Her daim konularını akademik bir ciddiyet ve entelektüel titizlik ile kültürüne, mahallesine, içinden geldiği topluma yabancılaşmadan ele almış olan Necdet Subaşı, gezi, anı, öykü, hikâye ve denemelerinden harmanladığı son kitabı “Söz Uçar Sızı Kalır” ile yaşadıklarını içtenlikle aktarmaya, tanıklıklarını samimiyetle dile getirmeye devam ediyor.
“Söz Uçar Sızı Kalır”, bilindik sosyal bilimlerin dilinden değil de daha çok güçlü bir edebiyat damarından beslenen bütüncül bir perspektif ile 17 Ocak 2014’ten 17 Haziran 2016’ya değin aralıklarla kaleme alınan 71 fragman metinden oluşuyor.
“Yaz Dediler Ânı” ile başlayan sürecin son basamağını teşkil eden “Söz Uçar Sızı Kalır”da Subaşı, olağanüstü bir çaba ve dikkatle geldiği yolları, mecra ve güzergâhları gözden geçirmekte. Kendi ifadesiyle mahallesinde apartmanların, sokakların görünürde dile getirdiğinden daha farklı, derinlikli bakışın gözden kaçırmayacağı bir şeyin peşindedir. Yol, yoldaşsız yürünmez anlayışınca muhatabını bu arayıştan mahrum bırakmamayı, hatta bizzat onu bu arayışa ortak etmeyi arzular. Herkesin birbirinden farklı olmak için birbirine benzediği bir ortamda aynada kendini görme cesareti bulanlara seslenir: “Biz orada şenlik şamata senin gelmeni bekliyoruz. Bağırmamız sana kendimi duyurmak istediğimizden. Kaybolduğumuzdan değil, korktuğumuzdan hiç değil. Hem öyle olsaydık ıslık çalardık. Ordayız bekliyoruz.”
Subaşı, kitabını edebiyatta kendine yer açmak için, kritikçilerin insafına teslim olmak ya da can sıkıntısından ne dediği belli olmayan karalamalarla milletin tadını tuzunu kaçırmak için yazmamıştır. Kendi kontratıdır “Söz Uçar Sızı Kalır”. Bundan sonraki yaşamında kişiliğini rehin vermemek, kimseye gereksiz yere “eyvallah” dememek için aklı başında, kalbi temiz, vicdan sahibi dostlarına, rehin bıraktığı kaporadır. Mesleği gereği dünyası hiçbir artistliğe meydan vermeyecek şekilde kitapla ve onun etrafında yer alan farklı okumalarla ilgili olduğundan, bu alanda sahtekârlıkların da geçer akçesinin kitaplı oluşunun gayet farkındadır. Ceketinin bir cebinde ajandası, öbür cebinde Kutsal Kitab’ı, astarında Kur’an’ı eksik olmayanların; ceketinden de, içindekilerden de vazgeçemeyenlerin durduğu yeri gayya kuyusu görür Subaşı, oralardan beri durmaya çalışır, Allah’a sığınır. Onun kaporası ki, işlerin ahbap - çavuş ilişki ağlarıyla örülerek yürütüldüğü bir dünyada ayağının kaymaması, kalbinin kararmaması, ruhunun daralmaması, aklının devre dışı kalmaması, burnunun bir karış havada olmaması duasına denk düşer.
Gördükleriyle, duyduklarıyla, hissettikleriyle başı dertte olan Subaşı, Gülten Akın’dan mülhem, itip onu, balına dadanan bu çağı sevmemiştir. Dertli kekliğin dertsizlere dert açması gibi muhatab bildiğine sormadan edemez: “İnsan varlığından emin olmadığı bir dünyada nasıl kendisi olarak kalabilir?”
Bünyamin gibi elinde bir kitap, sırtında büyük bir yükle evine yüz çevirip de sözü düşürmez. Çünkü bilir söz düşerse dünya düşer. Durup düşünmek, etrafı kolaçan etmek için sözün bıraktığı sızıya ihtiyacımız vardır, onu da bilir. Felsefe okumuş, sosyoloji ile ilgilenmiş, antropolojiyi ihmal etmemiştir. Psikolojide derinleşmeyi çok istemiş, siyasete bulaşmamış; ama neyin siyaset olduğunu anlayacak kadar hakikatle temas aralığı hep olmuştur. Bütün bu ilgilerini sürdürürken dinden ve imandan da bir haber olmamıştır. Başkaları ne düzeyde kendilerine sahip çıkar bilinmez; ama o, koskocaman bir maziyi ardına almıştır. Mazisi olmayanın ufku olmaz, ufku olmayanın da nazarı olmaz.
“Söz Uçar Sızı Kalır”, içeridekilerin sustuğu dışarıdakilerin de haksız ithamlarla üzerine yürüdüğü mahalleye bizzat mahalleden birisi olarak içeriden bir göz atma telaşesinin ürünüdür. En makbulü de içeriden bakabilmekte ya zaten. Yoksa nasıl bahsedebileceğiz aidiyetten, samimiyetten, iyi niyetten. Subaşı, mahallesine indikçe dünyayı konuşmayı devam eder. İnsanda fiziki olduğu kadar entelektüel anlamda da eski mekânlara yer var mıdır, sorgular. Eski evlere, eski yaylaklara olduğu kadar eski düşünsel mecralara ve duraklara nostaljik bir gezi yapar. Yeni dünyanın değer ve iklimleriyle karşılaşınca yüzleşmek yerine kendi havzalarında yaşamaya ikna edilmişcesine herkesi yerli yerinde bulur. Eski usulde işleyen bir dil, inançlar, teminatlar, sadakatler… Her şeyin aynı olduğunu yerinde müşahede eder. Müşterisi olduktan sonra değiştirmenin hiçbir anlamı ve kadir kıymeti olmadığına kanaat getirir. Feuerbach’ın dediği gibi biz biraz da yediklerimiziz. Dolayısıyla ağzı kelimelerle tıka basa dolu olmaktan konuşamayan elçilerden ziyade mahallesine doymuştur Subaşı. Tok bir şekilde konuşur. Sözü yere düşürmez; ama kıymet bilene sızısını bırakır.
Haydar Barış Aybakır