Sık sık insanoğlunun en nezih keşfinin yazı olduğunu düşünüyorum. Açık söylemek gerekirse yazı sesten de histen de öte geliyor bana ve yazıyla her karşılaşmam, her irtibatım, her deneyimim farklı bir boyutta hayrete dönüşüyor. Meseleyi derli toplu ele alan düşüncenin belirli bir düzen içinde zihnin imbiğinden süzülmüş hâli görüntüyü berraklaştırdığı kanaatindeyim. Kitaplar bu berraklığın zirveye doğru yükselen dağı oluyor. Okur ne kadar yükseğe çıkabilirse perspektif o kadar genişliyor. Bu değerlendirme elbette sesin, sözün, konuşmanın ehemmiyetsiz olduğu anlamına gelmiyor. Üslubu ve derinliği olan samimiyeti ve hissiyatı barındıran söz de aşağı kalır değil. Nitekim ikisi arasında analoji kurulduğu vakidir. Örneğin bazı insanlara kitap gibi konuşuyor tabiri yakıştırılır. Öylesi insanlarla karşılaşmak rahatlatmakla, dinlendirmekte kalmaz öğretir de. Dili öğretir, üslubu öğretir, nezaketi, zarafeti, tecrübeyi öğretir. Maalesef bu insanlar azdır ve pek kadri kıymeti de bilinmez.
Kitap gibi konuşanların dışında bir de hitap gibi yazanlar vardır. Daha doğrusu hitap eder veya konuşur gibi yazanlar. Bunun bir adım ötesi konuştuğu gibi yazanlardır. Gözlemlediğim kadarıyla genellikle yazarların/şairlerin konuşmaları yazmaları gibi olmuyor. Yazdıkları ve söyledikleri aynı birikime ve düşünsel havuza dayanıyor şüphesiz fakat bu iki eylemde aynı tarz, aynı üslup, aynı akış bulunmuyor. Satıra dökülen üslupla dilde sadır olan farklı cereyan ediyor. O estetik ve bilge bütünlük sağlanamıyor. İkisini bir potada eriten ise yok denecek kadar az olsa gerek. Bu yazıya konu olan kitabın yazarını onlardan biri olarak görüyorum. Uzun süredir eserlerine aşinayım. Önce akademik kitaplarıyla tanıdım, sonra televizyon ekranından takip ettim. Kısa bir süre öncesinde de yüz yüze tanışma fırsatı buldum. Necdet Subaşı’dan bahsediyorum. Bu kanaatim, akademik eserleri bir yana son yıllarda ağırlık verdiği edebi eserlerindeki dil ile konuşması arasındaki uyumdan dolayı. Kısacası Necdet Subaşı konuştuğu/konuşur gibi yazıyor ve yazdığı gibi de konuşuyor. Yaklaşınca Haber Ver bu örneğin -şimdilik- sonuncusu. Kısa süre önce Mahya Yayıncılık’tan çıkan eser iki yüz kırk sayfadan oluşuyor. Kitapta çoğunluğu 2018 olmak üzere geçtiğimiz dört yılda yazılmış yetmişten fazla deneme yer alıyor.
Yaklaşınca Haber Ver eleştiri kadar ziyadesiyle özeleştiri içeriyor. Hatta Necdet Subaşı kitabın hemen başında bir tanıdığının akademi dışı yazdığı kitaplara yönelik ‘sert’ eleştirisini ekleyerek bir özeleştiriyle giriş yapıyor. Eleştirinin üç temel noktası bulunuyor. Bunlardan ilki Necdet Subaşı’nın yazdıkları kişisel konular etrafında şekillendiği, bu konularda bıçak sırtı meselelere girmekten çekindiği ve amacının kendini mutlu etmeye yönelik olduğu; ikincisi, bu eserlerde derinlik ve mesaj kaygısı bulunmadığı; üçüncüsü ise ulvi bir misyonu olmayan bu yazıların Ümmet’in herhangi bir derdine çare sunmadığı yönünde. Necdet Subaşı bir süre etkisinde kaldığını belirttiği bu eleştirileri dikkate almakla birlikte kendisi olarak devam vermeyi uygun bulduğunu belirtiyor.
Büyük anlatılar, teorik çözümlemeler, idealist reçeteler önemli olabilir fakat çoğu zaman gündelik hayatın akışıyla teğet bile geçmeyen bu uğraşları bir daha sorgulamamız gerekiyor sanıyorum. Farkında değiliz belki ama kendimize dünyayı kurtarmak gibi aşırı-misyon yüklediğimizde insana ulaşmayan hamasi söylemlerin, elitist tavırların kurbanı oluyoruz. Dokunduğumuz ya da bize dokunan da aynı akıbete uğruyor. Oysa hayat kendi akışında devam ediyor ve belki de her şey bu kadar çetrefilli değil. Sorunlar kolayca çözülebilir, sorular basitçe cevaplanabilir şeylerdir. Necdet Subaşı’nın yazdıkları her defasında bunları getiriyor aklıma. İnsanı basite indirgemeden meselelere basitçe yaklaşmak gerekiyor olabilir. Zira aksi çözümsüzlüğü üretiyor.
Kitabın içeriğine gelirsek, çoğunlukla olanı yazmak zordur. Daha doğrusu, zor olan doğal olanı, olağan olanı yazmaktır. Çünkü olağanlık pek ilgi çekici değildir. İnsan söz konusu olduğunda ilgi çekici bir kurguya, olağanüstü bir anlatıya ihtiyaç duyulur. Necdet Subaşı merceğini doğal olana, olağan olana tutuyor. Bu yöntem ona yaşam kadar ölümün de hayatın içinde yer aldığını ve tükenişlerin, eksikliklerin, sorunların, kötülüklerin en az iyilik ve mutluluklar kadar hayatın parçası olduğunu söylemesine müsaade ediyor. Hayatı zorlaştıran meselelerin aslında kurgu olup olmadığını sorgulatıyor.
Necdet Subaşı bugünün gündelik hayatının içinden yazıyor fakat nostaljiyle kurduğu sıkı temas ayrıksı bir görüntü vermesine yol açıyor. Gelecek endişesi varmış gibi durmadan geçmişe yönelmesi geçmişte yaşıyor ya da orada kalmak istiyor izlenimi veriyor. Hemen hemen her konuda geçmişe gidiyor ve bir şeyler getirip anlatıyor fakat anlattıklarının öznel hissiyatını kısmen yansıtırken edebi ruhaniyetini gizli bırakıyor. Bu ketlemeyi kasıtlı mı yapıyor bilemiyorum ama bazı yerlerde edebi ruhaniyet dediğim şeyi görmek mümkün olabiliyor. Örneğin “Geçenlerde o günlerden kalma bir defteri incelerken en çok da cildinin yıpranmışlığı dikkatimi çekmişti. Eğer dikkat edilse onların üzerinde avuç içlerimizin bütün sıcaklığını, terini ve donmuşluğunu görmek mümkündü.” diyerek aslında ‘edebiyat parçalamada’ da ehil olduğunu gösteriyor.
Edebiyat demişken, edebiyat bir dereceye kadar özneldir çünkü edebi metinde varoluşu gereği daha fazla kişinin ortak paydada buluşması için olabildiğince geniş bir çerçeve çizilir. Necdet Subaşı ise yazılarındaki tercihini kişisel tecrübeye indirgemeden yana seçiyor. Bu yazılarda okur kendi hayatına paralellikler kurulabilir elbette fakat öznelliğin dozu önemli sanıyorum. Örneğin Necdet Subaşı’nın hayatına giren insanları en ince detayına kadar hatırlaması ve yazması onun anlatının genelleştirilmesine engel olan şeylerin başında geliyor diye düşünüyorum. Öte yandan bu kadar ismi, bu kadar yüzü, bu kadar detayı hatırlamak benim gibi isim ve yüz hafızası kötü olan biri için pek anlaşılır değil. Okurken bile yoran bu detayların yazarı yormadığı bir dünya tahayyül edemiyorum.
Necdet Subaşı okumak farkındalığımı arttırıyor diyebilirim. Bazen zihinde var olan, dolayıp duran, kendini belli eden ama bariz şekilde ortaya çıkmayan düşünceler oluşur. Sonra birinin konuşmasında veya bir metinde denk gelince ‘işte bu, havsalamda vardı bu vesileyle açığa çıktı, somutlaştı’ dersiniz. Şahsen Necdet Subaşı yazılarında (ve konuşmalarında) bu durumla sık sık karşı karşıya kalıyorum. Kısacası zihnimde var olan şeyi derli toplu şekilde o ifade ediyor.
Kitaptaki denemeler birçok kimlik altında yazılmış. Evlat, baba, dost, sosyolog, hoca, okur, yazar, bürokrat… Bazı yazılarında tek kimlik, bazı yazılarında birkaç kimliği bir arada kullanılmış. Elbette dini hassasiyetler ve manevi değerler üzerinde şekilleniyor bu yazılar. En önemlisi sanıyorum eleştirilerine kendisini de ekleyerek özeleştiriye dönüştürmesi. Malumdur, bizde eleştiri katiyen sevilmez, özeleştiri zinhar yapılmaz.
Necdet Subaşı değerlendirmeleri ile temelde insan olmanın hâllerini, fıtratı çözümlüyor. Denemelerde hayat ve ölüm iç içe geçiyor. Her ikisinin de doğallığı kadar insanda hem yaraya hem merheme dönüştüğünü gösteriyor. Hayatımıza giren çıkan insanlardan, bizde bıraktığı etkilerden bahsediyor. Günlük hayat pratiklerini ele alırken bu pratiklerin uzanabildiği tüm alanlara değiniyor. Ev, sokak, işyeri ve toplum içinde aile, akraba, arkadaş, insan ilişkilerine değiniyor. Siyaset, eğitim kuruluşları, bürokrasi gibi kurumsal yapılar da bundan nasibini alıyor. Taşra ve kent hayatının dinsel motiflerini araya giriyor ve bu arada kuşaklar arası değişime dikkat çekerken aslında dini hassasiyeti olanların dönüşümünü vurguluyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp