Hakikat ve tarih… Cioran’ın felsefi denemelerinde üzerinde en çok durduğu kavramların başında geliyor. Tabii hakikate eklemlenmiş olarak gelen anlam/anlamsızlık halini de bu hesaba katabiliriz. Çağın uykusuz ve deli filozofunun aklını ve uykularını niye kaybettiğinin somut örnekleri belki de bu konudaki görüşlerinde saklı. Kimilerine göre ters bir tarih anlayışına sahip olsa da ve kimilerine göre hakikat çabası onu anlamsız konuştursa da içinde bir çelişki barındırmıyor. Çünkü o bir 20. yüzyıl filozofu ve baktığı yer de yaşadığı yüzyılın getirdiği hayat tarzının tersinden olabiliyor (kendisinin de ters olduğu onu okuyan herkesin malumu). Fakat ‘gerçeği’ de kendisinde nefes darlığı yapacak kadar önemsiyor. Gerçeği önemsiyor ancak ‘uyanık’ olma ve ‘hakikat’ ona göre bu tarz bir hayatın içinden geçerek gelecekse, bunun kimseye faydası olmayacak, ne bireye ne de topluma. Çünkü Cioran devingenlikle gelen bir tarihsel hakikatin peşinde değil. Ona göre bu bir çürüme. Üstelik toplumun geleceğini de mahvedecek bir çürüme. Tarihin dışına çıkarak yapılacak özveri ise fert ve toplum olarak yaşamamızı devam ettirecek, var olma sebeplerimizi muhafaza edecek bir durum. Çünkü ancak bu şekilde devingenliği aşarak, ‘sürekli yenilik’ fikrinden cayabiliriz. ‘Durağanlığın tekeli’ni bırakmak intihar olacaktır:
“Arkaik toplumlar çok uzun ömürlü olmuştu, çünkü sürekli birtakım hayali imgeler önünde secde etme ve durmadan yenilik yapma hevesinden bihaberdiler. Her nesilde kutsallarını değiştiren toplumların tarihte uzun ömürlü olmasını beklemek mümkün değil. Antik Yunan ve modern Avrupa aşırıya kaçan tanrı ve tanrı muadilleri tüketimi yüzünden ve dönüşüm tamahkârlığı sonucu erken ölen uygarlıklara örnektir. Çin ve Eski Mısır ise muhteşem bir donuklukla binlerce yıl yuvarlanıp gitmişlerdir. Batı’yla temas etmeden önce Afrika toplumları da öyleydi. Şimdi onlar da tehdit altında, çünkü başka bir ritmi benimsediler.”
İnsan bu zamanda kıstırılmış bir varlıktır. Çoğu filozofa göre bu kıstırılmışlık hem maddi hem de manevi bir kıstırılmışlık halinde insanın hem duygularına hem de aklına yöneliktir. Hatta bazı filozoflara göre bunun da ilerisinde, insan bir simülasyon çağında yaşar (Baudrillard). Bundan kurtulmanın yolu da ileriye bir atılım yapmaktan geçer. Yani var olan şartlardan ziyade bilinmeyene atılmak, belki de uçurumu görmek. Cioran’a göre bu gerekli bir durum çünkü bilincimizin seviye atlaması için bu değişikliği göze almamız şart. Ancak burada da yine Cioran’ın ‘delilikleri’ giriyor işin içine. İnsanı adeta kendi kendini öğüten bir değirmen olarak görüyor diyebiliriz. Bir şeyin fazlalığının insanın ruhunu öldüreceğini bilecek kadar gözü açık; ancak her iyilikteki kötülüğü görecek kadar da gerçekçi. Şairin “insanlar bir arada / neden iki insan yok / nerede yin, nerede yang? / the two and the one” demesi gibi:
“…Tehlikeye atılmayı göze almadan daha yüksek bir bilinç seviyesine erişilmiyor, tıpkı kimi hayırlı zorunluluklardan hiç zarar görmeden kurtulamadığımız gibi. Öte yandan, bilincin fazlası bilinci artırırsa da, yine meşum ama tersi yönde işleyen bir başka olgu, özgürlüğün fazlası, mutlaka özgürlüğü öldürür. İşte bu nedenle, hangi alanda olursa olsun, bir kurtuluş hareketi hem ileriye doğru bir adım hem de çöküşün fitilidir.”
Yani aslında Cioran’a göre de “insan ziyandadır”. Boğucu hakikatlerle kurtarıcı düzenbazlıklardan başka bir seçeneği de yoktur.
Yazara göre insan, ‘köklerinden çürümüş’, ‘doğaüstü bir enkaz halinde’, ‘kangren olmuş’, ‘halüsinasyona kapılmış kuklalar’ gibi yaşamını sürdürüyor. Çünkü insan, ‘tarihin daha başındayız’ diyenleri yanıltacak bir durumda, tarihin sonuna gelmiş vaziyette. ‘Son’ fikri, daha doğrusu tarihin sonu fikri Cioran’da olumsuz bir anlam taşıyor. Çünkü yazar, insanın bir sona hazır olmadığının bilincinde. Ona göre ütopistler bile ‘son’ fikrinden öyle çekiniyorlar ki herhangi bir gelecek tasavvuru bulundurmuyorlar tahayyüllerinde. Geleceksiz, zamanın dağılmış bir halde bulunduğu bir durum ütopistlerin de tasavvur ettiği.
Tarihi insandan bağımsız ele alan yazar aslında bu durumun sonradan ortaya çıktığı fikrinde. Ona göre ipin ucu kaçtı artık. Tarih, bağımsız bir vaziyette varlığını sürdürüyor ve sona doğru yaklaşıyor. Bunun getirileri yazara göre son derece müphem, bilinemez. Tıpkı tarihle ilgili bazı kritik noktaları belirleyemeyeceğimiz gibi. Örneğin tarihin tepe noktasını:
“Tepe noktası ne zamandı? Ve neredeydi doruk? Eski Yunan’ın ilk yüzyılları mı, ya da Hindistan mı, Çin mi veya Batı’nın hangi zamanı? Fazlasıyla kişisel tercihler ileri sürmeden bir kara vermek imkânsız. Her halükârda, şurası aşikâr: İnsan bugüne kadar verebileceğinin en iyisini verdi ve şayet yeni uygarlıkların ortaya çıkışına tanık olmamız gerekecekse bile, bunların antik uygarlıklarla, hatta modernlerle dahi aşık atamayacağı kesin. Üstelik herkes için bir zorunluluk ve kaçınılmaz plan biçimi alan sonun bulaşıcılığından onlar da kaçamayacaklar.”
Cioran’ın pasajlarında kurduğu genel üçlü ‘tarih-tarihin sonu ve insan’dan oluşuyor. ‘Son’un verdiği duygu ve tarih ilişkisiyle beraber insanın buradaki rolünü, insana acımadan, adeta vura vura inceliyor. Sanki “…doğrusu o, çok zalim ve çok cahildir” (Ahzâb, 72) ayetini savunurcasına, kitapta incelediği tarih ve insan ilişkisine farklı bir boyut getiriyor. İnsan, aslında yapıp ettiklerinin sonucunu yaşıyordur. Yaşam karşıtıdır, bozguncudur. Cioran’ın insan hakkında dediklerinin birçoğu modern zaman insanını karşılamasına rağmen her çağın insanı da ondan nasibini alıyor. Ancak ‘bu insan’dan kurtulmak mümkün mü? Doğanın dileği bu yazara göre:
“…Böylece doğa da gülümsemesi bile tahripkâr bu bozguncudan, zorla içinde barındırdığı bu yaşam-karşıtından, köleleştirmek ve küçük düşürüp lekelemek için gizlerini çalan bu yağmacıdan kurtulmuş olurdu.”
Şimdiye kadar bahsettiğim kitap, Cioran’ın yeni neşredilen ne Metis Yayınları etiketi taşıyan Parçalanma kitabıdır. Cioran bu kitabı 1979 yılında yazmış. Yani yazarın son dönem kitaplarından biri diyebiliriz. 156 sayfadan oluşuyor. Cioran okumak zordur ve bu kitap da Cioran külliyatı içinde sayfa sayısı olarak üstlerdedir ancak Çürümenin Kitabı gibi bir okuma yoğunluğu da içermiyor. Çünkü kitabı oluşturan parçaların uzunluğu çok fazla değil. Özellikle ilk dört bölüm, yani İki Hakikat, Hatırat Meraklısı, Tarihten Sonra ve Vahametin Aciliyeti (yukarıda bahsettiğim kısımlar) kendi içinde ve birbirleri arasında daha tutarlıyken kitabın çok daha büyük kısmını oluşturan Vertigo Taslakları çok daha kısa aforizmalardan oluşuyor (Burukluk kitabında olduğu gibi). Bu yüzden de bu kitabı okumak çok zorlamıyor okuru.
Cioran’ın biyografisine veya söyleşilerine baktığımızda onun uykusuz bir hayat sürdüğünü görebiliriz. Vertigo Taslakları’nın da böyle uykusuz bir halin, bir baş dönmesi halinin ürünleri olduğunu düşünüyorum. Fakat aforizmalardan oluşsa da Cioran’ın zekâsının, bilgeliğinin (evet bilgeliğinin), hiciv yeteneğinin en saf ve keskin halini görürüz. Nihilizme ve tasavvufa, ateizme ve Tanrı’ya aynı anda yaklaşabilen felsefi düşünceler söz konusu bu bölümde. Aynı zamanda ironi-mizah da Cioran’ın özellikle kısa aforizmalarında bol bol kendini gösteriyor: “Benim misyonum zaman öldürmek, zamanınki ise beni öldürmek. Katil katile gayet memnunuz halimizden.”
"İnsanı ısıran ve sokan kitaplar okumalıyız. Okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar?" diyor Kafka. Cioran ise kitaplar yaraları kanırtmalı, hatta yeni yaralar açmalı, "kitap tehlike arz etmeli" diyor yazıya konu olan kitabında. Aynı zamanda kendi kitabının da bir özelliğini söylüyor okura. Cioran yara açıyor okurda, bir yumruk gibi iniyor onun söyledikleri okurun beynine. Parçalanma da hem bunu sağlarken hem de mistik cümleleriyle farklı bir kapı daha açıyor okura. Yani yazarın önceki kitaplarını bilenler, bu kitapta bildikleri Cioran’ın yanında bilmedikleri yeni bir Cioran da keşfedeceklerdir.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10