki tam da o an Blake’in itiraz eden sesi yükseliyor, “Öyle sinsice oturan sorgucu, bilmez ki cevabın ne olduğunu!”
Feyza Kartopu
twitter.com/feyzakartopu
twitter.com/feyzakartopu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder