19 Nisan 2020 Pazar

Beklemek, aramanın öz kardeşidir

"Sabırsızlığını terbiye et. Burada sana ancak beklemek yardım edebilir."
- Jung, Kırmızı Kitap

Arayış, kişisel derinleşme, ruhun derinliklerine inme romanları her zaman sevilir, zaman geçtikçe yine okunur. Siddhartha'nın tüm dünya okurlarında olduğu gibi Türk okurunda da bu kadar sevilmesinin sebebi, 'şark insanı' olduğu için mi? Bu soru burada durmasın ve biz 'şark insanı'nın aksine beklemeden bir cevap arayalım.

Alef dizisinde bir replik geçti. Eski eserler memuru "şark oturup beklemenin yeridir" dedi ki bu söz Ahmet Hamdi Tanpınar'a aittir. Sufi ve şarkiyat metinlerinde de sıkça karşılaşılan bir ifadedir, elhak doğrudur. Bizde beklemek esastır. Beklemeden olmaz. 20. yüzyılın büyük metafizikçisi olarak görülen Frithjof Schuon mesela "Batı yalanların üzerinde yaşar, doğu hakikatin üzerinde uyur" der. Elhak o da doğrudur. Schuon tasavvufla buluşup kendini bulmuş bir Basel'lidir. Ama bunun için uzun yıllar resim, şiir gibi sanatlarla aramıştır aradığını, yani beklemiştir. Velhasıl, bu toprakların eski(mez) dervişlerinden Sadettin Ökten pek güzelini söyler: "Allah'tan başka her şey ağırlıktır. Nasip varsa o yükü alır gider üzerinden. Nasip yoksa da eyvallah deyip bekleyeceksin."

Siddhartha'yı sadece arayış romanı olarak görmemek lâzım o hâlde. Bir bekleyiş romanıdır aynı zamanda. Yazarı -bilhassa yabancı yazarlar arasında her zaman ilk sırayı verdiğim- Hermann Hesse de bir 'bekleyiş ustası'dır. Çünkü o da başka bir 'bekleyiş ustası'ndan kuvvetti yettiği kadar istifade etmeye çalışmıştır. Kimdir o? Jung'tur elbette. Miguel Serrano'nun "Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse: İki Dostun Hatıraları" kitabı bu anlamda oldukça önemli. Gönül isterdi ki bu kitap daha uzun olsun, daha detaylı. Her şeye rağmen Hesse'nin Jung'tan alabildiklerini yazdığı romanların içinden çekip çıkarmak da bir hayli keyifli, lezzetli. Şimdi yeniden romana dönebiliriz.

"Kendi kalbine kulak veriyor, onun nasıl yorgun ve üzgün çalıştığını duyuyor, bir ses işitmeyi bekliyordu" Siddhartha. Sonra, "yüreğinde bir şeyin ölüp gittiğini duydu, bir boşluk hissetti, önünde bir haz, bir amaç göremez oldu. Düşüncelere dalmış, oturup bekledi. Bunu, bu tek şeyi ırmaktan öğrenmişti: Beklemek, sabretmek, kulak verip dinlemek.". Kendisine ne iş yapabileceği sorulduğunda da ona öğretilenleri, ama öğrenirken de sahiden insanı insan yaptığı için sevdiği, bir görev olarak değil gerçekten de kendisini geliştirdiğine inandığı üç şeyi cevap olarak sundu: Oruç tutmak, beklemek, düşünmek. Bilge olarak gördüğü kişilerden aldığı birer mirastı bunlar, dolayısıyla tek servetiydi. Üstelik Siddhartha, bu servetini yok etmeye de hiç niyetli değildi. Govinda ile yolları ayrıldığında vazgeçmedi, Kalama ile karşılaştığında da. Çünkü her ikisi de nefsine galebe çalması için birer imkândı. Zaman zaman kullandı bu imkânı, zaman zaman nefsine yenik düştü. Öğrendi ki günahtan bütünüyle kurtulmak mümkün değildi. Her ne olursa olsun güzel ahlakı korumak ve iyilikte bulunmak, iyi bir insan olmak gerekiyordu. Bunu yaparken insan hata yapabilirdi, günah işleyebilirdi. Yine de insanlığından hiçbir şey yitirmemesi gerekiyordu, insan kalması gerekiyordu. Tüm bunları kendine bir yol olarak seçmiş, benimsemişti: "İnsanların büyük çoğunluğu Kamala, düşen bir yaprak gibidir, kapılıp gider rüzgârın önüne, havada süzülür, dönüp durur, sağa sola yalpalar vurarak iner yere. Pek az kişi de vardır, yıldızlara benzer, izleyecekleri yolu kendi içlerinde taşırlar."

Siddhartha, bir Brahman'ın oğlu olarak tanımaya başladı 'yolda olma'yı. Sonra Samana'lara katılıp yol içinde başka bir yol aradı. Ulu kişi olan Gotama ile karşılaşıp onun öğretilerini benimsememesi, kavramlardan kurtulma isteyişine bir işaretti Siddhartha'nın. Matematikle uğraşmak istemiyordu, rutini sevmiyordu. Kalbini titretecek olan temel kuvveti, aşkı hissetmedikçe yapılacak her ne olursa olsun boşa olduğunu, kişiye bir şey kazandırmayacağını öğrendi. Kamala öğretti ona aşkın ne olduğunu. Bu öğrenimi esnasında nefsini bir kez daha tanımış oldu Siddhartha. Bir kez boyun eğince nefsin ne kadar tehlikeli bir şey olabileceğini keşfetti Kamala'nın bedeninde. Dünya nimetleri olarak kabul edilen şeylerin insanı insanlığından çıkarabileceğine inancı tamdı. Peşinden koştuğu soruyu, o yüce hakikati hiç aklından çıkarmak istemedi. Tam çıkaracak gibi olduğunda doğa hatırlattı ona. Irmak hatırlattı, bir kayıkçı hatırlattı, oğlu olduğunu görür görmez anladığı Küçük Siddhartha anlattı. Kalp her şeydi: "Kalbi nerede çarpabilirdi insanın kendi Ben'inden, kendi özünden, herkesin kendi içinde taşıdığı o yok edilmezden başka? Neredeydi bu Ben, bu öz? Et değil bu, kemik değildi, düşünme değil, bilinç değildi, böyle diyordu bilgelerin bilgeleri."

"Sana ne söyleyebilirim ki saygıdeğer kişi? Aramaktan bulma fırsatını bir türlü yakalayamayacağını mı?" sorusu, kitabın içindeki sayısız güzel sorudan biri. Belki de en güzeli. Sürekli aramanın peşine düşünce bulmanın sadece maddi bir netice olacağını söylüyor sanki. İnsan bulunca aradığını, sessizliğe gömülmeli. Bu sessizliğin ikram ettiği bilgeliği kavramalı. Demek ki insan bulunca başa dönüyor. Yeniden beklemeye koyuluyor. O halde evet, beklemek aramanın öz kardeşidir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder