Olga Tokarczuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Olga Tokarczuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Nisan 2021 Cumartesi

Mezarın ötesinden gelen intikam

2018’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Olga Tokarczuk, Peter Handke’e etik körlük neticesinde verilen ödülün ve akademideki taciz söylemlerinin gölgesinde kaldı. Nobel’e ve akademiye karşı itirazlar yükselirken güvensizlik; bir ipliğin inceldikçe incelen gövdesine büyük ve keskin bir ağırlık gibi oturdu.

Akademide bu hususlara dair tartışmalar sürerken William Blake şiirinden alıntılanan, "sür pulluğunu ölülerin kemikleri üzerinde" dizesi, Polonyalı yazar Olga Takarczuk romanına isim olarak Türkçeye kazandırıldı. Çeviri kokmayan, ustalıkla dilimize tercüme edilen bu romanın arka fonunda, hayatını sanrılarla geçiren İngiliz mistik şairi Blake’in sesini duyuyor ve sanki doğaüstü hayallerin görüntülerini resmeden çizgileriyle karşılaşıyoruz. Metinlerarasılıktan beslenen Takarzcuk, Blake çevirileri yapan baş karakteri Janina’nın yardımıyla Blake’e uzun soluklu bir methiye diziyor. Şiirin müzikal perspektifi romana dahil olduğundan ve şiirin imkânlarından fazlaca yararlanıldığından; şiire açılan bir romanın, kabuğunu kırarak nasıl yol aldığına şahit oluyorsunuz.

Klodzko Vadisi’nin el değmemiş coğrafyasının eteğinde, sonsuz bir boşluğun doldurduğu köyde yaşayan Janina isimli karakterle başlayan hikâye, başta bir polisiye gibi görünse de kara mizahtan ve yer yer masaldan beslenen yanıyla türler arasında gidip gelen rahatsız edici bir roman. İşlenen tuhaf ve faili meçhul cinayetler, kelimelerle resmedilen işkenceler romanın rahatsız ediciliğini bir üst seviyeye taşıyor. Avlandığı geyiğin kemiğiyle boğulan bir köylüyle, ufak tefek onlarca geyik izinin yanında ölü bulunan birkaç köylü, akıllara şu soruyu getiriyor: Hayvanlar, kendilerini avlayan ve işkence eden insanlardan intikam mı alıyor?

Bu soru aslında kitabın esas meselesine girişin de bir ilk basamağı. Bununla birlikte hayvanların günlük hayatta neye karşılık geldiğini, onlara nasıl muamele edildiğini, av kulübelerinin etrafında oluşan korkutucu hayvan ölümlerinin yasallığındaki ironiyi, bir böceğin ve bir insanın ölümündeki anlaşılmaz farklılığı üzerine düşünmeye başlıyor ve felsefik bir sorgulamaya sürükleniyorsunuz. Bir süre sonra soranın siz mi, yazar mı, yoksa kaçık baş karakter mi olduğunu bilmeden sorgulama zincirinin kalın ve kopmaz bir halkası olarak buluyorsunuz kendinizi. Ve içinizden sesler yükseliyor: İnsan neden yerin kabuğunda kibir ve hükmedicilikle yürüyor? Nasıl oluyor da birilerinin yaşam ve ölüm hakkını elinde tutabiliyor? Bir ruha sahip olanın yalnızca kendisi olduğunu nasıl düşünebiliyor? Neden gazeteler, entelektüeller ve aydınlar bir kaplan hayvanat bahçesinden kaçmadıkça hayvanlarla ilgilenmiyor?

Böylelikle okur; romanın, hayvan hakları savunucusu, ekoloji uzmanı ve vejetaryen olan Olga Takarzcuk’un dert edindiği meseleleri dile getirmek için yazara imkân verdiğine tanık oluyor. Yazar bir nevi hayvanların sözcülüğünü üstlenerek insanların kanıksanan düzenine itiraz ediyor. Bir böceğin ölümüyle bir insanın ölümünün eşit olduğunu ve aslında hareket eden her şeye hürmet edilmesi gerektiğini hemen her fırsatta vurguluyor.

Bütün bunlar, iyi bir kurgu, şaşırtıcı bir son ve soğuk ironiyle harmanlayarak yapıldığından; yani merak, okurun yakasına bir yaka çiçeği gibi takıldığı ve onu bu duygunun ardından götürdüğünden romanın tezine takılmak yerine içinizde kıpırdanan soru işaretlerinin peşinden gidiyorsunuz. Ve sanki tam da o an Blake’in itiraz eden sesi yükseliyor, “Öyle sinsice oturan sorgucu, bilmez ki cevabın ne olduğunu!

20 Mart 2020 Cuma

Her şeye rağmen kendimizle hesaplaşmamız gerekiyor

"Dünya acıyla dolu bir hapishanedir, öyle inşa edilmiştir ki yaşamak için insanın diğerlerine acı çektirmesi gerekir.”

Adalet, eşitlik gibi kavramlar gündelik hayatta ne kadar da dilimizde, öyle değil mi? Oysa adalet isterken de eşitlik isterken de kendi türümüzün sınırlarında kaldığımız düşünüldüğünde bu adaletsizlik ve eşitsizliği yaratan düzenin temel bir parçası olduğumuzu kolaylıkla fark edebiliriz. Bir hayvanın bedenini parçalayıp, alışkanlıklarımız uğruna onun bedeniyle beslenmeye bu denli alışmışken adaletten söz etmek bize mi düştü sahiden? Tatillerimiz, alışkanlıklarımız, seçimlerimiz ile dünyayı her geçen saniye daha çok tüketirken eşitliğin peşine düşecek yüzümüz var mı?

Olga Tokarczuk’un Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde isimli romanı okurken zihnim yukarıdakine benzer düşünceler ve öfke ile hayal kırıklığı karışımı hislerle doluydu. Romanın kapanışında ise yaşlı kadının zaferine ortak oldum: Yaşam hakkı yok sayılan türlerle yan yana durmak, intikam için atan kalbin uğultusu… İşte dedim, zamanı geldi! Nobelli yazar Tokarczuk’un polisiye türünde sayılabilecek, ritmi yüksek, tekinsizliği ürkütücü kitabı Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde, geçtiğimiz günlerde Timaş Yayınları tarafından, Neşe Taluy Yüce’nin Lehçe aslından çevirisiyle yayımlandı. Roman taşrada, kendine özgü dinamiklere sahip bir ölüm-yaşam hikâyesi anlatıyor. Bu roman, klasik polisiyeler gibi değil. Yazarın da okurun da amacı, katili bulmak ve rahat bir nefes almak değil. Burada, üstünlük savaşında yenilen insan ile türler arası eşitliğe inananlar arasında sembolik bir savaş var. Karakterler, bu sembolik savaşın sözcüleri gibi. Roman, doğanın intikamla ve kendini yeniden doğurarak insan ile eşitliği sağlayacağı mesajını veren masalsı bir polisiye olarak da tanımlanıyor.

Tokarczuk, 1962 yılında Polonya’nın batısındaki küçük bir kasabada dünyaya gelir. Yazarlık serüveni başlamadan önce Varşova Üniversitesi’nde psikolog olarak çalışır, uzmanlık alanları arasında Jung ve onun kurduğu sistem de vardır. Bu bilginin Tokarczuk okurlarını şaşırtacağını sanmam çünkü özellikle Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’yi okuyanlar fark edecektir ki semboller, rüyalar, astroloji, doğanın ve dişil olanın gücü romanın ön plana çıkan ögeleri arasında.

Yazar, kitaplarıyla birçok ödülünde de sahibi olur. Kuşçular romanıyla 2018 yılında Booker Ödülü’nün, Polonya’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olarak kabul edilen Nike Ödülü’nün ve 2018 yılında da Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olan Tokarczuk, Sür Pulluğu Ölülerin Kemikleri Üzerinde ile de 2019 Booker’ın finalistleri arasında yer alır.

Günlerini astroloji ve William Blake şiirlerini tercüme ederek geçiren roman kahramanı Janina, insanlar yerine hayvanlar ve doğa ile vakit geçirmeyi tercih eden bir yaşam dinamiğine sahiptir. İnsanlar ile hayvanlara, onların kendisinde bıraktığı izlenim ve duygularla ilişkili isimler verir. Gecenin bir vakti komşusu Garip’in kapısına gelmesiyle karmaşa başlar: Komşuları Koca Ayak evinde ölü bulunur. Koca Ayak’ın ölümünü takip eden süreçte birbiriyle bağlantılı gibi görünen tuhaf ölümler yaşanır. Janina, Koca Ayak’ın ölümünün, avladığı geyiklerin intikamı olabileceğini düşünür ve bu düşüncesine kendince kanıtlar aramaya başlar. Kitabın ilk bölümlerinde Janina’nın tesadüf eseri bulduğu fotoğrafın yakaladığı anda tanık olduğu görüntü, kitabın sonunda okura ilan edilir ve hem cinayetin hem anlatının düğümü çözülür. Kasvetli başlayan roman, Janina’nın kendini soruşturmanın göbeğine atması sonrası kara mizahla birleşen felsefi yorumların ortaya çıktığı, okuru da düşünmeye ve kendini sorgulamaya davet eden bir noktaya sürüklenir. Janina’nın Blake şiirlerini çevirmesi ve anlam üzerine sıkça düşünmesi de boşuna değil: Tokarczuk, okurlarının, romandaki her bir ögenin anlamı üzerine bir çevirmen titizliğiyle eğilip semboller, feminist mesajları ve insan odaklı dünya görüşünün batışı üzerine daha çok düşünmesini talep eder.

Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’yi bitirdikten sonra Kafka’nın Yasanın Önünde metnini yeniden gözden geçirdim. Yasanın kapısına giden, ömrü boyunca eşikten geçmeyi bekleyen taşralıyı düşündüm. Janina, kavuşmak istediği adaleti ararken ne kapıcıyı umursuyor ne de yasayı. Kendisi için açılan kapıdan öfkeyle geçiyor; dili olmayanların dili oluyor, eylemiyle ve duygusuyla konuşuyor. Çünkü içsel yasa, adaleti sağlamanın birinci yolu; eşikten geçip hesap sorma cesareti ise pekâlâ bir tür erginlenme töreni olarak okunabilir.

Olga Tokarczuk, sarsıcı ve içsel hesaplaşmalara vardıran bir roman yazmış. Ötemizde duranla, bizim dışımızdaki şeylerle hesaplaşmak belki kolay ancak her şeye rağmen, tüm sustuklarımıza, engel olmadıklarımıza hatta bizzat faili olduklarımıza rağmen kendimizle hesaplaşmamız gerekiyor. Dünyanın ve içindeki tüm canlıların insana hizmet için yaratıldığı düşüncesinin ne kadar uzağında kalırsak, intikamdan o kadar az korkarız. “Kimin intikamından korkmam gerekiyor?” diye soranları Janina’nın tekinsiz anlatısına ortak olmaya davet ediyorum.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal